30 Ağustos 2008 Cumartesi

ELE ALINMASI GECİKEN SORUN: HATAY SORUNU(*)


ELE ALININMASI GECIKEN SORUN: HATAY SORUNU
-Eski DYP Milletvekili M.Murat Sökmenoğlu’nun Soru Önergesi, Yalanlar ve Gerçekler-

Fadıl ÖLMEZ

Çok uluslu Türkiye’de ezen ulusun devrimcilerinin ”ulusal sorun, azınlık ve ilhaklar” konularında başarılı bir sınav vermedikleri herkesin malumudur. Daha dünlere kadar Türkiye’de bir ”Kürt Sorunu” olduğunu bilmeyen (!) Türk Solu, her şeye karşın, 1984’lerden sonra içine düşmüş oldukları ”kemalist şovenizm” girdabından çıkmış gibi görünmektedir. Zira artık Türkiye’de yasal olarak yayınlanan bir çok dergide ”Kürt Sorunu” na ilişkin olumlu-olumsuz görüş belitilmeğe başlanmış; hatta bazıları da bu konuda ”kraldan daha fazla kralcı” kesilerek, bir numaralı enternasyonalist kesiliverdiler. Niyetler ne olursa olsun, dünlere kadar gündemimize girmeyen ve tabu olarak duran bu soruna eğilmek tırnak içerisinde de olsa ”ilericiliktir”.

Peki, ya diğer sorunlar ne olacak? Onları da ele almanın zamanı gelmedi mi?

Acaba Türkiye’de Kürt Sorunundan sonra gelen bir başka önemli sorun da HATAY SORUNU değil mi?

Diğer sorunlar bir yana, bugün Türkiye’nin güneyinde bulunan – büyük çoğunluğu Arapların yaşadığı ve arapçanın konuşulduğu – bir ”Hatay Sorunu” duruyor.

Fakat ne yazık ki, bu sorunla ilgili olarak Türkiye Solu, kayıtsız kalmış, böylesi bir sorun yokmuş gibi, büyük bir kesim bu konuda sus-pus olmuştur. Tabii, sosyalistler bu ve buna benzer sorunları zamanında ele almazsa, bu alanda boşluklar yaratılırsa, hem o topraklarda arap milliyetçiliğinin, arap fanatik ve faşist teşkilatların doğmasına zemin yaratılmış olur; hem de var olan boşluğu başkaları doldurmaya çalışır. Biliniyor, siyasal yaşam pek boşluk tanımaz. Tanımıyor.

Eylülist rejim öncesinde Hatay da şeriatçı, faşist v.b arap örgütlerinin çıktığını hatırlamıyor değiliz.

Yine, eylülist rejim öncesinde ve sonrasında Hatay’ın bir ”Arap şehri” değil, bir ”Türk şehri” olduğunu iddia eden Kemalist tarihçiler yanında, bazı ”Türkleşmiş Araplar” ın da bulunduğunu bilmiyor değiliz.

Örnekler çok.Bir tanesini vermek yetiyor. Eski DYP Hatay Milletvekili “Türkleşmiş Arap” bay Murat Sökmenoğlu.

9 Nisan 1988 tarihli Cumhuriyet gazetesinde ”Hatay Sorunu için önerge” başlığı altında şöyle bir haber vardı:

”DYP Hatay Milletvekili Murat Sökmenoğlu, Dışişleri Bakanlığı Mesut Yılmaz’a ”Cumhurbaşkanımızın ziyareti arifesinde tekrar ortaya çıkan Hatay’ın, Kuveyt ders kitaplarında Suriye içinde gösterilmesine nasıl göz yumulmaktadır?” sorusunu yöneltti.”

Yine haberin devamında Sökmenoğlu:

”Göz bebeğimiz Hatay’ın Suriye sırları içinde gösterilmesine, önleyici dünyada, özellikle Orta-doğu’da alınmış ne gibi tedbir vardır. Hatay’ın Türk olduğunu kabullenmeyen ülkelerle münasabetimizin nasıl olması gerektiğine dair takip edilen T.C politikası nedir?” sorusuna da önergesinde yer verdi.

Gerçekten hayret! Sıkılma da yok, utanmada!

Bugün yalnız Türkiye’de değil, Ortadoğu’da ve tüm dünyada azıcık tarih bilgisine sahip olanlar dahi, Hatay’ın Türkiye ve Türklükle bir ilgisi olmadığını gayet iyi biliyor; gayet iyi biliyor ki, eski gerçek adıyla Antiochos, yeni adıyla ”Hatay”, Suriye’nin Kuzey .batısında yer alan ve yaklaşık M.Ö. 300 yıllarında I.Seleukos tarafından kurulan bir kenttir. Antakya adı da Seleukos’un babasından, Antiochos’tan geliyor. Mekadonyalılar ile Greklerin de yaşadığı bu şehirde, M.Ö. 64 yıllarına kadar Suriye’nin başkenti olarak kalıyor.

Romalıların Suriye’yi fethetmelerinden sonra Antakya, Orta-doğu’nun çok önemli bir merkezi haline geliyor.

Grek ve Romalıların yönetimlerinden sonra Antakya’yı MS 527’de Persler fethediyor. Bunu takiben Antakya’ı; 638 Araplar, 969’da Bizanslar, 1084 Selçuk Türkleri, 1098’de Haçlılar, 1137’de tekrar Bizans, 1268 Mısırlılar ve nihayet 1515’te Antakya I. Dunya Savaşı sonrasına kadar Osmanlı Türklerinin yönetimi altına giriyor.

1920’de Antakya Fransızların yetkisine geçiyor.

1938, II. Dünya Savaşında Fransa, Türkiye’nin Almanya yer almaması için Antakya’yı Türkiye’ye ”veriyor”. Aynı yıllarda yapılan bir ”sahte referandum” ile Antakya, Türkiye’ye ilhakı adım adım gerçekleşiyor.
Önce, 30 temmuz 1939 Hatay devlet, Antakya bunun başkenti yapılıyor. Daha sonra Fransa’nın da onayı ile Hatay Türkiye’nin 31. vilayeti yapılıyor… Antakya’nın kısaca tarihçesi budur.

Peki tüm bu gerçekler ortadayken ”Türkleşmiş Arap” bay Murat Sökmenoğlu hangi ahlak ve cüretle Antakya’nın ”Türk” olduğunu söyleyebiliyor?..

Bay Sökmenoğlu, T.C sınırları dışında satılan herhangi bir ülkeden bir atlas satın alıp baksın, Hatay’ın hangi sınırlar içinde yer aldığını, Türk mü, Arap mı olduğunu öğrenebilir. (Kimbilir, belki de bu atlasları da Türkiye’den kaçan bir avuç bölücü çizmiş veya çizdirtmiştir!)

Anlaşılan ”Türkleşmiş Arap” bay Sökmenoğlu, gerçeklerin gözlerden saklanamayacağını hiç hesap etmemiş. Öğrenmeli ki; ”biz gerçekte var olanı değiştiremeyiz ve rededemeyiz; var olan şey kendini bizlere zorla kabnul ettirir.”

Kürt Sorununda gördük. Antakya Sorunun da da göreceğiz, ”var olan şey kendini bize zorla kabul ettirecektir!”

İstendiği kadar gerçek tarih tersyüz edilmeğe çalışılsın, gerçek gerçek olarak herzaman kalacaktır. Gerçeği değiştirmeğe ne kemalist tarih yazıcıları, ne de ”Türkleşmiş arap bay M.Sökmenoğlu’nun gücü yeter. Biline.


(*) Kaynak: Fadıl Ölmez

Toplumsal Kurtulus Notları, sayfa 81.

Aralık 1991, İstanbul.

Dönem Yayınları.

ŞİMDİ NE OLACAK?


Turgut Koçak

turgut.kocak@hotmail.com

Kukla zihniyet; herkesten hatta kendinden bile gerçekleri saklar. Son Gürcistan-Rus çatışmasının arkasında bütün gerçekliği ile Amerikan emperyalizminin olduğu gün gibi ortaya çıkmış, savaş öncesi ve sonrası gelişmeler bu saptamalarımızı bütünüyle doğrulamış bulunmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi ABD, Rusya’yı tıpkı SSCB döneminde nasıl Yeşil Kuşak Projesi ile kuşatmışsa bugün de aynı anlayışla kuşatmak istemektedir. Geçmiş dönemde komünizmi öne süren emperyalist dünya bugün de başka başka emperyalist amaçları demokrasi kılıfı altında işleyerek kuşatmaya gerekçe oluşturmaktadır. SSCB’nin yıkılmasının arkasından Varşova Paktını oluşturan ülkeler birer ikişer NATO’ya ve AB’ye alınarak emperyalist dünyanın yörüngesine sokulmuşlardır. Bu gelişmeler sonrası Bulgaristan’a, Romanya’ya, Polonya’ya yerleşen Amerikan emperyalistleri bu ülkelerde bir anda askeri üsler kurarak bu ülkelere yerleşivermişlerdir. Letonya, Estonya vb ülkelerde de durum üç aşağı beş yukarı aynıdır. Gürcistan arabası da aynı yolda hızla yol alırken Rus engeline toslamış ve neredeyse arabada elle tutulur bir yan kalmamıştır.

İşte Amerikan emperyalistleri ve Batı böyle bir anda devinime geçmişler, politik demeçlerin yanı sıra bazı girişimlerle de Gürcistan’ı desteklediklerini göstermek istemişlerdir. Doğal olarak savaşta zor duruma düşen Gürcistan’a insani yardımı öne sürerek kapıyı aralamak yolunu seçmişler ve devreye doğrudan doğruya savaş gemilerini sokmuşlardır. Savaş gemileri ise Çanakkale ve İstanbul Boğazı’nı geçerek Karadeniz’e çıkmışlar ve Gürcistan’a sözüm ona insani yardım götürmüşlerdir. Orada askeri törenle karşılanan Amerikan gemilerinin sorumluları kışkırtıcı açıklamalar yapmışlar ve asıl amaçlarını ortaya koymuşlardır.

Bunun üzerin emperyalist dünyanın savaş gemilerinin Karadeniz’e çıkması Rusları harekete geçirmiş, gemiler 21 gün içinde Karadeniz’i terk etmezlerse gerekeni yapacaklarını, sonuçlarından ise Türkiye’nin sorumlu olacağı yolunda açıklamalar yapmışlardır. Bu durum da göstermiştir ki, önümüzdeki günlerde Amerikan ve NATO savaş gemileri Karadeniz’de kalmayı sürdürürlerse sular ısınacak, sonuçlarından ise Türkiye zararlı çıkacaktır.

Amerikan emperyalistlerinin niyetleri ortadadır. Onları ilgilendiren insani yardım değil, emperyalist amaçların gerçekleştirilmesidir. AKP iktidarı ve Recep Tayyip Erdoğan ise işin içine cumburlop dalmış, savaş gemilerinin boğazlardan geçmesi için tam anlamıyla kukla bir zihniyet sergileyerek Montrö Anlaşması’nın delinmesine izin verilmesini sağlamıştır. Montrö Anlaşması’nın delinip delinmemesini tonajla açıklayan zihniyet ise kamuoyunu aldatan açıklamalar yapmıştır. Daha sonra sözü geçen kervana emekliye ayrılan Eski Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da görev teslim törenleri sırasında katılarak “Montrö Anlaşması hiçbir şekilde delinmemiştir” demiştir. Gerçekten de böylesi bir zihniyeti anlamanın olanağı yoktur. Amerikan savaş gemilerinin birer ikişer Karadeniz’e çıkması onlara göre olağandır ve Möntrö Anlaşması’na da aykırı değildir. Bize göre ise Montrö Anlaşması delinmekle kalmamış, Türkiye olabilecek sıcak bir çatışma ile karşı karşıya getirilmiştir. Bu gerçekler bilindiği halde kamuoyunun aldatılması sürdürülmekte emperyalist dünyanın dümen suyundan bir türlü çıkılamamaktadır. Türkiye egemen erki işbirlikçi politikalara doğası gereği sonuna kadar bağlı kalacağına göre var olan sistem üzerinden olumlu sonuçlar elde edilmesinin de olanağı bulunmamaktadır. Bu durumda başta işçi sınıfımız olmak üzer tüm emekçi kesimlerin sürdürdüğü bağımsızlıkçı ve kapitalizm karşıtı politikaların yaşama geçirilmesi yaşamsal bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.

Partimiz Türkiye Sosyalist İşçi Partisi (TSİP), ABD ve AB emperyalizmine karşı sonuna kadar savaşım verilmesi gerektiğini savunmakta, bu yolda politikalarından ödün vermeksizin yoluna devam etmektedir. Emperyalist-kapitalist sisteme karşı yurtseverlik temelinde geniş halk yığınlarını harekete geçirip, sözü geçen güçleri parti çeperinde toparlamak ve savaşımı daha üst düzeylere sıçratarak politik erki el koyarak sosyalist sistemin kuruluşunu gerçekleştirmenin yolu açılmış olacaktır.

Yoksa egemen güçler açısından ne bağımsızlığın ne de ülke için yaşamsal öneme sahip anlaşmaların bir hükmü yoktur. Ve zaten Montrö Anlaşması’nın hükmü de bu yüzden emperyalizme hizmet edenlerce kolaylıkla yok sayılabilmiştir.

Son söz:

Uluslararası sermayenin işbirlikçilerinden bağımsızlıkçı ve onurlu bir politika yürütmelerini beklemek eşyanın doğasına aykırıdır. Bu nedenle emperyalizmin işbirlikçileri bir an önce iktidardan indirilmeli ve ülkemiz BAĞIMSIZLIK, DEMOKRASİ VE SOSYALİZM yolunda ilerleyen bir ülke haline getirilmelidir. ŞİMDİ NE OLACAK diye sorduğumuz soruya verilecek yanıt; çok tehlikeli olasalıklardır ki, bu tehlikeler ancak ve ancak sosyalistler tarafından ortadan kaldırılabilir.

Seçim önümüzde.

Ya sonu karanlık politikaların arkasından sürüklenerek iyice bataklığa saplanacağız ya da emperyalistlere ve işbirlikçilerine dünyayı dar ederek aydınlık günlere ulaşacağız.

28 Ağustos 2008 Perşembe

MODERN KÖLELER


BÜLENT TEKİN


Rusya tarihinde belki de ilk kez ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savundu. SSCB döneminde teoriden ileriye gitmeyen bu söylem, Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığı ve kendini yönetme hakkı karşısında pratiğe döküldü. Ancak ne tuhaftır ki aynı Rusya Çeçenya’nın kendi kaderini tayin etme hakkına saygı göstermiyor; eziyor. Ve ne gariptir ki demokrasi şampiyonları faşist Gürcistan’ı şişirmeye devam ediyorlar.


Oysa koca bir balonun ufacık bir topluiğne karşısında gücü ne olabilir? Bu tuhaf, gülünç ve ağlamaklı durumlar karşısında aklımız uçuyor: Bizimkiler boylarına poslarına bakmadan bu işin içine girmeye çalışıyorlar, işe karışmak istiyorlar. Bu tuhaf durum, bu İsrailvari emperyal güç olmaya çalışma maceraları insanlara güle oynaya yutturulmaya çalışılıyor. Çünkü onlar insanları (yurttaşlarını) çok hakir görürler. Bu gibileri insanların özgürlüklerini ancak mezarlarda sağlayabilirler. Zaten orada insanlar her şeylerini kaybetmiş oluyor.

Eski sosyalist sistemin sözde lideri SSCB’nin bugün içinde bulunduğu durum günden güne unutturulmaya çalışılıyor. Rusya ve ona bağlı diğer cumhuriyetlerdeki rejimler ırkçı, dinci ve faşist nitelikler taşıyor. Bakın Gürcistan’a, Azerbaycan’a, Ermenistan’a, Rusya’ya… Sözde sosyalizmle yönetilmiş bu ülkelerde bırakın sosyalizmin, solun esamesini bulabilir misiniz? Şimdi tüm bu ülkeler ABD, NATO ve AB’nin emirlerinde yürüyorlar.

İnsanlara ve halklara gelince… Uykusuz geçirilen geceler ve acı-tatlı gözyaşlarından başka neleri olabilir? Lenin’in ülkesinde sosyalizmin hiç inşa edilmediği gerçeği sosyalist sistemin yıkılmasından sonra ancak konuşulabildi. Oysa Lenin Kararnamesinde dinlere ve mezheplere dini tören yapma serbestisi bile veriliyordu. Salt din propagandası yasaklanıyordu. Oralarda yapılanlar bu kararnamenin tam tersi olmuştur. Yapılanlarla sosyalizmin insan, yurttaş, özgürlük, din düşmanı olduğu deklare edilmiştir adeta. Bugünkü Suudi yönetiminin Vehhabi vandallığına benzeri oralarda yaşatılmıştır. (Vehhabilerin mezarlara karşı vandal tavırlarının İslam’la bağdaşması tuhaflığı yaşanmaktadır.) Sovyetlerde yaşanan din vandallığına karşın bugün oralarda yaşayanlar oldukça dindardırlar.

Aslında bizim dinlerle, mezheplerle, felsefeyle bir sorunumuz yok. Hatta dinlerin, felsefi düşüncelerin dünyayı daha iyi tanıma yönünde yararları olduğu düşüncesindeyim. Dünyayı, evreni, kozmosu tanımamız lazım. Bu dünyanın modern köleleri olmak istemiyorsak evreni tanımamız gerekir. Bizim başkasına bakarken duyduğumuz his önemli. Ona nasıl bakıyoruz? Ona annesi, babası gibi bakabiliyor muyuz? Bayrak satıcılarının asıl düşünceleri sattıkları bayraklardan topladıkları parsalardır. Bayrak satıcıları nasıl en büyük yurtseverler değillerse, din satıcıları, siyaset satıcıları (politikacılar) da en büyük dindarlar ve melekler değildirler.

Evreni, kozmolojiyi, insanlığı-bulabildiğimiz kadarıyla-tanımalıyız. Kutsal kitaplarda zaman zaman anlatılan ya da ırmakları süt ve bal akan düş ülkesini aramalıyız… Bu ülke neresidir? Evreni tanımazsak eğer, insanları yöneten George Bush, Vladimir Putin, Beşar Esad, İlham Aliyev, Ömer El Beşir, Pervez Müşerref, Mihail Saakaşvili’ler hep dünyanın başına bela olacaklar. Böylesi katil veya katil çocuklarının kölesi olmak da bizim yazgımız olacaktır.

SÜRÜLER DÜNYASINDA İNSAN



Demir BİLGİN / demir.bilgin@yahoo.dk

Yaşadığımız bu emperyalist çağda insan gerçekten sürüleşiyor. Sürüler dünyasında insanın bilgisi de en alt düzeye düşüyor.

Yaşadığmız bu emperyalist çağda insanın zekâsı da gerçekten küçülüyor. Sürüler dünyasında insan, yozlaşan insan oluyor. Yozlaşan insan, daha önceleri sahip olduğu en iyi niteliklerini kaybeden insan demek oluyor.

Emperyalizm, sürüler sistemi üzerine kurulu bir sistemdir; insanın bilgisini yok ediyor.
Emperyalizmde insan, sürüye dönüşüyor.

Bu bağlamda, sürüler düzeninin vatanı, ’Koyunistan’dır.

Örnek olsun, Amerika’da insanlar, sürüdür.

Amerika, Koyunistan’dır.

Kendi halkını sürüleştiren Amerika; Türkiye ve tüm Orta-Doğu halklarını sürüleştirmek için, uğraşıyor. Başkaları ne düşünüyor bilemem, ama bana göre; Irak’a atılan bombalar, Irak’ın ve Afganistan’ın işgali...hepsi, o topraklarda yaşayan insanları sürüleştirmek içindir. Zira insanı ezmenin, sömürmenin ve küçültmenin tek yolu, buradan geçiyor.

Buarada temel sorun, insanları sürüleştirmektir.

Burada tek amaç, insandan sürü yaratmaktır.

Emperyalizm, insanların sürüye dönüştürülmesi süreci oluyor.

Sürüleşme döneminde insan, insan olmaktan çıkıyor; kendini, kimliğini yitiriyor!



Böylece ülkeler, Koyunistan’a çevriliyor. Koyunistan’a çevrilen ülkenin insanı, küçük oluyor. Küçüktür. Kimliksizdir. Yoktur.

Koyunistan; kimliksiz ve insancık olmak, demektir.Böylesi düzenin insanlarına „kuş beyinli insanlar“ demek yerinde olur, diye düşünüyorum.

Bu anlamda kuş beyinli insan, dik insan değildir. Olamıyor. Olamaz. Boş çuval misali, dik duramayan insandır. Dik duramaz; çünkü, boş çuval dik durmaz!

Böylesi bir sistemde bilgi, düşünce olur mu?

Böylesi bir düzenin insanına „insan“ denilebilir mi?

Açık ki, hayır!

Zira burada insan, tıpkı uzun Orta - çağ insanı gibidir. Yani insan olmayan „insandır!“

Sürüler sistemi de budur; ilkellik sistemidir. Burada insan, ancak böylesi bir sisteme başkaldırarak, mücedele ederek, bilgili, düşünceli ve aynı anlama gelmek üzere, ”insan” olabiliyor.


Öğrenme, araştırma ve ileri gitme; kısacası bilgi, var olan sürüler sistemini redederek; bu sistemle sürekli mücadele ederek kazanılıyor / kazana-biliniyor. Türkiye’de, Amerika’da veya başka bir ülkede, bilgi, yani insan gelişimi; hep sürüler düzenine mücadele etmekten geçmiştir. Tarihsel olarak insanın ”insan” olması da, hep bu yolla olmuştur. Budur.
Evet; bilgi, insanın gelişimidir.

Her yeni bilgi, bir ileri gelişimdir.

Bilgi ve gelişim, sürüler sistemiyle kavga etmenin biricik teorisi oluyor. Bu pratiksel bir kavgadır. Bu pratiksel kavganın teorisi, belli noktaları da içeriyor, hatırlamakta yarar var:

Bir: Emperyalizme karşı tutum, davranış ve tavrımızdır. Bu, kavgada netlik demektir. Şudur: Sürüler sistemini kurmak isteyenlere karşı, açıkça mücadele etmek, sürekli mücadele etmek., demek, oluyor.

İki: Ortakçı felsefeye sarılmaktır. Ortakçı felsefe, canlı felsefedir. Canlı felsefe, adı üzerinde, canlıdır; yürüyen ve sürekli ileriye giden felsefedir. Ortakçı felsefe, ortakçı yeni insan bakışını, olmazsa-olmaz ilke olarak kabûl eden bir felsefedir. Bu felsefi düşünceyi yaratan da, nesnedir. Somut zenginliktir.

Üç: Mücadele ve interaksiyon. Bu da şu demektir: Sürüler düzenine verilen kavganın sonucunda çıkan karşılıklı etki bilgisine, ”yeni bilgi”, ”yeni tutum”, ”yeni davranış ve tavır” edinmek zorunlu oluyor. Bu, ’yeni insanın’, ’yeni ahlakı’ oluyor. Bu, ortakçı insanın, yeni bilgi teorisi oluyor.
1991 yılında, Dönem Yayıncılık’ta çıkan bir kitabımın önsöz’ünde, şunları yazdığımı hatırlıyorum:

”Türkiye, yeni bir kahramanlık dönemine girmiş bulunuyor. Bu kahramanlık, tekellere karşı yorulmak bilmez bir savaşım yürütmekle iç-içe geçmiş durumda. Zira artık Türkiye budur. Türkiye’de yaşamak demek, ya tekellere karşı kahramanlık savaşı vermek, ya da sürüleşmek demektir…”

Tekeller düzeni de, emperyalist düzendir.

Tekeller sistemi de, sürüler sistemidir.

Böylesi sistemlerde insan olmanın tek yolu, sürüler düzenine hayır demekten geçiyor.

Böylesi sistemlerde yeni bilgi, yeni insan yaratmanın yolu da, Koyunistan sistemini kurmak isteyenlere karşı, mücadele etmekten geçiyor.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

İçimden Kuşlar Göçüyor ( İç çekişler)




Murat Altunöz- 18 Ağustos 2008 Lazkiye-Suriye

Sıcak bir Suriye günü, ne zamandır Lazkiye’ye gitmek istemişim. Yüreğimde Lazkiye daha farklıydı, sanki ben büyüttüm belki içimde. Sıcaktan olmalı insanlar sokaklardan kaçmış, sanki kent terk edilmiş gibiydi. 10 Katlı iyi bir otele yerleştim, biraz uyuduktan sonra şehir içinde dolaştım.Aynı bizim İskenderun’a benziyor buralar. İçimde Sürgünlerden kalma yaralar kanıyor, akşama daha çok vardı, biraz dolaştıktan sonra otele gidip uyudum. Akşam Lazkiye Kültür Merkezinde düzenlediğimiz Edebiyat gecesinde şiirlerimi okudum, güzel bir hava vardı salonda, ama benim gözlerim kapıdaydı, geç kaldı, sanırım gelmeyecek o güzel insan dedim.

Sonra, Acılarını katarak, sürgünlerin acısını damıtarak peşinden babamın yoldaşlarından biri geldi. Gözleri yorgun, bakışlarında yılların hüznü...
Ardından; İçimden kuşlar göçtü; mavi bir deniz gibi dökülüp sancılanmaya başladı.



Sahnede türkülerimizi söyleyen iki gencin o hazin sesleri yanımdaki kardeşin gözlüklerine yansıyordu. Ellerini titreterek tempo tutuyor, eşlik ediyordu bin yılın geçmişine, içimden kuşlar göçerken, kim bilir ne çok ama ne çok kuşlar göçmüştür kendisinden diye düşündüm.
Sonra Lazkiye Kültür Merkezinden çıkıp bir arabaya bindik, arabada ilerlerken kendimi alamadım, kendi içimde kopan fırtınaların sesiz düşündüğümü sanıyordum, ağzımdan bir den çıka verdi,

Hiç Antakya’yı Özlemiyor musun ?

Bana bakarak “özlemez miyim dedi; o kadar özledik ki topraklarımızı geldik memleketimizin dibine yerleştik” dedi. Sonra sustu….

İçimdeki sancılarla kavga etmeye başlıyorum, söylediği laf bana çok dokunmuştu. Dağlanan yüreğime bir yenisi eklenmişti, nasıl olur diye düşünüyorum kendimce, bu ne acı, nasıl bir acı diye kendi kendime sorarken, araba bir evin önünde durdu.

İşte aslında hayatımın tüm toplamındayım şimdi; bu kapıdan içeri gireceğim ve babamın, büyük ağabeylerimin tüm hikayelerinin kahramanı birden çıkacak ortaya, nasıl davranmalı diye düşünüyorum, ne yapmalı, birden içeri giriyorum ve son bir söz dökülüyor Antakya’nın dar sokaklarına, şimdi; yılların birikimini getirmiştim yanımda, Özlemleri, acıları, sevinçleri, kızımın ilk doğduğu o anı, evlendiğimde dostlarımla “ O güzel insanlar için kadeh kaldırdığım dakikaları” ve en önemlisi çocukluğum hikayelerini, hepsini çıkınında toplayıp getirmiştim yanıma. Asi Nehrinin ters akışına bırakmalıydım kendimi ve öle yaptım, sarıldık babamın, ağabeylerimin yoldaşıyla, sarıldık bin yılın geçmişine inat, sarıldık sürgünleri alt ede ede, acıların içinden gelerek. Gözlerimde akan yaşları gizlemeye çalıştım sanki ayıpmış gibi. Uzunca baktım yüzüne yaşlanmış, sözcükler düğümlenirken boğazında ;

İşte hayat bu kadar, dedim.


Birden Ahmet Telli’nin şiiri geldi aklıma neden bilmem;

“Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir.
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağanak patlasa”

Ah keşke bir gök gürlese götürse bizi Dar Sokaklarımıza,
Ve içimizi kanatan gidişler olmasa

“ Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
Bir kenti Güzelleştiren yalnız onlardı sanki”


Demesek
Demesek zamanın hüznüne..

Sonra oturup karşı karşıya zamana bıraktık kendimizi, hep o konuştu; konuştu, konuştu, konuştukça zaman dizelerime kanadı, konuştukça annemin beyazlaşan saçlarına yenileri eklendi.
O konuşurken karşıda biri vardı, kim bilir abim Süleyman’ı bilir belki, ona benziyordu biraz, gözleri çökmüş, sesizce zamanı serpiyordu, Suriye topraklarına.

Zaman ilerledikçe ayrılık vakti yaklaştı, bir yanım gitmek isterken bir yanım kalmak istiyordu, ne çok sohbet edecek şeyimiz vardı, aslında o kadar soru hazırlamıştım ki hiç birini soramadım. Sonra yeniden sarıldı, sarıldık, sarıldık, tüm sürgünlere inat…

Otelin yolunu tutarken; İçimden Kuşlar Göçmeye başladı, Yaşlanmış bir çınar gibi; dayıyorum kendimi Lazkiye’nin sokaklarına.,Ah diyorum içimden ah; keşke çocuklarımdaki masallarımın kahramanlarını yüreğime saklayıp getirebilseydim sürgünlerden,
Ah Keşke sancılarını ceplerime saklayabilseydim, ama olmadı, kanadı, kanadı, ve kanamaya devam ediyor içimdeki kuşlar Affan’ın dar sokaklarına…

SOL LİBERALİZM VE ULUSAL SOLCULUK



Yener ORKUNOĞLU

20 Ağustos’da Hürriyet gazetesi, ‘Sosyalist solda Ergenekon çatlağı’ başlığı altında şunları yazıyordu: ’GİDEREK bir turnosol kağıdı fonksiyonu da üstlenen Ergenekon davası, liberallerden sonra sosyalist solu da birbirine düşürdü.’

Esasına bakılırsa, son dönemde ’Sosyalist soldaki çatlaklık’, Ergenekon soruşturması ile başlamadı. Soldaki çatlaklık sorununun öncesi var. Çatlaklık, esas olarak AKP karşısındaki farklı tutumlardan kaynaklanıyor. Ergenekon konusu, AKP karşısındaki farklı yaklaşımları daha berrak bir şekilde açığa çıkarmıştır sadece.

Sol liberaller askeri vesayet ve 12 Eylül rejiminin sona ermesini istiyorlar. AKP’nin bu askeri vesayetçi rejime son vereceğini düşündükleri için AKP’yi destekliyorlar. Kendilerine göre gerekçeleri var. En önemli gerekçelerinden biri de, AKP’nin AB yanlısı olması, liberal politikalar izlemesidir. Liberal politikaların demokrasi getireceği varsayımından hareketle de, tüm solu AKP’yi desteklemeye çağırıyorlar. AKP, küresel sermaye için en elverişli adaydır ve küreselleşmeden yarar bekleyenlerin partisi konumuna gelmiştir.

Sol liberaller, Ergenekon konusunda AKP hükümetinin tavrı desteklenmezse 'Ulusalcılar'la aynı safa düşüleceği görüşünü ileri sürüyorlar. Nasıl ki, Marx, Engels ve Lenin, burjuva devriminin tüm kazanımlarına sahip çıktılarsa, biz de liberalizmin kazanımlarına elbette sahip çıkarız. Ama liberalizmin kazanımlarına sahip çıkmak, kendi politik programımızı terk ederek, liberalizmi desteklemek demek değildir.

Sol liberaller kendilerinin ’ulusalcılar’dan farklı olduklarını düşünüyorlar. Birbirine zıt görünen sol liberalizm ile ulusal solculuk, esasında ikiz kardeşlerdir. Politik yaklaşımları birbirinden farklı olan bu iki tarafı, ‘ikiz kardeşler’ olarak tanımlamak önce şaşırtıcı gelebilir. Ama her iki tarafın ortak özelliklerini sergilersek ikiz kardeşlikten neyi kastettiğimiz daha anlaşılır olacaktır.

Sol liberalizm, teoride sosyalist, pratikte liberaldir. Bir başka deyişle, kapitalizme teslim olmuş solculuktur; Ulusal solculuk ise, teoride sosyalist, pratikte milliyetçidir. Bir başka deyişle, politik alanda sözde anti-emperyalist, ama ekonomik ve ideolojik alanda kapitalizme itirazı olmayan solculuktur. Sol liberalizm, ‘demokrasiye’ vurgu yapar, ulusal solculuk ise, milliyetçiliğini gizlemek için ‘anti-emperyalizm’i ön plana çıkarır. Son tahlilde liberalizm ve milliyetçilik,birbirini besleyen iki temel politik eğilimdir.

Farklı politika izlemelerine rağmen sol liberalizm ve ulusal solculuk aynı felsefi temellere dayanır: Sosyalizm ve işçi sınıfının tarihsel rolüne inançsızlık. Bir başka deyişle, işçi sınıfının ‘toplumsal kurtuluş’una inanmaz. Böylesi bir inançsızlığın politik sonuçları var: ‘Toplumsal kurtuluş’ yerine ‘siyasal özgürlükleri’ geçirmek. Toplumsal kurtuluş projesini askıya alır. Dolayısıyla her iki eğilim de bağımsız sosyalist bir politika yürütemez ve sonunda burjuvazinin kuyruğuna takılır. Yani hem sol liberalizm hem de ulusal solculuk kapitalizmi ayakta tutan güçlere gözlerini dikmişlerdir, kapitalizme muhalif olan güçlere değil.

Sol liberalizm, geçmiş tarihsel süreçler içerisindeki burjuvazinin politik tavrını görmezden geliyor. Gerek 1848 yıllarındaki devrimde gerek 1905 ve 1917 devrimlerinde liberallerin korkak ve ürkek tavırları bilinmiyor mu?

AKP, hem izlediği liberal politikalar hem de dayandığı gerici ideoloji nedeniyle demokrat olamaz. Ertuğrul Kürkçü’nün deyişiyle, ‘AKP’nin demokrasisi Genel Kurmayın kapısına kadardır.’

23 Ağustos 2008 Cumartesi

ECE AYHAN’LA DÜŞÜNMEK






Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL

Ece Ayhan Çağlar şairdir ve Türkçeyi fena halde sarsar : Allak bullak eder « dili ». Yazım kurallarının en belalısını bile çekip alır, ağzını burnunu kırar. Örneğin İstanbul’u küçük (i) ile başlatır. Akdeniz’i de küçük (a) ile. Ve daha neler : Şairdir. Niye böyle yazdığı da sorulamaz. Sorulmaz.

Ama kendisi bir söyleşisinde açıklar : « Düşünsel yönden karşı olmak da yetmez » der : « O’nun dilini de kullanmayacasın. »

Çünkü kırarak kullandığın dil artık « O’nun dili » değildir. « O’nun dili » olmaktan çıkmıştır artık. Benim anladığım budur. O’nun dilini kullanırsan (kullanmak zorunda/durumunda kalırsan) eğer KIRMALISIN. KIRACAKSIN. Ece Ayhan’ın yaptığı gibi.

Ece Ayhan şairdir şair olmasına. Ve buna kimsenin bir itirazı da yoktur aslında. (Sıkıysa itiraz edin bakalım !) Olamaz da. Ama sadece şair de değildir. Çünkü serde biraz tarihçilik ve feylesofluk ta vardır icabında.

« Tarihle aklını bozmuştur » besbelli : İki de bir « Tarihten geliyoruz. İnsanlarız. » deyip durması boşuna mı ? Veya « Doğu » ile aklımızı karıştırması : Buyurun dinleyelim :

« Ne yapalım. Batı’ya fazla giden Doğu’ya düşer aksi de geçerlidir bunun. Hele Alaska ile Kamçakka arasında bir Bering Boğazı var, birdenbire salıdan pazartesiye geçilyorsun ! »


Bu mesele O’nun Yort Savul isimli yapıtının değişik sayfalarına yansımıştır. Ama buradaki alıntı daha sonraki bir tarihte Cihat Burak ile yaptığı bir söyleşinin gazete sayfalarındaki sarımtırak izlerinden kalandır.

(Kedisever Cihat Burak ile Ece’nin birbirini bulması da bir rastlantı değildir. Ve bunun da « tarihi » nedenleri mutlaka kazınmalıdır : Araştırılmalıdır anlamında. Başka şey « aranmasın » bu lafta. Tamam mı ?)

Ece’nin zaten gazete ve dergi sayfalarında kalmış söyleşileri, unutulmasın diye olmalı, kendisiyle yapılan konuşmalar, dalga geçmeler karşılıklı ve özellikle İlhan Berk’le ( Nisan 1984’te « 1984 açıklarında Türk yazını » başlıklı dizi-söyleşileri örneğin Cumhuriyet’te neşr-edilmiştir nitekim ), tartışmalar, denemeler hep yayınlanır. Yayınlanmalıdır. Çünkü, ancak böylelikle Ece Ayhan’ı ve şiirini, tarihciliğini, « etikciliğini » ve felsefesini öğrenmek olasıdır. Yoksa sınıfta çakarız. Hiç şakası yok.

Örneğin Başıbozuk Günceler’ini okumalıyız. (Mazaret kabul edilmez !) Bu yapıt 1993’te yayınlandı. Veya Dipyazıları isimli olanlarını. Değişik tarihlerde, değişik dipyazıları yayınladı. 1980’lerin başından itibaren. Tamıtamına 1982 Mart’ından itibaren yazılanlardır.

Ece Ayhan tarihcidir. Kendine özgü tarihcidir. Ve işte tadımlık bir örnek :
« Olamaz » başlıklı şiirindendir :

« 1- Üç şubat. Saray’ın arkalarında bir yerlerde, daha Süleymaniye Camisi çıkılmamıştır : Sinan kalfalarıyla dolaşıyormuş.
2- Çıraklar ölçüyorlar. Boğaziçi açık, Haliç koyu gözüküyor. Eminönü’nde yelkenli direklerine dolanmış takalar, çektirirler. »

Nasıl ? SEN GEL SÜLEYMANİYE « CAMİSİ »NDEN SÖZ ET : KANUNİ’DEN TEK HARF KOYMA VE ANMA, ONUN YERİNE SİNAN, KALFA VE ÇIRAKLARINI AN : OLACAK ŞEY Mİ BU ? İşte Ece Ayhan’ın tarihçiliği budur : Bu « bürokrat tarihcilerin », bu bürokrat « bilim » kadın ve adamlarının cirit attığı Dersaadet’te. Eski ve henüz tamamiyle eskimemiş ve/veya eskitilememiş Osmanlı İmparatorluğu’nun eski başkentinde : Akıllara zarar.

Yineliyorum : ŞAİR VE TARİHCİDİR ECE AYHAN. VE BİRAZ DA FEYLESOFTUR İCABINDA. İşte örneği : « Pera Palas’ın arkasında » başlıklı düz yazısında yazar : « Benim bildiğim, silgiler silerken silinirler de. İnsanın kendisini silmesi ise bana çok dokunurdu, dokunuyor. »

Şimdi daha iyi farkediyorum : Buradaki « dokunuyordu »yu okunuyordu diye de anlamak mümkün.

Veya BAKMAK konusunda yazdıklarını okuyalım isterseniz :

« İlk gün : Gümüşlük’te » başlıklı yeni dipyazılarından aktarıyorum :

« Gözlerle, yüzle bakmak ne denli kolaydır, hemen herkes öyle bakar, hatta baktıkları da belli değildir…Ben gözlerimle de bakıyorum, ama zihnimle de bakıyorum, özellikle zihinlerimle. Sözgelimi insanın eşyaları yerleştirişinde bile bir anlam yok mudur açıklayıcı ? Eşyaları delip geçerek ‘insan insana varmak’ için başka ne yapılabilirdir ? Neden gözlerimi ben hiç kırpmıyorum, kırpmam : bunun üzerinde bir düşünülsün isterdim, istiyorum. »

Evet işte aynen böyle ve bize bakmak konusunda yeni bir konsept sunuyor/öneriyor. Böylece Ece Ayhan ille bizi düşün-meye yöneltiyor, yöneltir : Her şeyin hazırlop
sunulduğu, her şeyin hazır birer « ilaç » gibi alındığı günümüzde : O bize « Bir dakika burada bir mola verelim / düş-ünelim » diyor. Teşekkür Ece. Bin teşekkür :

Felsefenin diyelim iki yüz kadar (şaka değil gerçekten iki yüz kadar ) tanımından biri de NASIL DÜŞÜN-MEK değil midir ? Bildiğimizi, her gün farkına vardığımızı sandığımız davranışları, şeyleri ve diğerlerini BİR DE BÖYLE DÜŞÜNMEK eylemi değil midir Felsefe ? Gördüklerimizi anladığımızdan emin miyiz ? Ben emin değilim : Ne bizzat gördüklerimzi anladığımızdan. Ne de hele bize gösterilenleri. Hele hele televizyonlar aracılığıyla gösterilenleri.

TELE-VİZYON, ismi üstünde, zaten UZAKTAN-GÖSTERİLEN değil mi ? Uzaktan gösterilirken de…NASIL ? EVET, Aslında bugün yaratılan yeni tür aletlerle görüntüler her türlü manipülasyona açık bir biçimde çarpıtılabildikten sonra. Çarpıtılabiliyor. Bunu başka bir gün konuşuruz. Yine Ece Ayhan ile birlikte.

Filozof, aynı zamanda, dinleyenini, okuyanını/okuyucusunu DÜŞÜNMEYE TEŞVİK EDENDİR. İşte ol nedenle Ece Ayhan Çağlar ( 10 Eylül 1931- 12 Temmuz 2002) bir filozoftur : Şairliğinin, « etikciliğinin » ve tarihciliğinin yanında.

ALIN SİZE AMERİKAN UŞAKLIĞI


Turgut Koçak

turgut.kocak@hotmail.com

İşçi sınıfı sosyalistleri asla unutmazlar.

Amerikan emperyalistleri, 5000 Kürdü eğitmek için götürdüklerinde bu konuya değinen konuşmalar yaptık, yazılar yazdık. Sonra bu Kürtler Kuzey Irak’a geri getirildiler. Sözü geçen bu Kürtler, Kuzey Irak’ta öyle sanıyoruz ki, ABD emperyalistlerinin çıkarlarını sonuna kadar savunabilecekleri bir yerlere yerleştirilmiş olacaklar ki, hiç sesleri sedaları çıkmıyor. Bu konuyu her nedense kimsenin de kurcaladığı yok. Bu konu kurcalansa da kurcalanmasa da sonuç ayna gibi ortada. Yani CIA’nın eğittiği Kürtler, CIA’nın denetiminde Amerikan emperyalizmine hizmet ediyorlar. Özetle Amerikan uşaklığı yapıyorlar.

Dünyada Amerikan uşaklığına soyunan o kadar çok soysuz var ki, bunları saymakla bitiremeyiz. Alalım şu Gürcülerin Sakaşvili’sini:

Sakaşvili, iki yıl Amerika’da eğitildikten sonra Amerikan çıkarları doğrultusunda hareket etmesi için Gürcistan’a gönderilen bir kişidir. Gerçek odur ki, Amerika kendisine verdiği emeğin karşılığını da daha işbaşına getirdiği andan başlayarak almaya başlamıştır. Ve zaten Soros’un çocuklarının sözde Turuncu devrimi pek çok yerde ektiğini de biçmiştir. Amaç; tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi Amerikan emperyalizminin Asya’nın ta içlerine kadar yerleşme ve buraların enerji kaynaklarını ele geçirme isteğidir. Amerika emperyalizmi bu yönde uğraşısını Ukrayna, Gürcistan ve diğer bölge ülkeleri üzerinden bir güzel yürütmektedir. Son olarak; ABD emperyalistlerinin Polonya’ya füzesavar sistemleri yerleştirme anlaşmasını imzalamaları da aynı oyunun bir parçası olarak yaşama geçirilmiş bulunmaktadır.

Şimdi dönelim Gürcistan’a:

Bilindiği gibi Gürcistan öteden beri hem Ahbazya ile hem de Osetya ile sorunlar yaşamaktadır. Zaman zaman yaşanan savaşlar yüzünden bölgede sürekli olarak kan dökülmektedir. Bölgede yaşanılan çatışmaları yakından izleyen biri olarak üzülmemek elde değildir. Ne var ki, yaşanılan bunca acılara bakıp bir ders çıkarmamakta olmaz. Önce açıkça belirtmek isteriz ki, bu son savaşta Gürcüler bilerek ve istenerek Amerikan emperyalistleri ve onun sadık uşağı Sakaşvili tarafından ateşe atılmışlardır. Sakaşvili işbaşına geldiği günden bu yana Gürcülerin yaşam düzeyi daha da düşmekle kalmamış, Gürcüler Sakaşvili’nin Amerika’ın isteği doğrultusunda giriştiği maceracı politikalar yüzünden de büyük acılar yaşamak zorunda kalmışlardır.

Askeri gücü bilinen Gürcistan Sakaşvili’nin emriyle Osetya topraklarına girmiş, ağır katliamlar gerçekleştirmiştir. Bunu üzerine eyleme geçen Rus birlikleri kısa zamanda Gori’ye girmekle kalmamışlar, başkent Tiflis’in dışında hemen bütün Gürcistan’ı kontrolleri altına almışlardır. Önemli bütün askeri üsleri bombalanan ve Poti Limanı dahil askeri gücü yok edilerek işlevsiz hale getirilen Gürcü ordusu Rus birlikleri karşısında eriyip gitmiştir. Bir başka deyişle Soros’un çocukları ektiklerini biçmişler, bugün acı içindedirler. Biz sosyalistler bu yaşananlara sevinmeyiz. Ancak acı da olsa gerçeklere değinmeden de edemeyiz. AB’ye ve NATO’ya girmek için çırpınan Sakaşvili’nin bu hareketi kime hizmet etmektedir? NATO’ya girmiş olan bir Gürcistan kime karşı ve kim için girmiş olacaktır? Bölgede ABD ve AB emperyalizmi adına koçbaşı olmaya soyunacak olan ister Gürcistan isterse başka bir ülke olsun bizim için sonuç değişmeyecektir. Böyle bir hareket açıkça emperyalizmin uşaklığına soyunmaktır ki, biz de bu hareketlere her zaman olduğu gibi bugün de karşı durduk durmaya da devam edeceğiz.

ABD’nin ve AB’nin öteden beri amacı enerji kaynaklarının üzerine oturup Rusya’yı kuşatarak etkisiz hale getirmektir. Ne yazık ki, emperyalistlerin evdeki hesabı Gürcistan olayı ile birlikte çarşıya uymamış, bir ölçüde de olsa bozulmuştur. Öyle sanıyoruz ki, daha başka hesapları da önümüzdeki günlerde bozulmaya devam edecektir. Yani kendi halkının başına Amerikan çuvalı geçiren Sakaşvili gibileri erinde gecinde soysuzluklarının hesabını vermekten kurtulamayacaklardır.

Ya peki, Recep Tayyip Erdoğan’a ne denilmelidir?

Bilindiği gibi adı geçen kişi Amerikan çıkarlarını savunan BOP’un eşbaşkanıdır. Görevi gereği bu bölgede de işini yerine getirmekten geri durmuş değildir. Tayyip ve partisi AKP, Gürcü-Rus savaşı ile birlikte suçüstü yakalanmıştır. Başlangıçta sesini çıkarmayan ve tatilde olan Tayyip ve partisinin ileri gelenleri Tayyip’in Bodrum’dan Ata uçağı ile Moskova’ya uçması ile birlikte konuşmaya da başlamışlardır. Rusların her anlamda Gürcülere yardım edenleri de hedef alan demeçleriyle birlikte Tayyip de ağzından baklayı çıkarmış; Gürcülere yapılan silah yardımını hemen herkes nasıl silah satışı yapıyorsa biz de yaptık benzeri bir açıklamayla geçiştirmeye çalışmıştır. Öz olarak böylesine duyarlı bir bölgede Türkiye’nin dış politikasının bu şekilde olmasının Türkiye açısından anlaşılacak bir yanı yoktur. Ama durum R. Tayyip Erdoğan ve partisi AKP açısından bakıldığında oldukça anlamlıdır. Ülkemizde ve bölgede Amerikan çıkarlarını savunmaya yeminli bir R. Tayyip Erdoğan ve partisi AKP vardır ve o AKP iktidarını emperyalist dünyanın yardımına borçludur. Çünkü o emperyalist dünya ki, en akıl dışı şeyi bile allayıp pullayarak yığınların kafasını değiştirebilmektedir. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde de emperyalistlerce aynı şey yapılmış ve AKP’nin ikinci kez iktidara gelmesi sağlanmıştır.

Türkiye’nin enerji konusunda dışa bağımlılığı göz önüne getirildiğinde durumu hiç de iç açıcı değildir. Rusya’dan alınan ve İran’dan alınmaya çalışılan enerjinin yarın için hiç mi hiç güvencesi yoktur. Hele bu şekilde sürdürülen Amerikancı politikalarla durum çok daha tehlikededir. Bir başka deyişle ülkemiz işbirlikçi hükümetler eliyle uçurumun eşiğinde olup, daha da kötü günlerin bizi beklediği asla unutulmamalıdır.

Gelelim Pakistan’da yaşananlara:

Bilindiği gibi askeri bir darbe ile işbaşına gelen Pervez Müşerref de bir Amerikan uşağı olup, bölgede emperyalist çıkarları temsil etmektedir. Pervez Müşerref’e karşı uzun zamandır yürütülen muhalefet sonuç vermiş anlaşmalı bir yöntemle Pervez Müşerref Devlet Başkanlığı’ndan istifa etmiştir. Kimilerine göre Müşerref’in istifası demokratik bir kazanımdır. Ancak durum hiç de öyle gözükmemektedir. Pakistan’ın bundan sonraki gidişi karanlıktır. Pakistan hızla şeriata sürüklenmekte olup ülkeyi çok daha karanlık günler beklemektedir.

Sonuç:

Bütün Amerikan uşakları ülkelerini emperyalizme hizmet etmek için ateşe atmaktan çekinmemişlerdir. Yaşanan onca olay göstermiştir ki, her kim bu yolda yürüyorsa sonuçları bellidir. Günü geldiğinde sümüklü bir mendil gibi sümkürülüp atılacaklardır. Daha ne diyebiliriz ki, siz ve sizin gibilere? Biz, yine de sizlerin belleğini taze tutmak için yineleyelim:

ALIN SİZE AMERİKAN UŞAKLIĞI!

zor zamanlardı



Adil Okay

seni aramazdım
yağmur durmazdı
baş ucumda bir tencere
dan dan dana dana dan dan
damlalar düşlerime damlar
avludaki yüznumaranın kırık kapısı
rüzgarla ritim tutardı
çaykovski’yi bilmezdim o zamanlar
ne de schuberti
Ariel Dorfman’ı artist sanırdım
‘genç kız ve ölümü nazım’ın tanya’sı
bunları babam anlatırdı da
takmazdım
varsa yoksa aşık ihsani
radyoda yasaklar ruhi su’yla başlardı
yastığımın altında ihtiyar bir 7.65’lik
duvarda ernesto che guevara
her gece kışlık sarayı basardım

seni aramazdım
yağmur yağardı
köşe bakkalının telefonu çalar
mahalleli yüreği ağzında koşar
bakkalın karısının cilveli alo’su
gözlerime akardı
bana mı derdim
kaşları yukarı kalkardı
gel derdi gitmezdim
ne devletten ne bakkaldan
ama illa da ayıptan korkardım
sonra da geceleri
şeytanla gerdeğe girerdim


seni aramazdım
yağmur yağardı
asi nehri ters akar
martılar ıslanırdı




ekmek atacak martılar vardı
o zamanlar
ve balıklar
habibi neccar dağı
amanoslara bakıp ağlardı
sen ağlardın
asi dayanamaz taşardı
kiremitlerin arasından akardı gözyaşları
oysa babam her sonbahar dam aktarırdı


yağmur yağardı
seni aramazdım
güneşi unuturdu antiyoş
ve yıldızları
akşam sohbetleri
kuru incir ve tahin
odun sobası ateş ve tandır
radyoda ajans saati çok mühim
nineme arkası yarın yerine
ince memet okurdum
7.65’in fanilyama bulaşan pasını yıkarken
etme oğul derdi
gök gözlü ninem
taş atıp başını altına tutma
gözlerinden maviyi içerdim
ellerinden şevkati
antiyoşta yağmur bir başlar
bir daha durmazdı
polis iç çamaşırlarımızda
pas lekesi arardı

seni aramazdım
yağmur durmazdı
silahım ıslanır
çakar çakar almazdı
taka taka tak
tıp tıp tıp
rap rap rap
tencereler
hapishaneler
gömütlükler dolardı
gözyaşlarımız içimize akar
antlarımız tüyler ürpertirdi
‘bir ölür bin doğarız’la avunurduk
sen dayanamaz kaçardın
damı akmayan evlerde
hanfendiyi
beyler sofrasında
prensesi oynardın
saltanatın uzun sürmezdi
iki gözün iki çeşme
üstün başın yağmur
tek pabuçlu sinderella
bana arabesk
bana ıslak telgraflar çekerdin



yağmur durmazdı
seni aramazdım
gök delindi derdi
gök gözlü ninem
mahalle bakkalının telefonu
gök gürültüsü gibi çalardı
ben koşardım
bakkalın karısı seğirtirdi
elleri ellerime değer
tırnakları orama burama batar
kulağıma ayıp şeyler fısıldardı
mahallede cümle alem bilirdi ki
bakkalın karısı bana yanıktı


ben sana
yine de seni aramazdım
‘tek yol devrim’ yazarken duvarlara
yağmur durmaz
boyalar akardı

yağmur durmazdı
sen tencerelerle raks eden
damlaları sevmezdin
gel derdin kaçalım buralardan
ben önce devrim derdim
sen ajda pekkan’dan okurdun
ben avusturya işçi marşını
sen önce aşk derdin
illa da ümit yaşar oğuzcan
ben Ahmet Arif
kanlı gömleğimi yıkarken ninem
etme oğul derdi
sen mi kurtaracan memleketi
ben göğsümü kabartarak başlardım
nazım’dan okumaya
gülerdi ninem
o gülünce içim ısınırdı

yağmur durmazdı
hemencecik ıslanırdı sakıncalı bildiriler
yasak sözcükler akardı duvarlardan
ay parçası oğlum diye
severdi beni ninem
bakkalın karısı gel derdi
gel kurbanın olayım
sen gidelim derdin
gidelim buralardan
ben yine devrim derdim

zor zamanlardı
zalimlere sapanla başkaldırdığımız
zor ama güzel zamanlar
güneşi özlerdim
seni özlerdim
bakkalın karısını da
ama kimselere diyemezdim
yağmur durmazdı

5-6 Şubat 2008 Antakya

adilokay@hotmail.fr
Not: Bu şiir Güney dergisinin 45. Sayısında yayınlanmıştır.

AMİK’TE BİR YAZ YOLCULUĞU VE DOSTLUKLAR


Müslüm Kabadayı


Doğu seferimizi 31 Temmuz sabahı bitirip Zübeyde sabah 06.00 uçağıyla Antep’ten Ankara’ya havalanırken, ben de Kilis yolu üzerinde bulunan havaalanından Antakya’nın yolunu tuttum. Doğrusu Kilis’i hiç görmemiştim. Saat 06.30 sularıydı ve zeytin bahçelerinin, fıstıkların arasından süzülüp sırtıma vuran güneşin ışınlarını emerek Kilis’ten fotoğraflar çektim. Aslında bir bakıma hayati tehlike yaratabilecek çekim işi de yapıyordum ama sabahın köründe yollar çok sakin olduğundan, güzergahı çok iyi kontrol ederek ve riskli yerlerde durarak fotoğrafla kamera çekimini gerçekleştiriyordum.

Antep Havaalanı’na giderken Elbeyli tarafına dönmüştük. “Elbeyli” tabelasını görünce aklıma birden 1969’da Filistin cephesinde ölen ilk Türk gerillası Mustafa Kemal Çelik’in babası Davut Amca geldi. Çünkü Antep’teki Eblehan Mahallesi’ndeki evlerinde kendisiyle yaptığım görüşmede Elbeyli’nin bir köyünden olduklarını söyleyip 1930’lardan itibaren bildiği kadarıyla oranın kültürü hakkında düşüncelerini anlatmıştı. Türkmenlerin yoğunlukta olduğu ve geçimini tarım, hayvancılık, kaçakçılıkla sağlayan insanların yaşadığı bu coğrafyadan gerillaların yetişmesi dikkatimi çekmişti. Karısı Sultan Teyze’nin giyimi-kuşamı da annemlere, özellikle fiziki görünüşü de Yayladağlı dostum öğretmen Ali Uğraş’ın annesine çok benziyordu. Elbeyli’ye gitmek bir başka bahara kalsa da topraklarına alıcı bir bakış fırlatmış olmanın sevinciyle Kilis yolunu tutarken, sevgili eşim Zübeyde’nin de sağ salim Ankara’ya ulaşmasını içimden diliyordum. Çünkü bu ara hem uçak hem otobüs yolculuğuyla çok haşır neşir oldu ve içimde hep bir tedirginlik bıraktı.

Kilis, çocukluğumuzdan beri kaçakçılığın aleni yapıldığı yer olarak belleğimizde yer edindiğinden, bugüne kadar hiç görmemiş olmanın eksikliğini hissederdim. Türkiye son 20 yıl içinde adım adım açık Pazar sömürge haline getirildiğinden, artık Kilis’in eski hükmü erimişti. Yine de içimde bir merakla girerken Kilis’e önce Balkanlar adlı bir fabrikayla karşılaştım. “Balkanlar” adının burada ne işi vardı, diye de düşünmedim değil. Ardından küçük bir organize sanayi bölgesiyle karşılaştım, şehre doğru bir bulvar uzanıyordu, onu takip ederek Halep yol ayrımına kadar geldim. Şehir merkezine girmedim, ancak güneyini dolaşan yol boyunca değişik yerlerden fotoğraflama yaptım. Valiliğin de bulunduğu resmi binalar kentin yeni bölümündeydi ve Antakya yolu üzerinde çok katlı apartmanlar yükseliyordu.

Daha önceleri Antakya-İslahiye güzergahında yaptığım yolculuklarda Akbez yol çatında “Kilis” tabelasını gördüğümden, yolu çok uzatmadan sabah kahvaltısını yapacağım lokantaya yetişebileceğim biçimde bir ilerleme hızı belirledim. 60-70 km’yi geçmeyecek biçimde gaza basarken, yolun çok virajlı, aynı zamanda dar olduğunu gördüm. Yine de ilginç gördüğüm geçitlerde, farklı yapılaşmanın bulunduğu köylerde, eski köprülerde fotoğraf çekerken birden Tahtaköprü Barajı’nın mavi sularıyla karşılaştım. Ondan önce de Musabeyli kasabasının tabelasını görüp uzaktan fotoğrafını çekmiştim. Barajla ilgili de birkaç poz çektikten sonra yolun giderek düzleştiği Amik Ovası’nın uzantısına ulaştım. “Hassa 20 km” yazan yerde durarak insülinimi vuruldum. Akbez’i geçtikten 3-5 km sonra da sağlı sollu lokantaların bulunduğu yerde durup güzel bir çorba içtim. Lokantanın sahibine Akbezli emekli öğretmen Duran Yaşar ağabeyi sordum, tanıdığını söyledi. Bu yakınlaşmayla, o sırada tv’de verilen haberler üzerinden memleket meselelerini değerlendirdik. Halkımızın aslında birçok şeyin farkında olduğunu bu konuşmadan da anlamamak mümkün değildi, ancak havaya göre davul çalmak eğilimi baskın olduğundan ve örgütsüzlükten ne yapacaklarını bilmiyorlardı.

Bu arada Antep’teyken en çok görmek istediğim yer Yesemek’ti; sorduğum arkadaşlar sadece İslahiye’den oraya gidildiğini söylemişlerdi, ben Kilis üzerinden gelince de sapa düşen bu tarihi mekanı görme olanağı bulamadım. Ancak Antakya’da görüştüğüm sevgili dostum elektrik mühendisi ve fotoğraf sanatçısı Sabit Akdeşir, Tahtaköprü’den Akbez’e doğru gelirken Yesemek’e ayrılan bir köy yolunun bulunduğunu açıkladı. Ancak ben böyle bir tabelayı fark edememiştim. Sabit, Karasu boyunca ilerleyen o yolun bozuk olabileceğini de belirtti.

Çorbamı içtikten sonra saat 07.45 olmuştu ve Kırıkhan Belediyesi’nde çalışan müzisyen dostum Beyazıt Bilgin’i cep telefonundan aradım. Şanssızlık o da izinliymiş, dolayısıyla uykudan kaldırmış oldum. Yarım saat sonra Kırıkhan Belediyesi’nde buluşma kararı verdik. Nerdeyse 5 yıldır görüşemediğim Beyazıt’la özlem dolu bir kucaklaşmamız oldu. Çaykara’dan gelip buraya yerleşmiş olan Tuncay adlı Karadenizli bir delikanlının işlettiği çay bahçesinde çaylarımızı yudumlarken, su gibi akıp giden konuşmalarımızda neler yaptığımız ve neler hissettiklerimizi paylaşmaya çalıştık. Bu kıraçlaşmış Kırıkhan topraklarında kendini müzik çalışmalarına veren Beyazıt, 12’yi aşkın beste yaptığını ve bunları evde kurduğu amatör stüdyoda kayda aldığını açıkladı, çok sevindim. Belediye’deki bilgisayarına yüklediği bu besteleri bir cd’ye aktardık sonra. Arabada dinlediğimizde de oldukça temiz bir kayıt yaptığını fark ettim.

Kırıkhan’da yaşayan gazeteci-yazar Vasi Köse’yle görüşüp görüşemeyeceğimizi sordum Beyazıt’a; hemen cep telefonundan ulaştı ve 15-20 dakika sonra Vasi Bey yanımıza geldi. Kucaklaştık. Görüşemediğimize ve özellikle yazışamadığımıza hayıflandık. O, bir yıldır merkezi İstanbul’da bulunan Hatay adlı aylık popüler kültür dergisini çıkartanlardan biri olarak yaşadıkları sıkıntıları anlattı. Kültür-sanat insanlarının her yerde karşılaştığı sorunların başka versiyonlarıydı yaşadıkları, bizden farkları ise reklam ilişkileri… Savon, Narin, Dedeman otelleri başta olmak üzere Antakya’nın “yeni zengin”lerinden kaynak yaratma girişimleri. Vasi Bey’den derginin bende olmayan sayılarını aldıktan ve alanıma giren konularda yazabileceğime dair söz verdikten sonra Beyazıt’la Reyhanlı yolculuğumuza çıktık. Hazır arabayla Hatay topraklarına basmışken, Ankara’da aynı okulda iki yıl birlikte çalıştığımız ve geçen aylarda kaybettiğimiz Fizik Öğretmeni Ercüment Karaca’nın mezarını ziyaret etmek istemiştim. Sevgili Beyazıt da Antakya’da Defne Hastanesi’nde yatan babası Hasan Bilgin’in (Şamo) ziyaretine gideceğini söylediğinden, programımızı birlikte planladık.

Reyhanlı’ya giderken Beyazıt’ın bestelerini dinledik, her bestesinin öyküsünü de anlatan bu dostumun, yüreğini kıskaca alan, beynini kemiren Kırıkhan’ın bugünkü çürümüşlüğüne karşı, müzikle yaşama sevinci bulduğunu ve kendini var edebilmenin yolunu okumakla açtığını gördüm. Gerçekten de bu denli zengin tarihi ve kültürel birikimli Anadolu coğrafyasının bir yangın yerine dönüştürülmesinin bizlerde yarattığı travmayı aşmak, çubuğu tersine bükmek için bilinçli eylem taşımak, pek de kolay bir mesele değil taşrada. Hele Şamo’yla, yani yüzündeki benden dolayı halkın verdiği bu lakapla anılan Arap aşiret lideri havasındaki bir babayla boğuşarak kişilik geliştiren Beyazıt’ın bu başarısına saygı duymamak mümkün mü?


Reyhanlı’ya girişte Şifa Eczanesi’ni sorduk, “yolun solunda” dediler. Arabayı uygun bir yerde park edip eczaneye girdiğimizde 60’larında gözlüklü ve beyaz formalı bir insanın masasında kimyasal malzemeleri karıştırdığını görüyoruz. O arada karşısındaki insanlara da sürekli bir şeyler tarif ettiğini duyuyoruz. Seslenmelerimizi başlangıçta duymayınca, bir süre kendisini izliyoruz, sonunda o başını kaldırıp bize bakınca ne istediğimizi soruyor. Bunun üzerine kendimizi tanıtıyor ve niçin geldiğimizi söylüyoruz. Gözleri buğulanan ve bize hemen yer açan bu eczacı, Ercüment öğretmenin amcası Hasan Karaca. Nerdeyse 20 yıl önce Güneyde Kültür dergisinde avcılık ve Amik üzerine yazılarını okuduğum bu insanla, sonunda tanışıyorum. Beyazıt da Hasan Bey’i dinledikçe, kafası ve yüreği dolu insanların taşradaki zorluklarının birbirine çok benzediğini teyit ediyor. Eğer buralarda biraz uçuk ve yarmaca yaşanılmadığı zaman, böyle yeteneklerin kısa sürede silinip gittiklerini vurguluyor.

Hasan Karaca’yla Reyhanlı’da yaptığı çalışmalar üzerine söyleştik bir süre, o arada zaman sorunumuz olduğundan bir an önce Ercüment öğretmenin mezarını görmek istediğimizi de hatırlatmak durumuna kaldık birkaç kez. Öğle yemeği yedirmeden bizi serbest bırakmayacağını kesinleyen Hasan Bey, lehm-i varak (kağıt kebabı) söyledikten sonra yeni yayımlanan av ve doğa korumasıyla ilgili kitabından bir tane armağan etti bana. Dergilerde çıkan yazılarından söz ederken, yaptığı ilacın ne olduğunu sorduğumuzda, saçkıran başta olmak üzere deri hastalıklarına, yara bereye iyi gelen bir ilaç formülü geliştirdiğini, yararını görenlerin birçok bölgeden sipariş verdiklerini açıkladı ki, bizim yanımızda Dörtyol’dan gelen bir siparişle ilgili durum değerlendirmesi yaptı. Mesleğine, insana bakış açısındaki sağlamlık, doğrusu çok hoşumuza gitti.
Yemekten sonra eczacı kalfası bir arkadaş, ki Ercüment Bey’in akrabasıymış, bizi mezarlığa götürdü. Karaca’ların mezarlığına gömülü, üzerine çiçek ekilen yeni mezarın başında Ercüment öğretmeni manevi huzurunda saygıyla selamlayıp birkaç fotoğraf da çektikten sonra, acılar içinde kahrolup aramızdan ayrılan dostla vedalaşıp Antakya’nın yolunu tuttuk. Ölümün soğukluğunu arkamızda hissederek Reyhanlı’dan Amik Ovası’nda Antakya’ya doğru ilerlerken, Atçana höyüğünü ziyaret etmeyi önerdim Beyazıt’a; o da yakınlarda kazı yapıldığına dair haber izlediğini anlattı tv’de. Yaklaşık 10 yıldır Aslıhan Yener başkanlığındaki kazı ekibinin yürüttüğü kazı çalışmalarının çok ilerlememiş olduğunu gözlemledik. Dünya’nın sayılı site devletlerinden birinin başkenti olan Atçana’da var olduğu belirtilen Girit sarayının ne zaman gün ışığına çıkarılacağını, bilim insanları başta olmak üzere yöre halkının yeni bilgi ve verilerle aydınlanacağını, doğrusu acilen öğrenmek istiyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle buradan da birkaç fotoğraf çekip görevli kişiyle konuştuktan sonra yolculuğumuza devam ettik.

Amik’ten her Reyhanlı’ya gidip gelişimde, henüz 5 yaşımdayken ve kardeşim Musa henüz yürümeye başlamışken (1965 olabilir) annemin dayısı Yusuf Özbay’ın elcilik yaptığı Devlet Üretme Çiftliği’ndeki pamuk tarlasında yaşadıklarımız gelir aklıma. Suriye sınırındaki tel örgünün etrafından dolanarak ovaya inen kırmızı renkli Reyhanlı minibüsünün havalı klaksonunu her duyduğumda, “Bir gün bizi de buradan Antakya’ya götürmez mi ola?” diye içimden geçirdiğim o çocuk dünyamı hatırlarım. Çünkü, pamuk tarlasındaki sineklerin, güneşin tüm ışınlarını saldığı öğle sıcağının kahrını çekmenin zorluğunu, o yazı yüzünde çalışanlar, yaşayanlar bilir ancak. Buradan aklımda kalan hoş anlardan biri de, Mehmet ağabeyim ve arkadaşlarının, tarlanın yanı başından akan dereye kurdukları balık tuzaklarından çıkan kara ve bıyıklı balıkları pişirip tadına varmak… Daha önce hiç balık gördüğümü hatırlamıyorum. Beyazıt’la 43 yıl sonra buradan geçerken hissettiklerimi paylaştım. O da Amik çocuğu olarak küçüklüğünde Gölbaşı’nda ve Karasu’da yaşadıklarını anlattı bana. Balık, kurbağa, yılan avcılığının çok para ettiği dönemlerde çevre halkın topladıklarını Adana’daki fabrikaya sattıklarından, yılan ve kurbağaların azalmasıyla birlikte çevredeki sineklerin, böceklerin çoğaldığından, böylece hastalıkların arttığından söz etti.

Atçana höyüğünden Antakya’ya yöneldiğimizde yeni yol Demirköprü’nün güneyinden geçtiği için eski taş köprüyü göremedik. Buna hayıflanır gibi oldum. Yine 1960’lı yılların sonuna doğru Asi kenarındaki Yusuf Mıstıkoğlu adlı toprak ağasının tarlalarında pamuk toplamaya gittiğimiz günler geldi aklıma. Orada da Asi nehrine girip yüzen büyüklerimize özendiğimiz, onların korumasında kıyıda yüzdüğümüz, bazı günler köylümüz Yusuf Yıldırım başta olmak üzere gençlerin balık tuttukları, hatta nehre dinamit attıklarında suyun yüzeyinde parlayan balık ölülerine üzüldüğüm günleri hatırladım. Yağmurun güçlü yağdığı bir gün, dinlenen ameleden ayrılarak Demirköprü’ye alışverişe gelen ağabeyimle nehrin köprüden akışını izlediğim sırada nehirde çiftleşen beygirle atın suya kapılmaktan nasıl kurtulduklarına tanık olduğum sahnenin, film şeridi gibi beynime kaydedilmiş olmasına şaşırdım. İnsanın çocukluk izlenimleri, yaşantıları kolay kolay unutulmuyor demek ki…

Narlıca’yı geçtikten sonra Sen Piyer levhasının karşısından sağa dönüp Asi nehrini geçerek Antakya-İskenderun yoluna çıktık; çünkü Beyazıt’ın babası Hasan Bilgin Odabaşı’nda açılan Defne Hastanesi’nde yatıyormuş, onu ziyarete gittik. Türkiye’de büyük rant kapısı haline gelen sağlıkta özelleştirme politikalarının bir sonucu olarak, Eski SSK Hastanesi doktorlarından bazılarının da küçük hisselerle ortaklaştırıldığı bu hastanenin, mevcut iktidarın nimetlerinden de nemalandığı halk arasında konuşuluyor. Sağlık başta olmak üzere ülkenin can damarlarının özelleştirilmesinin, kamuya ait olanların yağmalanmasının kimlere hizmet ettiği apaçık görülüyor böylece. Şamo dayıyı odasında ziyaret ettik, küçük oğlu yanındaydı. Kalple ilgili ameliyat geçiren bu insanın, giderek iyileşiyor olmasına sevinmekte olan Beyazıt’la duygudaş olduk. Babasıyla çocukluğundan beri pek anlaşamadıklarını, Arap aşiret reisi ve Amikli havasıyla hareket eden babasına haklı olduğu birçok noktada karşı gelen tek çocuğun da kendisi olması nedeniyle babasının hep kendinden uzak durduğunu belirten Beyazıt, bu hastalık nedeniyle kefeni görüp gelen babasının, kendine bakışının, davranışının değişmeye başladığını anlattı. Şamo’nun adının, 5 Mart 1971 Kırıkhan olaylarında ilerici insanlara saldıranlar arasında geçtiği geldi birden aklıma. Sünni Arap aşiretlerinden olan bu insan gibi nice cahillerin, buna benzer olaylarda nasıl kullanıldıklarını çok yakından bildiğimden, iyi ki Beyazıt gibi bir oğul bu yanlış adama kafa tutmuş, diye geçirdim içimden. Biraz sohbet ettikten sonra sevgili Beyazıt’la ve kardeşiyle vedalaşıp hastaneden ayrıldım, Menekşe ablamı telefonla arayarak evde olduğunu öğrenince doğru oraya gittim. Yol yorgunluğu ve sıcağın mayıştırıcı etkisiyle bitkin düşen bedenimi, ablam kucaklaştıktan sonra koltuğa bırakıverdim.

Benim 3 Ağustos 2008’de tuttuğum bu günlükten sonra, sevgili Beyazıt Bilgin’den bir değerlendirme yazısı aldım. Onun vefalı haline çok sevinmekle birlikte bana dair “övgü” içerdiği için de utandım. Takdir edilmek önemli bir insani durum, övülmekten utanmakta öyle… Bunlar çok önemsememiz gereken etik değerler. Benim utanmamın nedenini saklı tutarak, Hatay’ı, Kırıkhan koşullarından değerlendiren duyarlı bir insanın gözüyle yansıtmakta yarar gördüğüm için Beyazıt’ın yazısını aktarıyorum.

“Sabah saat sekiz, cep telefonum çalıyor. Zor uyandım, telefondaki ses Müslüm Kabadayı’nın idi. Ne kadar hoşuma gitti, yıllardır görmemiştim. Hatay’da olduğuna ve Kırıkhan’a beni görmeye geldiğine çok sevinmiştim. Yıllardır burada yoktu, yokluğunda bana göre Hatay’ın tadı yoktu.
Ankara’ya gitmeden önce Amik dergisini çıkarıyorlardı ve birçok arkadaşla o süreçte tanıştım. O arkadaşları, Müslüm hoca gittikten sonra hiç görmemiştim. Amik dergisi sürecinde hocamın yanına giderdim Antakya’ya, günüm çok anlamlı geçerdi, kendimi çok özel ve şanslı hissederdim;çünkü Hatay’ın tarihi ile ilgili o kadar çok şey öğrendim ve yaşadığım coğrafyamı daha çok severdim. Kültürmiras kafeye gider, birçok değerli sohbetlere katılırdık, o günü dolu dolu yaşardım. Aramızda şair, yazar dostlar vardı. Farklı görüş ve yaklaşımlarından bir sürü şey öğrenirdim. Tabi bu anlattıklarım kendimce hissettiklerim…

Derken hocam evlendi, Ankara’ya yerleşti. O süreçten sonra hocamın Hatay için ne kadar önemli olduğunu anladım. Hocam, çok aktif bir insandı; sanat organizasyonları yapar ve etkisi büyük olurdu. Birinde Hassalı şair Mehmet Hameş’i davet etmişti, Hatay TRT FM ‘de konuk olarak konuşuyorlardı; yani Hatay’ a anlam katarak, sanki Antakya’da bir sanat şehri havası oluşurdu.
Hatay FM’de duyurular yapılırdı. Bense Kırıkhan da yaşıyordum. Kırıkhan’dan bakılınca bana göre çok önemliydi. Dergi, sanat, şairler… ben burada heyecanlanıyordum; bu tür faaliyetlerin Antakya’da olmasından ve genelde cumartesileri Antakya’ya gitmeye başladım. Müslüm hoca Antakya’nın dışından gelen arkadaşlara çok değer verirdi. Reyhanlı’dan gelen, Kırıkhan’dan gelen, Samandağ’ından gelen kişilere ilgi gösterirdi. Birleştirici ve kaynaştırıcı özelliğe sahipti çünkü. Hocamla bir sohbetimde Hatay’ın kapalılık özelliği olduğunu söyledim, yani Samandağ’ındaki insan Kırıkhan’ı bilmez, Hassa’daki insan Reyhanlı’yı bilmez, Dörtyol’daki insan, Kumlu’yu bilmez ve anlamaz bir durumda. Amik dergisi bu açıdan önemliydi; çünkü Samandağı’ndan yazan bir yazar arkadaş bana orayı anlatıyor ve bu tür yazılar Samandağı’nda birilerinin yaşadığını hatırlatıyordu.

Hocamı beklerken tüm bunlar aklımdan geçti ve saat 09.00’a doğru hocamla kucaklaştık, merhabalaştık. Kırıkhan’da parkta oturduk, poğaça ve çay eşliğinde sohbete başladık. Muhabbet o kadar hızla akıyordu ki, birbirimize anlatacak o kadar çok şey vardı ki, zamanın avucumuzdan kayıp gitmesine hayıflanıyorduk. Gazeteci Vasi Köse’yi aradık, ortam oluşturduk, birer çay içtikten sonra Reyhanlı’ya doğru yola çıktık. Hocamın öğretmen dostunun mezar ziyareti ve oradan Antakya’ya; bu ara Atçana’ya uğradık Kazı çalışmalarını gördüm. Yolda benim yaptığım bestelerden oluşan cd’yi dinliyoruz. “Ömrüm benim, boşa geçti ömrüm benim” şarkımı dinliyoruz. Hocama dedim ki “Kırıkhan şehri insana hayatının harcanmış olduğu hissini veriyor.” Aynı şeyleri Reyhanlı’da uğradığımız Eczacı Hasan Karaca arkadaş da söyledi. Küçük, taşra ilçelerinde şamat hiç yokmuş gibi, özgürlükler, farklılıklar hiç yok gibi.”

ZİGZAGLAR




BÜLENT TEKİN


İnsanı içine düşüren yaşam öylesine keskin zigzaglar çizen nehrin kabaran sularının sarp kayalıklar çarpan sularının salda tutunurcasına oturanların içine düştüğü korku seyrettikleri manzarayı unutturuyor. Güngören katliamı, anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatmam karar duygularımızı pek kabartmıyor. Konya’da çöken kaçak Kur’an Kursu binasının altında can veren çocuklar… Bizler her şeyin içindeyiz ama bizleri hiçbir şey ilgilendirmiyor. Bize kalabalık yapma (nüfus) görevi verilmiş, o rolü oynuyoruz. Bu devletin yetmiş milyon nüfusu var desinler… Desinler!

Oligarşik sistemlerde sıradan halkın (insanların) kurduğu partiler olmaz. Bunu AB bile olsa yapamaz, yaptıramaz. Oligarşilerdeki yöneten sınıfların partilerini darbeler kapatamaz, kapatsa bile illüzyona yöneliktir. Eskisi yeni isimle kurulur. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını tüm tv’ler uzmanlara yorumlatıyor. Stratejik amaçlı olan ve dezenformasyona yönelik olan bu yorumların hiçbir değeri yok, doğru değildir zaten! Halkı yalan dolanla oyalamak ve sözde bir anlamı ortaya koyma yalanı oligarşiyi oluşturan sınıfların tahakkümünün devamını sağlamaktan başka bir görev yapmaz. AKP kapatılsaydı bile kapatılamazdı. Çünkü AB, ABD ve Türk egemen sınıfları böyle istiyor. Çünkü başka bir isimle yine iktidarda olacaktı. Bize demokrasi diye yutturulan ucube sistemin ayırdına varmış değiliz.

Nasreddin Hoca’nın komşusu bir gün hocadan bir kazan borç alır. Çocuklar bu kazanla sokakta top mop oynayarak epeyce eğip bükerler. Adam kazanın örselenmiş halinden utanır ve hocaya bir türlü vermek istemez. Sonunda içine bir tencere koyarak kazanı hocaya götürür. “Hocam!” der adam. “Senin kazanın doğurdu!” Hoca bir kazana bir de adama bakar, “Bu kadar ırzına geçersen tabii ki doğurur!” diye yanıt verir.

Evet! Türkiye demokrasisinin ırzına sağcı müteahhit düzeni defalarca geçti. Ortaya öyle bir demokrasi çıktı ki-şimdi de bu yönü görülmeden geliştirilmek isteniyor-milyon dolarları olan iş adamlarının en iyi yurttaş seçildikler, plaket aldıkları oldu. Hiçbir işçi, köylü, memur ya da garibanın insan olup olmadığı düşünülmediği bu garip durum seçme, seçilme, çoğulcu, hak ve özgürlüklerin retoriğiyle nehirde yüzen (şişme) keleklerin taşıdığı sal örneği tabiatın bir manzarasından diğerine bizleri götürmektedir. Keleklere rüzgârın vuracağı bir ağaç dalının onları patlatması, alaborası bile yolcularını duyumsatmamaktadır. On yaşındaki kızların tarikat yurtlarında enkaz altında kalmaları, Akdeniz’de kül olan ormanlar, Güngören’de yoldan geçen yurttaşların ölmesi, AKP’nin kapatılmaması bizde bir duygu yaratmıyor. Keşke ardından koştuğumuz AB tipi bir demokrasinin en ilkeli bile bu ülkede kurulabilseydi! Irzına geçilen demokrasinin demokrasi şampiyonları stratejist, uzman gibi emperyalizmin yönlendirmesiyle beynimizin henüz kan alan damarlarını tıkamasalar. Her konuya bir yorum, uzmanca bir anlatış sunuyorlar. Bize de düşen, kahve köşelerinde bunları tekrar etmek. Emperyalizm artık fiili işgal (sömürge, ilhak) yerine bu tip yurttaş yetiştirerek sömürüsüne devam ediyor. İnsan hakları, bağımsızlık, tam demokrasi, eşitlik, özgürlük, adalet! Ne güzel söylemler! Keşke bu kavramları tanısak, tutsak ve hiç kaybetmesek!

19 Ağustos 2008 Salı

Pedagoji, Dil ve Aile




Pedagoji, Dil ve Aile Hakkında:

8 Soru, 8 Cevap

Faiz CEBİROĞLU

Pedagoji, çocuk eğitimi, dil ve aile üzerine bana sürekli sorular geliyor. Türkiye’den ve Türkiye dışından bana gelen soruları, konularına göre seçip, topluca yanıtlamak istiyorum:



Soru 1: Sayın Faiz Cebiroğlu, sizleri, yazdıklarınızı , yaklaşık olarak üç yıldır değişik gazete, dergi ve sitelerde okuyor ve takip ediyoruz. Pedagoji / çocuk eğitimine ilişkin çok ilginç görüşleriniz var. Bunları sizlerle konuşmak istiyoruz. Ama önce şunu öğrenmek istiyoruz: Pedagog / pedagoji nedir? Kısaca tanımlar mısınız?

Cevap 1: İlginiz için sizlere çok teşekkür ediyorum. Kavramlardan başlamak, kavramları tanımlamak çok önemlidir. Cevaplara böyle başlamamız yerindedir.

Bildiğiniz gibi hiç bir şey yoktan var olmuyor. Pedagog / pedagoji kavramları da yoktan var olmadı. Bunlar belirli bir tarih sürecinde ortaya çıkan kavramlardır. Tarihsel olarak ”pedagog” sözcüğü, Grekçe’den (Yunanca) ”paidagogos’dan gelmektedir. Bu şu demektir: ”paidos”: çocuk. ”agos’ta: rehber, yol gösteren oluyor. Bu anlamda; eski Yunan’da asillerin çocuklarını, evden okula, okuldan da eve götürüp / getiren köleye / kölelere ”paidagogos” ; okullarda bu ”asil” çocukları yetiştirmekle görevli olan öğretmenlere de ”paidaia” deniyordu.

Bu kökenden hareketle pedagoji kavram olarak 1700 yıllarda hem Alman, hem de Fransız düşünce felsefesine girmiş oldu. Buraya damgasını vururken, kavram, direkt Grekçe’den çevrilip; ”çocuk yetiştirme, yapılandırma / biçimlendirme sanatı” anlamında kullanıldı. Bu bağlamda pedagoji; çocuğu en güzel bir şekilde, bir bütün olarak yetiştirme / yapılandırma öğrenimi oluyor. Pedagog / pedagojinin anlamı kısaca budur. Yani, çocuk yetiştirme sanatıdır.

Soru 2: ”Çocuk yetiştirme / çocuk yetiştirme sanatı”, diyorsunuz. Oysa ki, Türkiye’de genellikle ”çocuk terbiyesinden” bahsedilir. Bu konuda ne diyeceksiniz?

Cevap 2: Teşekkür ediyorum. Yerinde bir müdahale ve yerinde bir sorudur. ”Çocuk yetiştirme” ile ”çocuğu terbiye etme” ayrı ayrı şeylerdir. Çocuğu yetiştirmek demek;

Çocuğun karşılıklı olarak yetişmesi, yetişim ve gelişimde hem çocuğun, hem de çocuğu yetiştiren ”sorumlu yetişkinlerin” sözü olması demektir. Böylesi bir birliktelik ile çocuğun, özgür, bağımsız, yaratıcı bir şekilde yetişmesi oluyor. Bu, ceza, disiplin, kontrol yerine, çocuğun aktif gelişim ve açıklamalı öğrenime dayanır.

Çocuğu terbiye etme, ise farklıdır. Burada çocuk ”küçük bir yetişkin” olarak kabûl edilir. Çocuk devresi diye bir şey yoktur. Burada çocuk, ailenin sözü dışına çıkmayan ve her dediklerine ”evet” demek zorunda kalan bir yaratıktır. Çıkarsa, ”iyi terbiye edilmemiş” demek oluyor. Bu da ”ceza” demek. Çocuğun hem psikolojik, hem de fiziki olarak cezalandırılması demektir. Bu, bir.

İkincisi, ”terbiye” sözcüğü, artık günümüzde kullanılmaması gerekiyor. Hâlâ bu sözcüğün Türkiye’de kullanılması büyük bir ayıptır. Evet, haklısınız; halk arasında, günlük yaşamda sık sık duyarız: Çocuğun iyi terbiye edilmemiş, diye. Türkçesi şu oluyor: Terbiye(!) için yeterince ”ceza” ve ”dayak” yememiş oluyor.

Tekrarlıyorum; yaşadığımız bu çağda, hâlâ ”terbiye etme” den bahsetmek, hem ayıp, hem de utanç verici bir durumdur. Artık buna son vermek gerekiyor.

Soru 3: Sayın Cebiroğlu, yazdığın ve savunduğun ”çocuk yetiştirme sanatını” kimler, hangi kadrolar uygulayacak. Şuan Türkiye’de böylesi kadrolar yok. Ayrıca ”devlet” bu konuda ön adım atmazsa, bunları nasıl hayata geçireceğiz?

Cevap 3: İşte sorunda budur. Türkiye’nin en büyük handikabı, eğitimin hâlâ devletin elinde olmasıdır. Önce bunu düzeltmek gerekiyor. Yani ilk yapılması gereken, eğitimin yerel yönetimlere, belediyelere terk edilmesidir. Bakın, Türkiye dışında, eğitimin devletin elinde olduğunu göremezsiniz. Dünyanın her tarafında, eğitim devletin değil, yerel yönetimlerin belediyelerin elindedir. Bu açıdan, Türkiye, bu alanda köklü bir değişikliğe girmesi kaçınılmaz oluyor. Buna ”paradigma değişimi” demek tam yerindedir.

Böylesi bir kopuşta, Türkiye’de etnik kökene sahip olan herkes kendi anadilinde duygularını ifade etmeli; eğitim ve öğretimini yapabilmeli ve kimliğini yükseltmelidir, diyorum.

Bir düşünün; Kürtçe hâlâ yasak!Bu utanç verici bir durumdur. Yaşadığımız bu çağda, anadili yasaklamak, zulümlerin en büyüyüdür. Bunlara derhal son verilmelidir!..

”Vatandaş Türkçe Konuş!”

"Resim: Serpil Odabaşı"

Soru 4: Ülkemizde resmi dil olarak, Türk dili olması nedeniyle okullarda her gün çocuklara, ”Türk andı” söyletiliyor. Kürt, Arap, Laz, Arnavut, Boşnak, Ermeni… çocuklar haklarını bilmiyorlar. Öğretilmiyor. Buradan, çocuklar arasında ”ırkçılık” yapıldığı anlamı çıkar mı?..

Cevap 4: Evet, ne yazık ki, ırkçılık yapılmaktadır.Bakınız, Sur Belediye Başkanı Sayın Abdullah Demirbaş, ”çok dillik” ve ”anadilde eğitim” hakkını savunduğu için, görevinden alınmıştır. Yani, şuan Türkiye’de çok dilli eğitimi hayata geçirmek bir yana, savunmak dahi suç oluyor. Bu, bir.

İkincisi, diller mozaiği Anadolu’da , resmi Türkçe dışında tüm diller; Kürtçe, Arapça, Lazca, Zazaca, Arnavutça, Ermenice, Boşnakça, Çerkezce….ezilmek, ortadan kaldırılmak istenmektedir. Bunu şiddetle reddetmek gerekiyor. Dilleri, anadilleri yasaklamak, anadilde eğitim hakkını engellemek, bir insanlık ayıbıdır. Suçtur! Asıl suçlu olan bu ilkel politikada ısrar edenlerdir.

Ama ne yazık ki, yıllardır, “resmi dil – resmi ideoloji” adı altında, Anadolu’da hem ırkçılık yapılmakta, hem de Türkçe dışında diğer diller inkâr edilmek istenmektedir. Müsaade edin bir parantez açayım: Diyarbakır Kayapınar Belediyesinin 5 parka vermek istediği Kürtçe isimler dahi kabûl görmüyor. Reddediliyor. Berfin ( Kardelen) yasak. Nefel (Yonca) yasak. Daraşin (Yeşil Ağaç) yasak. Beybun (Papatya) yasak.. Yasak ve yasaklar devam ediyor. Bu zulüm yetmezmiş gibi, yıllardır, Kürtçe diye bir dilin olmadığını ispat etmek için, sözüm ona ”dilbilimcileri(!)” dahi görevlendirilmiştir.

Ve bu ırkçılık, ve bu ayrım, devam ediyor…

Anadilleri Türkçe olmayanlar bu durumu çok iyi biliyor. Yaşıyor. Tekrarlıyorum: Hâlâ Kürtlere ”dağ Türkü”, Araplara da ”Arap fellahı” dendiği bir ülkede yaşıyoruz.

Kendimden bir örnek vereyim: Anadilim Arapçadır. Doğal olarak, Türkçeyi, Arapça aksanıyla konuşuyorum. Bir düşünün,-ben- Arapça aksanımdan dolayı, defalarca kez, ”Arap fellahı” diye sözlü tacizle karşı karşıya kalan birisiyim…Unutmamak gerekiyor, böylesi bir bakışı ve ortamı yaratan, hiç kuşkusuz, ”tek dil, resmi dil: Türkçe” politikasıdır.

Soru 5: Sayın Cebiroğlu, bizler de öğrenmek istiyoruz. Birden fazla dilin resmi olduğu ya da öğretildiği ülkeler var mı? Örnek gösterebilir misiniz?

Cevap 5: Türkiye’de yanlış anlaşılan bir durum var. Önce bunu düzeltmek gerekiyor: Çok dillik, devletin parçalanması demek olmuyor. Aksine devleti ve halklar arasındaki kardeşliği pekiştirir. Bugün Avrupa’da ”tek devlet yönetimi” altında ama ayrı ayrı diller konuşan birçok ülke vardır. Bakın, yıllardır Avrupa’da, diller arasında yaşıyorum. Yıllardır Avrupa’da çocukların dillerle, kelimelerle dünyayı nasıl fethettiklerini yakından biliyorum. Şöyle ifade edeyim: Avrupa’da çocuklar daha küçük yaştan, belediyelere bağlı okullarda ”kendi dillerinde” eğitim almaktadırlar. Ôrnek mi istiyorsunuz? Çoktur:

Örneğin Belçika; bu ülkenin, Nederland (Flamanca) Fransızca ve Almanca olmak üzere üç resmi dili var ve çocuklar her üç resmi dilde eğitim almaktadırlar.

Keza, İsviçre. Yine bu ülkenin , Almanca, Fransızca ve İtalyanca olmak üzere üç resmi dili vardır. Her eyalet, belediyelere bağlı okullarda, çocuklara kendi dillerinde eğitim verilmektedir.

Ayrıca Finlandiya, Büyük Britanya, Danimarka ve birçok Avrupa ülkesinde, bu böyledir. Saydığım bu ülkelerde diller ”tek devlet yönetimi” altında verildiğini unutmamak gerekiyor. Bu örnekler Türkiye için de geçerlidir.

Kadrolar meselesi; bu alanda uzman olan çoktur. Önce kendimi örnek göstermek istiyorum. Avrupa’da pedagog / eğitimci olarak çalışmaktayım. Bu alanda büyük bir deneyime sahibim. İlerde Türkiye’de yapılacak köklü eğitim reformunda ben de yer almak istiyor ve katkıda bulunmak isterim. Yeter ki bu alanda adım atılsın. Yeter ki, girişimlerde bulunsun. Benim gibi düşünen onlarca eğitimci arkadaş vardır. Yani kadro vardır…

Artık, Anadolu halklarını ayıran ve halklar arasında düşmanlık tohumu eken bu ”resmi dil – resmi ideolojiden” biran önce kurtulmamız gerekiyor.

Soru 6: Siz çocuk dilinin sanatını “kanaviçe” gibi işleyen bilim adamı olarak, etnik kökenleri farklı olan çocuklar, evlerindeki ”anadil” ile okul ve yaşadıkları yerlerdeki ”tek-dil” arasında sıkışıyorlar. Bu konuda görüşünüzü açar mısınız?



Cevap 6: Dil, anadili, birden fazla dillik üzerine çok yazdım. ”Eylemsel Yetke” kitabımın 2. bölümü hep bu konular üzerinedir. Tekrar pahasına da olsa, hızlı bir şekilde şunları söyleyebilirim:

Bir insan, yaşadığı ülkede, iki dilli ya da çok fazla dilli olur. Öğrenir. Bir ülkede birden fazla resmi dil de olur. Yukarda başka ülkelerden örnekler de verdim. Önemli olan, böylesi bir ortamın ve imkanın yaratılmasıdır. Unutmamak gerekiyor, herkes kendi anadili yanında, ikinci, üçüncü… dili de öğrenir. Çocukların böylesi yetenekleri vardır. Hatta, birden fazla dil öğrenen çocukların, tek dil bilen çocuklardan daha yetenekli olduğu ispatlanmıştır. Bu, bir.

İkincisi, yaptığım tüm araştırmalarda, şunu gördüm: Kendi anadilini tam olarak öğrenmeyen çocuklar, yaşadıkları toplumun ”resmi dilini”de tam olarak öğrenemiyorlar. Basit bir örnek vereyim:

Danimarka’da farklı etnik kökene sahip çocuklar arasında ( Türk, Arap, Kürt, Somali, Tamil gibi…) da çalışıyorum. Çocuklar üzerine yaptığım testte, Danimarka’da, Danca’yı ( Danimarkaca) en iyi bilen, en iyi konuşan,”anadillerini en iyi bir şekilde öğrenen” çocuklar arasından çıkmıştır. Bu sonuç, çok önemlidir. Tek dil ya da hiç bir dili tam öğrenmeyip, ”iki dil arasında sıkışıp kalmaya” en güzel bir örnek ve cevap oluyor.


Ne paradoks; Türkiye’de tek resmi dil, Türkçede ısrarlar devam ederken; ben Danimarka’da Anadillerin kaybolmaması için mücadele ediyor: Türk, Kürt, Arap, ve diğer etnik kökene sahip olan çocuk velilerine, çocuklarınıza ”anadillerini” öğretin, diyorum!..

Soru 7: Sayın Cebiroğlu, ”Aile devrimi yapılmalıdır” kavramını ilk kez sizlerden duyduk. Bu konuyu açar mısınız?

Cevap 7: Aslında bu kavramın anlamını, tam açmış değilim. Bu kavram, Anadolu’da yaptığım gezilerde, ailesel toplantılarda ortaya çıktı. Ben insanlar arasında çalışıyorum. Bu anlamda kendimi ”sosyal işçi” olarak nitelendirebilirim. Sosyal bir işçi olarak, yaptığım gezilerde ortaya çıkan izlenimler beni, Türkiye’de ”aile devrimi yapılmalıdır” sonucunu çıkarttı. Bu ne derece doğru, tartışılır ve tartışılmasını istiyorum. Bu, birinci noktadır.

İkincisi şu:

Kavramları, fikirleri yaratan, somut koşullardır. Bu anlamda, sürekli gelişen ve değişen dünyamızla adım adım ilerlemek için, sürekli bu değişikliğe cevap veren / verecek olan yeni fikirler ve kavramlar yaratmak gerekiyor. ”Aile devrimi” kavramı, bu ihtiyaçtan da doğdu. Bana göre, Türkiye için, ileriyi gösteren ve buna işaret eden bir kavramdır. Yani ilerde büyüyecek ve aile sahibi olacak çocuklarımızın, alacakları demokratik / katılımcı bir yetişim tarzı ile gelecekte yapacakları ”radikal değişmeyi” devrimi ifade eder, bu kavram.

Bu bakışla, aile devrimi: ailenin toplumda ve değişik iş yerlerinde, var olan ”otoriter yapılanmadan” kurtulması demek, oluyor.

Bu bağlamda, bu aile devrimi yolunda, çocukları, ”dışsal” değil, ama ”içsel” bir iradeyle, ”öz-duygu” ve ”öz-güvenle” yetiştirmek, tek tek ailelerin görevi oluyor.

Bu yetişim sürecinde çocuklar, öz-güven kazanarak ve kazandıkları bu öz-güvenle, düşünmeye, hissetmeye, istemeye ve seçimlerini ”kendi öz-duyguları” ile, eğitim ve öğrenim yaşamlarında, toplumsal yaşamda, aile yaşamı ve değişik meslek alanlarında yapmaya yönelmeleri demek oluyor. Bu, çocukların nitel ağırlıklarını göstermesi demektir.

Belki akla şöyle bir soru da gelir:

Aile burada, bu devrimci yetişim sürecinde, çocukların böylesi bir ”öz-güven” ve ”öz-duygu” kazanmaları için, nasıl ”kurtuluşçu” bir rol, bir etkide bulunurlar?

Bu, yukarda da kısmen bahsettiğim, demokratik / katılımcı yetişim tarzıyla sağlanır. Yaratılır. Bu yetişim tarzı, çocuğun, ”içsel bir iradeyle” meraklı ve yaratıcı bir şekilde yetiştirilmesi oluyor. Unutmamak gerekiyor, zaten çocuk, doğuştan aktif, meraklı ve yaratıcıdır. Ama doğal olarak, şimdilik, yaşam deneyimden yoksundur. Bu yüzden, yardım, destek ve ihtimama ihtiyacı vardır. Bu şu demektir:

Çocuk hangi yaşta ve aşamada, neye ihtiyacı var?

Çocuğun yakın gelişme bölgesi nedir?

İşte bunları göz önünde bulundurarak, çocuğu sahip olduğu evre / evrelere göre yetiştirmek, destelemek ve geliştirmek oluyor.

”Eylemsel Yetke” kitabımda da yazdım: Her gelişim karşılıklı ve birlikte olur. Çocuk, önce ”inter-aksiyon” ruhuyla gelişir. Daha sonra, ”intra-aksiyon” bir hal alır. Öz kimlik elde eder. Kendine güveni, kendi ayakları üzerinde durmayı öğrenir. Böylesi bir etkiyle, karşılıklı etkiyle, (inter-aksiyon ve intra-aksiyon) çocuk , ailede, aile dışında, toplumda ve değişik meslek alanlarında nitel ağırlığını gösterir… Aile evrimi ve devrimi budur. Bunu düşündüm ve düşünüyorum.


Soru 8: Sayın Cebiroğlu, söylediklerinizin Türkiye’de gerçekleşeceğine inanıyor musunuz?

Cevap 8: Elbette inanıyorum. İnanmazsam bu konular üzerine niye kafa yorayım? Yalnız dilde değil, dille birlikte, çocuğun bireysel, sosyal, entellektüel, devinimsel, estetik ve tüm alanlarda
yani çocuğun ”topyekûn” gelişimine yanıt verecek bir pedagojinin Türkiye’de olacağına inanıyorum. Bunun için mücadele ediyorum. İnanıyorum. İnanmaya da mecburum!

Şuan ki karmaşıklık Türkiye’sinde endişenizi anlıyorum. Burjuvazi arasındaki çelişkiler ve iktidar kavgası var. Haklısınız. Belki pedagoji alanında ”hemen, şimdi” bir radikal değişiklik olmaz. Ama ilerde mutlaka olur. Olacaktır. Ben yazarken, ileriye bakıp yazıyorum. Bu radikal değişimi, geleceğin büyükleri olacak, çocuklarımız yapacaktır. Dikkat ederseniz, tüm yazdıklarım çocuklar içindir. Çocuklara yazıyorum. Belki de daha doğmamış çocuklara yazıyorum.Onun için; çocuklara inanıyorum; bu yüzden umutluyum! Çocuklara inanıyorum; bu yüzden de mutluyum, diyorum.

-----------------------

(*) Başka sorular da vardı: ”Kadın”, ”Kadının Toplumsal Sorunları”ve ”Kadının Kurtuluşu” gibi… Bunları başka bir zamanda ele almak istiyor ve yanıtlamak istiyorum.

(**) Bazı soruların hazırlanmasında yardımlarını esirgemeyen gazateci, şair ve yazar Vicdan Kayır’a çok teşekkür ediyorum.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

KÜLTÜR DÜŞMANLIĞI ve GÜDÜMLÜ OKUR



Yener ORKUNOĞLU

Tüm gerici rejimlerin ortak bir yanı vardır: Kültür düşmanlığı. Kültür düşmanlığının hangi kılıklar büründüğünü bilmek, kültür düşmanlığına karşı durmak açısından önemli bir avantajdır.

Bu biçimlerden biri, öğretmenlerin saygınlığına gereken önemi vermemektir. Öğretmenlerin eski saygınlığının kalmadığı ortadaır. Ve bir çok öğretmen bunu dile getirmektedir. Öğretmenlerin içinde bulundukları bugünkü durum acı vermektedir. Çoğu öğretmen geçimini sağlayabilmek için ikinci bir iş yapmak zorunda kalmaktadır. Toplumu aydınlatmayı bir görev bilen, idealleri olan o eski öğretmenler mazide kalmış gibi.Öğretmene değer vermedikçe kültürel gelişim sınırlı kalacaktır.

Yazar ve sanatçıların devletin baskısına maruz kalması de kültür düşmanlığının bir ifadesiydi.

Kültür düşmanlığının diğer bir biçim ise, okur çevresini sürekli daraltmaktır. Türkiye'de 12 Eylül sonrası kitap okuyanların sayısında müthiş bir düşüş yaşanmıştır. Okur sayısının azalması cahil bir toplum yaratmanın en etkin yoludur. Okuru olmayan bir toplumda kültürün ve edebiyatın önem ve etkisi de sınırlı olur. Çünkü sanat bilinç isteyen bir kültür olayıdır. Okurun sayısı azaldıkça, edebiyatın alanı da daralmaktadır. Edebiyatın alanının daralması demek, toplumun cahilleşmesi demektir. Cahilleşme ise, toplumun gerilemesi ve çökmesi demektir.

Çeşitli moda edebiyat akımları da edebiyatın alanını daraltmakta önemli roller üstlenmişlerdir. Genel toplumsal ve bireysel sorunlardan uzak konuları konu eden kitaplar, geniş kesimlere değil sınırlı bır çevreye hitap etmektedir Geniş halk yığınlarını edebiyat alanının dışında bırakmak için kullanılan yöntemlerden bazıları şunlardır: Yalnızca uzmanların anlıyacağı karmaşık dili kullanmak (post-modern edebiyatta buna çok rastlanmaktadır); sözcük oyunları vb.

***

Bugünün okuru, 1960 ve 70'li yılların okuru değil. Geçmişteki okurun iki önemli özelliği vardı:


Birincisi, geçmişte Türk Solu, iktidara oynuyordu. Solun iktidara oynadığı böylesi bir dönemde okur kendini her alanda geliştiriyordu. Toplumsal dönüşüm koşulları ona kültürel birikim sağlamasını dayatıyordu. Harıl harıl okuyan bir nesil vardı.Bugünkü ortamda ayakta kalabilenlerin çoğu da bu kültürel birikimi sağlamış nesildi.


İkincisi, geçmişte ki nesil, okuyacağı kitabı kendisi seçerdi. Bugünkü okur gibi medya tekelleri tarafından yönlendirilmiyordu.

12 Eylül sonrasında sonrası kararlı ve bilinçli okurun sayısı azaldı. Eski okurların yerine 'yeni tip bir okur', yani pop kültür ve magazin ile beslenen köşe dönücüler doğdu. Bu nesil okur bile değil. Bir kere bu neslin devrim ve toplumsal sorunlar diye bir derdi yok.. Bugünün ''en çok satanlar' listesiyle beslenen bu Ebu Cehil okur tipi, okuyacağı kitabı kendi seçemiyor. Medyanın oltasına takılıyor, medya neyi sunuyorsa onu okuyor. Filan yazarın kitabı mı çıkmış 'hurra kitaba hucüm' ediyor.

Bu 'Ebü Cehil' okur tipi, Yakup Kadri'yi, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı okumamış. Dostoyevski'yi sorsan, 'O da kim' diyor. Ebu cehile okurlar, okumayı da bilmiyor. Yazın ya da kışın hangi kitap okunur, bilmiyor. Sabah ya da akşam hangi kitapların okunacağının farkında bile değil. En kötüsü, Ebu cehil okurun kendisini kültürlü zannetmesidir. Cahilliğinin farkında bile değil. Bunlar, bilgi sahibi olmadan kanaat sahibi olmayi beceren ilginç 'okumuş' cahillerdir.

Egemen cevreler şunu iyi biliyorlar: Yoksul halk tabakalarının kültürel düzeyleri ne kadar geriyse, sisteme ve iktidara karşı başkaldırı güdüleri de o ölçüde zayıf olur. Ne kadar çok Ebu Cehil olursa, sistem o kadar kendini emniyette hissediyor.

Egemen çevrelerin 'aktif kültür düşmanlığı' anlaşılır şeydir. Ama anlaşılır olmayan şey, solcu ve devrimci çevrelerin 'pasif kültür düşmanlığıdır.' Pasif kültür düşmanlığı diyorum, çünkü bu çevreler de artık okumuyorlar. Çoğunluk, 'iyi bir yaşam' için koştururken, cahillik koktuklarının farkından bile değiller. Bunlarda Ebu cehil sınıfından. Ebu cehiller artıyor.

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Bir Ressam: Serpil Odabaşı



1975 ‘te Diyarbakır’da doğdu. İlk ve orta ögrenimini Diyarbakır’da tamamladı. 1995 te Gazi Üniversitesi Egitim Fakültesi Resim Bölümünü kazandı. 1996-1999 yılları arasında Türkiye İnsan Hakları Vakfında Araştırmacı olarak çalıştı. Hacettepe Üniversitesi’nde İnsan Hakları Felsefesi dersleri aldı. Seramik atolyelerinde repredüksiyon yaptı. Güzel Sanatlar fakültelerine hazırlık dersleri verdi. Bir kişisel sergisinin yanı sıra bir çok karma sergide de yer aldı. İstanbul'da kişisel çalışmalarını sürdürmektedir.



Resimlerinden Seçmeler:


Vatandaş Türkçe Konuş



Ergenlik Fotoğrafı



Faili Meçhul



Sokaktaki Apoletler