29 Mart 2010 Pazartesi

Merhaba Dostlar


Sevra KURTULUŞ
sevra.kurtulus@gmail.com

Antakya’da keyfi bir şekilde gözaltına alınan 14 kişi bugün serbest bırakılmışlardır. Aralarında değerli gazeteci Murat Altunöz ve diğer arkadaşların serbest bırakılması Antakya’da büyük bir sevince vesile olmuştur.

Antakya’da yaratıtılmak istenen ”eski tarz provakasyonların” artık tutamayacağı bir kez daha ispatlanmaştır. İspat şudur:

Bizleri, birbirimize karşı kırdıramazsınız!

Bizler, farklı düşüncelerimizle ama ezenlere karşı ”tek yürek, tek vücuttayız!”

Önemli olan inanç, önemli olan mücadeledir!

Ezilen ve tarihten silinmek istenen insanlar uğruna bizler Antakya, Akdeniz ve tüm Anadolu halkları ile birlikteyiz!

Bu yolda tavrımız aynıdır:

”Eşitlik, özgürlük ve ortaklığa” inançlıyız, bu inançla mücadele ediyoruz.

Bu inançla;

Düşman ve başka giysiler altında vuruşmak isteyenlere ”hodri meydan!” diyoruz.

Bizler , buradayız, Antakya ve Anadolu’dayız.

Peki, sizler neredesiniz?

Maskeler, sizleri gizlemeye yetecek mi?

Unutmayın:

Sabahın sahibi var

Sorarlar bir gün sorarlar!”
-----------

Sevra Kurtuluş / Antakya

ANTAKYA'DA 14 GÖZALTI




Hatay Emniyet Müdürlüğü TEM şubesi ekipleri , Cuma sabahı düzenlediği operasyonlarda 14 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltı süreleri dolan şüphelilerin bu sabah adliyeye çıkarılmaları bekleniyor... -Emek ve Demokrasi platformu, uygulamanın antidemokratik olduğunu savunarak gözaltındakilerin serbest bırakılmalarını istedi.

Geçtiğimiz Cuma sabahı erken saatlerde bazı adreslere baskın yapan Hatay Emniyet Müdürlüğü Terörle mücadele şubesi ekipleri 14 kişiyi gözlem altına aldı. Gözaltına alınanlar arasında bir yerel gazete muhabiri de bulunuyor. Edinilen bilgilere göre, yasa dışı bir örgüte üye olmak ve propağandasını yapma iddiasıyla yola çıkan polis, Cuma sabahı 05.00 sıralarında belirli adreslere baskınlar düzenledi ve aralarında Antakya Demokratik Kültür Sanat Derneği (DEKSAD) kurucu başkanı emekli öğretmen Hisamettin Çalış, halen DEKSAD'ın başkanlığını yürüten Mehmet Güzel, aynı derneğin bazı yöneticileri ile halen bir yerel gazetede muhabir olarak çalışan Murat Altınöz'ün de yer aldığı 14 kişiyi yakalayıp gözlem altına aldı. Şüphelilerin 3 günlük gözaltı sürelerini tamamlamaları nedeniyle bu sabah adliyeye çıkartılmaları bekleniyor.

Bu arada Emek ve Demokrasi Platformu adına yapılan açıklamada, gözaltıların antidemokratik olduğu savunuldu ve gözaltındakilerin derhal serbest bırakılması gerektiği belirtildi. AGC'de basın toplantısı düzenleyen platform yönetici ve üyeleri adına sözcü Esra Sertel, AKP hükümetinin antidemokratik uygulamalarının korku imparatorluğu inşa etmeye yönelik olduğunu ve adresleri ile tüzel kişilikleri belli olan kişilerin sindirme amaçlı göz altına alındıklarını savunarak serbest bırakılmaları gerektiğini öne sürdü. "Haberin ayrıntılarını gazetemizde bulabilirsiniz".

Haber Kaynağı: Antakya Gazetesi

29.03.2010
http://www.antakyagazetesi.com/

-------------------------
Eylemsel Yetke notu: Hatay Emniyet Müdürlüğüne bağlı TEM şübe ekiplerinin yapmış olduğu bu haksız haydutça eylemi protesto ediyor, gözaltına alınanların derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz!

27 Mart 2010 Cumartesi

Türkler için yeni anayasa



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Türk bürokrasisi ve askeriyesi, AKP aracılığıyla, çürümüş kendi devletlerini ve düzenlerini kurtaracak yeni bir anayasa peşindeler. Bunda ne kadar başarılı olurlar bilemiyorum. Fakat bir şeyi çok iyi biliyorum, Türkler kendilerine bir kez bir anayasa yaptılar mı, yamuk yumuk da olsa, o anayasa Türklerin kutsal kitabı haline gelir ve değiştirmek yılları alır.

Bir milyondan fazla insanı işkenceden geçiren ve onlarca kişiyi idam eden 12 Eylül ırkçı anayasasına otuz yıl kimse el atamadı. Türk hükümetleri sivillik adına utanmadan bu anayasa ile Türkiye’yi idare ettiler. Kürtler ayağa kalkmamış ve Türkler kendi aralarında iktidar kavgası yaşamamış olsalar, emin olunuz ki, değil otuz yıl, üç yüz yıl darbe anayasasıyla toplumu idare etmekten en ufak bir rahatsızlık duymazlar. Çünkü Türk İslamcılığı ve Türk milliyetçiliği reformlara kapalıdır. Türk demek, kendisi için çıkarılmış yasa ve kanun demektir. Örneğin Türk devleti, neredeyse yüz yıldır anayasasında “herkes Türk’tür” demişse, Türk halkı buna inanır. Bu maddeyi değiştirmeye kalkmak, “vatana ihanet” suçu sayılır.

İki kelimelik ulusal hukuku olmayan Kürt siyasetlerini ve siyasetçilerini ben yüreğim ağzımda izlerim. Her şeyin üstüne balıklama atlamaya hazırdırlar. BDP’nin genç Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “Anayasa taslağını peşinen ret etmiyoruz” demiş. Biz bunu şimdilik politik bir açıklama sayıyoruz. Elbette netleşmemiş bir taslak peşinen reddedilmez…

Taslak netleşmemiş, ama biz nasıl netleşeceğini biliyoruz. Anayasa taslağı tepeden tırnağa Türk ırkını, Türk bürokrasisini, Türk yargısını, Türk ordusunu, Türk kültürünü, bir bütün halinde Türk hakimiyetini hakim kılma taslağı olacaktır. Göstermelik hukuk terimleri ise asli olanı, hakim olanı, yöneteni ebedi yapmak için başvurulacak kelime oyunlarından ibaret kalacaktır. Çünkü biz artık yüz yıla dayalı olay ve olgulara bakarak Türk devletini ve onun niyetini değerlendiriyoruz.

Türk devleti nasıl Kürtlerin devleti değilse, anayasası da Kürtlerin anayasası değildir. Her dönem ufak tefek iyileştirmelere fit olan ve bundan dolayı da doğurduğu çocuklarına yüz yıldır daha anadil özgürlüğü sağlayamamış işportacı kişiliklere bakılacak olursa AKP’nin anayasa taslağı hemencecik desteklenmelidir. Onlara göre fırsat bu fırsattır. Şimdi desteklenmeli, yarın yan çizilmelidir! Türk ve Kürt toplumunu asıl bu işportacı kişilikler kandırmakta ve nesillerin kırılmasına neden olmaktadırlar.

Demirtaş, “Azıcık demokrasiye mahkum olmak zorunda değiliz,” demiş. Doğrudur, Kürt hak ve özgürlüklerini içermeyen, Kürtlerin can güvenliğini, şeref ve onurunu Türk ordusu ve bürokrasisine karşı koruma altına almayan anayasalar Kürtlerin anayasası değildir. Anayasa bir toplumsal sözleşmedir. Şerefi, onuru ve can güvenliğiyle Kürdün hakları ve adı yer almayacaksa BDP, AKP’nin sunacağı uyduruk anayasa taslağını destekleyip tarihi bir vebal altına girmek zorunda değildir.

Çünkü Türkler bunu hep yaptı. Savaşta ve barışta Kürtleri kullanarak selamete çıktılar ve ardından Kürt toplumunu katlettiler. Kürdistan şehirlerindeki oylarını çıkardığınız zaman AKP tek gün iktidarda kalamaz. Demek ki bir partinin Türkiye’de iktidara gelebilmesi için üçte bir oranında Kürt oylarına ihtiyaç vardır.

Kürtler, anadillerini yasaklayan, köylerini dağıtan, çocuklarını öldüren partileri iktidara taşımakla sürekli suç ortaklığı yaptılar. Biz diyoruz ki, artık bu suçlara ortaklık yapmayın. Türkler için hazırlanmış uyduruk anayasaları desteklemeyin. Onların partilerine oy vermeyin. Ancak böyle yaptığınız sürece oyunuzun, milletvekilliğinizin, kimlik talaplerinizin bir değeri olabilir. Ancak o zaman ciddiye alınırsınız…

Aslında bu konuda sözü çok fazla uzatmaya gerek yok. Kürtlerin üç temel talebi vardır: 1-Özerk veya Federal Kürdistan, 2-Kürtçenin resmi dil olması, 3-Kürt halkının güvenliğinin yasal bir süreç dahilinde kendine iade edilmesi

Bu üç talebi kimse aklından çıkarmasın. İsterlerse yirmi anayasa taslağı hazırlasınlar. Zaman gelip anayasal bu üç noktada kilitlenecek…

Ötesi Türk devletinin kendi sistemini yenileme çabasından başka bir şey değildir…

Tekrar etmek gerekmektedir.

*Kürtçe resmi dil olmak ve okullarda okutulmak zorundadır.

*Orası Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi değil, Kürdistan’dır. Kürdistan adı, kendi öz yönetimiyle birlikte iade edilmek zorundadır.

*Kürtler bu saatten sonra Türk Ölüm Kışlaları’na güvenliklerini teslim etmezler. Kürdün can güvenliğini koruyacak öz güvenlik güçlerine ihtiyaç vardır.

BDP, bu taleplerin partisi olmayabilir. Bu talepleri öne sürmek BDP’nin boyunu aşabilir.

Fakat durum bundan ibarettir ve varılacak nokta burası olacaktır.

Çürümüş Türk sistemini, uyduruk anayasalarla bir beş-on sene daha Kürtlerin ensesinde tutacak düzenlemeleri destekleme vebalini altına BDP girmemelidir.

Kürdistan Post
http://www.kurdistan-post.com/


****

Yarın, yani 27 Mart Cumartesi günü saat 16.00-18.00 arası Mainz Üniversitesinde Kürt öğrencilerle sohbet edeceğiz… Yakın şehirlerde bulunan arkadaşlardan katılmak isteyenleri sohbet toplantısında görmekten mutluluk duyarız.

Adres

Ort: Hörsaal P110 (Philosoficum)

Jakob-Welder-Weg 18

Campus Uni-Mainz

25 Mart 2010 Perşembe

DEV’İN TRAJEDİSİ


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Tanrılar Sisyphos’u sonsuz bir yaşam biçimiyle cezalandırmışlardı. Onu bir kayayı hiç durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlamaya mahkûm etmişlerdi. Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek ama kaya tepeye gelince de kendi ağırlığıyla yeniden aşağıya düşecekti. Bu hep böyle devam edecekti(tekrarlanacaktı). Tanrılar yararsız ve umutsuz bir çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, haksız da sayılmazlardı-değil mi ya? Günümüzde de-birçok ülkede olduğu gibi-ülkemizde de “kurnaz adam düzeni” yoksul yurttaşlarına böyle bir cezalandırmayı uygun görmüştür. Çarıksızlar, ayaktakımı böyle bir Sisyphos trajedisini yaşıyorlar. Tekel’ci düşünce en yurtsever, en değerli, en madalyalı şampiyon olarak yurttaşlarına böyle bir köle yaşantısını yaşatırken tekelci devletin kurallarına uymaktadır aslında.

Kurnaz adam (bu aralar kurnaz adama taktım ya!) vatan’ı (tekelci dünya görüşü gereği) mülkiyeti ilan etmiştir. Ve bu vatanın üzerinde öyle bir sistem oluşturuyor ki din, iman, Allah, vatan, bayrak, Çanakkale diyerek yeraltı ve yerüstü değerlerin (maddi ve manevi değerlerin) tek sahibi oluyor. İşin yok aybaşını bekle, aldığın maaş birinci gün cebinden uçuyor. Modern baldırı çıplak farkında olmadan modern efendisinden daha çok vatan-millet-Sakarya diyor. İşte sömürünün esas kralı burada inşa edilmektedir. Oysa yoksulluğun olmadığı, sınıflar arasındaki farkın büyümediği (insan haklarına dayalı) bir demokratik cumhuriyette bilinçlenmiş bir yurttaş tipinin kurnaz adam için nasıl bir tehlike olduğunu bir bilse(ydi)k!

Garibanizm yapmak istemiyorum ama-Allah aşkına!-aybaşını getiremeyen memur, işçi, köylü, esnaf, orta sınıfın gelecek için nasıl bir hayali olabilir? Onları Sisyphos trajedisine mahkûm eden oligarşik devlet bir tanrı edasıyla sadece seyrediyor. Toplumsal barış ve demokrasi lafını bolca eden AKP iktidarı Kürt açılımını(!) da Sisyphos’un yazgısına çevirdi. Kürtler kayayı taşıdıkça yuvarlanıp eski yerine geliyor. AKP hükümetinin bu konuda diğer cumhuriyet hükümetlerinden farkı yok. Üstelik İslam’ı da kullanarak-İslam asla bu değildir!-ayrımız gayrımız yok, aynı dinin evlatlarıyız safsatasıyla asimilasyonun en modernini yapıyor. Sünni İslam ve bazen de laik geleneklerin katı tavrı içinde farklı etnik kültürleri İslam potasında eritmek istiyor. Amerikancı İslam’ın (İslam asla bu değildir!) hükümet biçimi olan AKP yönetimi-biz hiç farkında olmadan!-Baasvari bir cumhuriyeti inşa etmek üzeredir. (Baas da%100’lere varan oy almaktadır.) Evet, biz hiçbir şeyin ayırdında değilken ve aybaşını nasıl getiririz diye yaşam savaşı verirken Baasvari bir hükümetin (veya partinin) iktidardan hiç düşmeyeceği bir cumhuriyet kurulmaktadır.

Benim bu anlattıklarımla ahlak denen şeyin de çoktan aşındığını söylemek istiyorum. Etrafı, herkesi basit ideolojik propagandalarla aşındırarak gerçekleri örtbas etme başarısını göstermek ancak böylesi bir ahlakla olasıdır. Hafız Esad tipi bir liderlik ve iktidar kurmayı demokrasi mavalıyla-kitleleri farkına vardırmadan-başarmak için toplumun ahlakı ve politiğiyle oynamayı gerektirir. Hafız Esad (ve bugün oğlunu) kimse iktidardan indirebildi mi? Onlar hem Sovyetçi(Rusyacı) ve hem Amerikancı(ydı)lar. Nusayri’sini, Dürzî’sini, Kürt’ünü, Arap’ını, Sünni’sini, Hıristiyan’ını yanlarına aldılar. Baas demokrasisinde de çok sayıda (23) siyasi parti var. Ama iktidarda hep Baas Partisi var, diğerleri figüran rolü oynuyor. AKP’nin de hedefi bu olmalı: 25-50-100-1000 yıl iktidarda kalmak. Tıpkı Baasçılar gibi. (Görünüşü kurtaracak çok sayıda Baasçı tipi muhalefet partisi de var nasılsa.)Bana göre işler iyi de gidiyor. Bizimkisi de Sünni, Alevi, Kürt, Türk, Ermeni, Roman, laik, şeriatçı, herkim varsa hepsine bir açılım (?!) sunuyor.(Bilumum açılımlar yapılıırr abi!) Ve hiç kimse-farkına varmadan-Baas tipi bir cumhuriyete geçerken (bir yandan da Sisyphos’un yazgısını yaşarken) küreselleşmiş tekelci (finans) siyasetçilerinin ve partilerinin mahkûmu birer modern köle olduğunu fark edemiyor.

19 Mart 2010 Cuma

KATİL KERPİÇ’TEN MODERN TOPLUMA


” Sanki Keko’nun annesini-kardeşini öldürenin adaletsiz kapitalizm-zalim feodal ağaları-oligarşik sistem değilmiş gibi tek suçlu (olarak) kerpiçler ilan edilmişti. Bu hep böyle giderse, yıllar sonra asimile edilmiş birer beyaz Türk olarak (Kürt) Keko’lar kurnaz adam devletinde yine olacaklardır. Ve kurnaz adam neolitik tarım ve köy kültürünün yapı elemanı (malzemesi) olan kerpici suçlayarak yeni modern uygarlığını (modernite’yi) yaşamaya devam edecek…”

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Elazığ depremi bizi kerpiç düşmanı yaptı.[Oysa Tel Halaf (MÖ 6000-4000) döneminin çağdaşı olan Elazığ Tepecik ve Tülintepe yapıları iki ya da daha çok odalı dikdörtgen biçimli yapılardı ve duvarları kerpiçten yapılmıştı.] Ama Elazığ depremi (annesi ve kardeşi ölen) bir Çocuk Keko’yla magazinleşti. Keko’nun dramı dramatize edilerek sorumluların katil kerpiçler olduğu saptandı. Bir mizansen de bizden olsun(!) İdareci: “Keko, baban geldi!” Babası ağlayarak Keko’yu sardı. İdareci: “Keko, başka ne istersin?” Keko: “Annemi, kardeşimi isterim.” İdareci: “Keko, suç kerpiçlerindir! Siz Keko’yu bırakıp Almanya’ya gidecek misiniz?” Keko’nun babası: “(Ne diyeceğini düşünür)Yok yok artık Türkiye’deyim.” İdareci: “Keko, üzülme! Seni kolejlerde okutacağız!” Sanki Keko’nun annesini-kardeşini öldürenin adaletsiz kapitalizm-zalim feodal ağaları-oligarşik sistem değilmiş gibi tek suçlu (olarak) kerpiçler ilan edilmişti. Bu hep böyle giderse, yıllar sonra asimile edilmiş birer beyaz Türk olarak (Kürt) Keko’lar kurnaz adam devletinde yine olacaklardır. Ve kurnaz adam neolitik tarım ve köy kültürünün yapı elemanı (malzemesi) olan kerpici suçlayarak yeni modern uygarlığını (modernite’yi) yaşamaya devam edecek.

“Komünistler Moskova’ya!” “Vatan haini!” “Bölücü komünistler!” “Kürtçü bölücüler!” “Teröristler, anarşistler, eşkıyalar!” “Vurun komünistleri!” Çok değil, 12 Eylül öncesi ve uzun süre sonrasında bırakın sosyalistlere, 18-19 yaşlarındaki solcu çocuklara düşmanca bakanlar bugün en büyük insan hakları savunucusu ve demokrat oldular. Nasıl olmuştu: Vahiy mi inmişti ya da ölümü gözleriyle mi görmüşlerdi? Sosyalist sistemin yıkılışı ve ABD-AB politikalarıyla bizim eski ırkçı ve İslamcı faşistlerimiz bir günde dünyanın en demokrat insanları oldu. Bu her türlü tekel’in-devlet de bir tekeldir-adamı olan bu eski insanlarımız toptan ve ailece Avrupacı oldular. Şimdilerde iktidar tekelinden pay aldıklarından tv’lerde bizlere-hiç utanmadan-demokrasi dersi veriyorlar.

1968 Gençlik Kültür Devrimi’ni katbekat aşmış bu zatlar (yeni entelektüellerimiz) geçmişte besledikleri komandolar ve akıncılarıyla din, mezhep ve ideoloji çatışmaları (cinayetleri) yaratıyorlardı. Şimdilerdeyse aynı zamanda hem İslamcı hem ateist, hem eşcinselci hem feminist olabiliyorlar. Bu insanlar aynı zamanda antimilitarist, insan haklarıcı, tam demokrasi yanlısı, tarikatçı, mezhepçi, İslamcı, milliyetçi, Türkçü, muhafazakâr, liberal, sosyal demokrat, ahlakçı, tam demokrattırlar. Bizim hakkımızda katli vaciptir diyenler bugün tertemiz, ulu insan rolü oynamaktadırlar. Ancak tüm bu insanlarda var olan bir ortak özellik hepsinin tuzu kuru olmasıdır. Aslında bakmayın bunların İslamcı ve milliyetçi söylevlerine. Onlar magazinel, medyatik ve şov toplumunun kralını inşa ediyorlar. Bir kravatlı bir kravatsızdırlar. Bir gün camide, diğer gün kilisedeler. İnşa ettikleri sanal toplumla ve Hafız Esad’ın Baasvari demokrasisiyle binyıllar iktidarda kalma hevesindeler. Bu Baasvari ulus devletinin muhalefet partileri de aynı magazinsel senaryonun oyuncularıdır. Hepsi (iktidarı ve muhalefeti) hakikatin inkârını oynamaktadırlar.

1968 Gençlik Kültür Devrimi’nin yenilgisi, Sovyetik sistemin çöküşü kurnaz adamın farklı bir sömürme yöntemi kullanmasına neden oldu. Kurtlar, kaplanlar, aslanlar, kediler makyaj yaparak kılık değiştirdiler. Artık kurnaz adamın söylemlerinin yanında demokratik sosyalizm (söylemleri) bile sıfır kalır. Kurnaz adam antikapitalist, antifaşist, antiemperyalisttir. Kurnaz adam demokrattır, antimilitaristtir, feministtir, homoseksüel koruyucusudur. Kurnaz adam milliyetçidir, İslamcıdır, gayrimüslimlerin dostudur. Kurnaz adam laiktir, çevrecidir, yenilikçidir, ilericidir. Tarım-köy toplumundan (neolitik) kent, sınıf, sermaye ve iktidar (rahip+yönetici+asker) temelli modern topluma (tekel) geçen kurnaz adam özgürlük, eşitlik ve demokratikleşmeyle anılıyor.

18 Mart 2010 Perşembe

Newrozlaşan Mazlum Doğan



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Hem bayramı ve hem de hüznü aynı günde yaşayan halklara Dünya tarihinde ender rastlanır. Bunlardan biri de Kürt halkıdır. Kürt halkı her yıl 21 Mart’ta bir taraftan Newroz Bayramı’nı türküler ve halaylar eşliğinde kutlarken, diğer taraftan da tarihleri boyunca Newroz etkinlikleri nedeniyle katledilen insanlarına ağıtlar yakarak anmaktadır.

Her yıl 21 Mart’ta kutladığımız NEWROZ Bayramı bana Mazlum Doğan’ı hatırlatıyor. Diyarbakır Zindanı’nda newrozlaşan ve Kürt halkının gönlünde taht kuran Sevgili Mazlum’u unutmak mümkün müdür? Asla!

Tarihimizde Mart ayı katliamlarla doludur. O nedenle, Mazlum Doğan başta olmak üzere, bu ayda katledilen çok sayıdaki devrimciler için anma etkinlikleri yapılmaktadır.

Sayın Yılmaz Kızılırmak tarafından gönderilen ve 12.03.2010 günü Gomanweb’te yayınlanan 68’liler Dayanışma Derneği–Devrimci 78’liler Federasyonu’nun yayınladığı “Mart ayı tarihimizde katliamlar ayı olarak geçmiştir” başlıklı bildiride özetle aşağıdaki katliamlar sıralanmıştır;

“-16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’nden çıkan öğrencilerin üzerine bomba atarak, 7 öğrencinin ölümüne, onlarca öğrencinin yaralanmasına neden olan bir faşist katliamın hala kapanmayan hesabının da 32.yılındayız.

-13 Mart 1982’de İzmir’de idam edilen devrimci mücadelenin yiğit neferleri Seyit Konuk, İbrahim Ethem Coşkun, Necati Vardar’ın katledilmelerinin de 28. yılındayız.

-12 Mart 1995 günü akşam saatlerinde, İstanbul’da Alevilerin yoğun olduğu Gazi Mahallesi’nde, Kontrgerilla timinin şoförünü öldürerek gasp ettiği ticari taksiden kahvehanelere kurşun yağdırdığı, Halil Kaya adlı Alevi dedesinin hayatını kaybettiği, 5'i ağır 25 kişinin yaralandığı devlet destekli katliamın da 15.yılındayız. Olaylar Ümraniye’ye de sıçradı, tepki göstermek isteyen insanlar üzerine katliamın bir parçası ve devamı olarak polislerce kurşun yağdırıldı. Olayların sonunda Gazi’de 12, Ümraniye’de 5 kişi yaşamını kaybetti, yüzlerce yaralı vardı.

-16 Mart 1988’de Irak’ta, artık kendisi de tarihin çöp tenekesine atılan Saddam’ın emriyle, 5000 Kürdün kimyasal bombalarla yok edildiği Halepçe katliamının da 22.yılındayız…”

Yukarıda sıralanan katliamlara ilave olarak;

-30 Mart 1972’de Kızıldere Katliamı olarak tarihe geçen Tokat-Niksar- Kızıldere Köyü’nde Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmelerinin 38. Yılındayız.

-1982 yılında Diyarbakır Zindanı’ndaki zulüm sistemine karşı direnerek, 21 Mart’ta bedenini ateşe vermek suretiyle Newrozlaşan arkadaşım ve köylüm olan Mazlum Doğan’ın ölümünün 28. Yılındayız.

Görüldüğü üzere, Mart ayı tarihimizde katliamlar ayı olarak geçtiği kadar, aynı zamanda direnişlerle ve dirilişlerle dolu bir ay olma özelliğini de taşıdığını söyleyebiliriz.

Geçen yıl Newroz Bayramı vesilesiyle yazdığım makalenin bir paragrafındaki şu cümleleri tekrar etmek istiyorum; Bir taraftan “Güneş doğmam diyor, yas tutuyor Mazlum için”, öte yandan bir halkın dirilişi ve kurtuluşu için Bayram yapılmaktadır. İşte, bir tarafımızda hüzün, bir tarafımızda da sevinç var, bu bayramda da.

Web: http://www.gomanweb.com/

14 Mart 2010 Pazar

Açılım Politikası ve Sivil Darbe Anlayışı


İsmail Beşikçi

Hükümetin açılım politikasında bazı sorunlar yaşadığı anlaşılmaktadır. Askeri ve sivil bürokrasinin, yargının, üniversitenin değişime direnç gösterdiği, değişimi engellediği görülmektedir. Ordunun yanında yargı ve üniversite, toplumsal ve siyasal değişimi, demokratikleşmeyi engellemeye çalışan kurumlar olarak belirmektedir. Basın, genel olarak toplumsal ve siyasal değişimi engellemeye çalışan bu kurumların sözcüsü olarak işlev görmektedir. Taraf gibi değişimi, demokratikleşmeyi teşvik eden, bu açıdan devletin ordu, yargı, üniversite gibi temel kurumlarını köklü bir şekilde eleştiren bir basın da vardır. Taraf son yıllarda, Türk siyasal hayatını incelerken, dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir olgudur.

İfade özgürlüğünün genişletilmesi doğrultusunda gösterilen çabalar, ifade özgürlüğünün genişletilmesi gereğine vurgu yapılması açılımın önemli bir yönüdür.

Açılım politikalarının yaşama geçirilmesi sürecinde, son aylarda yaşanan bazı olaylara dikkat çekmek gerekir. 19 Ekim 2009’da Kandil’den 8, Mahmur’dan 26 PKK’li Habur’dan giriş yapmıştı. Bunları, büyük kalabalıklar coşkuyla, sevinçlerle karşılamıştı. Bu sevinç Nusaybin, Kızıltepe, Diyarbakır gibi alanlarda da sürmüştü, ama bu olaylardan hemen sonra Kürt kitlelerin bu sevinci, coşkusu çok görülmüş, bunu karartmanın yolları aranmaya başlanmıştı. Bundan iki ay kadar sonra, Aralık 2009 sonlarında KCK operasyonları başladı. Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, belediye başkanları, çeşitli sivil toplum kurumlarımda çalışanlar gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar kelepçelenerek tek sıra halinde mahkemeye götürüldü. Belediye başkanlarını tek sıra halinde dizmek, bunu görüntülemek, bu görüntüleri basına servis etmek önemli bir çabaydı. Açılım sürecinde böyle bir uygulamanın gündeme gelmesi, açılım anlayışını, açılım düşüncesini zedeleyecek önemli bir durumdur. Bugün 1500 civarında Barış ve Demokrasi Partisi üyesi tutukludur.

Demokrasilerde temsil önemli bir konudur. Halkın iradesinin parlamentoya yansıması istenir. %10 barajı bu konuda büyük bir engeldir. Bu oranın %3-4 gibi sayılara düşürülmesi gerekir. Hükümetin bu konuda bir çaba göstermemesi, hatta %10 barajında ısrarlı olduğunu vurgulaması, açılım düşüncesiyle ve uygulamasıyla bağdaştırılabilecek bir durum değildir.

Açılım anlayışıyla çelişen başka bir süreç de Kürt çocukların gözaltına alınması, tutuklanması, haklarında davalar yürütülmesidir. Soruşturmalarla karşılaşan 3000’in üzerinde çocuk vardır, 1500 civarında Kürt çocuk tutukludur.

Açılım politikasının yaşama geçmesini engelleyen temel olguysa PKK ile ilgili olarak dile getirilen tasfiye anlayışıdır. Hükümet sık sık PKK’nin tasfiye edileceğini söylemektedir. PKK’nin tasfiye edilmesi gibi bir amaç saptamak, böyle bir amaca ulaşmak için çaba sarf etmek yanlıştır. Bu mümkün de değildir. Bu, enerjinin boşa harcanması demektir. Üstelik sorunları ağırlaştıran, ortamı daha da geren bir durum yaratır. Kürt sorunu, devletin, hükümetin Kürtleri, Kürtçeyi inkarıyla, Kürtlerin doğal haklarının gasp edilmesiyle başlamış bir sorundur. İnkar, imha, asimilasyon politikasında ısrar etmek zamanla sorunu ağırlaştırmış, yaygınlaştırmıştır. Gerilla mücadelesinin temelinde inkar, imha ve asimilasyon politikaları vardır. Bu, gasp edilen doğal hakları elde edebilmek için başvurmak zorunda kalınan bir harekettir. Binlerle ifade edilen “faili meçhul” cinayet, köylerin yakılması, yıkılması, ormanların yıkılması, doğanın tahribi, temel geçim kaynaklarının tahribi, ailelerin yerlerini yurtlarını terke zorlanmaları, bu inkar, imha ve asimilasyon politikalarının, bunların ısrarla uygulanmasının bir sonucudur. “Faili meçhul” cinayetlerin failinin devlet olduğu zaten biliniyordu. Ergenekon ve JİTEM soruşturmaları, yargılamaları sürecinde Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının deşifre edilmesi sürecinde bu bilgi çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmıştır.

Kürt açılımı çerçevesinde devletin, hükümetin tek taraflı olarak atacağı adımlar şüphesiz vardır. Üniversitelerde Kürdoloji enstitülerinin, Kürt dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması; Kürt alfabesinin tanınması; Q, W, X, Ê gibi harflere özgürlük verilmesi; Kürtçe köy, belde, mıntıka isimlerinin iade edilmesi; çocuklara Kürtçe isimler verilmesi konusundaki her türlü engelin kaldırılması; anadilde eğitimin yaşama geçirilmesi; özel kurumların Kürtçe radyo ve televizyon yayını yapabilmeleri bunlar arasındadır. Bunlar, devletin, hükümetin kendi iradesiyle yaşama geçirebileceği konulardır. Ama bir de PKK sorunu vardır. Bu konuda Barış ve Demokrasi Partisi ile PKK’lilerle görüşülmeden kalıcı, sağlıklı çözümlere ulaşılamaz. “PKK tasfiye edilecek” anlayışı yanlıştır. Bunun mümkün olmadığı, hükümet ve devlet tarafından da anlaşılmış olmalıdır. Bu konuda ısrarlı olmak devleti ve hükümeti, kendi iradesiyle atabileceği adımlar konusunda da hareketsiz bırakabilir.

Anayasa Mahkemesi 11 Aralık 2009’da Demokratik Toplum Partisi’nin kapatıldığını açıkladı. Bunun da açılım politikasını zedeleyici bir unsur olduğu açıktır.

Dinsel sağın duygu ve düşünce içeriğine bakmak da önemlidir. Türkiye’de dinsel sağ Türk milliyetçisi bir dinsel sağdır. Bu, devletin sistematik politikalarıyla oluşturulmuş bir milliyetçi sağdır. Devlet PKK mücadelesi başlar başlamaz dağa çıkışları, hareketin kitleselleşmesini engellemek için dinsel kurumları geliştirerek halkı oyalama yolunu seçmiştir. Dinsel radyoların, dinsel televizyonların, dinsel yayınevlerinin, dinsel vakıfların organize edilmesinde devletin bu anlayışının çok büyük bir rolü vardır. Dinsel sağın Türk milliyetçisi bir sağ olarak gelişmesinde devletin bu politikaları önemli bir işleve sahip olmuştur. Bu, Adalet ve Kalkınma Partisi içinde, hükümet içinde, Kürt açılımı politikalarına karşı bir muhalefetin varlığına da işaret etmektedir.

Son iki yıldır Türk siyasal hayatını yakından ilgilendiren, Türk siyasal kültüründe, Türk siyasetinde dönüşümler yaratan bir sürece de değinmek gerekir. Bu sürecin, Kürt sorununun algılanmasında önemli değişiklikler yaratacağı açıktır. Ergenekon ve JİTEM çerçevesinde geliştirilen soruşturmalar ve davalar, son olarak Balyoz operasyonu çerçevesinde gelişen soruşturmalara bakmak bu açıdan anlamlıdır. İttihat ve Terakki’den beri Türk siyasal hayatında halk tarafından seçilmiş kurumların, parlamentonun, hükümetin, siyasal partilerin ciddi bir ağırlığı yoktur. Siyasal hayatı, iç politikayı, dış politikayı belirleyen, yönlendiren temel kurum ordudur. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, Alevi sorunu gibi temel sorunlarda bu açık olarak böyledir. Ordunun belirleyici ve yönlendirici bu durumu, yargı, üniversite gibi devletin temel kurumları tarafından, devlet bürokrasisi tarafından aynen benimsenmektedir. Türk siyasal hayatında esas iktidar ordudur. Halk tarafından seçilmiş kurumlar, parlamento ve hükümet ancak esas iktidar sahibi olan ordu nezdinde kabul görebilmek için çaba sarf ediyor. Ordunun güdülen siyaset üzerinde bu kadar belirleyici olmasının, dokunulamaz, eleştirilemez, soruşturulamaz olmasının demokrasi teorisine aykırı bir durum yarattığı besbellidir. Bugünkü hükümet ise, Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti ise, “oy almış, tek başına hükümet kurabilmiş bir parti, iç politikada ve dış politikada daha belirleyici ve yönlendirici olabilmelidir” anlayışındadır. Bugünkü hükümet, askerlerin siyaset üzerindeki rolünün geriletilmesi anlayışı içindedir. Bu gelişmelere ise ordunun yanında, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargı organları, üniversite şiddetle karşı durmaktadır. Hükümeti engellemeye çalışmaktadır. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven gibi darbe planlarının, Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının hükümete karşı yapıldığı, hükümeti düşürmek için yapıldığı besbellidir. Basın ise bu süreçte daha çok darbe planları lehinde yer almaktadır.

Yılda iki defa toplanan Yüksek Askeri Şura’da “irtica” nedeniyle bazı personelin ordudan ihraç edildiği vurgulanmaktadır. Ama darbe planları hazırladığı, darbeye teşebbüs ettiği gerekçesiyle herhangi bir ordu personelinin işine son verildiği görülmemiştir. Sarıkız, Ayışığı Yakamoz gibi darbe planlarının 2003-2004 yıllarında hazırlandığı anlaşılmaktadır. Kafes, Balyoz gibi darbe planlarının daha yeni yapıldığı, son yıllarda yapıldığı görülmektedir. 23 Şubat 2010’da gözaltına alınan, tutuklanan orgenerallere bakıldığında bu generallerin 2003-2004 yıllarında daha küçük rütbelerde oldukları anlaşılmaktadır. Ama darbe planları hazırlamanın, darbeye teşebbüs etmenin rütbece yükselmeye engel olmadığı görülmektedir.

Darbe planlarının deşifre edilmesi, bu konuyla ilgili soruşturmaların, davaların kararlılıkla izlenmesi, Türk toplumundaki bazı kesimler tarafından, aydınlar tarafından sivil darbe olarak algılanmaktadır. Darbe planlarının deşifre olmasından, ordudaki cunta ilişkileri üzerine gidilmesinden rahatsız olanlar “sivil darbe gelişiyor” şeklinde bir propaganda yürütmeye çalışmaktadırlar. Hükümeti sivil darbe yapmakla suçlamaktadırlar. Kendisi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kapatılma tehdidiyle karşı karşıya olan bir parti nasıl sivil darbe yapabilir? Orduyu yanına almamış bir hükümet sivil darbe yapabilir mi? Hâlbuki sivil darbe, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aranan 367 dayatmasıyla, Anayasa Mahkemesi tarafından alınan “askerler askeri mahkemede yargılansın” kararlarıyla, sivil darbe hükümete karşı yapılmaktadır. Bu kararların hükümetin işini zorlaştırmak, giderek hükümeti düşürmek gibi bir amacı olduğu açıktır. Bu bakımdan bu süreçte hükümetin işini zorlaştıracak gelişmelerden uzak durmak gerekir.

Son günlerde hükümet Anayasa değişikliğinden, bunun gerekliliğinden söz etmektedir. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Deniz Baykal ise Anayasa değişikliğini, Anayasa Mahkemesine götüreceğini ve değişikliği iptal ettireceğini söylemektedir. Bu, seçimlerde ne kadar oy toplarsa toplasın hükümetin anayasa değişikliği yapamayacağı anlamına gelmektedir. Sivil darbe bu olsa gerekir.

Bütün bu gelişmelerin temelinde Kürt sorununun çözümsüz bırakılması gibi bir neden vardır. Bu gelişmeler en çok da yargı kurumu üzerinde yıpratıcı bir etki yaratmaktadır. Suç ve ceza normlarının Türklere ve Kürtlere göre farklı farklı oluşturulması bu süreçte yaşanmaya başlanmıştır. Hırant Dink’i katleden bir kişi çocuk mahkemesinde yargılanırken, panzerlere, polislere taş atan Kürt çocukların ağır ceza mahkemelerinde yargılanması dikkate değer bir olaydır. Kürt çocukların taş atması ağır cezai yaptırımlarla karşılanırken, Kürtlere taş atılmasının suç sayılmaması yine dikkate değer olmaktadır. Yargı kurumu içinde farklı suç ve ceza normlarının gelişmesi, yargı organının adalet duygusunu çürütücü bir etki yaratmaktadır. Çifte standartlı düşünce, davranış ve tutum sadece yargı kurumuna mahsus değildir. Türk basınının, Filistin’de İsrail tanklarına, güvenlik güçlerine taş atan çocukları “Arafat’ın generalleri” olarak andığı hatırlardadır.

---------------

Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/


12 Mart 2010 Cuma

HYPATİA, ZEYNEP VE KADIN ÖZGÜRLÜĞÜ





"İskenderiyeli Hypatia (MS 370-415) güzelliği ve bilgililiğinin yanında tarihin bildiği ilk kadın filozoftur. Aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıtı (şerhleri) vardır. Ünlü filozof ve matematikçi Theon’un (335-405) kızıdır..."

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Erkek: “Bir şey mi oldu?” Kadın: “Nasıl anlatsam?” Erkek: “Çekinme canım, söyle.” Kadın: “Senden ayrılmak istiyorum.” Erkek: “Başka biri mi var?” Kadın: “Evet.” Erkek: “Çok mu seviyorsun?” Kadın: “Onsuz bir ölüyüm.” Erkek: “(Sevinçten zıplar) Yaşasııın!” Kadın: “(Yüzünü buruşturur)Yoksa seviniyor musun?” Erkek: “Hem de çok!” Kadın: “(Ağlamaklı)Demek beni sevmiyorsun?” Modern toplumda (kapitalist modernite’de) kadının ve erkeğin yalanı üzerine basit bir giriş yaptım.(Kadın vamp rolünü oynayamaz, erkek tipik kurnazlığını gösterir.)

Her 8 Mart’ta klişe laflar edilip durulur. Ben kutsal Ana-tanrıça’dan (ev) mutfak kölesi haline gelmiş bugünkü kadın için en önemli amacın Kadın Özgürlüğü olduğunu düşünüyorum. Ne erkek kadının yanında çömelecek ne de kadın. Sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasal bir eşitliğin cinsler arasında bir sevgi (belki aşk?) yaratabileceğini söyleyebilirim.

İskenderiyeli Hypatia (MS 370-415) güzelliği ve bilgililiğinin yanında tarihin bildiği ilk kadın filozoftur. Aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıtı (şerhleri) vardır. Ünlü filozof ve matematikçi Theon’un (335-405) kızıdır.[Theon’un kızının yardımıyla matematikçi Euclid’in (MÖ 330-275) eserlerine şerh yazdığı söylenir.] Yeni-Plâtoncu okulların etkisinde olan Hypatia, Museion’da (Müze) konferanslar ve dersler verdi. Onun dinsiz ve büyücü olduğu söylentileri yayıldı ve halk (o dönem Hıristiyanlık-Yahudilerin işini bitirmiş-etkin din olmuştu) kışkırtıldı. 415(414?)yılında, Lent Bayramında(Büyük Perhiz) Okuyucu Petro’nun önderliğindeki Cyril’in keşişleri Hypatia’nın ders verdiği Museion’un önünde toplandılar. Arabasını durdurup giysilerini zorla çıkardılar. Onu bir kiliseye sokup sunağın başına götürdüler. Kadın onların her türlü suçlamasına yanıtlar veriyordu. Petro’nun darbesi işin başlangıcı oldu, yere yıkıldı ve diğer keşişler üstüne çullandılar. Taş ve kırık çömlek parçalarıyla öldürüldü. Cesedi sokaklarda sürüklendi, midye kabuklarıyla eti kemiklerinden sıyrıldı ve parçalanmış cesedi yakıldı.

İlk Hıristiyanlar Hypatia’ya “Sen bizim yasalarımıza karşı geldin,” demişlerdi. Kadın onların şiddetine felsefeyle yanıt veriyordu. Onlar saldırdıkça o felsefeye sarılıyor, felsefeyle yanıtlıyor, (Hıristiyan dogmacılığına karşı)kendi felsefesini ortaya koyuyordu. Ve etrafında toplanan gençlere “Siz bana faydacı, kaba cinsellik temelinde yaklaşıyorsunuz, ben bunu kabul edemem!” diyor. İşte kadın böyle söylediği için taşlarla linç ediliyordu. Hypatia’nın linç edilmesi, antik bilimlerin ve putperest (çoktanrılıcılık) felsefesinin sona erdiği dönemde yaşanmıştır. Hypatia’nın trajik sonu Yeni-Plâtonculuk okullarının da sonu anlamına gelir.[414(415?) yılından(Hypatia’nın ölümünden)tam 1500 yıl sonra (1914 yılında) bu kez Hıristiyan devletlerin başlattığı bir dünya savaşının olması oldukça ilginçtir.]

Hazreti Zeynep, Hazreti Ali ve Hazreti Fatma’nın kızıdır. Kocasının tüm baskı ve telkinlerine karşın Hazreti Hüseyin’i yalnız bırakmadı. Çocuklarıyla ona yoldaşlık etti. O günün koşullarında bir kadının kocasının sözünden çıkması olanaksız gibidir. Ama Zeynep iradesini ortaya koymuştur. Ve Kerbela katliamında(10 Ekim 680) Hüseyin’le birlikte katledilenler arsında Zeynep’in evlatları da vardır.

Kutsal ana kültüründen baba kültürüne (ataerkil) geçen kurnaz adam görkemli bir hayat yaşamıştır. Kurnaz adamın bugün ahlak olarak dayattığı aslında özgürlüğü gerektirir. Özgürlüğü olmayanın ahlakı olabilir mi? Kurnaz adamın yeryüzü devleti [asker-yönetici-rahip(din adamı) ittifakı] kadının biyolojik farklılığı ileri sürülerek evde bir “aile devleti” olarak sürmektedir. Aile, bir aile devleti olarak anlı şanlı uygarlımızın bir başarısıdır(!) Baba, kral olarak yöneticidir ve aynı zamanda başkomutandır. Erkek çocuklar, iktidar yönetiminin ortakları olarak babaya vekâlet ederler. Kız çocukları ve özellikle anne (erkek çocukları ve babaya hizmet eden) modern kölelerdir.[Modern dünyamızın geldiği uygarlık düzeyi, modernlik (modernite) budur.] Kocaya bağlılık (eve kapatılma, haremlik-selamlık uygulaması) namus adı altında din görevi görmektir. Cinsiyetçilik, ayrımcılık ve kadının modern köle edilmesine karşı Hypatia-Zeynep direnişleri aslında kadının vücudunun istismar aracı olarak kullanılmasına ve meta tutulmasına karşı yapılmışlardır.

6 Mart 2010 Cumartesi

Haydutluk


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Birliğini güçlükle koruyan Belçika'nın özel polis ekipleri, ROJ-TV, KNK ve birçok Kürt evine baskın düzenledi. ROJ TV’nin yayın araçlarını ve koşullarını tahrip etti, Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal ile Kongra-Gel Başkanlığı üyesi Zübeyir Aydar gözaltından sonra tutuklandı. Bu yazıyı yazarken, Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) Başkanı Haci Ehmedi Almanya’nın Köln kentinde gözaltına alındı.

Bu baskınlar ve tutuklamalar tam da, Ermeni soykırımı ile ilgili karar tasarısı, ABD Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi'nde kabul edildiği sırada yapıldı. Tabii Türk devletinin bu sırada başı döndü. Ermeni Soykırım Tasarısı’nı onaylan ABD’ye mi kızsın yoksa PKK’ye yakın kurum ve kuruluşların Avrupa’da hallaç pamuğu gibi atılmasını sağlayan aynı ABD’ye sevgilerini mi göndersin?

İç ve dış politikası Ermeni, Kürt ve Kıbrıs sorununun ipoteği altında tutulan Türk yönetimi öyle şaşkın donup kaldı. Bu ara ABD ve Avrupa, her zaman olduğu gibi Kürtlere veTürklere birlikte giydirdi. Sinirleri gerdi, açılım denen şeylerin hikayeden olduğunu, kendileri nasıl isterse hayatın öyle yürüyeceğini bir kez daha gösterdi.

ROJ TV stüdyolarına Belçikalı Türk asıllı polislerin de girmiş olduğunu okuduğumda, bir ateş sardı tenimi. Beni ROJ TV önüne taşıyacak bir araba aramaya başladım. Oraya gidip, yaralı göğsümü, Avrupa haydutluğunun maskeli ve zırhlı göğsüne dayayıp haykırmak istedim:

“Ne istiyorsunuz Kürtlerden?”

Araba bulamadım, bir arkadaş, ROJ TV yakınlarında yeterince Kürdün yaşadığını söyleyerek beni yatıştırdı.

Kürdün, Amerika, Avrupa ve Türk devletiyle olan derdi bitmez. Bir ulus ki, uluslar arası sömürgeciliğin dörtlü zincirini yemiş, o ulusun insanca bir düzeni olmaz. Kürt yurdu, bütün uluslar arası kapışmaların merkezindedir. Kürt ulusu, dörtlü sömürgeciliğin atış poligonu ve yeni silahlarını denediği eğitim alanıdır. Her parçadaki Kürt ulusu, o parçadaki sömürgeci devletin kendi içindeki iktidar kavgalarının da tepişme alanıdır.

Emperyalist haydutluk, Türkiye üzerindeki politikalarının tümünü, ekonomik ve askeri anlaşmalarını, stratejik konumlama çalışmalarını, Kürt sınavından geçerek uyguluyor.

Yalancı, ikiyüzlü, sahtekar ve adi bir dünya. Üç kuruş için ülkeleri ve halkları ateşe veren bir dünya. Vizelerle, borsa oyunlarıyla, antenlerle, para kurlarıyla, istihbarat örgütleriyle, görünmez silahlarla idare edilen bir dünya… Böyle bir dünyada adı yasak, dili yasak, ülkesi yasak Kürdün ne değeri olacak! Emperyalist enerji hatlarının yolgeçen hanına çevirdiği gasp edilmiş Kürdistan topraklarının, yaralı yarasa gibi kuytuluklara sığınmış zavallı halkını kim ciddiye alacak?

Bu tür durumlarda saldırganlık, kafayı gözü duvarlara vurmak, diş sıkıp dudak kanatmak, küfür etmek belki bir anlık öfkenin yatışmasına iyi gelir. Ama hepsi bu kadardır… Kürtler, sömürgesi oldukları devletleri demokratikleştirmeye çalışsınlar, empati yapsınlar, kardeşlik şarkıları döşesinler, kıyısından köşesinden incitmeyen tehditlerde bulunsunlar; fakat Kürt halkının stratejik düşmanları bu işi öyle algılamıyor… Onlar kararlılıkla, kararlarını uyguluyorlar… Vuruyorlar, tutukluyorlar, çocuklarını bile ellerinden alıyorlar… Bu nedenle tarih boyunca ve şimdi, vatan kurmayı beceremeyen Kürt egemen siyasetlerine kızgınım.

Fakat yorulmak yok, yılmak yok, Kürt halkının düşmanları ve onların uluslar arası işbirlikçilerinden korkup, ürkek birer yarasa gibi kuytuluklara çekilmek yok. Onlar partileri kapatırlarsa yenisi açılmalı, onlar TV kapatırlarsa yenisi kurulmalı, onların tutukladığı siyasetçinin koltuğuna, yer değişikliği yapmadan yeni bir kişi oturmalı…

Bu saldırılar savulacaktır. Kürdistan halkı, dörtlü sömürgeciliğin kalan üç ayağını da çürütecektir.
Fütuhat ve soykırım yorgunu Türk devletinin gittikçe tükenen enerjisi bu saatten sonra Kürt özgürlüğünü engellemeye yetmez. Bizleri yeniden Türk sisteminin yanaşmaları yapmaya çalışan işbirlikçi Kürtlerin numaralarını, elinde atacağı taştan başka bir şeyi bırakılmayan Kürt nesilleri yutmaz…

Kürt halk hayatı, sağını solunu kendisine benzeterek bir su gibi akıp gider. Önüne çekilen barajları ve sınırları çürütür… Alnının çatına doğrultulmuş namlu sahiplerinin tetik tutan parmaklarını yorgun düşürür… Kürt hayatıdır bu; düşer, kalkar, yol değiştirir, fakat varılacak yere varır…

Kürtler, saldırı altındaki kurumlarına ve şahsiyetlerine sahip çıkacaktır. ROJ TV’yi her koşulda yaşatacaktır…

Kürt halkı, uluslar arası bu haydutluğu da savmayı bilecektir…

Kürt hayatıdır bu; bir halkın hayatını zapt etmek o kadar kolay değildir…


Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/

4 Mart 2010 Perşembe

UTANCIN FİYASKOSU


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Bir askeri birlikte (Erdek) parola-işaret ilişkisi (çok duygusal bir ilişkiydi!) yaşandı. O gece bir nöbet kulübesinde nöbetçi askerle yaklaşan asker arasında şöyle bir mizansen yaşanmış olmalı. Bir asker: “Adi!” Karşısındaki asker: “Başbakan!” O gece “Adi Başbakan!” sloganı bolca garip askerlerimize söyletilmiş olmalı. Çocukça bir tavır. Belki bir çocuğun dahi yapmayacağı bir şey. Ama yine de başka türlü mizansenler de olabilirdi. Bir asker: “Pezevenk!” Diğer bir asker: “Babandır!” Allah bizi korumuş.

AKP’nin Erzurum-Erzincan mahkemeleri meydan savaşıyla birlikte yürüttüğü Balyoz Darbe Planı operasyonu-siyasi partiler ve medyaca-ne yazık ki güçler savaşı olarak sunuldu. Artık darbe yapamayan ordunun en üst komutanlarının (Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının) istifa edeceği yalanı servis edildi. Cumhurbaşkanının Genelkurmay Başkanı ve Başbakanla yaptığı üçlü toplantının (bence çok lezzetli bir yemek yediler) ardından bu kez gözaltına alınan eski kuvvet ve ordu komutanlarının serbest bırakıldığını gördük. Kimse istifa etmedi. Her şey tıkırında aslında. Ama bize kıran kırana bir savaş varmış gibi gösteriliyor. Ilımlı (Amerikancı) İslamcı bir hükümetle, yaptığı darbelerle dünyada şampiyon olmuş bir ordu arasında gerçekten bir iktidar savaşı var mıdır? Deniz Gezmiş’leri ve daha birçok genci sallandırmış bir orduyla cemaat-tarikat tekel’lerini temsil eden AKP arasında nasıl bir savaş olabilir? Yoksa bir illüzyonla bize gösterilen resim aslında ordu-hükümet çatışmasından çok bir pazarlık mıdır? Sözde gelişmekte olan (değişim gösteren) demokrasimizde yeni yönetim alanlarını (paylaşım) belirlemek midir?

Gerçekten MTTB yöneticiliği yapmış Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan, Cemil Çiçek ve yandaşları Avrupa’daki sosyal demokratlardan dahi daha demokrat olabilirler mi? Bir insanı sadece ağzından çıkan lafa göre değerlendirebilir miyiz? (Tiyatro oyuncuları rollerine göre her türlü lafı söylerler.) Yakınlarda (Mardin’de) Memur-Sen’in düzenlediği bir konferansa gittim. (Altan Tan konuşacaktı.) Memur-Sen ve Eğitim Bir Sen yöneticilerinin konuşmalarını dinledik ilk. 68 ruhuyla konuşuyorlardı. Sanki Deniz Gezmiş konuşuyordu. Adalet, eşitlik, kardeşlik, özgürlük bağlamında öyle sol’da ve insan haklarıcı konuştular ki kendimden utandım. Kendimden ve dünya görüşümden şüphe duydum. Diyeceğim şu: Bugün ülkemizde herkes 68’li olmuş. Asker, tekel’ci, komprador, yazar, şeriatçı, faşist, sağcı, şarkıcı, dansöz, mafya! Hangisi konuşsa 68 ruhuyla konuşuyor, inanalım mı? (Ama bu arada yurttaşlara “Sizi fişliyoruz, sıra bizde!” ve “Kanınız bozuk!” diyen iki AKP’li milletvekili adeta mızıkçılık yapıyorlar. AKP de onları disipline veriyor.)

Tv ve gazetelerde bolca boy gösteren yazarların demokratlığına bugün gerçekten inanacak mıyız? Ya da laftan başka bizi inandıracak ne kanıtları oldu? Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül dâhil, İslamcı politikacı ve yazarlar gerçekten geçmişlerini inkâr mı ediyorlar? Bu yazımı bugün anti militarist, demokrat geçinen yazar Nazlı Ilıcak’ın eski yazılarıyla sonlandırmak istiyorum: “Türkiye’de demokrasi, demagoji ve anarşiye dönüşmüştür. Otorite ve hürriyet arasındaki denge birincisi aleyhine bozulmuş, bir otorite boşluğu doğmuştu. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu boşluğu doldurdu.(…) Hürriyet halk için değil, aydınlar için lüzumludur, belki kulağa hoş gelmeyen ama gerçeği aksettiren bir sözdür. Parlamentonun feshi ve demokrasinin bir süre askıya alınması, mutlaka geniş halk kitlelerini fazla etkilememiştir.(14 Eylül 1980, Tercüman)” “12 Eylül’ün gerekçesi haklıdır; 12 Eylül terörden bezen halkın meşru müdafaaya geçtiği gündür.(17 Ekim 1980, Tercüman)” “13 ilde sıkıyönetim yürürlüğe girdi. Huzura susamış milletimiz yürekten sesleniyor: Merhaba Asker.(17 Aralık 1978, tercüman)”

1 Mart 2010 Pazartesi

LENİN (3)



Lenin 3.Bölüm

NARODİZME KARŞI MARKSİZMİN SAVUNULMASI

Lenin’in ilk eseri, Halkın Dostları Kimlerdir ve Marksistlere Karşı Nasıl Savaşırlar ismini taşır. Esasında üç bölümden oluşan bu kitabın ikinci bölümü eksiktir ve ikinci bölüm bugüne kadar hala bulunamamıştır. Lenin’in ilk kitabındaki temel sorunsalı, Narodnizmin Marksist teoriye saldırılarına karşı durarak, Marksist teoriyi savunmaktı. Toplum bilimi, yöntem, zorunluluk-özgürlük, birey-toplum ilişkisi, kapitalizmde iç pazarın oluşması gibi konuları tartışan Lenin, yozlaşmaya başlamış Narodnizmin bazı düşünürlerinin öznelci yaklaşımlarını ve görüşlerini eleştirdi.

Rusya’da kırın parçalanarak kapitalizmin gelişmeye başlaması, eski Narodnizmin devrimci özelliklerini ortadan kaldırır. Liberalleşen yeni Narodnizm, Marx’ın teorilerine eleştiri yöneltmeye başlar. Narodnikler bir taraftan Marks’ı överken, bir taraftan da onun teorisindeki ‘yetersizliklere’ dikkat çekerler. Örneğin, Narodnik düşünür N. Mihaylovski şunu ileri sürer: Marx, Kapital’de ekonomik alanda gerçekleri titiz bir şekilde incelemiş ve bu alandaki geniş bilgilerini mantık gücüyle birleştirmiştir. Ama Marks’ın hiç bir eserinde materyalist tarih anlayışını açıklamamıştır. Mihaylovski şöyle sorar: Marks, yapıtlarının hangisinde materyalist tarih anlayışını açıkladı?
Lenin, cevap olarak Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ündeki ünlü paragrafı aktarır . O uzun paragrafın sadece bir cümlesini aktaracağım: ‘Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.‘
Lenin, Mihaylovski’ye şöyle sorar:‘Marx'ı tanıyan herhangi biri, bu soruyu, bir başka soruyla yanıtlayabilir: Yapıtlarından hangisinde Marx, materyalist tarih anlayışını açıklamamıştır?

Lenin’in Halkın Dostları Kimlerdir adlı kitabındaki önemli 4 noktaya dikkat çekeceğiz.
1. Lenin, Marx’ın toplumun ve tarihin incelenmesini bilimsel temellere oturttuğunu belirtir.
2. Lenin, Marx’ın teorisinin ‘ekonomik materyalizm’ olarak algılanması ve yorumlanmasına karşı durur. Böylece daha genç yaşta II. Enternasyonalin ‘ekonomizm’ anlayışından farklı düşündüğünü gösterir.
3. Marx’ın teorisinin bilimsel kanıtlara değil, Hegel’in şematik üçlüsüne (tez-antitez-sentez) dayandığını ileri süren Mihaylovski’nin görüşünü çürütür.
4. Rusya’da kapitalizmin gelişmesi üzerine tartışma.

1. MARX TOPLUMUN VE TARİHİN İNCELENMESİNİ BİLİMSEL TEMELE OTURTUR
Marx’tan önceki düşünürler, toplumun ve değişiminin insanlığın bazı düşüncelerinden kaynaklandığını ileri sürüyorlardı. Toplumsal ilişkiler, insanlar tarafından bilinçli olarak kurulmuş gibi görünüyordu. Örneğin, Jean-Jacques Rousseau’in Toplumsal Sözleşmesi böyle idealist bir toplum anlayışının ürünüydü. Lenin, Marx’ın teorisinin toplum bilimindeki materyalizm anlayışının, aslında öznelci toplum bilimine dahice bir darbe indirdiğini belirtir. Marx‘ın teorisi konusunda şöyle yazar:

‘İnsanların yüzyıllar boyunca içinde yaşadıkları değişim ilişkilerinin bir açıklaması ancak son zamanlarda bulunmuştur. Materyalizm, tahlili derinleştirerek, onu insanın toplumsal fikirlerinin kaynağına taşıyarak bu çelişkiyi giderdi; onun, fikirlerin akışının şeylerin akışına bağlı olduğu yolundaki vargısı, bilimsel psikoloji ile bağdaşan tek vargıdır. Üstelik, ve daha başka bir açıdan, bu varsayım, ilk kez, toplumbilimi bilim düzeyine çıkardı. O zamana kadar, toplumbilimciler, toplumsal görüngülerin karmaşık ağında, önemli olan ile önemli olmayanı ayırt etmekte zorluk çekmişler (toplumbilimdeki öznelciliğin kökü budur) ve böyle bir ayrım için herhangi bir nesnel ölçüt bulamamışlardı. Materyalizm, üretim ilişkilerini toplumun yapısı olarak kurtararak ve öznelcilerin toplumbilime uygulanabilirliğini reddettikleri genel bilimsel yinelenme ölçütünün bu ilişkilere uygulanmasını olanaklı kılarak, kesinlikle nesnel bir ölçüt sağladı.’ (Lenin, age. S. 15) (abç)

Lenin, Marx’ın toplum bilimi alanındaki önemli keşfini vurgular: Marx, toplumun incelenmesini bilimsel temellere dayandırmıştır. Marks’ı teorisi, tarihi ‘açıklamak’ için, temellerin, düşünce veya ideolojide değil, maddi toplumsal ilişkilerde aranması gerektiğini vurgular.
Mihaylovski, tarihsel materyalizm anlayışına bir eleştiri yöneltir: ‘Tarihsel materyalizm, insanlığın tüm geçmişini açıklama iddiasında’ olduğunu ileri sürer. Lenin’in cevabı önemlidir: Tarihsel materyalizm, insanlığın tüm geçmişini açıklama iddiasında değil, sadece tarihi veya geçmişi açıklamak için bir yöntem sunar.

Marx, toplumun ekonomik biçimlenişinden hareket ederek toplumu izah ederken, diğer düşünürler soyut ‘toplum’ kavramından hareket ederler. Lenin, ünlü düşünür Spencer’i örnek göstererek şunu yazar: ‘eski iktisatçılar ve toplumbilimciler açısından, toplumun ekonomik biçimlenişi kavramı tamamen gereksizdir: bunlar genel olarak toplumdan söz ederler, Spencerler ile genel olarak toplumun amacı ve özü vb. konusunda tartışırlar. Bu öznel toplumbilimciler, uslamlamalarında, şöyle tezlere dayanırlar — toplumun amacı tüm üyelerine yararlı olmaktır, bu yüzden adalet şöyle şöyle bir örgütlenme gerektirir ve bu ideal örgütlenme ile uyumlu olmayan bir sistem (…) normal değildir ve bir yana bırakılması gerekir. Örneğin, bay Mihaylovski şunu öne sürüyor: "Toplumbilimin esas görevi, insan doğasının herhangi bir özel gereksinmesinin karşılandığı toplumsal koşulları araştırmaktır." (Lenin, age. S. 12)

2. MARKS’IN TEORİSİNİN EKONOMİK MATERYALİZM OLARAK ALGILANMASININ REDDİ
Mihaylovski’ye göre Marks ‘ekonomik teoriler’ üzerinde yoğunlaşmıştır. Lenin, Marx’ın teorisini ‘ekonomizme’ indirgeyen Mihaylovski’ye karşı durur. Mihaylovski, Marx’ın ekonomistlerin gözüyle okumuştur. Mihaylovski, Engels’in ‘ekonomik materyalizmi’ bir tarih teorisi olarak doğrulamak için elinden geldiğini yaptığını savunur. Mihaylovski, bir hileye başvurmaktadır. Marksın teorisinin temelsizliğini tanıtlamak için, teorinin toplumsal yaşamın tümünü hesaba katmadığını, sadece ekonomik alanla kendini daralttığı iddia eder. Dolayısıyla Mihaylovski, tarihsel materyalizmin ‘ekonomik materyalizm’ olduğunu ileri sürer. Lenin, bu yoruma şiddetle karşı durur.
Marx’ı ‘ekonomik materyalist’ olmakla suçlayanlar Kapital’i örnek gösterirler. Bu nedenle Marx, çoğu zaman bir filozof olarak değil, derin bilgileri olan ve kapitalizmi analiz eden bir ekonomist olarak değerlendirilir. Bu değerlendirme eksiktir. II Enternasyonalin önemli teorisyenleri (Karl Kautsky, Rosa Luxemburg) Marx’ın iyi bir ekonomist olduğunu düşünürler. Oysa Marx’ın kapitali, kapitalizmin iskeletini anlatır. Çünkü Marx, üretim ilişkileri alanının dışındaki özelliklere hiç başvurmadan, toplumsal ekonominin meta örgütlenmesinin nasıl geliştiğini, uzlaşmaz iki sınıf olarak burjuvazi ve proletaryanın nasıl ortaya çıktığını açıklar.

Nihayet Lenin de şöyle yazar:
‘İşte Kapital’in iskeleti budur. Ama tüm sorun, Marx'ın bu iskeletle yetinmemesi, terimin olağan anlamıyla "ekonomik teori" ile yetinmemesi, belli bir toplum biçimlenmesinin yapısını ve gelişmesini yalnızca üretim ilişkileriyle açıklarken, gene de her yerde ve aralıksız olarak, bu üretim ilişkilerine tekabül eden üstyapıyı dikkatle incelemesi ve iskelete can ve kan vermesidir.’
Marx’ın tarih ve toplum anlayışını ‘ekonomik materyalizm’ olarak değerlendirmek, Marx’ın teorisinin çarpıtılmasıdır. Marx, Arnold Ruge’ye yazdığı mektupta, siyasal sorunlara yeterince ilgi göstermeyen Feuerbach’ı eleştirir ve siyasal sorunlarla ilgilenmek zorunluluğuna değinir.
Lenin şunları yazar: ‘Materyalistler (Marksistler) toplumsal yaşamın yalnızca ekonomik değil, tüm yönlerini tahlil etmek gerektiği konusunu öne süren ilk sosyalistlerdir‘
3. HEGEL’İN ÜÇLÜSÜ: TEZ-ANTİTEZ-SENTEZ
Hegel’in üçlüsü (tez-antitez-sentez) konusunda Türkiye sosyalist hareketinde de yanlış bir anlayış yaygın olduğu için bu konuya değinmekte yarar. Bir çok sosyalist, Marks’ın Hegel üçlüsünü kabul ederek, Hegel’in bu düşüncesini gerçekliğe uyguladıklarını düşünürler. Hegel üçlüsünün yardımıyla Marx’ın olayları incelediği sanılır. Ve Marx’ın Kapital’da yer yer Hegel’in anlatımlarına başvurması (yadsımanın yadsınması vb.) kanıt olarak gösterilir. Bu oldukça yaygın olan, ama yanlış olan görüşü düzeltmek gerekir.

Burjuva eleştirmenleri tarafından sık sık gündeme getirilen bir konu var: Marksistler, toplum ve tarih bilimi teorilerini Hegelci üçlüye dayandırıyorlar.

Marks’ın kendisi Kapital’de kullandığı yöntemin pek az anlaşıldığını söylüyor ve Alman eleştiricilerin ‘Hegelci sofistlik’ diye feryat ettiklerini’ belirtiyor.

Narodnik düşünür Mihaylovski de, Marks ve Engels’in kırkların sonunda, yeni bilimsel bir anlayışı keşfettiklerini söyler. Şöyle yazar Mihaylovski: ‘kırkların sonunda, kesinlikle yeni, materyalist ve gerçekten bilimsel bir tarih anlayışı keşfedilmiş ve ilan edilmiştir ve bu, Darwin'in teorisinin modern doğabilim için yaptığını tarihsel bilim için yapmıştır.‘ Ama diye devam eder: ‘Bu anlayışın doğruluğu hiçbir zaman bilimsel olarak kanıtlanmamıştır.‘ Mihaylovski, tarihsel materyalizmin bilimsel kanıtlara değil, Hegel’in üçlüsüne (Tez-Antitez-Sentez) dayandığını ileri sürer. Materyalistlerin teorilerini, bilime değil, diyalektik sürecin ‘itiraz kabul etmezliğine’ dayandırıyorlar. Bu iddiayı yakından inceleyelim

Gerek Engels ve gerekse Lenin, Marks’ın yönteminin Hegel üçlüsü olarak yorumlanmasına karşı durmuşlardır. Engels, Anti-Dühring’de Marks’ın diyalektiğine saldıran Dühring’i eleştirir. Engels, Marx'ın herhangi bir şeyi Hegelci üçlüler aracılığıyla "tanıtlamayı" asla aklından geçirmediğini belirtir. Engels‘e göre Marx'ın yaptığı şey, yalnızca gerçek süreci incelemek, araştırmak ve teorinin gerçekliğe uygun olduğunu göstermektir. Engels şöyle yazar:

‘Süreci yadsımanın yadsınması biçiminde nitelendirirken Marks, sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracıyla tanıtladıktan sonradır ki Marks, bu süreci ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu.’(Engels, Anti-Dühring)

Engels’e göre teorinin doğrulunun ölçütü, teorinin gerçekliğe uygun olup olmadığıdır. Eğer özel bir toplumsal görüngünün gelişmesi, Hegelci şemaya (yadsınmanın yadsınması) uyduysa, bu Marx’ın yönteminin Hegelci üçlüye dayandığı anlamına gelmez, sadece bu üçlününün gerçekliğe denk düştüğünü gösterir.

Lenin Engels’in yorumu konusunda şunları yazar: ‘Engels'in iddiasında esas ağırlık noktası materyalistlerin, gerçek tarihsel süreci, doğru ve tam bir biçimde tanımlamaları gerektiği ve diyalektik üzerine ısrarın, üçlünün doğruluğunu sergilemek için örnekler seçilmesinin bilimsel sosyalizmin çıktığı Hegelciliğin, onun anlatım tarzının bir kalıntısından başka bir şey olmadığıdır.’(Lenin, age. S. 43)

Lenin‘de söylediği gibi, ‚Marksizmi hegelci diyalektikle suçlamak saçmadır‘ ve ‘herhangi bir şeyi üçlülerle tanıtlamak, ya da gerçek sürecin açıklanmasına, bu üçlülerin "koşula bağlı üyelerini" sokmak söz konusu olamaz.’

Marx, genellikle hep ‘Hegelci üçlü safsatayı’ savunmakla suçlanmıştır. Lenin şunları yazar:
‘Marx'ın burjuva eleştirmenleri tarafından yeteri ölçüde eskitildiğini düşünebileceğimiz bir suçlamadır Bu baylar, öğretiye karşı hiçbir temel sav getirmediklerinden, Marx'ın anlatım biçimine sarılmışlar ve onun özünü böylece sarsacaklarını düşünerek, teorinin kaynağına saldırmışlardır. Ve bay Mihaylovski de, böyle yöntemlere başvurmakta bir an duraksamamaktadır.’
Kısaca Marks, tez-antitez-sentez şemasından hareket etmez. Toplumsal gerçekliğin hareketini inceler.
-devam edecek-

------------------

[1] Kitabın orijinali ‘Marksistler’ yerine ‘Sosyal_Demokratlar’ sözcüğü geçmektedir. Eskiden Marksistler, kendilerini Sosyal Demokrat olarak adlandırırlardı. Dolayısıyla bugünkü sosyal-demokratlarla karıştırılmaması için, Marksistler sözcüğünü tercih ettim.

[2] Lenin, Marx’ın tarihsel materyalizmi açıklama denemesi olan Alman İdelojisi adlı eserini göremedi. Çünkü bu eser Lenin’in ölümünden sonra 1932 yılında basılmıştır. Lenin, ayrıca Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı’yı, 1844 Elyazmalarını, Grundisse’yi ve Engels’in Doğanın Diyalektiği adlı eserini de görmedi.