15 Ocak 2011 Cumartesi

Hrant’ın anısına: Ermenilerle Sürgünde Kesişti Yollarım



“Der Zor çölünde üç ağaç incir
Elimde kelepçe boynumda zincir
Zincir kımıldadıkça yüreğim incir
Dini uğruna ölen Ermeni”[1]


2006 yılının sonunda ‘Özgür Düşün Kollektivitesi’nin düzenlediği, ‘Aydınlık Sorgular Sempozyumu’nda Hrant Dink’le birlikte konuşmacıydım. Hrant Konuşmasına, “Ağrı dağını bilirsiniz değil mi arkadaşlar" diye başlamıştı. "Dünyanın her yerine zorla dağıtılan Ermenilerin evlerinde, mutlaka Ağrı dağının fotoğrafı vardır. Düşünebiliyor musunuz dört bin yıllık bir tarihin, uygarlığın yok edilişini. Ağrı dağının yerinden sökülüşünü tahayyül edebiliyor musunuz? O Ağrı dağı ki, yüksekliği kadar da kökü vardır yerin altında. Ve siz o kökü söküp atmayı başardınız. O halkı, birlikte yaşadığınız, o toprakların sahiplerini, dört bin yıllık bir kültürü yok ettiniz."

"Ya sonra" diye devam etmişti Hrant Dink. "Hadi o olayların sorumluluğunu Osmanlı'nın üzerine attınız. Ya sonra ne oldu biliyor musunuz? Cumhuriyetin kuruluş aşamasında bu ülkenin nüfusu on beş milyondu. Tehcirden sağ kurtulup, Türkiye'de yaşamaya devam eden Ermenilerin sayısı ise üç yüz bindi. Bu gün itibariyle artan nüfusa paralel olarak, Türkiye'de bir buçuk milyon Ermeni olması gerekiyordu. Oysa kalan Ermenilerin sayısı altmış bin. Ne oldu? Kısır mıydı bu insanlar? Hayır. Cumhuriyet Türkiye'sinde de Ermenilere baskılar devam etti. Ve Ermeniler psikolojik, maddi baskılara dayanamayıp göç ettiler. Hâlâ da ediyorlar. Gözleri arkada kalıyor. Topraklarında. Ülkelerinde."

"Bana göre" demişti Hrant Dink, sempozyumun konusuna gönderme yaparak, "Türk aydını sınıfta kalmıştır. Tarihiyle yüzleşmeyi göze alamamış, Ermeni sorununu tartışmaya açamamış, resmi ırkçı söylemlerden etkilenmiş ya da korkmuş susmuştur. Birkaç istisna dışında. "

Doğruydu Hrant’ın söyledikleri. 1915 Tehcirinden sonra geride kalan bir avuç Ermeni'yi, Süryani'yi, Keldani'yi, Rum'u Cumhuriyet Türkiye'sinde çeşitli baskılara maruz bıraktık, taciz ettik ve kaçırdık. Gönüllü sürgüne yolladık. Bellek tazeleyelim: 1942 varlık vergisi, 20 kura askerlik uygulaması, 6-7 Eylül 1955 talanı, 1974 yılından sonra gayrimüslim vakıf mallarına el konulması, 28 Aralık 1988 tarihli "sabotajlara karşı koruma yönetmeliği"nde potansiyel suçlular arasında "yerli yabancıların" yani gayri-Müslimlerin işaret edilmesi, politikacıların ağzını açtığı zaman, "Ermeni" kelimesini küfürle özdeş tutması ve diğer toplumsal baskılar.

İşte biz, "kardeşlerimiz" dediğimiz Hrant'ları bu uygulamalarla, faşist yasalarla, saldırılarla yorduk, yıprattık, psikolojik olarak katlettik ve kaçırdık. Hadi 1915 tarihte kaldı diyelim ama cumhuriyet Türkiye'sinde, başta Ermeniler olmak üzere tüm gayrimüslimlere eziyet etmeye devam ettik. Onları korumadık. Hrant'ı korumadık. Koruyamadık.

Hrant’ın katledilmesinden iki gün sonra yazdığım bir makalenin sonu şöyle bitiyordu: ‘Ruhun şen olsun Hrant. Bu gecikmiş özrümü kabul et.[2]

İşte bizi bir araya getiren bu sempozyumda tarihle yüzleşme ve özür anlamında somut bir adımdır.

Antakya

Çocukluk yıllarım Antakya’da geçti. Ortaokul ve Lise yıllarımda arkadaşlık yaptığım gayrı − Müslimler kadar azdı ki, 1970’lerde kentte artık o övünülen mozaik çatlamıştı. Hangi gayrı Müslim arkadaşım Ermeniydi bilmiyordum. Sanki tüm Antakya anlaşmış gibi, ‘Ermeni’ kelimesini telaffuz etmezdi. Hele hele Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı’nın varlığından dahi haberdar değildik. Günün birinde babaannem, zamanında Ermeni komşuları olduğunu anlattı. “Çok iyi insanlardı, yemek alıp verirdik birbirimize ama bir gece evlerine girip o karı kocayı boğazladılar”.

Ağabeyim araştırmacı yazar Arif Okay, kentin yaşlılarından söyleşiler yaparak Antakyalı Ermeniler hakkında bilgi toplamıştı.

Bu söyleşilerin en çarpıcı olanı, bu gün yüz yaşına merdiven dayayan Mehmet Ergün efendinin anlattıklarıydı: “Hatay’da çok Ermeni öldürüldü. Ömer Zından Aliko'nun kılıcının kınından kanlar damlıyordu. Annem gözüyle görmüş. Abdülhamit'in arabasına Cuma namazı sırasında bomba koymuşlar söylentisi de yayılmıştı. Bunun üzerine katliam başladı. Cesetler Asi nehrine atılmış. Tahminim 15 - 20.000 Ermeni vardı Hatay’da. Vakıflar, Bityas, Çanaklı, Hacıhabibli ve Süveydiye’de yaşarlardı. Kaekçi sahasına çıkmadan solda, Ermeni kilisesi vardı. Ahali kiliseyi bir gecede yıktı. 1938 yılı. Hatay devleti kurulunca. Bityas'da Ermenilerin bütün bahçe ve evlerini harap ettiler. Tüm kavaklar, meyve ağaçlar kesildi. Saçma sapan işler yaptılar. Ermeniler göç etmek zorunda kaldılar. Köprüden otobüs ve kamyonlarla geçerken bazıları bağırıyordu: "Ey Kristos, Çanaklı'ya, Hacıhalepli'ye, Bityas'a buralara sahip çık!”[3]

Sonuç olarak Hatay’da, Osmanlı döneminde sayıları 25 bin civarında olan Ermeniler, kıyım ve sürgün sonucu o kadar azaldılar ki bu gün sayıları bin dolayındadır.

Sürgün ve Paris

Ve derken Paris. Sürgünün insanın içine işleyen, tedirgin eden, yeni kurulan tüm evlerin iğreti olduğu ve olacağı duygusunu çağrıştıran etkisini Avrupa’da hissettim. Ve o zaman tanıştığım Ermenileri bir kez daha anladım. Zira sürgünler anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardı, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelmişti ki, nereye giderlerse gitsinler, yanlış zamanda, yanlış adreste olduklarını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkûm olduklarını anlamışlardı. Tenleri ve tinleri, evleri ile birlikte yanan sürgünlerin ruh hali her daim karabasandı. İşte Milyonlarca Ermeni’nin yaşadığı bu duyguları, şimdi aramızda olan sürgündaşım Temel Demirer ve benim gibi 30 bin 12 Eylül sürgünü, uzun yıllar yaşadık.

1992 yılıydı. 12 Eylül zadeler için bir af söylentisi çıkmış, birçok sürgün umutlanmıştı. Türk konsolosluklarının kapıları açılmış, isteyen Türkiye’ye dönebilir, kaçak, mülteci olanlar da pasaport alabilir deniyordu. Kaybedecek bir şeyimiz yok diye biz de bir grup olarak Türkiye’nin Fransa konsolosunda pasaport başvurusu yaptık. Bir ay sonra cevap geldi. “Halen arandıkları için Pasaport verilemez ama lesse passe alabilirler” deniliyordu. Yani tek gidişlik pasaport. Bu da ülkeye ayak atar atmaz tutuklanma anlamına geliyordu. İşte geçtiğimiz günlerde okuduğum Sait Çetinoğlu’nun “Pasaportu Eline Vermek” / Resmen Kovulmanın Hikayesi” başlıklı yazısı bana tüm bunları anımsattı.
“Hagop Handjian’ın 1924 yılında düzenlenen tek kullanımlık pasaportu elime geçmeden önce ‘pasaportu eline vermek’ deyiminin üzerinde pek düşünmemiştim. T.C. vatandaşı Hagop, Temmuz 1924 tarihinde ülkesinden ayrılırken eline tek kullanımlık / geri dönüşsüz pasaport tutuşturularak doğduğu ve yaşadığı topraklardan ilişiği kesilmiştir. Handjian, tek kullanımlık pasaportunu eline aldığı an ne düşünmüştür bilmiyoruz ancak tarihsel ata topraklarından sökülen Ermenilerin toprakları ile ilgili hasret kokan devasa edebiyat ürünlerini göz önüne aldığımızda neler düşündüğünü tahmin etmek zor değil.[4]

Sürgün yıllarımda Paris'te tanıştığım, sonra aile dostları olduğum Türkiye Ermeni'si Vahan ve Liza'yı anımsıyorum. Vahan'ın günün birinde bana bir sır gibi mahcup ve öfkeli bir biçimde söylediği sünnet olayını. "Biliyor musun Adil" demişti Vahan, "Ben Hristiyanım ve sünnetliyim. Neden sünnet oldum? Türkiye'de askerde Ermeni ve Hıristiyan olduğum anlaşılıp baskı görmeyeyim diye babam sünnet ettirmiş. Asıl adım Gabriel ama nüfus cüzdanımda Cebrail yazar. " Sarsılmıştım bunu öğrenince. Bir insanı istemediği, inançlarına aykırı olduğu halde sünnet olmaya zorlayan, adı konulmamış toplumsal baskıyı düşünebiliyor musunuz?

Tehcirden sağ kurtulan Ermeniler, hayatlarının sonuna kadar bu acı anılarla yaşadılar. Ve adalet beklediler. Tehcir kurbanlarının çocukları, Vahan’lar, Liza’lar hala adalet bekliyor.

Mustafa Kemal ve Fatih Rıfkı Atay

Mustafa kemal 1 ağustos 1926 da Los Angeles Examiner’e verdiği röportajda tehcirde yapılan kırım ve failleri hakkında şunları söyler. “Milyonlarca Hıristiyan uyruğumuzun acımasızca kitleler halinde evlerinden sürülüp katledilmesinden sorumlu tutulması gereken bu eski jöntürk fırkasının artıkları…” Keza, 1918−1920 yıllarında İstanbul’da yayınlanan ‘Alemdar’, ‘Tasfir−i Efkâr’ ve ‘İstiklal’ gazetelerinde yayınlanan yazı ve haberler, Ermenilere karşı uygulanan kırımın itiraflardır.[5] 1919 yılında İstanbul Alemdar gazetesinde, dört bölüm halinde yayınlanan Çerkez Hasan Bey’in[6] makaleleri, kırımın kanıtları arasında sayılır. Keza 1919 yılında bir Osmanlı mahkemesi kırım suçlularının bazılarını yargılamıştır.[7]

Fatih Rıfkı Atay’da konu ile ilgili olarak şunları yazmıştır: "İzmir'i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa, azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelen bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir'i arsalar halinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumaya kâfi mi gelecekti?"[8]

Aslında Ermeni kırımı 1915 ten önce ve sonra da devam eden bir süreçtir. Siz bakmayın o, ‘Osmanlı’da 1915’e kadar var olan hoşgörü, cumhuriyet Türkiye’sinden çok daha iyiydi, Osmanlı’da Gayrı Müslimler parlamentoya giriyor, üst düzey bürokrat oluyorlardı’, safsatalarına. Bunların tümü görecelidir. Osmanlı döneminde merkez bankası müdürü belki Ermeni kökenli olabiliyordu, mecliste bir dönem Ermeni mebuslar vardı, el üstünde tutulan kaymak tabaka Ermeni tüccarlar, mimarlar, sanatçılar vardı ama Osmanlı’da da gayrimüslim ahali (dolayısıyla Ermeniler) özel türden baskılara maruz kalıyordu. Örneğin: “Hıristiyanlar, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. (…) Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman ile karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. (…) Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı. Peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. … Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları yasaktı. Ermenice konuşmak ve öğrenmek yasaklanmıştı.”[9] Ermenice yedi kelime küfür sayılıyor ve ceza öngörüyordu. Ve benzeri.

1915 öncesinde 200 bin Ermeni katledilmiştir

Osmanlı, Balkan halklarının bağımsızlığa kavuşmasından sonra Ermeniler ve Anadolu Rumları üzerideki baskıyı arttırmıştı. Abdülhamid yönetiminde Ermeni nüfusunu azaltmak, Türk burjuvazine Ermeni mallarını peşkeş çekmek bir devlet politikası olmuştur. 1894−1895’te, bu iki yıl içinde 200 bin Ermeni katledilmiştir. Abdülhamit katliamlarda, bu günkü koruculuk sisteminin bir benzeri olan Hamidiye alaylarında örgütlediği Kürtleri kullanmıştır. Ayrıca Ermeni Tehciri geldiğinde Yahudilerin “hayırhah tarafsızlık”la kırıma verdikleri desteği de unutmamak gerekir.

İttihat ve terakki dönemine gelindiğinde ise, Alman emperyalizminin desteği ile Ermenilere yönelik saldırılar bir imha politikasına dönüştü. Van’daki olaylar bahane edilerek, İstanbul’da Ermeni toplumunun önde gelenlerden 235 kişinin tutuklandığı gün olan 24 Nisan 1915, birçok tarihçi, araştırmacı ve politikacıya göre Ermeni soykırımın başlangıç tarihi kabul edilir. Bu tarih ve bu olay bir sembol olduğu için her yıl 24 Nisanda dünyada ve Türkiye’de soykırım tartışmaları yeniden alevlenir. Ancak sonuç ne olursa olsun, namuslu yazarların−araştırmacıların şu gerçeği görmezden gelmeleri mümkün değildir: 24 Nisanda İstanbul’da başlayan tutuklamaları takiben, Doğu vilayetlerinde yüz binlerce Ermeni’nin tehcir ve imhası mayıs ayında başlamış, Ağustos ayına kadar sürmüştür. Doğu Anadolu’nun yerlisi olan bir halk, Ermeniler, tarihte eşine az rastlanır bir vahşetle yok edilmiştir.

“Fotoğraflarla açıktır: Tehcir adı altında silahsız yüz binlerce kadın, erkek, çocuk, kadın büyük çoğunluğu yaya, diğerleri kağnılarla yollara sürülmüşlerdir. [Aynı fotoğrafları Nazi rejiminde de görüyoruz.] Sadece kuzeybatıdakiler tren vagonlarına konulmuşlardır. Talat Paşa’ya bildirilen rakam not defterinde vilayet vilayet yazılıdır, toplam 978.000 dir.”

Ermeniler ihanet mi etti

‘Ermeniler ihanet ettiler, bizi arkamızdan vurdular ‘iddiası ise temelsiz bir savunma argümanıdır. Hatta dolaylı olarak kırım itirafıdır. Varsayalım ki bir bölgede Ermeniler, Ruslarla anlaşarak ayaklandılar. Ama yenildiler. Peki, ama ayaklanma olmayan bölgelerdeki Ermenilerin, kadınların, yaşlıların ve çocukların toplu halde katledilmesi nasıl açıklanabilir. Ayrıca Bulgarlar da, Araplar da Osmanlı’ya karşı en doğal hakları, yani bağımsızlık için ayaklanmışlardır. Bu ihanet sayılır mı?

Silahlı Ermeni grupların bazı Kürt ve Türk köylerine saldırdıkları, insan öldürdükleri doğrudur. Onlar siyasi talepleri için -o zamanki deyimle "komitacılık" ya da "çete harbi" denilen - silahlı mücadeleye girişmiş siyasi teşekküllerdi. (İttihatçılar da "komitacı" idiler. Bunlardan Mahmud Celal Bey başvekilliğe ve Cumhur reisliğine kadar gelmiştir.) Fakat o silahlı çatışmalar Ermeni Toplumunun tamamını tehcir ve tenkil etmenin bahanesi olamaz. (…) O dönemde “bütün imparatorluklar yıkılıyordu, Osmanlı da yıkılacaktı. Balkan Devletleri de, Ön Asya Arap Devletleri de kurulacaktı. Düvel-i Muazzama arasındaki kapışmada onların Osmanlı’nın harabelerinden pay (üstüyle, altıyla toprak + Pazar + ucuz işgücü) kapma yarışı çözülmenin nedeni değil sonucuydu. Bugün Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan --eski Genç Slav cumhuriyetleri-- Romanya, Arnavutluk, Mısır, Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, S. Arabistan, Yemen, Katar, BAE, Libya, Filistin devletleri niçin var diyor muyuz? Onların self - determinasyon haklarını tanımıyor muyuz? O halde, İmparatorluk yıkılmasaydı da diyemeyiz. Bu konudaki asıl mesele İmparatorluk niçin yıkıldı sorusu değil, niçin bu kadar büyük insan yıkımlarına, felaketlerine sebep oldu sorusudur.”[10]

Kaldı ki Ermeniler Osmanlıya (birkaç bölge dışında) başkaldırmamış, tersine İttihat ve Terakki’nin reform vaatlerine inanıp içinde yer almışlardır. 1908’de ihtilal olduğu ve Ermeniler üzerindeki tüm yasak ve baskıların kalkacağı söylentileri üzerine Ermeni köylerinde bayram yapılmıştı. Daşnak’lar son ana kadar İttihat ve Terakki ile işbirliği yapmış, bu nedenle de ‘Bağımız Sosyalist Ermenistan’ ülküsü olan Hınçaklar tarafından eleştirilmişlerdir.

Kaybolan Ermeni çocuklarının dramı.

Ya kaybolan Ermeni çocuklarının dramı. 300 bin kadar Ermeni çocuğu tehcir sırasında kaybolmuştur. Büyük çoğunluğu anne ve babaları katledildikten sonra evlat edinilmiş, bir bölümü ise hizmetçi olarak Türk ve Kürt evlerinde kalmıştır. Onbinlerce genç kız başlık parası sorununun yaşandığı doğuda zorla evlendirilmiştir. Ya ölüm ya evlilik gibi dayatmalar sonucu gelin olan Ermeni kadınların suskunluğu bir ömür sürmüştür. Yalçın Yusufoğlu’nun ifadesiyle “Tehcirin yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu’lular kuşaktan kuşağa anlatılanları duymuşlardır. Ben onlardan biriyim, çocukluğumda katliam öyküleriyle büyüdüm. Benim gibi bütün yaşıtlarım, okul arkadaşlarım daha nice öyle anlatılar dinledikleri için “katliam oldu mu?” onların sorusu değildi. Soyu tüketmek için çocuklar hedef alınmış ve öldürülmüşlerdir. Örneğin yaşı uygun Trabzonlulara, Samsunlulara sorunuz, çocuklar Doğu Karadeniz’de takalara, mavnalara doldurulup açığa götürülmüşler, denize dökülmüşlerdir. Ölmekten kurtulmak için Ermeni kızları Müslüman (Türk, Kürt, Arap ya da Zaza) ailelere verilmişlerdir. Bugünkü kuşaklar o tarihlerde “bir şeylerin olduğunu” yeni duyuyorlar.”[11]

Ermeni çocuklarının Müslüman gibi yaşamaya zorlandığı, kuma yapıldığı, hizmetçi yapıldığı veya evlat edinilip Türkleştirildiği o evlerde sessiz bir suç ortaklığı kurulmuştur. Sibel Özbudun’un söylediği gibi “Bu suç ortaklığını ilk kırmaya cesaret eden, bastırılmışlıklarımızın duvarlarını tuzla buz eden, Fethiye Çetin[12] oldu. Yaşı 60’ı aşkın her T. C. yurttaşının bildiği “sır”rı hepimize haykırıverdi: Büyükannesi, katliamlardan her nasılsa kurtulup bir Müslümanla evlendirilmiş bir Ermeniydi! Onun bu keşfini, kısa süre içinde Türkiye’nin hemen her köşesinde pek çok “torun” tekrarlayacaktı. Ermeni “büyükanne”ler (ve sayıca çok daha az olan) “dede”lerin büyük kısmı suskun ve küskün, geçip gitmişti bu dünyadan.” [13]

Türk olduğum için ne kadar sorumluyum

Bir noktanın altını çizmekte yarar var: O kadar eziyet çektikten sonra bile tehcirden sağ kurtulan Ermeniler Türk halkına karşı nefret duyguları beslemiyor. Tehcirden sağ kurtulan Artvinli Nektar Gaspanyan, kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Şunu da söylemeliyim ki, bütün Türkler kötü değildir. Onların içinde iyileri de vardır. O ittihatçıların tertiplediği bir olaydı.” diyordu.[14]

“1915 ve sonrasında bu topraklarda yaşayan Hıristiyan halklar tasfiye edildi. Bu işi emekçi halk yapmadı. Zaten halkın böyle bir şey yapması mümkün değildir. Halkın bu tür patolojik işlere teşebbüs etmesi, insanlık suçu işlemesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu işi İttihatçılar yaptı ve bir kesim de yapılan etnik ‘temizlikten’ nemalanıp zenginleşti ve katliamcıların suç ortağı oldu... İttihatçıların işlediği insanlık suçuna bu halkı ortak etmek, asıl katilleri aklamak anlamına gelir. (…) O halde yapılması gereken şey zor değil: Birincisi, resmi tarihin ve resmi ideolojinin yüz yıllık yalanından kurtulmak, gerçeği kabullenmek, şeyleri adıyla çağırmaya cesaret etmek; ikincisi de ırkçı-milliyetçi hezeyanlara prim vermemek gerekiyor. Aksi halde vicdanlar kirlenmeye, kirletilmeye devam edecektir.“ [15]

Unutulmamalı ki bu ülkede sadece eli kanlı katiller yoktur. Tehcir ve kırıma direnen ve sorumluların cezalandırılmasına çalışan Türkler, Kürtler ve Arap’lar da vardı. Hacı Halil, Ahmet Refik, Nesim bey, Çerkez Hasan amca, Ayan meclisi başkanı Ahmet Rıza, bir yolculuk esnasında Ermenilerin katlinde önemli rolü olan Bahattin Şakir’in elini tanımadan sıkmak zorunda kalınca “bana eli kanlı bir katilin elini sıktırdın” diye arkadaşına sitem eden Halide edip Adıvar, masum insanları öldürmenin Kuranda yeri yoktur diyen Boğazlıyan müftüsü Abdullah zade Mehmet Efendi, Ermenilerin tehcir esnasında saldırıya uğramalarını önlemeye çalışan Trabzon polis şefi Nuri, sekiz kişilik bir Ermeni ailesini bir yıl evinin çatısında saklayan Urfalı Hacı Halil, “Komşularımızın ölüme götürülmesini istemiyoruz” diye, valiliğe yürüyüş yapan Kastamonu’nun Müslüman ahalisi, 1918 yılında yazdığı ‘Osmanlı Vilayat−ı Şarkıyyesi’ başlıklı eserinde, ittihatçıları tehcirdeki facialar nedeni ile şiddetle eleştiren Diyarbakırlı Emiri Efendi. Ermenilerin tehciri ve öldürülmelerini soruşturmakla görevlendirilen Tedkik−i Seyyiat komisyonuna yazılı olarak verdiği ifadede, devlet görevlilerini açıkça suçlayan Vehip paşa.[16] Ve diğerleri.

Trabzon İttihat ve Terakki milletvekili Hafız Mehmed Emin, “Ermenilerin kayıklara doldurulup samsun’a gönderilmek bahanesiyle denize döküldüklerini, katledildiklerini kendi gözlerimle gördüm, valiye, dahiliye nazırına söylediğim ve üç yıl uğraştığım halde sorumlular hakkında bir şey yaptıramadım” diye mecliste konuşma yapmıştır.[17]

Özür ama nasıl

“Bakkal garabet’in ışıkları yanmış
Affetmedi bu ermeni vatandaş
Kürt dağlarında babasının kesilmesini
Fakat seviyor seni
Çünkü sen de affetmedin
Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına”[18]

Nazım Hikmet’in yukarıdaki şiiri de bir özür sayılır. Bir Kürt aydını olan Berzan Boti, Asur halkına ait, dedeleri tarafından el konulan ve kendisine miras kalan köydeki toprakların tapusunu Süryaniler adına Seyfo Vakfına, İsveç parlamentosunda 13.05.2009 tarihinde yapılan resmi bir törenle devretti.”[19] İşte bu onurlu tavır da bir özürdü.

Ermeni tehcir ve kırımı hakkında tek bir devletten özür geldi. II. Dünya savaşında Yahudilere karşı yapılan soykırımdan dolayı uzun zaman önce özür dileyen Almanya, 2005 yılında da Ermeni kırımındaki rolü için özür diledi.

ABD, II. Dünya savaşı döneminde Japonlara uyguladığı tehcirden dolayı özür diledi. Avustralya, yüz yıl sonra Aborjinlerden özür diledi. İsviçre hükümeti 1995 yılında dünya Yahudilerinden 2. Dünya savaşı yıllarındaki politikalarından dolayı özür diledi. Srebrenica’da 1995’te çoğunluğu çocuk 8 bin kadar Boşnak’ın katledilmesi soykırım sayılıyordu. Sırbistan Parlamentosu 31 Mart 2010 da kurbanların ailelerinden özür diledi. Bu özür listesi her geçen gün artıyor.

Sonsöz:

Bizim devletimiz de işkencede öldürülen Metin Göktepe ve Engin Çeber için özür dilemişti. Bu da önemliydi. Ben de bu özre, tiyatro oyunumda bir replikle yanıt vermiştim: “Bir özür yeter mi, bir özür yeter mi, bin can için bir özür yeter mi?”. Bu replik 12 Eylül karanlığında katledilenler için yazılmıştı. Peki ya bir milyon can için bir özür yeter mi? Belki yetmez ama önemli bir adım olabilir. Soner Önder’in, Avustralya’nın Aborjinlerden yüz yıl sonra özür dilemesi üzerine yazdığı güzel yazıda söylediği gibi: ‘Travmanın oluşumunda, “katilin” yaptığı eylemi inkar etmesi kadar, olaya tanıklık eden “üçüncü kişi/ toplum ve devletlerin” suskunluğu belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu nedenle “tanınma, kabul ve özür” gibi tarihi adımlar, travmatik bir tarihi sona erdirip yeni bir dönemin kapısını aralamaktadır. (…) Dün gözyaşlarını dökmekten utanmayan siyah bir Aborjin’dim… Yüreğimin yarası bir nebze iyileşiverdi. Hrant Dink’in eşinin söylediği gibi, “acılarla akraba” olmaktan bir an çıktım. Ama ne yazık ki yüreğim halen yaralı, halen post-travmatik sancılarla kuşatılı… Bir “özür” için yalvarmıyorum, sadece hakkım olanı istiyorum. Yüzyıl gecikse de… Hakkım olanı!’

Not: Bu yazı 24-25 2010 tarihinde “Hrant'ın bıraktığı yerden. Öncesi ve Sonrasıyla 1915: Uluslar arası İnkar ve Yüzleşme sempozyumu”nda sunduğum tebliğ özetidir.

--------------------------------

[1] Türkçe kaynaklarda yukarıdaki türkü için Söz müzik: Mahmut Güzelgöz yazıyor. Oysa aslı tehcir türküsüdür. Pr. Dr. Verjine Svazlian tarafından derlenmiştir.

[2] Adil Okay, Birgün, 21.01.2007.

[3] Arif Okay, Klikya’nın işgalinde Ermeni lejyonunun öyküsü’, Güney Rüzgarı.

Kaynakça: LES ARMEES FRANCAİSES AU LEVANT 1919 – 1939. (Fransız Şark ordusu 1919 - 1921 Cilt 1). General du HAYS. Fransız Savunma Bakanlığı Tarih Bölümü. Çeviri: Adil Okay.

[4] Sait Çetinoğlu “Pasaportu Eline Vermek” / Resmen Kovulmanın Hikayesi.

[5] Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve Toplumsal hafıza, Belge yayınları, İstanbul 2005, s. 102−103

[6]Tanıklılar, Derleyen hacı Orman, Sanat ve Hayat özel eki, s.50−73

[7] A.g.e. s120−141

[8] Falih Rıfkı Atay. Çankaya, İstanbul 1958, Dünya Yayınları, s. 212-213

[9] Taner Akçam, İnsan hakları ve Ermeni Sorunu, İletişim Yay.,s.55−56

[10] Yalçın Yusufoğlu. A.g.y.

[11] A.g.y.

[12] Günel Tekin, Kara Kefen, Belge Yayınları, İstanbul 2008, Ayşe Gül Altınay − Fethiye Çetin, Torunlar Metis Yayınları, İstanbul 2009.

[13] O suskun, yalnız kadınlar… Esmer, 1 Ocak 2010, sayı 58, ss. 38-39.

[14] Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı ve Toplumsal hafıza, Belge yayınları, İstanbul 2005, s. 18

[15] Fikret başkaya Doksan beş Yıllık Yalan, Kadrolu Yalancılar ve Kirlenmiş Vicdanlar... ozguruniversite.org

[16] Temel Demirer, Hrant’ın katil(ler)i…, Peri yayınları, İstanbul 2009.

[17] M.M.Z.C.,Devre 3, İçtima Senesi 5, cilt 1, 11 kanunu evvel 1334 (1918), yirmidördüncü İnikad, s.300

[18] Nazım Hikmet.

[19] Berzan Boti ile röportaj: Aziz Mahmut Ak. Tarihle yüzleşmeyi ‘özür’den öteye götürmek. Newroz. 25.02.2010. s.6.

----------

Web: www.adilokay.com

Hiç yorum yok: