31 Mayıs 2010 Pazartesi

Yine İsrail, Yine Devlet terörü


Adil Okay
okayadil@hotmail.fr

İSRAİL’İN SON DEVLET TERÖRÜ HAKKINDA KISA DEĞERLENDİRMEM(1)

İsrail, İHH'nin insani yardım taşıyan gemi konvoyuna operasyon düzenledi. Saldırıda ölen veya yaralananlarla ilgili bilanço gitgide ağırlaşıyor. Son olarak 16 kişinin öldüğü haberleri geldi...

“İsrail Ordusu'na bağlı askerler, Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı İHH'nin Gazze'ye giden ve insani yardım malzemeleri taşıdığı ifade edilen gemilerine operasyon düzenledi.Saldırıdan hemen sonra İsrail askerlerinin gemide açtıkları ateş sonucu iki kişinin öldürüğü, 30'unun da yaralandığı duyurulurken, İsrail televizyonları, bilançonun daha da ağır olduğunu bildiriyorlar. Yaralılar arasında sekiz kişinin daha öldüğü ve kayıpların 10'a yükseldiğini açıklayan İsrail televizyonları son olarak ölü sayısını 16 olarak verdi. Gazze - BİA Haber Merkezi 31 Mayıs 2010, Pazartesi”

İsrail yine insanlık suçu işledi. Bu kez ateş ocağımıza düştü. Ve bu konuda aymazlık içinde olan insanlar uyandılar. Şimdi ‘One minute’ zamanı geçti. Artık israil’e sert tavır gerekiyor. Elbette savaş açın demiyorum. Ama Türkiye derhal konsolosunu geri çekmelidir. Ve İsrail’le tüm ticari− diplomatik ilişkiler kesilmelidir. Varsın bazı ‘iş adamları’ para kaybetsin. Gururdan, büyük, güçlü devletten bahseden milliyetçi−mukaddesatçı hükümet bir kez olsun şov yapmaktan öte somut adım atsın.

İsrail’i bir kez daha lanetliyor ve ‘12 Eylül ve Filistin Günlüğü’ adlı kitabımdan konuyla ilgili bir bölümü paylaşıyorum.

“Oysa bu günlük böyle bitmemeli, o fotoğraf karelerindeki kahredici olaylar yaşanmamalıydı. Ben, Robin Moyer, Ralph Schoeman veya başka bir gazeteci, savaşçı, mülteci veya başka bir tanık bunları aktarmamalıydı sizlere. Yerde yatan o Filistinli çocuklar yaşıyor olmalı, ellerinde çiçeklerle koşmalıydılar bize doğru. Guevara Gazi Hastanesi’nde tanıştığım Lübnanlı küçük Fatma’nın ayağı İsrail bombasından kopmamış olmalı, o ve güzeller güzeli Filistinli hemşire Süreyya, beni Beyrut’ta gezdirmeli, ben de onlara dondurma almalıydım. Cenaze törenleri yerine bir lunaparka gitmeli, kahkahalar atarak poz vermeliydik. Sonra hep beraber İsrailli çocuklarla birlikte barış türküleri söylemeliydik…

O Filistinli çocukların Sabra Şatilla’da kurşuna dizilmiş ağabeyleri, babaları, kanlar içinde yerde yatarken değil, İsrailli rütbesiz askerlerle barış çubuğu içerken alınmalıydılar fotoğraf karesine… Üniformalar çıkarılmalı, silahlar gömülmeli ve hep beraber halaya durmalıydılar.

İsrail’in uyguladığı devlet terörü sonucu, yüz binlerce Filistinli öldürülmemiş, milyonlarcası da bitmeyen mülteciliğe mahkûm edilmemiş olmalıydı. İsrailli savaş suçluları, bu katliamları gerçekleştirmeden önce halk mahkemelerinde, Türkiye’nin 12 Eylül mimarları ve cellâtlarıyla birlikte yargılanmalı, asılmayıp cezaevinde korunmaya alınmalıydı…”(2)

-------------------
[1] Bu bir kurgu değil, ne yazık ki gerçek; gerçeğin küçük bir parçası. Beyrut. 1982. Fotoğraf: Robin Moyer. “İşgal, 6 Haziran 1982 Pazar günü sabah saat 5.30’da yoğun hava bombardımanı ile birlikte başladı. Bombardıman on gün on gece sürdü. Küme bombaları, sarsma bombaları, yüksek ısılı yangın bombaları ve beyaz fosfor bombaları kullanıldı. İsrail’in tek amacının, karşı eylemlerde bulunan FKÖ’yü dağıtmak olmadığı, sivillere karşı giriştiği yok etme hareketiyle belli oldu. Ayn El Helve, Sabra ve Şatilla’daki Filistinlilerin kamplarında dünya tarihinde eşine az rastlanır katliamlar yaşandı. (…) İsrail’in Lübnan’daki bu temizlik hareketinin baş destekçisi Falanjist Militanlarıyla, Filistinli mültecileri öldürerek Sabra ve Şatilla katliamlarını gerçekleştiren Beşir Cemayel’di. 1982’deki İsrail işgalinin ilk aylarında 20 bin Filistinli ile Lübnanlı öldü, 25 bini yaralandı, 400 bini de evsiz kaldı. İsrail’in işgali sırasında sadece Beyrut’a atılan bombaların ağırlığı, Hiroşima’yı yerle bir eden atom bombasınınkini kat kat aşıyordu. Okullar, hastaneler özel olarak hedef seçilmişti. Lübnan fabrikalarında üretilmiş bütün demiryolu araçlarıyla, teçhizat ganimet olarak İsrail’e götürüldü. Hatta BM Yardım ve Hayır Servisi mesleki eğitim merkezlerine ait torna tezgâhları ile küçük çaplı makinelere kadar her şey yağmalandı. Lübnan’a ait narenciye ve zeytin üretimi tamamen felce uğratıldı. Şeria ve Litani nehirlerini besleyen akarsular yataklarından saptırıldı...” (Ralph Schoeman, Siyonizm’in Gizli Tarihi, s. 71).

[2] Adil Okay. 12 Eylül ve Filistin Günlüğü. Genişletilmiş II. Baskı. Ütopya yayınevi Ankara.

http://www.adilokay.com/

30 Mayıs 2010 Pazar

KARDEŞLİK VE DOSTLUK ÜZERİNE



Mustafa Elveren (Em.Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


Hiç birimiz kardeş(ler)imizi seçme özgürlüğüne sahip değiliz. Fakat, dostumuzu/dostlarımızı özgürce seçebiliriz. “Dostun attığı gül yaralar bizi”, “Dostluk başka, alışveriş başka” gibi halkların kültüründe dostlukla ilgili epeyce özlü sözler bulunmaktadır.

Dünya barışı için kardeşlik her zaman iyi sonuçlar vermeyebilir. Kardeşlikten daha önemli olan iyi dostlukların kurulması bence sağlıklı sonuçlar verecektir. Barışın sağlanabilmesi için çıkarsız ilişkiler üzerine iyi dostlukların kurulması gerekir. Kötü bir kardeşim olacağına, iyi bir dostumun olmasını tercih ederim.

Ne yazık ki, Türk(iye) eğitim sisteminin fabrikasında yetişen bir çok öğretmenin tornasından dostluk yerine düşmanlık çıkabilmektedir. O nedenle, ülkemizde sürmekte olan ”alçak yoğunluklu” ve “kirli” savaş devam etmekte olup, bir türlü barış sağlanamamaktadır. Hepimizin bundan bir parça suçu olduğunu düşünüyorum.

Barış, düşünce özgürlüğü, insan hakları savunucuları ile demokrat ve devrimci yazarların, bilim adamlarının aleyhine emniyet ve adliyelerde açılan soruşturmalar-davalar hızla artmaktadır. Bu duruşmaları izlemek için sivil toplum aktivistleri adliye binalarının önünde yaptıkları demokratik destek eylemlerinden dolayı diğer günlük işlerini yapamaz duruma geldiler.

Barış, dostluk ve kardeşlik konusunda Solun durumu ise, çok vahimdir. Bir zamanlar Birleşik Sosyalist Parti kurulduğundan çok sevinmiştim. Bu gün görüyorum ki, o partinin bazı bileşenleri birbirleriyle “kanlı-bıçaklı”dırlar. Yine geçmişte aynı örgütün çatısı altında devrim mücadelesini verdiklerini sandığımız bazı eski “devrimci”lerin de bu gün birbirleriyle “kanlı-bıçaklı” olduklarını biliyoruz. Bu tür sol örgütlerle barışı tesis etmek, kardeşlik ve dostluk kurmak mümkün görülmemektedir.

Dünya’da ve ülkemizde kalıcı bir barışın sağlanabilmesi için dostluk ve kardeşliği sadece soldan beklemek zaten doğru da değildir. Dostluk ve kardeşliği halkların her alanına taşımak gerekir. Aksi takdirde başarılı da olunamaz.

Ülkemizde savaşın en önemli nedenlerinden biri Kürt sorunudur. Kürt sorununun çözülmesiyle birlikte demokrasinin de önü açılacaktır. Dolayısıyla, Alevi ve diğer etnik, inanç kimliği sahibi olan halkların veya bireylerin sorunlarını çözmek daha kolay olacaktır. Bu da iyi dostlukların ve dürüst kardeşliğin sağlanmasıyla ancak mümkün olabilir.

Artık; “Ne kardeşliği yahu! Bu barış masalı dış mihrakların işidir. Barış-marış yok… Vatan hainlerinin kökünü kazıyıncaya kadar bu mücadele devam edecektir…” diyen ve bu savaşta bi biçimde çıkarı olanlara karşı mutlaka yine barışta ısrar etmeliyiz.

Bir örnek vermek gerekirse; “Kürtler, RojTv ve PKK” başlıklı yazım TUNCELİ EMEK GAZETESİ’nde yayınlandığı için Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından adı geçen gazete hakkında soruşturma açılmıştı. Gazete’nin sorumlu yazı işleri müdürü Sayın Çiğdem Duymaz’ın ifadesi alınmış olup, dört gün önce de bağlı bulunduğum Polis Karakoluna çağrılarak talimatla benim de ifadem alınmıştır. Bu tür soruşturmalar bizi barış ve dostluk çalışmalarımızdan alıkoyamaz.

İnadına barış! İnadına dostluk! İnadına kardeşlik! Aksi halde, AKParti Hükümeti’nden barışın sağlanmasını beklemek, bizi hayal kırıklığına uğratacaktır.

Web : http://www.gomanweb.com/

29 Mayıs 2010 Cumartesi

ADALET BAKANINA AÇIK MEKTUP

ÇOCUK ÖYKÜ’NÜN BABASINDAN ADALET BAKANINA AÇIK MEKTUP

Sadullah Bey, ben tutsaklara balon yollayan çocuk Öykü’nün babasıyım. Hani kızımız Öykü’nün tutsak amca ve teyzelerine yolladığı balonlara devlet, ‘sakıncalı ve tehlikeli’ diyerek el koymuştu da, biz anne ve baba olarak basın açıklaması yapmıştık. Gerek kamuoyu ve basın, gerekse tutsaklar, balonların ‘sakıncalı’ diye yasaklanması olayını ‘Uçurtmayı Vurmasınlar’ filmine benzetmişti. Bunun üzerine Akın Birdal mecliste, yanıtlamanız isteğiyle soru önergesi vermiş ve Öykü’nün balonlarının akıbetini sormuştu. Doğrusunu isterseniz, sizin bu konuda tutsaklardan yana tavır alacağınızı düşünmüştük. Yanılmışız. 21.05.2010’da Sayın Birdal’ın soru önergesine verdiğiniz yanıtı gecikmeli olarak okuduk. Hayal kırıklığına uğradık ve üzüldük. Balonlar hukukla bağdaşmaz demiş ve yönetmeliği tutsakların aleyhine yorumlamışsınız. Neden böyle yaptınız Sadullah Bey. Yasaları bir kez olsun tutsakların lehine yorumlayamaz mıydınız­? Oysa hukuktan biraz anlayan bir insan, yasaların yorumlanacağını bilir.

Sadullah Bey, biz aynı zamanda hemşeriyiz. Normal koşullarda, örneğin Antakya parkında ‘Orta Kahve’de oturup sohbet ediyor olsaydık size, ‘Sadullah ya da sevgili Sadullah’ diye hitap etmem gerekirdi. Veya size bu mektubu yazarken ‘Saygıdeğer Bakanımız’ diye başlayabilirdim. Ama bu unvanları hak etmek gerekiyor değil mi Sadullah Bey? Unvanı, halk verirse kalıcı olur. Yoksa bakanlıklar geçicidir. Biliyorsunuz memleketimiz Antakya’dan çok önemli insanlar çıkmıştır. Bakan veya milletvekili olmadan insanların gönlünde taht kuran değerler. Örneğin Deniz’lerin avukatı Halit Çelenk, şair Ali Yüce, erken kaybettiğimiz Ayşe Nur Zarakoğlu, 1969’da yargısız infaz sonucu katledilen Hatay’ın ilk sosyalistlerinden Yalçın Ergönül, 12 Eylül darbesinden sonra sosyalist olduğu için hapse atılan, çıktıktan sonra en zor dönemde, 1980’li yıllarda İHD ve Halk Evi yöneticiliği yapan rahmetli babam şair yazar Süleyman Okay. Ve diğerleri.

Sadullah Bey, biliyorsunuz Hatay halkı ‘lakap’ takmakta ustadır. Keşke kadim Antakya’ya layık bir bakan olsaydınız ve Hatay halkı veya kızım sizi ‘Balon−sevinç düşmanı veya Gargamel’ olarak anmasaydı. Ama merak etmeyiniz. Sizin balonları yasaklayan kararınızı kızımız Öykü’ye anlatmadık. Onun küçük ve saf yüreğinin örselenmesine gönlümüz razı olmadı. Dikkat ettiyseniz kızımızı, onun ruh sağlığını düşünerek, basın önüne de çıkarmadık. Zira amacımız reklam yapmak değil, cezaevleri karanlığına bir mum ışığı olabilmekti.

Sadullah Bey, balonlar konusunda verdiğiniz cevapta, yönetmeliği detaylarla önümüze çıkarmanızı yadırgadık. Şunu hatırlatmama izin verin, “Çocuk Öykü’nün yolladığı balonlar, tutsaklarla tutulan tutanaktan sonra emanete kaldırılmıştır, yönetmeliğe göre tahliye olduklarında alabilir veya bir yakınlarına yollatabilirler…” demişsiniz. Bunun kocaman bir yalan olduğunu ikimiz de biliyoruz. Zira balonları vermeyen cezaevlerinin çoğunda tutsaklara haber bile verilmemiştir. Kaybolan, cezaevlerinde sahiplerinin eline geçmeyen mektup ve kitaplarımızı saymıyorum. Ayrıca cevabınızda balonları veren cezaevlerine de uyarı yolladığınızı, daha sert olmaları gerektiğini söylemişsiniz. İşte bunu size yakıştıramadık Sadullah Bey.

Sadullah Bey, zor bir görev üstlendiniz. Bu ülkede özgürlük, eşitlik, insan hakları ve barış diyenler hep Gargamel’lerin saldırısına uğramıştır. Ve bu ülkenin adalet bakanları genellikle kötü icraatlarıyla tanınmıştır. Biliyorum bu ülkede Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı olmak çok zordur. Zira adaletsizliğin, hak ihlallerinin hüküm sürdüğü, üç darbe gören ve halen darbe anayasasıyla yönetilen ve 30 yıldır adı konulmamış bir savaşın sürdüğü bir ülkede yaşıyoruz. Halefleriniz de bu görevden alınlarının akıyla çıkamamışlardı. Örneğin bugün hem Türkiye Adaletinin, hem AİHM’nin ‘devlet katliamı’ olarak tanıdığı ‘19 Aralık Hayata dönüş operasyonu’nun mimarı Hikmet Sami Türk, her 19 Aralıkta bedduayla anılıyor. Örneğin Mehmet Ali Şahin, yazar Temel Demirer’in mahkemesine müdahalesiyle ayrıca güvenlik güçleri tarafından katledilen Baran Tursun ve Uğur Kaymaz’la birlikte anılıyor. Siz de “Her tarafım kuşatılmış, yasalar elimi kolumu bağlıyor, mağdurlar için bir şey yapamıyorum.” diyebilirsiniz. Ben de hemen size, “O zaman delikanlıca istifa etseydiniz veya var olan yasaları hakkaniyetle uygulasaydınız, kızım Öykü’nün balonlarının yasaklanmasını açıklamak için öne çıkarttığınız kendi yönetmeliğinize −tutsakların lehine yorumlayarak− uysaydınız” derim.

Sadullah Bey, siz hiç cezaevlerinde araştırma yaptınız mı? Örneğin İHD’nin, TİHV’nın, ÇHD’nin, TTB’nin raporlarını okuyor musunuz? Sizi ziyarete gelen ve cezaevlerindeki insanlık dışı uygulamaları anlatan, yönetmeliğe uymadığınızı belgelerle kanıtlayan bu örgüt temsilcilerini dinleyip, ‘haklısınız’ demekten başka ne yaptınız. Tutsakların mektuplarına yer veren gazete ve dergileri okuyor musunuz? Veya hiç benim web siteme girip tutsak mektuplarını okudunuz mu? Keyfi cezaları, tecridi, örneğin bir cezaevinde serbest olan renkli kalemlerin diğer cezaevinde yasak olduğunu, bir cezaevinde sınırsız kitap bulundurulurken diğerinde beşten fazlasının yasak olduğunu, Erzurum cezaevinde mektupların bir ay bekletildikten sonra tutsaklara verildiğini, Kırklareli cezaevinde fiziki şiddetin günlük hale geldiğini, bazı cezaevlerinde türkü söylemenin, yüksek sesle gülmenin iletişim yasağına neden olduğunu dehşete kapılıp okudunuz mu?

Okuduysanız bunların dolaylı sorumlusu olarak hiç hicap duymuyor musunuz?

Halefiniz M. Ali Şahin, Engin Çeber’in gardiyanlar tarafından işkence ile öldürülmesi üzerine, “Devletim ve hükümetim adına özür dilerim” demişti. Siz, bakanlığınız döneminde tedavileri yapılmadığı için cezaevinde hayatını kaybeden tutsaklar Ali Çekin, Hasan Kert, Beşir Özer, Kuddusi Okkır, İsmet Ablak ve Kırklareli cezaevinde işkence sonucu öldürülen Mehmet Kılınç için özür de dilemiyorsunuz Sadullah Bey. Ya Güler Zere?

Acaba bakanlık süreniz doluyor diye mi bunları görmezden geliyorsunuz Sadullah Bey? Peki ya peşinizi bırakmayacak olan mazlumların ah’ını düşündünüz mü? Siz bildiğim kadarıyla dini bütün bir adamsınız. Benim de büyüklerim ibadetlerini aksatmayan, haramdan korkan insanlardır. Kendimi bildim bileli mazlumların, ezilenlerin safında yer aldığım, bu uğurda bedeller ödediğim için yerimin cennet olacağını söylüyor ve benim için dua ediyorlar. Ben ve eşim ve arkadaşlarım, yaşadığı dünyayı cennete çevirmek isteyen, bu uğurda bedel ödeyen 68 ve 78 kuşağının çocuklarıyız. Bizim ortak değerimiz ve ereğimiz: Özgür, eşit ve barış içinde yaşayacağımız, sınıfsız ve sınırsız bir dünya ütopyasıdır. Zindanlarınızda, zebanilerin eziyet ettiği, binlerce politik tutsağın ütopyası gibi…

Sadullah Bey, Öykü’nün balonları ve tutsakların yaşam koşulları konusunda kamuoyu bir fikir sahibi oldu. Bu ülkede Gargamel’lere inat, onların sakıncalı saydığı balonları ve uçurtmaları cezaevlerinin önünden havalandırıp, tutsakları selamlayacak, yüreği sevgi dolu ‘Şirinler’ vardır. Duvarların öte yanında ‘yönetmeliğiniz’ geçersizdir. Tüm uçurtma ve balonları vurmanız da mümkün olmayacaktır. Benim diyeceklerim şimdilik bu kadar. Şimdilik diyorum, zira iki elimiz kızıl kanda bile olsa, İnsan hakları ihlallerine karşı yine yazacak, yürüyecek ve itiraz edeceğiz. Ancak bitirmeden hatırlatmak istiyorum: Bakanlık süreniz dolmak üzere. Henüz zamanınız var. Bari cezaevlerinde yatan 49 ağır hasta tutsağa destek olun. İşte size hayır duası alabileceğiniz bir fırsat. Tarihe adınızın nasıl geçeceğine karar verin. Ancak acele edin. Zira yarın çok geç olabilir…

Okay ailesi adına
Adil Okay

27 Mayıs 2010 Perşembe

LENİN 7

Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com


Lenin 7. Bölüm(1)

1905 DEVRİMİ

Çarlık Rejimi, Rusya’da biriken ekonomik ve politik sorunlardan dikkati başka yönlere saptırmak için, Japonya ile aralarındaki çelişkiyi derinleştirmeye çalışıyordu. Ama Japonya, Çarlık hükümetinin savaş ilan etmesine zaman bırakmadan savaşı başlattı. Ocak 1904 yılında Arthur Kalesi’ne saldırdı. Çar, Japonya’nın saldırısının Rus halkında milliyetçiliği yükselteceğini zannediyor ve milliyetçiliğin halkın yaşadığı sıkıntıları unutturacağını düşünüyordu. Çarlık hükümetin başbakanı Plehwe şöyle diyordu: ‘Devrimin akışını durdurmak için, küçük bir zafere ihtiyacımız var.’

Rus-Japon savaşı karşısında Lenin’in tutumunu bizim ‘ulusal solcularımızın’ anlaması mümkün değildir. Çünkü Lenin, Rus-Japon savaşında, Çarlık Rusya’sının yenik düşmesinden yanaydı. Çarlık Rusya’sının yenilgisinin yararlı olacağı, Çarlığı zayıflatacağı ve devrimi güçlendireceği düşüncesindeydi.

1914 yılında Avrupa’daki işçi partilerinin çoğu her sosyalistin kendi vatanını savunmasını ileri sürüyorlardı. Lenin, ‘Vatan Savunması’ altında, emperyalist savaşı onaylayanlara karşı şunu diyordu: Ancak sosyalist devrimi gerçekleştiren bir ülkede ‘vatan savunulmasından’ bahsedilebilir. Ne var ki, Bolşevikler içinde de burjuva ideolojisinden tamamen kurtulamayan insanlar vardı. Bu tip Bolşevikler kendi hükümetlerinin yenilgisini içlerine sindiremiyorlardı.
Nihayet Rus-Japon savaşı (1904) Rusya’nın yenilgisiyle sonuçlanır. Rusya’nın yenilgisi, bir tarafta Çarlık rejiminin iç ve dıştaki prestij ve otoritesini sarsarken, diğer tarafta işçilerin ve köylülerin ekonomik durumlarının kötüleşmesi sonucunu doğurur. Bu durum ise, özellikle işçilerin protestolarına zemin hazırlar. Lenin, ‘Port Arthur kalesinin düşüşü, Çarlık rejiminin çöküşünün başlangıcıdır’ diyordu

Çar, savaşın yükselen devrimci hareketi gerileteceğini zannediyordu. Ama tersi oldu. Yenilgi devrimci hareketin yükselmesine neden oldu. Çar ordularının uğradığı yenilgi, geniş halk yığınlarının gözünde Çarlık rejiminin çürük olduğunu gösterdi. Savaş nedeniyle halkın durumu kötüleşti. Kötüleşen bu durum karşısında işçiler tepki göstermeye başladılar. Aralık 1904 yılında Petersburg kentinde bir makine fabrikasında başlayan grev kıvılcım etkisi yaptı. Şehirdeki diğer fabrikalar greve destek verdiler. Öyle ki Petersburg kentinde grev yapan işçilerin sayısı 80 bini buldu. İşçi dernekleri bir araya gelerek 22 Ocak 1905 yılında 200.000 işçiyi kapsayan bir gösteri yaptılar. İşçi derneklerini Çarlık yanlısı sendikal örgütlenme önderlerinden ve gizli polisin ajanı olan Papaz Gapon yönetti. Gapon önderliğindeki barışçıl bir işçi gösterisi düzenleyen işçiler taleplerini Çara iletmek üzere Kışlık Saray önüne geldiler. İşçilerin sorunlarını ve şikayetlerini Çarın dinleyeceği ve halledeceğini ümit ettiler. Ne var ki, Çarın askerleri barışçıl gösteride bulunan işçilere ateş açtılar. 1000’e yakın işçi öldü. Gapon bile gelişen olaylardan sonra şaşkınlık yaşadı: ‘Artık Çarımız Yok’ diye bağıracaktı. Böylece Otokratik çarlık rejimi, ilk büyük çatlağını 1905 yılında yaşadı.

Kanlı Pazar olarak adlandırılacak bu olay çok geniş bir alanda yankılandı. Tüm Rusya’da Çarlık rejimine karşı eylemler ve grevler yapıldı. Kanlı Pazar Rusya’da başlayan devrimin başlangıcı oldu. Şehirlerde kapitalizmin, köylerde ise yarı-feodal üretim ilişkilerinin egemen olduğu Çarlık Rusya’sında topraktan yoksun olan köylüler ve sendikal ve politik haklardan yoksun işçiler harekete geçtiler.

Kanlı Pazar olayından sonra, işçilerin mücadelesi ekonomik talepleri aşarak, politik bir nitelik almaya başladı. Devrimci hareketin yükselmesi ve işçilerin mücadelesi partinin önüne görevler koyuyordu. Örgütsel vb. gibi sorunların yanında, ivedi politik sorunlara cevap vermek için 1905 yılında Nisan ayında III. Kongre Londra’da toplandı. III Kongre, İttifaklar sorunu, Geçici Hükümet, Silahlı Ayaklanma gibi konuları ele alır. Rusya’da devrim patlak verirken, Bolşevikler ve Menşevikler arasında yaşanan tartışmalar şunu gösterir: Ayrılık sadece örgütsel konularda değil, devrimin karakteri, devrimdeki ittifaklar, vb. gibi politik konularda da görüş farklılıkları ortaya çıkar. Bu durum ise Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki ayrılığı daha da derinleştiriyordu.

III. Kongre’ye katılmayı reddeden Menşevikler bir Konferans düzenleyerek, Rusya’daki burjuva-demokratik devrimde izlenmesi gereken politik taktikler, ittifaklar, geçici hükümet vb. konuları tartışarak karara bağlarlar.

Menşevikler şu görüşü ileri sürüyorlardı: Rusya’da devrimin karakteri, burjuva-demokratik devrimdir. Böylesi bir devrimin önderi -Marx’ın da belirttiği gibi- burjuvazidir. Proletarya, burjuvaziyi şu alternatif ile karşı karşıya bırakmalı: Burjuvazi, ya geriye ve yahut da ileri doğru gidecektir; yani çarlık monarşisinin baskısı altında kalacaktır, yada işçi sınıfı ile birlikte çarlık monarşisini yıkarak, ileri doğru gidecektir. Dolayısıyla proletaryaya düşen görev, liberal burjuvaziyi desteklemek ve sosyal dönüşümleri içerecek bir şekilde burjuva anayasasını genişletmektir. .Devrim bir burjuvaziyi iktidar getirecektir. İşçi sınıfı burjuvazi hükümetinde yer almamalı.

Burjuva devrimi burjuva toplumun tümünün çıkarına olan değişiklikleri amaçlar. Çarlık hükümetinin, burjuvazi ile proletaryayı bölememesi proletaryanın çıkarınadır. Dolayısıyla, proletarya liberal burjuvazi ile ittifak kurmalı. Ama liberal burjuvaziyi ürkütmemek gerekir. Çünkü eğer liberal burjuvazi ürkerek devrime sırt çevirirse, burjuva demokratik-devrim zayıflayabilir. Karakteri itibariyle burjuva-demokratik devrimine önderlik edecek olan burjuvazidir. Burjuvazi, kapitalizmi geliştirir, demokratik bir kapitalist gelişmeye yol açar. Gelişen kapitalizm koşulları altında işçi sınıfı da Batı’da olduğu sosyalizm uğruna mücadeleyi yürütmeli. Menşevikler, burjuva devriminde proletaryanın yalnız kalmamasını istiyorlardı. Bu nedenle burjuvazi ile ittifakı savunuyorlardı. Ama onlar Lenin’in dediği gibi ‘ama bir şeyi unutuyorlar... önemsiz bir şeyi... köylülüğü!’

Lenin ve Bolşevikler ise şu görüşü savunuyorlardı: Evet, Rusya’daki burjuva-demokratik devrim, diğer burjuva devrimleri gibi kapitalizmin çerçevesini aşmayan bir devrimdir. Ama Rusya’nın burjuvazisi hem zayıftır, hem de ürkektir. Burjuva Devrimi sonuna kadar götürme yeteneğinde değildir, ayrıca işçilere karşı Çarlık rejimine bir kamçı olarak ihtiyacı vardır. Burjuvazinin burjuva devriminin tam zaferinden çıkarı yoktur. Liberal burjuvazi, anayasal bir monarşi temelinde Çarlık rejimi ile uzlaşarak devrimi satmaya hazırdır. Dolayısıyla işçi sınıfı burjuvazi ile birlikte değil, köylülükle beraber devrimi yürütmeli. Devrimdeki işçi-köylü ittifakı, ‘İşçi ve köylülerin Demokratik Diktatörlüğü’ne götürmeli.

Lenin önemli eserlerinden biri İki Taktik (Demokratik Devrimde Sosyal-Demokrasinin İki Taktiği) adlı kitabıdır. III. Kongreden iki ay sonra yazılan bu kitap, Rusya”da yaklaşmakta olan demokratik devrim konusundaki Bolşevikler ile Menşevikler arasındaki görüş farklılıklarını içerir. Lenin bu eserinde demokratik devrimde ittifaklar konusunda alışılagelmiş ittifak anlayışlarından farklı bir anlayışı öne sürer. Lenin’in Rusya’daki burjuva demokratik devrim için önerdiği işçi-köylü ittifaklar politikası ve taktiği yeni bir düşünce idi. O zamana kadarki Marksizmin silah deposunda bulunan ittifak politikasından, taktik tezlerinden farklı bir tezdi. Daha önceleri burjuva devrimlerinde öncülük rolü burjuvazideydi. Örneğin Batı’da daha önceki burjuva devrimlerinde burjuvazi öncü güçtü. Proletarya ve köylülük de burjuvazinin yedek gücü görevini görüyordu. Kendini şablonlarla sınırlamayan Lenin, yeni tarihsel koşulların oluştuğunu ileri sürerek, burjuva devriminde proletaryanın öncü güç olmasını ve köylülükle birlikte eski düzeni yıkmasını savunur.

Lenin’e göre zafere ulaşan bir ayaklanma sonucu, işçiler ve köylüler feodal düzenin kökünü kazıyarak, tüm halkı temsil edecek bir meclis toplayarak, geçici bir hükümet kurabilir. İşçi sınıfı partisi de uygun koşullarda geçici hükümete katılmakta çekinmemeli. ‘Demokratik Diktatörlük’ Rusya’da Ortaçağ’a ve feodalizme ait olan her şeyi silip süpürmeli ve Amariken tipi bir kapitalizmi geliştirmeli. Proletarya, bu koşullarda kendini örgütleyecek ve politik bakımdan bilinçlenebilecektir. Bu durum işçi sınıfının sosyalizm uğruna mücadele yeni olanaklar sunacaktır.
Şöyle diyordu Lenin:

'Demokratik devrim, niteliği bakımından burjuvadır. (…) Ama biz Marksistler, proletarya ve köylülük için gerçek özgürlüğe giden yolun, burjuva özgürlüğü ve burjuva ilerlemesinin yolundan başka bir yol olmadığını ve olmayacağını bilmeliyiz.Unutmamalıyız ki, bugün sosyalizmi yakınlaştırmada, eksiksiz siyasal özgürlükten, demokratik bir cumhuriyetten, proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünden başka bir araç yoktur ve olamaz da.’
‘Proletaryanın ve köylülüğün devrimci demokratik. Diktatörlüğü’ sloganına karşı itiraz ediliyordu. Bu itirazlardan biri şöyleydi: Bu diktatörlük, proletarya ve köylülük arasında tek bir iradeyi varsaymaktadır. Oysa proletarya ve küçük burjuvazinin tek bir iradesinden bahsedilemez.

Lenin’e göre bu itirazı yapanlar kafa karışıklığı içinde olanlardır. Çünkü bunlar demokratik devrim ile sosyalist devrimi birbirine karıştırıyorlar. Evet, sosyalist devrimde proletarya ve küçük burjuva arasında tek iradeden bahsedilmez, ama demokratik devrimde tek bir iradeden bahsetmek mümkündür. Lenin itiraza karşı şunları söyler:

‘Bu itiraz "bir tek irade" teriminin soyut, "metafizik" bir yorumuna dayandığından ötürü temelsizdir. "Bir tek irade" bir konu üzerinde sağlanırken bir başka konu üzerinde sağlanamayabilir. Sosyalizm sorunlarında ve sosyalizm için savaşımda birliğin bulunmayışı, demokrasi sorunlarında ve cumhuriyet için savaşımda iradenin tekliğini engellemez. Bunu unutmak, demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki mantıksal ve tarihsel farklılığı unutmak demek olur. Bunu unutmak, demokratik devrimin tüm halkın devrimi olması özelliğini unutmak demek olur: eğer bu devrim "tüm halkın" ise, bu demektir ki, bu devrimde tüm halkın gereksinmelerini ye istemlerini karşıladığı kadarıyla, kesin bir "irade birliği" vardır. Demokratçılığın sınırlarının ötesinde, proletaryanın ve köylü burjuvazisinin bir tek iradesinden söz edilemez.’

Rusya’daki burjuva demokrat devrim konusunda Troçki ve Parvus’un savunduğu ‘Sürekli Devrim’ teorisine değinmek gerekir. Troçki şu görüşü savunuyordu: Demokratik Devrimin tam başarısı, ancak Proletarya Diktatörlüğü altında mümkündür. Proletarya Diktatörlüğünü kuran işçi sınıfı ise, yalnıza demokratik devrimin görevleriyle yetinemez, aynı zamanda sosyal dönüşümleri, bir başka deyişle sosyalist tedbirler de almak zorundadır. Troçki, proletarya diktatörlüğünden, proleter rejimden, proleter hükümetten bahsediyordu. Lenin, köylülüğü ürküteceği ve onu liberal burjuvazinin kucağına iteceği kaygısıyla Troçki’nin İşçi Hükümeti önerisini doğru bulmaz. Çünkü Troçki’nın önerisi hem var olan gerçekliği dikkate almaz, hem de işçi-köylü ittifakının alacağı biçimi önceden saptamaya çalışır. Oysa Lenin, işçi-köylü ittifakının alacağı politik biçimi önceden saptamaktan ve bu politik biçimi sınırlamaktan kaçınır. Rusya gerçekliğinde işçi-köylü ittifakının çeşitli biçimler alabileceği düşüncesinden hareket eder.

Troçki yıllar sonra şunları yazacaktı: “Rus devrimi, burjuva liberalizminin politikası tüm kapsamıyla hükümet etme yeteneğini sergileme fırsatı bulmadan önce, iktidarın proletaryaya geçebileceği (ve başarılı bir devrimde geçmesi gereken) koşulları yaratıyor.’ (...) ‘Köylülüğün en temel devrimci çıkarlarının kaderi ... tüm devrimin kaderi ile, yani proletaryanın kaderi ile kenetlenmiştir. Proletarya bir kez iktidara geldiğinde köylülüğün önünde kurtarıcı sınıf olarak ortaya çıkacaktır.’ (...) “Proletarya hükümete, ulusun devrimci temsilcisi olarak, serflik barbarlığına ve mutlakiyete karşı mücadelede halkın onaylanmış önderi olarak giriyor.” (...) “Proleter rejim, daha baştan, Rusya nüfusunun muazzam kitlelerinin yazgısı sorununun bağlı olduğu tarım sorununu üstlenmek zorunda kalacaktı.’

Troçki’nin 1905 devrimi sonrası Rus Devrimi’nin gelişimi konusunda öngörüsü 1917 yılında doğrulanmıştır. 1917 Nisan Tezleri’nde Lenin, daha önceki görüşünden farklı bir anlayışa ulaşır. 1917 Nisan Tezleri, Lenin ve Troçki arasındaki iktidarın işçi sınıfına geçmesi, proletarya Diktatörlüğü konusunda hemen hemen ortak bir anlayışı savunurlar. Bazı yazarlar, ‘Troçki’nin örgütlenme konusunda Leninst, Lenin’in de devrim konusunda Troçkist olduğunu’ ileri sürerler. Bu görüşün kısmı bir doğruluk payı vardır. Ama bu Troçki’nin 1905-1917 yılları arasında izlediği ittifaklar politikasının doğru olduğu anlamına gelmez. Troçki, 1905’li yıllardaki Rusya’nın gerçekliğini dikkate alarak bir politika izlemekten ziyade, belirli bir şemadan hareket eder.
Bu şemanın üç temel unsuru şunlardı:1-) Tarihte, köylülük bağımsız bir rol oynayamamıştır. Köylülük ayaklanabilir, ama ayaklanmasına bilinçli bir ifade verme yeteneğinde değildir. Onun bir öndere ihtiyacı vardır; 2-) Burjuvazi, zayıf ve ürkek olduğundan, köylülüğün önderi proletarya olabilir. Rus Devrimi, zayıf ve ürkek burjuvaziyi iktidara getirme fırsatı bulmadan önce, proletaryayı iktidarı taşıyacaktır. Proletarya ise, kendi proleter rejimini, proletarya hükümeti kuracaktır; 3-) Ama iktidara gelen proletarya kendisini demokratik görevler ile sınırlandıramaz. Proletarya, kendi diktatörlüğünü kurar. Bu diktatörlük öncelikle demokratik devrimin görevlerini yerine getirir. Rus Devriminin diğer ülkelere yayılmasıyla eş anlı olarak sosyalist görevlerin gerçekleştirilmesine başlar.

1905 yılında Troçki’nin ittifaklar politikası, henüz ihanet etmeyen ve köylülüğü temsil eden S-D(Sosyalist Devrimciler) Partisinin varlığını görmezlikten gelen bir politikaya denk düşüyordu. Lenin, köylülüğün sosyal varlığını ve politik temsilcilerini dikkate alarak ‘İşçi ve Köylülerin Demokratik Diktatörlüğü’nden bahsediyordu.

1905 ve SOVYET DENEYİMİ

1905 yılı Rusya’da devrimci mücadelenin yükseldiği bir yıldı. Rusya’da yaşanan devrim toplumun bütün sınıflarını harekete geçirir. Özellikle işçiler arasında grev hareketi yükselmeye ve politik biçimler almaya başlar. İşte 1905 yılında kurulan Sovyet tipi örgütlenme işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin araçları olarak ortaya çıktılar. Sovyet, konsey veya şura tipi örgütlenme, yükselen grev dalgasını yönetmek ve belirli amaçlara yönelik olarak kuruldular. Sovyet örgütlenmesi bütün fabrikaların temsilcilerini bir araya getiren, işçi sınıfının o zamana dek tarihte görülmemiş politik yığın örgütleri olarak ortaya çıktılar. Sovyet tipi örgütlenme Ekim 1905 yılındaki kitlesel politik grevlerin sonucu olarak şekillenmeye başladı. Bir başka deyişle, Sovyet tipi örgütlenme o güne kadarki mevcut örgütsel araçların kitlelere yetmediği toplumsal altüst oluş dönemlerinde, sömürülen ve ezilen sınıfların yığın örgütleri olarak ortaya çıktılar. Politik grevler, yeni tür bir örgütlenme ihtiyacını, yani işçi temsilcileri konseyini ortaya çıkarmıştı.

İşçi Temsilcileri Konseyi’nin (Sovyetler) ilk toplantısı 10 Ekim 1905 günü yapıldı ve toplantıya 30-40 kişi katılmıştı. Bu toplantı Menşevikler tarafından örgütlenmişti. İşçiler, ‘sekiz saatlik iş günü’, ‘basın ve toplanma özgürlüğü’, ‘kurucu meclis’ gibi politik istemleri dile getiriyorlardı.
Peki ama İşçi Temsilcileri Konseyi olarak Sovyet örgütlenmesi neydi? 1905 ve 1917 Devrimlerinde rol almış ve 1905 Devrimi sonrası ortaya çıkan Sovyet Örgütlenmesine başkanlık yapan Troçki şöyle yazıyor.

‘ Sovyet, olayların seyrinden doğan nesnel bir gereksinmeye yanıt olarak ortaya çıktı. Otorite sahibi olan ama hiçbir geleneğe dayanmayan Sovyet, gerçekte hiçbir örgütsel mekanizmaya sahip değilken, dağınık durumdaki yüz binlerce insanı hemen içine alabilen; proletarya içindeki devrimci akımları birleştiren, inisiyatif ve kendiliğinden bir-öz denetim yeteneğine sahip olan; ve hepsinden önemlisi, yirmi dört saat içinde yeraltından çıkarılabilen bir örgütlenmeydi.’ (Troçki, 1905)

Sovyet tipi örgütlenmenin, proletarya içindeki devrimci akımları birleştirebildiği, inisiyatif ve kendiliğinden bir-öz denetim yeteneğine sahip olduğu doğrudur. Ama bunlar birden bir ortaya çıkan örgütlenmeler değildir. Sovyet tipi örgütlenmenin bir geçmişi var. 1890’lı yılların ikinci yarısından sonra hızlı sanayileşmenin doğurduğu kötü koşullar sonucu, işçileri yavaş yavaş hak aramaya başlarlar. Kendi örgütlenmelerini kurmak için çeşitli yollara başvururlar. Petersburg’da 1896-1898 yılları arasında Marksist aydınlar, işçi sınıfı saflarında propaganda ve ajitasyon yürütürler. Propagandaların da etkisiyle işçiler grev komiteleri oluştururlar. Daha uzun süreli grevleri finanse edebilmek için işçi yardımlaşma sandıkları oluştururlar. Bu sandıklar ise o zaman yasa-dışı örgütlenmelerdir. Bu tip örgütlenmeler, daha sonra ortaya çıkan Sovyet tipi örgütlenmelerin ilk öncülü oldu.

Öte yandan Çarlık rejimi de, işçileri denetim altında tutmak için, İşçiler arasında Yardımlaşma Kurumları oluşturmuştu. Polis şefi Zubatov önderliğinde kurulan bu derneklere üye olan işçilerin sayısı özellikle Moskova’da 50 bin işçiyi kapsayacak kadar genişlemişti. Polis şefi Zubatov, işçilerin içinde bulunan ajanları aracılığıyla işçiler arasındaki gelişmeleri takip ediyor, işçilerin haberi olmadan patronlarla görüşüyor, yaşam koşullarında bazı iyileştirmelerin yapılmasını istiyordu. Amaç polis örgütlenmesi aracılığıyla işçilerin mücadelesini düzen içi kanallara akıtmaktı. Ne var ki, Zubatov tam denetlemeyi sağlayamayınca, görevden alınır. Yerine Papaz Gapon getirilir.
Her şey karşın işçi sınıfının mücadelesi sürekli yükselir. Rusya’da 1905 Devrimi çeşitli süreçlerden geçer. Grev mücadeleleri içinde olan işçi sınıfı kendiliğinden bir şekilde İşçi Temsilcileri Konseyi (Sovyet)’ni oluştururlar. Sovyet örgütlenmesinin politik alandaki yeri nedir? Sovyet tipi örgütlenme ile parti arasında nasıl bir ilişki var?

Rusya’da 1905 yılında ‘aniden’ ortaya çıkan Sovyet tipi örgütlenme üzerine Rus Marksistleri uzun dönem tartıştılar. Hem Menşevikler, hem Bolşevikler bu sorulara cevap arıyorlardı.
‘Pek çok kişi, 1905’te hiç beklenmedik bir şekilde ortaya çıkan bu olguyu, işçi sınıfının devrimci iktidar organları olmaktan ziyade, ayaklanma komiteleri veya sendikal tipte yapılar olarak değerlendirdi. Fakat bütün bu tartışmalarda Paris Komünü deneyimi gözden kaçırılıyordu. Komün, işçi sınıfının devrimci iktidarıydı ve bir iktidar organı olarak Sovyetlerin öncülüydü. 1905’te Sovyetler, tüm yığınları bir araya toplayarak, onlara yön vererek, sendikalları kendine bağlayarak, Çarlık devletini felç eden politik grevleri örgütleyerek, kendine bağlı milis kuvvetleri oluşturarak, siyasal iktidarı hedef alarak ve bu yönde karalı davranarak ikili bir iktidarın temellerini atmıştı.’(Akın Erensoy, Sovetler ve Devrim, www.marksist.com)

Ortaya çıkan Sovyet örgütlenmesi önüne hedefler koymuştu: Grevin devamını veya sona erdirilmesini karar verebilecek şekilde grev hareketini yönetmek; İşçiler arasında, teknik eylemlere vb. karşı çıkacak bir şekilde disipini sağlamak.

Sovyet tipi örgütlenme konusunda şöyle özetlenebilir: Sendikal mücadeleden farklı olarak Sovyet tipi örgütlenme, ekonomik mücadeleyi politik mücadele ile birleştiren bir örgütlenme olarak ortaya çıktı. Sovyet tipi örgütlenmenin yarattığı iki önemli sonuç oldu: Birincisi, ekonomik ve politik mücadeleyi birbirinden ayıran ekonomizm eğiliminin geniş işçi sınıfı kitleleri içinde politik alanda mahkum edilmesi. Esasen bu yeni olgu, ekonomik mücadeleyi sendikalara, politik mücadeleyi de partiye dayandıran düalist anlayışın aşılması demekti; İkincisi, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf bilincine ulaşmayacağı ve politik örgütlenme kuramayacağı şeklindeki düşüncenin sorgulanması. Bu durumda Bolşevikler arasında işçi sınıfının kendiliğindenciliğini küçümseyen bakış açısının aşılması demekti.

Sovyet tipi mücadele örgütlerinin ortaya çıkışı, Lenin’in eski görüşlerinde bir takım değişiklikler yapmaya zorlar. Çünkü Lenin önceleri, işçi sınıfının kendiliğinden kurabileceği örgütlenmelerin sendikal örgütlenmeler olabileceğini, işçi sınıfının da kendiliğinden ancak sendikal bilince ulaşabileceğini savunuyordu. Lenin ve diğer Bolşevikler, işçilerin kendiliğinden politik amaçlara yönelik devrimci örgütler kurmayacağı veya kursa bile kararlı devrimci bir parti olmadan bu hareketlerin başarıya ulaşamayacağı düşüncesindeydi. Oysa şimdi öngörülemeyen yeni bir gelişme ortaya çıkmıştı: Sovyet tipi örgütlenmeler kurulmuştu. Bu yeni durum, işçilerin kendiliğindenciliği konusundaki Bolşevikler arasında yaygın düşünceleri sorgulatır hale gelmişti. Çünkü daha önceki düşüncenin tersine, Rusya’da işçi sınıfının mücadelesi politik hedeflere de yönelmeye başlar. Yani işçi sınıfı, bir parti önderliği olmadan politik mücadele de yürütebilecek kendi sınıf örgütlerini yaratırlar.

Ne var ki, Bolşeviklerin büyük çoğunluğu Sovyet tipi örgütlenmelere karşısında ilkin olumsuz bir tutum takındılar. İşçilerin kendiliğinden devrimci eyleme yönelemeyeceği şeklindeki önceleri savundukları görüş dolayısıyla Sovyet örgütlenmesine ilkin kuşkuyla yaklaştılar. Ayrıca Menşeviklerin Sovyet örgütlerinde çoğunluğu oluşturması nedeniyle Sovyet örgütlenmesine gereken önemi vermediler.

Bolşeviklerin Petersburg komitesi, Sovyet tipi örgütlenmesin ‘parti dışı’ ve ‘partiler üstü’ bir örgütlenme olarak öncü partiye zarar verebileceğini ileri sürdü. Sovyet tipi örgütlenme konusunda Bolşevik basında tartışma yürütüldü. Bu tartışma çeşitli eğilimleri ortaya çıkardı. Tartışmanın özü şuna yönelikti: Parti ile Sovyet tipi örgütlenme arasında nasıl bir ilişki olmalı. Bolşeviklerin çoğunluğu, Sovyet tipi örgütlenmenin parti-dışı ve parti-üstü bir örgütlenme olmasını eleştiriyordu. Örneğin bir eğilim, Sovyet tip örgütlenmenin sendikal örgütlenmeden farklı olmamasını ileri sürüyordu. Bir başka eğilim, Sovyetlere partinin programını dayatmaya çalışıyordu. Petersburg’daki Bolşevikler arasında yaygın bir düşünce şuydu: Parti ve Sovyet tipi örgütlenme birbirine paralel olarak uzun sürede varlıklarını sürdüremezler. Örneğin partinin ajitasyon ve propaganda grubu adına P. Mendeleyev şöyle diyordu:

‘İşçi Temsilcileri Konseyi (Sovyet) politik bir örgütlenme olarak varlığını sürdüremez. Sovyet örgütlenmesinin varlığı, Sosyal-Demokrat (Marksist y.o) hareketin gelişimine zarar verdiğinden dolayı, Marksistler bu örgütten çıkmalıdır. İşçi Temsilcileri Konseyi yalnıza sendikal bir örgütlenme olarak var olabilir.’

Örneğin ‘Sovyet mi Parti mi?’ başlıklı makalesinde B. Radin İşçi Temsilcileri Konseyi (Sovyet) konusunda şu düşünceyi dile getiriyordu: ‘İşçi Temsilcileri Konseyi, proleteryanın sadece belirli eylemlerini yönetebilir. (...) ama sınıf politikasını yürütemez.(...) İşçi Temsilcileri Konseyi, partinin programını ve parti tarafında yönetilmeyi kabul etmelidir.’ Radin, İşçi Temsilcileri Konseyinin (Sovyetin) parti yerine geçmemesini ve Sovyet örgütlenmesinin partiye bağlı olmasını savundu.

Bolşevikler içinde Sovyet örgütlenmesinin önemini ilk kavrayan yine Lenin olmuştur. Lenin, Bolşevik örgütlenmesi içinde partisiz sınıf örgütlenmesi olan Sovyet tipi örgütlenme karşısında olumsuz tavır takınan eğilime karşı mücadele yürütür. O, işçi sınıfının kendiliğindenliğini göklere çıkaran eğilimlere karşı durduğu gibi, kendiliğindenciliği küçümseyen eğilimlere karşı durmuştur.

Bolşeviklerin çoğunluğu Parti mi Sovyet mi diye bir ikircikli soru sorarken, Lenin, Parti mi Sovyet mi şeklindeki soruyu yanlış bulur. Lenin, tartışmalara müdahale etmek için 1905 Kasım ayında Stockholm’den ‘Görevlerimiz ve İşçi Temsilcileri Konseyi’ başlıklı yazıyı gazetenin redaksiyonuna gönderir. Lenin, ‘dışardan’ yazan biri olarak Sovyet örgütlenmesi konusundaki görüşlerini dile getirir. Lenin yazının yayınlanmasını redaksiyona bırakır. Ama redaksiyon Lenin’in yazısını basmaz. Lenin’in makalesi ilk defa 1940 yılında yayınlanır. Lenin o yazıda şöyle yazıyordu:

’Yoldaş Radin’in sorunu İşçi Temsilcileri Sovyeti mi, yoksa Parti mi biçiminde koyması yanlıştır. Soru nasıl sorulursa sorulsun, cevabın şöyle olması gerekir:: Hem İşçi Temsilcileri Sovyeti, hem Parti. İşçi Temsilcileri Sovyetinin görevleriyle, partinin görevlerini birbirinden ayırmak ve bu görevlerin birbiriyle ilişkisini kurmak en acil konudur. Sovyet’in herhangi bir partiye tümüyle bağlanmasını önermek amaca uygun ve doğru değildir.’

İşçi sınıfının parti olmadan politik eylemler örgütleme yeteneğinde olduğunu bazı Bolşeviklere göstermek için Lenin şunları yazar:

‘İşçi Temsilcileri Sovyeti genel grev sırasında, greve bağlı olarak ve onun amaçları içinde doğdu. Grevi yöneten ve zafere ulaştıran kimdi? Tüm (Italik Lenin) proletarya! Bunlar arasında sosyal-demokrat olmayan işçiler de vardı. İyi ki bunlar azınlıktaydılar. Grevlerin amaçları nelerdi? Bunlar hem ekonomik, hem siyasal amaçlardı. Ekonomik amaçlar tüm proletaryayı, tüm işçileri, yalnızca ücretli işçileri değil, hatta kısmen bütün emekçileri ilgilendiriyordu. Siyasal amaçlar Rusya’nın tüm halkını, daha doğrusu tüm halklarını ilgilendiriyordu. (…) Proletarya ekonomik mücadeleyi sürdürmeli midir? Mutlaka. Bu konuda bir anlaşmazlık yoktur, olamaz da. Peki ama, bu mücadele yalnızca Sosyal Demokratlar tarafından ve yalnızca sosyal demokrat bayrak altında mı yürütülmelidir? Öyle olduğuna inanmıyorum‘

Lenin, parti örgütlenmesi ve işçi sınıfının kendiliğindenciliği konusunda ilk önceleri çubuğu oldukça sola bükmüştü. 1905 yılında yaşanan devrim deneylerinin ışığında iki konuda çubuğu düzeltecektir. Birincisi, partiyi geniş işçi yığınlarına açacaktır. Bu nedenle Lenin, gerçi ‘parti komite üyeleri’nin eleştiri oklarına hedef olacaktır. İkincisi, işçi sınıfının parti olmadan da siyasal amaçlar yönelik örgütler kurma yeteneğinde olduğunu teslim edecektir. Rusya’da yaşananlar şunu göstertiyor. Lenin, bir tarafta olguları bütünselliği içinde ele alarak tek-yanlı yaklaşımlara karşı dururken; öte tarafta, dogmatik tutumdan uzak durması, şemalardan hareket etmemesi, gerçekliği dikkate alarak gerektiğinde eski düşüncelerini aşabilmesidir.

Devam edecek.

-----------------------------------

(1)Hem Almanca bazı kitapları okumak zorunda kaldığımdan, hem bazı etkinliklerden hem de özel nedenlerden dolayı bu yazım biraz geç kaldı. Gecikme nedeniyle özür dilerim.
(2) Rusya’daki İşçi Temsilcileri Konseyleri (Sovyet)“nin ortaya çıkışı ve çeşitli partilerin Sovyetlere karşı tutumu konusunda bkz. Oskar Anweiler, Die Rätebewegung in Russland 1905-1921.
(3) Mendeleev, aktaran Oskar Anweiler, Die Rätebewegung in Russland 1905-1921, s. 95
(4) B. Radin, aktaran Oskar Anweiler, Die Rätebewegung in Russland 1905-1921, s. 96
(5) Lenin, Gesamt Werke X, s.4
(6) Lenin, Gesamt Werke X, s.5

25 Mayıs 2010 Salı

Hortlaklar


M.Şehmus Güzel

İkinci Dünya Savaşı bitiminde artık 'defterleri dürüldü', siyaset sahnesinden silinip süpürüldüler diye sevindiğimiz karagömlekliler ortadan kaybolmadılar. Almanya'dakiler 'arazi oldular', cinayetlerinin faturasını ödememek için masum rollerini oynayıp idarede, emniyet teşkilatında, şurada ve burada yine belli mevkileri ellerinde tuttular. Bu konuda elbette Almanya'yı işgal eden ABD askeri güçlerinin de birincil rolü oldu. Başabela nazilerden ABD'ye veya Güney Amerika'lara kadar kaçabilenlerin bir kısmını yine ABD gizli servisleri değişik işlerde kullandılar.

Almanya Federal Cumhuriyeti'nde 1949'dan 1963'e kadar başbakanlık yapan 'hıristiyan-demokrat' Adenauer sayesinde nazi ve katolik kilisesine yakın hergeleler devlet yönetiminde ciddi roller üstlendiler. Evet tarihi açıdan sembolik değeri son derece yüksek Nuremberg Mahkemesi ve orada yargılanan belli sayıdaki nazinin aşağılık, hain ve sefil yüzleri hafızalarımızda kaldı, ama bu aynı zamanda kirli ormanı saklamaya çalışan bir korkuluktu. Çünkü orada veya benzer mahkemelerde yargılanması gereken onbinlerce eli kanlı katil ellerini kollarını sallayarak dolaştılar, yediler, içtiler ve yeniden devlet kademelerinde görev alıp hainliklerini sürdürdüler. Almanya ve Avusturya siyasi tarihleri bu açıdan da irdelenmeli mutlaka.

Kurt Waldheim örneğinde görüldüğü gibi, Avusturya'dakilerden bir bölümü devlet yönetiminde karanlık noktalarda varlıklarını sürdürebildiler. Hatta adı geçen Birleşmiş Millet genel sekreterliği ve Avusturya'da cumhurbaşkanlığı görevlerine bile getirildi...

Evet naziler, faşitler, başabela ırkçılar kendilerini unutturmaya çalıştılar. Belli bir süre unutturdular da. Sonra dönem elverişli olunca 'deliklerinden' çıktılar ve birer hortlak, kanlı elleri kadife eldivenlerde saklı birer karagömlekli olarak yeniden siyaseti zehirlemeye koyuldular.

Almanya'da, Fransa'da, Avusturya'da, İtalya'da ve diğerlerinde. Yahudilere, Komünistlere, Romlara, bütün ötekilere, sünnetli herkese düşman ırkçılar artık 'Araplara', Türklere, Kürtlere, müslüman olan herkese, kendilerinden farklı olanlara, farklı giyinenlere sözlü ve kimi zaman fiziksel saldırılar düzenlediler ve bunu siyasetlerine alet ettiler. Korkak Avrupalıların korkularını oylarını artırmak için kullandılar. Bunun sonucunda, 1970'lerden ve hele 1980'lerden itibaren, bütün Avrupa'da, ırkçı, nazi, faşist partilerin bitleri kanlandı. Buyurun kararı birlikte verelim isterseniz:

Bugün İtalya Cumhuriyeti'nde, Slovakya Cumhuriyeti'nde ve İsviçre Konfederasyonu'nda ırkçı partiler iktidar ortağıdırlar. Hükümetlerde öyle sıradan filan değil önemli bakanlıkları bulunuyor.

İtalya'nın kuzeyinde oyların yarısına kadarını, kimi yerde yarısından çoğunu alan Lega Nord (Kuzey Birliği), iktidarı tamamen eline geçirirse bırakın 'yabancıları', İtalya'nın güneyinden gelmiş ve onyıllardır kuzeyde çalışan İtalyanları bile 'sınırdışı etmek' niyetinde (!) Bu parti aynı zamanda 'Padania'nın bağımsızlığı' için mücadele ettiğini duyuruyor. Kuzeyi 'kurtarınca' orada 'Padanya Cumhuriyeti' kuracak.

Irkçılar, Norveç Krallığı'nda, Hollanda Krallığı'nda, Sırbistan'da oyların yüzde 15'inden fazlasını alıyorlar. Avusturya, Macaristan, Bularistan'da yüzde 10 ile 15 arsında. Fansa, Finlandiya, İngiltere, Romanya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Yunanistan'da yüzde 5 ile 10 arsında. İsveç, Almanya, Polonya, Çek Cumhurieti'nde yüzde 1 ile 5 arasında. İspanya, Portekiz, İrlanda, Estonya, Arnavutluk, Litvanya'da yüzde 1'den az oranında.

İşte ırkçı partilerin siyaset yelpazesindeki yeri bu. Fransa'da 2002 cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci turuna bu ülke tarihinde ilk kez ırkçı bir adayın katıldığını da anımsamalıyız. Fransa'da seçim sisteminde nisbi temsile geçilirse ırkçı parti Millet Meclisi'ne yirmi-otuz milletvekili seçtirebilir. Irkçılarla mücadele edenler de var elbette. Bu konuda şu iki kitabıma bakılabilir: Fransa'da Aşırı Sağ ve Irkçılık (Belge, İstanbul, 1995), Fransa Seçimlerinde Le Pen Lekesi (Odak Kitap, İstanbul, 2002).

----------------------

Günlük Gazetesi
http://www.gunlukgazetesi.net/haber.asp?haberid=93925

16 Mayıs 2010 Pazar

KAYIPLAR HAFTASI

Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

SAKIN UNUTMAYIN

“Birden radyolar sustu…
Siren seslerinin
Postal seslerine karıştığı,
Karartmalı bir eylül akşamı,
O çılgın delikanlılar sır oldular…

Tanklar ayak izlerini sildi
Yıkıldı barikatlar.
Dağlar düz oldu
Nehirler kan kızıl
Stadyumlar hapishane avlusu…

Hüzne boyandı Ankara,
hüzne boyandı Diyar−ı Bekir.
Sokaklar öksüz kaldı,
Bakışlar soldu pencerelerde…”[
1]

“Benim bir kere arkadaşımı öldürdüler. Ben artık bir daha iflah olmam. Gittiğimde yerde yatıyordu. Kanı kaldırım taşlarına sızıyordu. Demek dedim o gün: Türkiye’de milyonlarca insanın aslında göğüs kafesi ağır ve ağrılı yarılmış, ciğerlerinin arasından bir kan karanfil sızmış. Meğer arkadaşı, çocuğu, annesi, babası, sevdalısı kaybedilince insanın, acısı hiç geçmezmiş. Öyleyse bunca insan, bunca sevgili, anne, baba, kardeş, oğul, arkadaş, dost... Eğer hepsinin göğüs kafesi böyle sızılı aralıksa, nasıl yaşıyor bu ülke?”[2] 17 bin faili meçhulle. Binlerce kayıpla.

Onlar, kayıplar birer rakam değil. Onlar sizin bizim gibi insan. Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni, gayrı−müslim. Onlar bizim insanlarımız. Annemiz babamız kardeşimiz, çocuklarımız, sevdalımız. Öyleyse Nasıl yaşıyor bu ülke kaybolmuş evlatlarıyla.

Son kayıplardan Tolga Baykal Ceylan’ın annesi Kadriye ceylan: Gözyaşı pınarlarım kurumak üzere. Oğlumu bulun bana diye haykırıyor. Hiç olmazsa mezarını. Son gözyaşımı dökeyim yattığı toprağa. Kızıl karanfiller açsın üzerinde.

Ebubekir Deniz’in çocukları:
Bir akşamüzeri aldılar babamızı görevliler. Bir daha da getirmediler geriye diyorlar. Yıllarca her kapı çalışında heyecanla koştuk. Bize şeker getiren, kucağına alan babamızı bekledik. Ne babamız geldi. Ne katiler yargılandı. Ne mezarı bulundu babamızın.

Serdar Danış’ın annesi, oğlumun kemiklerini istiyorum diye haykırıyor. O tertemiz kemikleri okşayacağım. Ellerimle gömeceğim. Sonra da papatya ekeceğim üzerine. Oğlumun çok sevdiği papatyalardan…

Orhan Cingöz’ün annesi: Oğlumu getirip bana versinler. Yıllardır başlarına ne geldiğini bile bilmeden yaşamak bizim için çok zor. Çocuklarımızı geri versinler. Bazen oğlumun çıkıp geleceğini, ondan bir haber alacağımı düşünüyorum. Bazen de tamamen umudumu yitiriyorum. Oğlumun diri veya ölü bulunmasını istiyorum. Başka da istediğim bir şey yok'

Veysel Güney’in annesi: ’Alacağın olsun bezirgân başı’ diyor. ‘Oğlumu astın sonra da mezarını kaybettin.’ Alacağın olsun darağacı. Kırk canlı oğlan doğuruyor kocasını astığın kadınlar.
Bir başka kayıp devrimcinin eşi: ‘İki ellerim yakalarında’ diyor ‘katillerin’. ‘Hayatımın sonuna kadar onun izini süreceğim. Hem katillerini arayacağım. Hem mezarını, hem de onun Barış düşünü, sınıfsız, sınırsız bir dünya ütopyasını yaşatacağım. Hep beraber yaşatacağız.’

Cumartesi anneleri, yani bizim annelerimiz, çocuklarını istiyor.

İstanbul kapatıyor elleriyle yüzünü utanç içinde.

Ankara utanç içinde kapatıyor yüzünü.

Diyar-ı Bekir, ‘Edi Bese’ diyor. Edi Bese. Artık yeter.

Katiller geziyorlar içimizde refah içinde.

Sırtında ağır bir ayıpla yaşıyor bu ülke.

Hasan ocak, Ebubekir Deniz, Serdar Danış, Orhan Cingöz, Tolga Ceylan, Fehmi Tosun, Hüseyin Toraman, Lütfiye kaçar, Ali Efeoğlu… ve diğerleri…

Bu isimler, 12 Eylül darbesinden sonra, onyıllar süren karanlık dönem boyunca kaybedilen gençlere aitler.

Sakın unutmayın!..Sakın unutmayın!…

Adil Okay
http://www.adilokay.com/


Not: Metin hazırlanırken Ece Temelkuran’ın ‘21 Dakika’ başlıklı yazısından yararlanılmıştır.

*** *** ***

KARANLIĞIN İÇİNDE AYDINLIK YÜZLER− ÖLÜLERİMİZ KONUŞUYOR’[3]
ADLI OYUNDAN ‘KAYIPLAR BÖLÜMÜ’


(OYUNCULAR YAN YANA, YARIM DAİRE BİÇİMİNDE, SEYİRCİLERE DOĞRU DİZİLMİŞLERDİR. KARARLI BİR YÜZ İFADESİYLE VE HAREKETSİZ DURUMDA GÖRÜNÜRLER.)

I. SES ERKEK

“Birden radyolar sustu…
Siren seslerinin
Postal seslerine karıştığı,
Karartmalı bir eylül akşamı,
O çılgın delikanlılar sır oldular…

Tanklar ayak izlerini sildi
Yıkıldı barikatlar.
Dağlar düz oldu
Nehirler kan kızıl
Stadyumlar hapishane avlusu…
Hüzne boyandı Ankara,
Hüzne boyandı Diyar−ı Bekir.
Sokaklar öksüz kaldı,
Bakışlar soldu pencerelerde…”[
4]

I. SES KADIN
[5] − Benim bir kere arkadaşımı öldürdüler, artık bir daha iflah olmam. Gittiğimde yerde yatıyordu. Kanı kaldırım taşlarına sızıyordu. Ben onu gördüm ya, ben artık başkasıyım. ‘Meğer’ demiştim, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de arkadaşlarını kaybedenler böyle hissetmiş… Demek Türkiye’de milyonlarca insanın aslında göğüs kafesi ağır ve ağrılı yarılmış, çatır çatır açılmış kemikleri acıyla, ciğerlerinin arasından bir kan karanfil sızmış. Meğer arkadaşı öldürülünce insanın acısı hiç geçmezmiş. Öyleyse bunca insan, bunca sevgili, anne, baba, kardeş, oğul, arkadaş, dost... Eğer hepsinin göğüs kafesi böyle sızılı aralıksa, nasıl yaşıyor bu ülke?

I.SES ERKEK
− (Müzik yavaşlar. Konuşma seyirciye doğru yapılır) Ya kayıplar. Ya kayıplar. Onlar size ne ifade ediyor. Bir gece vakti ya da sabaha karşı evinden alınıp kaybedilenler. Ölü bedenleri bile bulunamayanlar.

II. SES KADIN − Onlar birer rakam değil. Onlar sizin bizim gibi insan. Türk, Kürt, Arap, Alevi, Sünni, Gayrı Müslim. Onlar bizim insanlarımız. Annemiz, babamız, kardeşimiz, çocuklarımız, sevdalımız.

I. SES ERKEK
– Nasıl yaşıyor bu ülke, kaybolmuş evlatlarıyla.

SESLER KORO HALİNDE− Nasıl yaşıyor bu ülke, kaybolmuş evlatlarıyla.

(KISA BİR SESSİZLİK OLUR. MÜZİK HIZLANIR. OYUNCULARIN BAŞLARI EĞİKTİR. KONUŞMAYA BAŞLAYAN BAŞINI KALDIRIR. MÜZİK YAVAŞLAR.)

III. SES KADIN – Kayıplardan Tolga Baykal Ceylan’ın annesi Kadriye Ceylan: Gözyaşı pınarlarım kurumak üzere. Oğlumu bulun bana diye haykırıyor. Hiç olmazsa mezarını. Son gözyaşımı dökeyim yattığı toprağa. Kızıl karanfiller açsın üzerinde.

III. SES ERKEK − Ebubekir Deniz’in çocukları: Bir akşam üzeri aldılar babamızı görevliler. Bir daha da getirmediler geriye diyorlar. Yıllarca her kapı çalışında heyecanla koştuk. Bize şeker getiren, kucağına alan babamızı bekledik. Ne babamız geldi. Ne katiler yargılandı. Ne mezarı bulundu babamızın.
I. SES KADIN − Serdar Danış’ın annesi, oğlumun kemiklerini istiyorum diye haykırıyor. O tertemiz kemikleri okşayacağım. Ellerimle gömeceğim. Sonra da papatya ekeceğim üzerine. Oğlumun çok sevdiği papatyalardan…

II. SES KADIN − Orhan Cingöz’ün babası: Oğlumu getirip bana versinler. Yıllardır başlarına ne geldiğini bile bilmeden yaşamak bizim için çok zor. Oğlumun diri veya ölü bulunmasını istiyorum. Başka da istediğim bir şey yok'.

III. SES KADIN
− Bir başka kayıp devrimcinin eşi: ‘İki ellerim yakalarında katillerin’ diyor. ‘Hayatımın sonuna kadar onun izini süreceğim. Hem katillerini arayacağım, Hem mezarını, hem de onun barış düşünü, sınıfsız, sınırsız bir dünya ütopyasını yaşatacağım.’

I. SES KADIN − Cumartesi anneleri çocuklarını istiyor. İstanbul kapatıyor elleriyle yüzünü utanç içinde. Ankara utanç içinde kapatıyor yüzünü. Diyar-ı Bekir Edi Bese diyor. Edi Bese. Artık yeter.

I. SES ERKEK − Katiller geziyorlar içimizde refah içinde. Sırtında ağır bir ayıpla yaşıyor bu ülke.

II. SES ERKEK − Kaçırıldıktan sonra katledilip cesedi bulunan kayıp sadece Hasan Ocak değildi. Ayşenur Şimşek. Bülent Kaya. Abdullah Eren. Sabri Doğan. Vedat Aydın. Metin Can. Hasan Kaya, Lütfiye Kaçar, Düzgün Tekin, Ali Efeoğlu, Ayhan Efeoğlu, Neslihan Uslu bunlardan bazıları.

(KISA BİR SESSİZLİK OLUR. MÜZİK HIZLANIR. OYUNCULARIN BAŞLARI EĞİKTİR. KONUŞMAYA BAŞLAYAN BAŞINI KALDIRIR. MÜZİK YAVAŞLAR.)

II. SES KADIN
− Ya cesetleri bile bulunamayanlar.

I.SES ERKEK
– Ya diğerleri…

II. SES KADIN − Bu isimler ve isimlerini okumakla bitiremeyeceğimiz diğer kayıplar, 12 Eylül darbesinden sonra, on yıllar süren karanlık dönem boyunca kaybedilen gençlere aitler… Sakın unutmayın!

SESLER KORO HALİNDE
− Sakın unutmayın…

OYUN BİR AĞITLA (MARŞ −TÜRKÜ) BİTER.

-----------------

[1] Adil Okay. Şiir. 25. Saat. Ütopya yayınları.
[2] Ece Temelkuran. 21 dakika. 12 Eylül 2008. Milliyet.
[3] ‘Adil okay. Karanlığın içinde aydınlık yüzler− Ölülerimiz konuşuyor. Oyun iki perde. Ütopya y. Ankara. 2010.
[4] Adil Okay. Şiir. 25. Saat. Ütopya yayınları.
[5] Ece Temelkuran’ın yazısından alınmıştır.

----------------
http://www.adilokay.com/

13 Mayıs 2010 Perşembe

EŞEK’TEN UTANMAYANLAR!



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Eskiden eşeğe ters bindirme cezası vardı. Hırsızlık ya da yolsuzluk yapanlar eşeğe ters bindirilir ve hatta yüzleri siyaha da boyanırdı. Derler ki valiler (o dönemin yöneticileri) hırsızlık, talan, soygun, yolsuzluk gibi suçlara bulaşanları-buna şehir meclisinin seçkin üyeleri de dâhil-yüzlerini siyaha boyatıp, eşeğe ters bindirerek şehirde dolaştırırdı. Böylece rezil rüsva edilen seçkin insan sokağa çıkamaz ve meslek hayatı biterdi. AB’ye girmeye çalıştığımız bu yollarda modern hukukla filan uğraşacağımıza bu tip hukukları bulup getirmek bize daha çok yakışır(dı)! Biz ne anlarız ayıp, günah, haram, insan hakları, adalet, hak, hukuktan? Bizi eşeğe ters bindirip gezdirin, belki de kendimizi-nostaljik(!)-bir turistik gezide sanırız, değil mi ya(!)

Geçen gün Rıdvan, “Abi, nedir bu eşeğe ters bindirme hikâyesi?” dedi. “Ne yapacaksın Rıdvan?” dedim. “Belki Gırgır’da hikâye ederiz!” diye yanıtladı. Dinle dedim o halde: “Eskiden Musul’da devlet kaynaklı bir yolsuzluk çetesi oluştu. Çetenin lideri-şehir meclisinin üyesi de olan-Hacı Ahmet adında biridir. Bu ekâbire babası daha önce sabun sattığı için Sabuncu Paşa-demek paşa da yapılmış!-derlerdi. Tüm komşularının topraklarını istediği fiyata satmalarını zorlayarak da büyük bir mülk sahibi olmuştu. Zaten toprağını satmayanları bir yolunu bularak (yargıçlara bahşiş vererek) hapishaneye attırmayı bulmuştu. Bu kodamanın hayatının-tıpkı bizim zenginlerimiz, siyasetçilerimiz gibi-inişli çıkışlı dönemleri olmuştu. Halkın parsını cebine atmayı düşünen vali-kendisine ayırmayı düşündüğü-bazı fonlara Sabuncu Paşa’nın el koyduğunu fark edince deli divaneye döndü. Bu şöhretli meclis üyesi eşeğe ters bindirildi-üstelik yüzü de siyaha boyandı-ve şehirde dolaştırıldı. Vali öyle çok kızmıştı ki-çünkü paracıkları tırtıklanmıştı-Sabuncu Paşa’ya kallavi bir darbe daha vurdu. Şehir turundan sonra (Sen benle dalga geç Rıdvan!) Paşa geceyi geçirmek üzere (Sakın benden beş yıldızlı otel bekleme Rıdvan!) Hükümet Sarayı’nın lağım çukuruna konuldu. Böylesi bir ceza en kral adamın mesleğini, geleceğini bitirirdi ama Sabuncu’nun bazı alışılmadık yetenekleri vardı ve çok geçmeden hile-rüşvet onu yeniden bir numara yaptı.”

Türkiye’deki “kurnaz adam” düzeni hukuk uygulamaları, anayasa-yasa düzenlemeleri kamunun parasını, malını devlet desteğiyle ele geçirenlere hesap soramamıştır. Bu yolsuzluk, hırsızlık, kayırmacılık serbestîsi ırkçılık, dincilik bağlamlarında da sorgulanmamıştır. Eşeğe ters bindirmeler olmadığı gibi, hırsızlar, faşistler ve zorbalar garibanları (ezilenleri) eşeğe ters bindirmeye çalışmışlardır. Rezil edilenler garip yoksullar ve kimsesizlerdir. Hafızanızı bir yoklayın; Cemaller, Celaller, Kenanlar, Tayyipler, Abdullahlar, Bülentler, Tansular, Mesutlar, İlkerler, Turgutlar, Aliler, Veliler, Alpaslanlar, Necmettinler, Süleymanlar, Osmanlar, Ağalar, Beyler hiç eşeğe ters bindirildiler mi? (Bakın kendi adımı da yazdım. Kimse bu isimlerden başka çıkarımlar çıkarmasın!) Başbakan Tayyip Erdoğan ve mizah ustası Aziz Nesin’den esinlenmeyle (veya uyarlamayla) bir cümle de biz diyelim: Ey yavrucuklar! Eşeğe ters bindirmede muhtaç olduğun kudret ırkçı, dinci, faşist, kurnaz kafanda mevcuttur!

10 Mayıs 2010 Pazartesi

İttihatçıların soykırım refleksleri



N. Nadi Çelik

İttihatçıların 20. yy başında gerçekleştirdikleri Ermeni soykırımı kendisinden sonraki Nazilerin yahudi soykırımına hem örnek teşkil etti hemde Naziler için bir cesaret kaynağı oldu. Ancak ermeni soykırımını yahudi soykırımdan ayıran en temel özelliklerinden bir tanesi onun kesintisizliğidir. Demek istediğim şu ki, ermeni soykırımı 1914’de başlayıp 1916 yada 1923 te biten bir süreç olmaktan ziyade öncül ve artçıllarıyla birlikte kesintisiz olarak bir yüzyıla yayılmış olmasıdır. 1915’teki büyük felaketin daha sonraki yıllarda aynı şiddette tekerrür etmemiş olması ittihatçıların soykırım politikasından vazgeçtiği anlamından ziyade ermenilerin toplu bir kıyıma uğrayacak nufustan olmalarıydı. Yalın bir ifadeyle toplu olarak imha edilecek ermeninin olmayışıdı. Nitekim büyük felaket ten sonra ki yıllarda merkezi otoritenin soykırım politikası ekonomik-kültürel alanda bütün hızıyla, psikojik savaş eşliğinde (1915 yılında Harput'ta duvarlara asılan duyuru) sürdürüldü. Bu süreç, 19 Ocak’ta ermeni aydını Hırant Dink’e sıkılan kurşunla duraklamıştır. Bu nedenle bu kurşunu ‘’son kurşun’’ olarak adlandırmak yerinde olacaktır.

Bu yazıda 1915’teki büyük felaket ile ilgili ittihatçı refleksler ele alacağımdan sürecin kesintisiz özelliği ile ilgili bahsi başlı başına bir yazıda konu edeceğimden burada noktalıyorum.

İttihatçıların tüm refleksleri sanıldığı gibi bir milleti değil, yalnızca kendilerini temize çıkartmayı hedefliyor. Tüm inkarları ve yalanları bu amaca yöneliktir ve kendilerini temize çıkarmak için gerektiğinde soykırım suçunu halkın üstüne yıkmak gibi ahlaksız yada ahlak dışı refleksler sergilemekten çekinmediler.

İttihatçıların reflekslerini aşağıdaki noktalar altında toplamak mümkündür:

1-s uçu bütünüyle inkar etmek

2 -suçu basite indirgemek

3 -basite indirgenen suçtan halkı (yada kendi deyimleriyle ‚‘baldırı çıplaklar‘ ı ) sorumlu tutup böylece ittihatçı çeteyi temize çıkarmak.

Soykırım politikasının kesintisizliği doğal olarak İttihatçıların süreçle ilişkin söyledikleri yalanlarında kesintisiz olarak sürdürülmesini zorunlu kılıyordu.

İttihatçıların soykırımın hemen akabinde yaptıkları savunma yada açıklama biçimi şöyleydi: ‘’..Ama onlarda rahat durmuyorlardı...’’ ‘’Bizi sırtımızdan vurmaya çalıştılar..’’ ‘’ ...isyanlar çıkartıyorlardı..’’

Gerçekten iddia edildiği gibi o dönemde kapsamlı bir ermeni isyanı sözkonusu muydu? Bu soruya cevap verirken, osmanlının, bırakalım bir halkı, herhangi bireyin insani talebini dahi isyan olarak tellaki edip, ağır bir şekilde cezalandırdığını hatırlamak gerekir. Kaldı ki, kapsamlı bir isyan sözkonusu olsa bile bu ermenilerin soykırıma uğramış olmalarını ne haklı nede meşru kılar.

Açıktır ki, ermeni halkının da Osmanlı’nın egemenliğine karşı bağımsızlık mücadelesi veren diğer halklar gibi bir mücadele sürdürmüş olması yada en azından böyle bir eğilime sahip olmasından daha doğal ve haklı bir durum olamazdı.

İttihatçılar daha sonraki yıllarda toplumsal bilincin gelişim seviyesinin bu tür açıklamaları tatmin etmediğini fark etmiş olacaklarki daha farklı yalanlar temelinde açıklama modelleri inşa etme ihtiyacı duydular.

İttihatçıların ermenilerin fiziksel olarak toptan yok edilişi ile ilişkin daha sonraki yada günümüzdeki açıklama biçimi iki bölümden ibaretti; Birincisi, önce suçu basite indirgemek

İkincisi, hemen ardından, basite indirgenen bu suçu halka yükliyerek kendilerini dünya kamuoyunda temize çıkartmak.

Şöyleki, ittihatçılara göre aslında ortada iddia edildiği yüzbinlerce ermenin katli sözkonusu değildi. Yani, iddia edildiği gibi merkezi otorite tarafından önceden planlanmış ermeni vatandaşların kökünü kurutma gibi bir durum sözkonu değildi. Aksi iddia Türkiye üzerinde hesapları olan uluslararası karanlık odakların dayanaksız iddialarıydı. Savaş ortamında güvenlik gereği alınmış tehcir kararı vardı. Ancak , bir takım eşkiyalar yada kent haydutları güvenlik boşluklarından istifade ederek yaptıkları saldırılar ve yağmalar sonucu meydana gelen çatışmalarda hayatını kaybeden ermeniler sözkonusuydu ki zaten bunların sayılarıda öyle yüzbinler değil 30-35 bin kişiydi. Ancak İttihatçılarkendilerini bütünüyle temize çıkartmanın pekte inandırıcı olmayacağını düşünmüş olmalılarki, ’’ …tabii ki, bu eşkiya ve kent haydutlarının yanısıra birde bazı bölgelerde ki, yöneticilerin tedbirsizliğide eklenince…’’ diye bir ifade eklemeyide ihtmal etmiyorlardı. Yabancı devletlerin arşivlerinde bulunan kamyonlar dolusu belgeler onları pek te ilgilendirmiyordu. Önemli olan iç kamuoyunu bu yalanlara inandırmaktı. Onların sorunu soykırıma direk şahit olan kuşağı ikna etmek değildi. Gelecek kuşakları bu yalanlara inandırmaktı. Bunda da pek başarısız oldukları söylenemezdi. Zaten bu yalanların sorgulanması yasaktı. Herkesin bu yalanlara inanması ve tekrarlaması gibi bir kaide oluşturulmuştu.

Küresel gelişmelerin İttihatçıların ördüğü kalın duvarları yıkması, dış dünyayla her alanda ilişkilerin gelişmesi çok doğal olarak resmi tarihe inanmış yada inandırılmış aydınlarıda bu yalanların yeniden ele alınıp sorgulanması fırsatını yaratmış oldu ki, buna da ittihatçılar tamamen hazırlıksızdılar. İletişim ve bilgi teknolojisindeki devasa gelişmeler aynı zamanda ittihatçıların yalanlarının temeline konulmuş birer dinamit rolündeydiler. Onların bir yüzyıla yakındır vatandaşlara ermeni konusunda nasıl düşünmeleri gerektiği doğrultusundaki emirleri artık pratikte bir anlam taşımıyor.

Varılan bugün ki noktada bay İttihatçıların artık günün koşullarına göre yeni yalanlar üretmek yada mevcut yalanları revize ederek piyasaya sürmekte bir hayli sıkıntı yaşadıkları anlaşılıyor. Bu durumu ’’yalan üretiminde başgösteren derin kriz’’ adlandırmak gerekir.

Yeri gelmişken, ittihatçıların travmalarına değinmek istiyorum. Şöyle ki, ittihatçıların kesintisiz yalanlarının yanısıra kesintisiz travmaları vardı. Bu travmaların en başlıcası misyonerlerle ilgiliydi. Ve konuyu da bir sonraki makalemde ele alacağım.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

YERYÜZÜNÜ AŞKIN YÜZÜ YAPMAK İÇİN YAZAN ŞAİR: ADNAN YÜCEL



Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


Bu gün şair Adnan Yücel’i anmak için yapılan etkinliğe katılmanın benim için onur olduğunu belirtmek istiyorum. Adnan Yücel, sevdiğim saydığım bir şair olmasının yanı sıra babam şair Süleyman Okay’ın arkadaşıydı. Etkinliği düzenleyenlere teşekkür ediyorum. Ayrıca mekanın yani Çukurova Üniversitesinin de benim için ayrı bir önemi var. Bir zamanlar ben de bu üniversitenin öğrencisiydim. 1980 yılında son sınıfta iken, 12 Eylül karanlığı yüzbinlerce insan gibi beni de vurdu. Ve sürgün yıllarım başladı. Aradan geçen çeyrek yüzyıl sonra bir zamanlar öğrencisi olduğum Çukurova Üniversitesinde konuşma yapmak benim için anlamlı.

Adnan Yücel benim şiir serüvenimde yol göstericim olmuştur. Şiirden uzaklaşıp düz yazıya yöneldiğimde de Adnan Yücel’in şiirleri benimle birlikteydi. En son hazırladığım, ‘Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler− Ölülerimiz Konuşuyor’ adlı 15 kentte sahneye konulan tiyatro oyunumda, Adnan Yücel’in şiirlerinden alıntılar yapmıştım. Sözünü ettiğim iki perdelik oyunun en etkili sahnelerinden bir olarak değerlendirilen Diyarbakır zindanları bölümünü, Adnan Yücel’in ‘Ateşin ve güneşin Çocukları’ adlı destanından aldığım dört kıta sayesinde kurguladığını söyleyebilirim. Birçok yazarın, şairin, aydının, sinemacının sustuğu, korktuğu bir dönemde, onun Diyarbakır zindanlarında yapılan katliamlara karşı sesini ve şiirini yükseltmesi ayrıca takdire şayandır.

Adnan Yücel’i, öncelikle yazar Müslüm Kabadayı’nın yaptığı gibi "Aşkın ve Başkaldırının Şairi" olarak tanımlamak istiyorum. Zira Onun “şiirlerinde görülen ortak izleklerin başında emek, mücadele, zafer, özgürlük, üretkenlik, aşk, doğa, insan ilişkilerindeki savrulma, sevgiliyle doğallığı arayış ve doğaya dönüş görülür.” Keza Adnan Yücel de bu saptamayı doğrular: "Bence şiirin temelini çocuk, çiçek, müzik, aşk, dostluk, kavga oluşturur."

Adnan Yücel’in poetikasını anlamak için Toplumcu Gerçekçi şiire değinmek gerekiyor.

Toplumcu gerçekçi şiir, Nazım’dan sonra da var oldu. Farklı biçim ve yapı özellikleriyle Attila İlhan’dan Ahmet Arif’e, Arif Damar’dan Rıfat Ilgaz’a, Ataol Behramoğlundan Süleyman Okay’a yenilikler buldu. Ortak noktaları toplumsal konuları merkeze almalarıydı. Eleştirel Gerçeklikten en önemli farkı ise sadece gerçeklere işaret etmekle yetinmeyip aynı zamanda bir umut, bir ütopya sunmasıydı. Bir programa sahipti. Ancak onlar da biçemde arayışlarını sürdürüp kendi üsluplarını yaratmaya çalıştılar. Toplumcu gerçekçi şairler Türkiye’de bir dönem kendilerini yalnız hissettiler. Baskı yıllarının sonucu olarak değerlendirebiliriz bu yalnızlık duygusunun nedenini. İşte, Mahmut Temizyürek’in ifadesiyle, “Adnan Yücel şiiri bu ‘yalnızlıkta’ belirir. Adnan Yücel, toplumcu gerçekçi şiiri, bırakılan yerde, yeniden diriltmiş bir şairdir. Yapıtlarının zihinsel ve poetik iç tutarlığı o denli güçlüdür ki, ilk kitabından sonuncusuna, aynı temaların yeniden, yeni bir esinle, gürleye coşa, inleye şahlana canlandığını görürüz.”
Adnan Yücel’in çoğu şiirinde ağıt teması görülür. Ancak bu ağıt bir teslim oluşa neden olmaz tersine öfke ve isyanla iç içedir,

“Ben kimim bu saatte Behçet’siz sularda / Çılgınlığa mendil sallayan kişiliğim / Aşkım ve kavgam nedir buralarda”.
“Ey yağmurun yakasına sarılan toprak / Güneşi köpüklerinden güldüren ırmak / Amansız sarılara bırakmak yok ölümü / Bezgin yakarışlara bırakmak yok /Sular da değişiyor - taş ve toprak da / Ölüm de değişiyor ölümün anlamı da”.


Adnan Yücel yerel olduğu kadar evrensel bir şairdir. Beslendiği damar Mayakovski’ye oradan Sandor Petöfi’ye, Atila Jozef’e ve Pablo Neruda’ya kadar uzanir. Ezilenlerin safında yer almak çabası sadece yaşadığı ülke sınırları içinde yer almaz. O tüm dünya halklarının sorunları üzerine kafa yorar ve yazar. Başta da değindiğim gibi “Acının dokunaklı diliyle, toplumsal inançlarının tutarlı sürdürücüsü olmak arasındaki o çatışmalı ince çizgide zarif biçimde durmayı bilmiş bir şairdir Adnan Yücel. Bir yanı, bir yanı Neruda’yı çağrıştırır. Adnan Yücel’deki şair benlik, doğru bulduğu bir düşüncenin, belirli bir yaşamın uğruna kavga vermek üzere yaşamını, estetiğini, duygularını oluşturmuş, bu eksende giderken yol boyu savaşta bir benliktir. Şiiri, yerel-evrensel bağla örülmüş duyarlılık içinde güncellik kazanmıştır. Ülkesinde yaşanan her toplumsal acıya açık bir duyarlılık olduğu gibi, bunların küresel anlamlarını da iyi bilen bir bilincin sancılarını yazmıştır. Buna karşın, acının şairi denemez ona. Şiirinde acı, umudun nedeni gibidir.” (Mahmut Temizyürek)

Adnan Yücel Şiirinde çok güçlü bir diyalektik kurgu gözlenir.

"Ben yine sevinçten ve coşkudan yana/ Bildikleri gibiyim dostların/ İki çiçek büyütüyorum/ Yaz göğünü kucaklayan penceremde/ Bir gürültülü kokusuyla fesleğen/ Bir de haykıran moruyla menekşe/ Suladıkça diyorlar ki bana sessizce/ Aşkı tutsak edersen cüzdanlara çeklere/ Suların ışıklı türküsünü/ Bir daha taşıyamazsın çiçeklere"

Şair Adnan Yücel ile devrimci Adnan Yücel arasındaki bağ hiç kopmadı. O yaşadığı sürece şair kimliğini devrimci kimliğine zarif biçimde bağladı. İki kimlik birbirini besledi ve doğruladı. Hayatın her alanında hem öğretmen hem öğrenciydi. Kimilerinin söylediği gibi ‘Toplumcu gerçekçi’ akım onu slogan sanata, yüzeysel şiirlere yöneltmedi. Tersine toplumculuğu eksenine alarak estetik olarak güçlü şiirler yazılabileceğini gösterdi. Ne kavgadan koptu ne de aşktan.

"Aşksız ve paramparçaydı yaşam / Bir inancın yüceliğinde buldum seni
Bir kavganın güzelliğinde sevdim / Bitmedi daha sürüyor o kavga Ve sürecek/
Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek
Düşlerin sonsuza koştuğu yerde / Sabrın çiçeklerini açtığı yerde
Asla kapanmaz yaşanan defter / Çünkü tarihin en güzel yerinde /
Son sözü hep direnenler söyler"

Ben de son söz olarak "yeryüzü aşkın yüzü olana dek Adnan Yücel’in şiiri yaşayacak..." diyorum.

6 Mayıs 2010

http://www.adilokay.com/
http://adilokay.com/haber_detay.asp?haberID=254

5 Mayıs 2010 Çarşamba

“ÇAĞDAŞ EĞİTİM” YALANI


Mustafa Elveren (Em.öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Türkiye’de tek tip insan yetiştirmeyi hedefleyen ırkçı ve gerici eğitim sistemi çağımızda hala varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu güne kadarki tüm etkili ve yetkili devlet kadroları tarafından bize “Çağdaş Eğitim” olarak lanse edilmektedir. Dolayısıyla, “Eğitim sistemimiz geriye gidiyor” diyenlere hayret ediyorum. Olmayan bir şey geriye nasıl gider?

Söz konusu “Çağdaş Eğitim Sistemi”nin uygulandığı kurumda ben de çalıştım. O nedenle buradaki çarkın nasıl döndüğünü az-çok bilirim. Bu çarkın dişlileri arasında ne yazık ki şiddet kültürü üretilmektedir. Ülkemizde her gün meydana gelen çok sayıdaki şiddet olaylarının en önemli nedenlerinden biri de bu “Çağdaş Eğitim”den kaynaklandığını söylemek abartılı olmaz.

Bu sistemde “millet devlet için vardır” mantığı hakimdir. Bu mantığın gereği olarak kendisi dışındaki herkesi düşman görmektedir. Dolayısıyla, varlığını ölme ve öldürme gibi bir şiddet kültürü üzerine inşa ediyor. Böylece, okulun koridorlarında ve sınıflarında eli sopalı öğretmenlerden (ben de dahil) geçilmiyordu.

Her sınıfın seviyesine göre; eğer öğrenci Onuncu Yıl Marşı’nı, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni, İstiklal Marşı’nı ezberlemiş, şehit, bayrak, vatan, ezan, millet gibi kavramları milliyetçi bir duyguyla anlatabiliyor ve öğretmenin karşısında asker duruşu gösterebiliyorsa, öğretmenin nezdinde en iyi öğrencidir. İşte bu sistem bize “Çağdaş Eğitim” olarak sunuldu.

Her on yılda bir yapılan askeri darbelerle halka ve aydınlara uygulanan şiddet ile korkunç idamlar da bu sözde “çağdaş Eğitim Sistemi”nin tornasından çıkan ürünlerdir.

Önümüzdeki 6 Mayıs Perşembe günü Denizlerin idam edilişlerinin 38. Yıl dönümüdür. Ne yazık ki, bu “çağdaş eğitim” sistemi yalanları sonucunda üç fidanımız darağacında acımasızca asıldılar. Hayatımız darbelerle ve şiddetle geçtiğini söyleyebiliriz.

Demokratik cumhuriyet olmayınca, demokratik eğitimden bahsetmek zaten mümkün değildir.

Öğrenciliğim süresince sıkça karşılaştığım ve öğretmenliğim döneminde de çokça yaşadığım olaylardan bir tanesini siz okuyucularla paylaşmak istiyorum.

Bilindiği üzere, okullarımızda bayramlarda, hafta başında ve hafta sonunda yani her Pazartesi günü sabah ve her Cuma günü mesai bitiminde bayrak töreni yapılmaktadır. 90’lı yıllarda Elazığ’da bir İlköğretim okulunda görev yapmaktayken, bayrak töreninde İstiklal Marşı okunduğu sırada bir öğrenci önündeki arkadaşını dürtüklemiş ve arkadaşı da aniden ses çıkarmıştı. Tören bitiminde okul müdürü tarafından bu iki öğrenci tüm okulun öğrencileri ve öğretmenlerinin gözü önünde tekme-tokat dövüldüler. Öğrencilerin daha fazla dövülmemesi için bazı öğretmen arkadaşlarımız müdüre müdahale etmek zorunda kaldılar.

Bu olay üzerine ben de müdüre; İlköğretim çağındaki çocukların psikolojisi bu tür şakalara müsait olduğunu, bunun abartılmaması gerektiğini söyledim. Bunun üzerine müdürün yanıtı dövme olayından daha vahimdi. “vatan hainlerini bu okulda barındırmam” tepkili sözleri hala kulaklarımda çınlanıyor.

İşte bu sistem; “çağdaş Eğitim” yalanı ile fidan gibi gençlerimizi idam sehpalarına gönderen hukukçuları, kendi öğrencisini “vatan haini-düşman” olarak gören öğretmenleri, “Vurucu Kobra” tipli yöneticileri ve “bebekten katiller”i üretmeye hala devam ediyor.

Web: http://www.gomanweb.com/