22 Şubat 2008 Cuma

Zamana Direnen Şiir ve Sözler: Mamak mektupları


Adil Okay / adilokay@hotmail.fr


ve seyirci kalanlardan beklediğimiz, en azından utanmalarıdır…’ Brecht


Mamak mektupları sergileniyor. Mamak kadınlar koğuşundan yazılmış ve ‘sakıncalı’ bulunarak el konulmuş, 26 yıl sonra sahibini arayan mektuplar. 12 Eylül darbesinin zindanlara tıktığı 650 bin insanın çığlığı, çeyrek asır sonra kulaklarımızı tırmalıyor. Nereden çıktı bu mektuplar, bu çığlık diyoruz. Tam unutmuşken, gömdüğümüzü sanmışken anılar mezarlığına, nereden çıktı. Gözlerimiz yanıyor. Kulağımız çınlıyor. Mektuplardaki mısralar, notalar bizi alıp o günlere götürüyor.






Zamana direnen şiirler vardır, sözler, semboller. İşte bu mektuplarda zamana, zindanlara, zulme direniş var. Umut var. Yaşama sevinci. Mektuplardaki güller solmamış. Güvercinler yaralı ama yaşıyor. Mısralar hâlâ ok gibi zindanların duvarlarını ve zamanı aşıp kalbimize saplanıyor. Hele hele türkü söylemenin, ıslık çalmanın bile yasak olduğu zindanlarda notaların önemini anlıyoruz mektuplarda. Oya gibi işlenmiş notalar sembollere dönüşmüş. Hâlâ türkü söyleyebiliyoruz, türkülerimizi ve marşlarımızı unutmadık diyorlar. Aklıma Victor Hara geliyor. Aynı dönemde Şili’de zindanda türkü söyleyen, bu nedenle elleri kesilip öldürülen Victor Hara. Ve faşizmin diğer kurbanları.

Acılar yarıştırılmaz biliyorum. Ama 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce cezaevinden firar etmiş bir insan olarak ben, darbe sonrası cezaevlerinin, hele hele Mamak ve Diyarbakır zindanlarının nasıl birer insan aklının anlamakta zorlanacağı zulüm evlerine dönüştüğünü bizzat yaşayan tanıklardan öğrenince, ‘ben de işkence gördüm, mahpus yattım’ demeye utanıyorum.

12 Mart bir tragedya, 12 Eylül ise bir soykırımdır diyen Haydar Ergülen’e katılıyorum. Ve bu ‘soykırım’ karşısında aydınların-yazarların çeyrek asırlık suskunluklarını anlamakta zorlanıyorum. Evet, biliyorum ki kapitalizm sadece solu ezmemiştir, edebiyata da ölümcül bir darbe indirmiştir. Birkaç örnek dışında, hem yazarlar hem okurlar bu dönemi yok saymışlardır. Bu erozyon, suskunluk bu gün de devam ediyor. Ümit ediyorum ki Mamak mektupları insanları geçmişle yüzleşmeye götürür. Elbette 12 Eylül kurbanları ah vah istemiyor. Acınmak istemiyor. Kaybolan yıllarının hesabını istiyor. Bir dönemin ve suçluların yargılanmasını istiyorlar. Biz diyorlar, 146/1 den yani anayasal düzeni silah yoluyla değiştirmekten yargılandık. Yıllarca Nazilerin toplama kamplarını çağrıştıran zindanlarda yattık. Peki, ama bizim yapmak isteyip yapamadığımızı, yani anayasal düzeni zorla değiştirmeyi, yapanlar, neden ellerini kollarını sallayarak geziyor. Onlar Kenan Evren ve çetesi ve işkencecileri 146/1 den yargılanmalı değil mi?




12 Eylül mezaliminden kurtulanların bir bölümünün ömrü sürgünde geçti. Ya cezaevlerinde her gün işkence görenler. Ölen ve öldürülenler? Yıllar sonra şartlı tahliye yasasıyla dışarı çıkanların yaşadığı travma? Kaybettikleri gençlikleri ve sağlıkları? Bunları kim anlatacak? Ve nasıl? O insanların birer rakamdan ibaret olmadığını, hayatta iken duyguları, özlemleri, heyecanları, sevdaları olan, yaşamayı bizim kadar hak eden insanlar olduğunu ne zaman anlayacak-anlatacağız.

Yukarıda da söylediğim gibi, bir avuç insan yazıyor, çiziyor, belgesel hazırlıyor. Ancak sesleri duyulmuyor. Türkiye’nin hatta dünyanın tanıdığı yazar, şair ve sanatçıların büyük çoğunluğu bu konuya, darbeden sonraki on yıla, 1980–1990 arası döneme değinmiyor. Yok sayıyor. Değinenler de birkaç istatistikî bilgi verip sonra da ya topyekûn inkâr yolunu seçiyor ya da sadece solun yaptığı hataları anlatıyor. Yani ‘gibi’ yapıyor, gerçeğin çok küçük bölümünü, buzdağının görünen yüzünü gösteriyorlar. Darbe kurbanı insanları arka plan- aksesuar- meze olarak kullanmaya devam ediyorlar.

Demem o ki, bu ülke geçmişiyle hesaplaşmadığı, darbeciler yargılanmadığı, 12 Eylül tutsaklarının itibarları iade edilmediği, örneğin Ankara’nın ortasına darbe kurbanlarının anıtı dikilmediği sürece de kanamaya devam edecek.

Sonsöz: Soner Önder’in, Avusturalya’nın Aborjinlerden yüz yıl sonra özür dilemesi üzerine yazdığı güzel yazıda söylediği gibi: ‘Travmanın oluşumunda, “katilin” yaptığı eylemi inkar etmesi kadar, olaya tanıklık eden “üçüncü kişi/toplum ve devletlerin” suskunluğu belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu nedenle “tanınma, kabul ve özür” gibi tarihi adımlar, travmatik bir tarihi sona erdirip yeni bir dönemin kapısını aralamaktadır. (…)Dün gözyaşlarını dökmekten utanmayan siyah bir Aborjin’dim… Yüreğimin yarası bir nebze iyileşiverdi. Hrant Dink’in eşinin söylediği gibi “acılarla akraba” olmaktan bir an çıktım. Ama ne yazık ki yüreğim halen yaralı, halen post-travmatik sancılarla kuşatılı… Bir “özür” için yalvarmıyorum, sadece hakkım olanı istiyorum. Yüzyıl gecikse de… Hakkım olanı!’

Hiç yorum yok: