Prof. Fikret Başkaya
"Eğer kapitalizm emperyalizm ise, kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı çıkmak, anti-emperyalist olmak mümkün değildir. Bu nedenle, kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmayan bir politik hareketin anti-emperyalistlik iddiası boştur..."
Bir ülkenin egemen sınıfının başka ülkeleri ve halkları egemenliği altına alması anlamında emperyalizmin tarihinin, ilk sınıflı toplumların ve devletlerin ortaya çıktığı döneme kadar gerilere gittiğini söylemek mümkündür. Eğer bir ulus başka bir ulusu egemenliği altında tutuyorsa, onu kendine tâbi kılıyorsa, zenginliğine el koyuyorsa, ikisi arasındaki bağımlılık / hâkimiyet ilişkinin emperyalizm tanımına denk geldiği söylenebilir ama bir ülkenin ve halkın bir emperyal gücün egemenliği altına girmesi için mutlaka doğrudan denetim [işgal ve ilhak] gerekmez. Kimi zaman egemenliğin ‘daha yumuşak’ biçimleriyle de bağımlılık, sömürü ve hâkimiyet ilişkilerini sürdürmek mümkün olabiliyor. Emperyal gücün çıkarlarıyla ‘uyumlu’ yerli egemen elitlerin varlığı durumunda, işgal, ilhak veya doğrudan denetime [emperyalist devletin fiziki varlığı] ihtiyaç olmadan da sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri geçerli olabiliyor.
Kapitalist emperyalizmin özgünlüğü
Etimolojik anlamda [imperium, imperialis] genel bir emperyalizm tanımı yapılabilirse de, kapitalist emperyalizmi mutlaka bu genel tanımın dışında tutmak gerekir. Zira, kapitalizm öncesi [prekapitalist] dönemin emperyalizmiyle, başka türlü ifade edersek, hakimiyet ve bağımlılık ilişkileriyle, kapitalist dönemin sömürü ve bağımlılık ilişkileri arasında önemli farklar bulunmaktadır ki, bu farklılıklar doğrudan kapitalizmin mantığı ve işleyiş ‘yasalarıyla’ ilgilidir. Prekapitalist dönemde üretim esas itibariyle insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleşiyordu ve basit yeniden üretimdi. Söz konusu sosyal formasyonlar haraca dayalı sosyal formasyonlardı. Emperyal bir devlet başka ülkeleri, devletleri, bölgeleri işgal veya ilhak edip birikmiş hazinelerini yağmaladıktan sonra onu haraca bağlar ve kendine bağlı bir yönetim oluştururdu. İlişkinin daha yumuşak versiyonu nüfuz bölgesi denilendi. Bu sonuncu durumda tabiiyet veya aynı anlama gelmek üzere bağımlılık ilişkisi bir uzlaşmaya dayanırdı ve hakim gücün [emperyalist devletin] doğrudan denetimine gerek kalmazdı. Kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı dönemin emperyalizmi veya sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri, önceki dönemdekinden temelli farklıdır. Zira, kapitalizm bir sermaye üretimi ve/veya sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi sistemidir. Üretimin birincil [aslî] amacı doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, değişim değeri üretmektir. Üretim kâr için yapılır ve elde edilen kârın da en büyük kısmının sermayeye dönüştürülmesi gerekir. Dolayısıyla üretim, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olarak yol alabiliyor. Her tekil kapitalist ‘vahşi rekabet’ ortamında her seferinde toplam artı değerin daha büyük bölümüne sahip olmadan, sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Başka türlü ifade edersek, büyümek veya yok olmak ikilemiyle karşı karşıyadır, velhasıl hep ileriye doğru kaçmaktan başka seçeneği yoktur. İkincisi, kapitalizm ücretli emeğin sömürüsüne dayanıyor veya bir ücretli kölelik sistemidir. Mülksüzleşmiş, her zaman sermaye sınıfının [kapitalistlerin] kullanımına hazır bir işçi sınıfını [proletarya] varsayar. Üçüncüsü, sistemin mantığının, işleyişinin ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak, yayılma ve genişleme dinamiği sistemde mündemiçtir [içkindir]. Sürekli olarak bulunduğu mekânların dışına taşma, prekapitalist alanları etkisi altına alma, kendi mantığı ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirme/biçimsizleştirme dinamiğine ve istidâdına [vocation] sahiptir. Fakat yayılma sadece mekânsal veya yatay bir yayılma değildir. Kapitalizm aynı zamanda dikey olarak da genişliyor, daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu alanda dikey olarak da yoğunlaşıyor. İnsan ve toplum yaşamının tüm alanlarını etkisi altına alıp, tüm veçhelerine ve gözeneklerine nüfuz ediyor, insan yaşamını kuşatıp, tüm insan ilişkilerini metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, kamusal [ortaklaşmacı] yaşam alanlarını yok ediyor, velhasıl yaşama dair ne varsa sermayenin etkinlik alanına sokuyor. Yegâne amaç kâr etmek ve kârı büyütmektir... Böylesi bir sistemin insanlığın başına sayısız belalar açması, insanı insanlıktan çıkarması, ekolojik riski büyütmesi şaşırtıcı değildir...
Başka türlü söylersek, kapitalizm emperyalizmdir. Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz. Fakat kapitalist gelişme eşitsiz bir nitelik taşıdığı için, her zaman ve kaçınılmaz olarak hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Sistem bir tür piramide benzer ve her aşamada pramidin tepesinde hegemonik bir güç bulunur ve onu ikinci ve üçüncü derecedeki kapitalist devletler gurubu izler. Bir kapitalist ülkenin kapitalist ülkeler hiyerarşisinde hegemonik güç konumuna gelebilmesi için rakipleri karşısında ekonomik [tabii teknolojik], militer ve kültürel/ideolojik üstünlük sağlaması gerekir. Fakat hegemonyayla ilgili iki hatırlatma yapmak gerekir: Birincisi, sistemin mantığının, temel eğilimlerinin ve işleyiş yasalarının bir sonucu olarak, hegemonya mutlak değildir; ikincisi de aynı nedenden ötürü geçicidir. İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde İngiltere hegemonik konumdayken, savaş sonrasında hegemonik konumunu ABD lehine kaybetmesi gibi.
Eşelenmesi gereken bir husus da, belirleyici olanın sömürgecilik değil emperyalizm olduğudur. Sömürgecilik veya sömürgeciliğin değişik versiyonları [doğrudan sömürgecilik, yarı-sömürgecilik, yeni sömürgecilik, vb.] emperyalizmin farklı tezahürlerinden ibarettir. Temel ilişkiyi veya bağımlılığın derin çekirdeğini oluşturansa emperyalist bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri veya aynı anlama gelmek üzere, sömürüye, eşitsizliğe ve hiyerarşiye dayalı ilişkiler bütünüdür. Bazı ülkelerin doğal ve beşeri kaynaklarına kapitalist hiyerarşinin yükseklerindekilerin el koyması, sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkilerinin devam etmesidir. Emperyalist hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri çok yönlü ve kapsayıcıdır. Ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, vb. veçheleri kapsar. Doğrudan sömürge statüsündeki bir ülkenin politik bağımsızlığa kavuşması, onun emperyalizmden koptuğu, kapitalist ekonomiler hiyerarşisindeki konumunun değiştiği anlamına gelmez. Kapitalizmin sanayi kapitalizmi aşamasına rastlayan 1800 yılında Batılı kapitalist [emperyalist] devletler yeryüzünün % 55’ini hâkimiyetleri altında tutuyorlardı ama doğrudan denetledikleri alan % 35 di. 1878 emperyalist devletlerin denetledikleri alan % 67’ye, Birinci emperyalistler arası savaş [1914] öncesinde ise söz konusu oran % 84,4’e yükselmişti. İkinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında doğrudan sömürgecilik büyük ölçüde tasfiye edildi, şimdilerde nerdeyse doğrudan sömürge statüsünde ülke kalmadı ama bugün eski sömürgeler [Üçüncü Dünya Ülkeleri] doğrudan sömürge oldukları dönemdekinden daha çok emperyalist sömürüye maruz durumdalar. Söz konusu ülkelerin beşeri ve doğal kaynaklarına ve zenginliğine emperyalist ülkeler el koymaya devam ediyor. Elbette bununla politik bağımsızlığın önemsiz olduğunu imâ ediyor değiliz. Lâkin bağımlılık bir bütün olarak tasfiye edilmedikçe, radikal bir kopuş gerçekleşmedikçe, paradigma değişmedikçe, söz konusu ülkeler kendi ‘gerçeklerine’ kendilerini sömürgeleştirenlerin gözüyle bakmaya devam ettikçe, kendilerini sömürgeleştirenleri yakalama, onları taklit etme, onlara benzeme perspektifini terketmedikçe, gerçek bir ‘bağımsızlık’ mümkün değildir. Politik planda bağımsız bir ülkenin yöneticileri bu konumlarını farklı emperyalist güçler arısındaki çelişkilerden yararlanmak için kullanabilir ama bunun sanıldığı kadar önemli olmadığını söylemekte bir sakınca yoktur.
Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer doğrudan sömürgecilik olmadan da emperyalist sömürü, bağımlılık, hâkimiyet ve şartlandırma ilişkileri mümkün oluyorsa, doğrudan sömürgeciliğe neden gerek duyuluyor? Kapitalist işletmeler arasındaki rekabet ulusal düzeyden uluslararası düzeye sıçradığında [ki bu kaçınılmazdır] devletlerin rekabetini davet ediyor. Dolayısıyla savaşlar, işgaller, belirli stratejik bölgeleri doğrudan denetim altına almak ve/veya askerî üsler oluşturmak zorunlu hale geliyor. Bu sayede söz konusu bölgeler bir tek kapitalist ülkenin ‘korunmuş alanı’ haline gelip rakiplere yasaklanıyor. Böylece doğrudan sömürge statüsüne indirgenmiş ülkenin hem ucuz hammaddelerini [tarım ürünleri, madenler, vb.] ve işgücünü kullanmak, hem de emperyalist rakipleri oradan uzak tutmak, sömürgeci/emperyalist devletin sanayi ürünleri için hazır bir pazar mümkün hale geliyor.
Kapitalizm emperyalizmdir
Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi demek olan kapitalist üretim tarzı, bu niteliğin bir sonucu olarak, yayılma, genişleme, bulunduğu [ilk defa ortaya çıktığı] mekânın dışına taşma eğilimi ve dinamiği taşıyor. Bu nitelikten ötürü de kapitalist sistem fıtraten emperyalisttir. Dolayısıyla, birincisi, emperyalizm kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış bir şey değildir. Yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren emperyalisttir; ikincisi, bazı burjuva akıl hocalarının iddia ettiği gibi arizi, geçici, kimi kralların, imparatorların ihtirasının, güç ve iktidar hırsının, megaloman hezeyanlarının sonucu değildir. Eğer emperyalizm bir kapitalist devletin görece daha zayıf başka ülkelerin beşeri [işgücü] ve doğal kaynaklarına el koyması, onu sömürmesi, kendine bağımlı kılması, toplumsal yapısını çarpıtması, onu doğal gelişme rotasından çıkarması, kültürünü tahribetmesi, kimliğini aşındırması, tarihine yabancılaştırması, vb. demekse, kapitalist gelişme sürecinin sadece belirli aşamasını emperyalist olarak nitelemek uygun değildir. Bu yüzden kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı [yaklaşık Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan 1492 sonrası] andan itibaren emperyalistti. O halde emperyalist aşamadan değil, emperyalizmin aşamalarından söz etmek gerçeğe daha uygundur. Özgün, orijinal bir üretim tarzı olarak kapitalizm tarih sahnesine ilk çıktığı dönemde sermaye birikimi, ticari sermayenin birikimiydi. Bu, iktisat tarihçilerinin merkantilist dedikleri ama merkantilist emperyalizm denmesi gereken dönemdi. Söz konusu dönemde biriken ticari sermaye, 18.’inci yüzyılın sonunda ortaya çıkan sanayi kapitalizminin [sanayi devrimi] temelini oluşturdu. Kapitalizmin merkantilist emperyalizm aşamasında en büyük tahribat Yeni Dünya denilen Amerika Kıtası’nın orta ve güney bölgeleriyle Afrika’nın batısında gerçekleşti. Fakat bu dönem sadece Amerika’nın Avrupalı ırkçılar tarafından Kızıl Derili denilen ilk halkların birikmiş hazinelerinin yağmalanması, uygarlıklarının tarih sahnesinden silinmesi, Afrikalı Siyahların avlanıp-köleleştirilerek altın ve gümüş madenlerinde ve tarımsal plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Yeni Dünyaya taşınması, köle ticaretinden ibaret değildi. Aynı zamanda Amerika’nın ilk halklarının jenoside tâbi tutulmasıydı. “Kolomb Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, onaltıncı yüzyılın ortasında [60 yıl sonra] Amerika’da yaşayan nüfus 10 milyona inmişti... Hıristiyan Batılılar yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı Hıristiyan Cennetine göndermeyi başarmışlardı... XVI’ıncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek ‘büyük bir başarı’ olmalıydı.”(1)
Kapitalist emperyalizmin özgünlüğü
Etimolojik anlamda [imperium, imperialis] genel bir emperyalizm tanımı yapılabilirse de, kapitalist emperyalizmi mutlaka bu genel tanımın dışında tutmak gerekir. Zira, kapitalizm öncesi [prekapitalist] dönemin emperyalizmiyle, başka türlü ifade edersek, hakimiyet ve bağımlılık ilişkileriyle, kapitalist dönemin sömürü ve bağımlılık ilişkileri arasında önemli farklar bulunmaktadır ki, bu farklılıklar doğrudan kapitalizmin mantığı ve işleyiş ‘yasalarıyla’ ilgilidir. Prekapitalist dönemde üretim esas itibariyle insan ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleşiyordu ve basit yeniden üretimdi. Söz konusu sosyal formasyonlar haraca dayalı sosyal formasyonlardı. Emperyal bir devlet başka ülkeleri, devletleri, bölgeleri işgal veya ilhak edip birikmiş hazinelerini yağmaladıktan sonra onu haraca bağlar ve kendine bağlı bir yönetim oluştururdu. İlişkinin daha yumuşak versiyonu nüfuz bölgesi denilendi. Bu sonuncu durumda tabiiyet veya aynı anlama gelmek üzere bağımlılık ilişkisi bir uzlaşmaya dayanırdı ve hakim gücün [emperyalist devletin] doğrudan denetimine gerek kalmazdı. Kapitalist üretim tarzının ortaya çıktığı dönemin emperyalizmi veya sömürü, bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri, önceki dönemdekinden temelli farklıdır. Zira, kapitalizm bir sermaye üretimi ve/veya sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi sistemidir. Üretimin birincil [aslî] amacı doğrudan insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, değişim değeri üretmektir. Üretim kâr için yapılır ve elde edilen kârın da en büyük kısmının sermayeye dönüştürülmesi gerekir. Dolayısıyla üretim, sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olarak yol alabiliyor. Her tekil kapitalist ‘vahşi rekabet’ ortamında her seferinde toplam artı değerin daha büyük bölümüne sahip olmadan, sermayesini büyütmeden varlığını sürdüremez. Başka türlü ifade edersek, büyümek veya yok olmak ikilemiyle karşı karşıyadır, velhasıl hep ileriye doğru kaçmaktan başka seçeneği yoktur. İkincisi, kapitalizm ücretli emeğin sömürüsüne dayanıyor veya bir ücretli kölelik sistemidir. Mülksüzleşmiş, her zaman sermaye sınıfının [kapitalistlerin] kullanımına hazır bir işçi sınıfını [proletarya] varsayar. Üçüncüsü, sistemin mantığının, işleyişinin ve temel eğilimlerinin bir sonucu olarak, yayılma ve genişleme dinamiği sistemde mündemiçtir [içkindir]. Sürekli olarak bulunduğu mekânların dışına taşma, prekapitalist alanları etkisi altına alma, kendi mantığı ve ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirme/biçimsizleştirme dinamiğine ve istidâdına [vocation] sahiptir. Fakat yayılma sadece mekânsal veya yatay bir yayılma değildir. Kapitalizm aynı zamanda dikey olarak da genişliyor, daha önce kapitalist ilişkilerin geçerli olduğu alanda dikey olarak da yoğunlaşıyor. İnsan ve toplum yaşamının tüm alanlarını etkisi altına alıp, tüm veçhelerine ve gözeneklerine nüfuz ediyor, insan yaşamını kuşatıp, tüm insan ilişkilerini metalaştırıyor, paralılaştırıyor, özelleştiriyor, kamusal [ortaklaşmacı] yaşam alanlarını yok ediyor, velhasıl yaşama dair ne varsa sermayenin etkinlik alanına sokuyor. Yegâne amaç kâr etmek ve kârı büyütmektir... Böylesi bir sistemin insanlığın başına sayısız belalar açması, insanı insanlıktan çıkarması, ekolojik riski büyütmesi şaşırtıcı değildir...
Başka türlü söylersek, kapitalizm emperyalizmdir. Kapitalizm emperyalizm üretmeden, emperyalizm de militarizme ve savaşa başvurmadan varolamaz. Fakat kapitalist gelişme eşitsiz bir nitelik taşıdığı için, her zaman ve kaçınılmaz olarak hiyerarşik bir yapılanma söz konusudur. Sistem bir tür piramide benzer ve her aşamada pramidin tepesinde hegemonik bir güç bulunur ve onu ikinci ve üçüncü derecedeki kapitalist devletler gurubu izler. Bir kapitalist ülkenin kapitalist ülkeler hiyerarşisinde hegemonik güç konumuna gelebilmesi için rakipleri karşısında ekonomik [tabii teknolojik], militer ve kültürel/ideolojik üstünlük sağlaması gerekir. Fakat hegemonyayla ilgili iki hatırlatma yapmak gerekir: Birincisi, sistemin mantığının, temel eğilimlerinin ve işleyiş yasalarının bir sonucu olarak, hegemonya mutlak değildir; ikincisi de aynı nedenden ötürü geçicidir. İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde İngiltere hegemonik konumdayken, savaş sonrasında hegemonik konumunu ABD lehine kaybetmesi gibi.
Eşelenmesi gereken bir husus da, belirleyici olanın sömürgecilik değil emperyalizm olduğudur. Sömürgecilik veya sömürgeciliğin değişik versiyonları [doğrudan sömürgecilik, yarı-sömürgecilik, yeni sömürgecilik, vb.] emperyalizmin farklı tezahürlerinden ibarettir. Temel ilişkiyi veya bağımlılığın derin çekirdeğini oluşturansa emperyalist bağımlılık ve hâkimiyet ilişkileri veya aynı anlama gelmek üzere, sömürüye, eşitsizliğe ve hiyerarşiye dayalı ilişkiler bütünüdür. Bazı ülkelerin doğal ve beşeri kaynaklarına kapitalist hiyerarşinin yükseklerindekilerin el koyması, sömürü, hâkimiyet ve bağımlılık ilişkilerinin devam etmesidir. Emperyalist hâkimiyet ve bağımlılık ilişkileri çok yönlü ve kapsayıcıdır. Ekonomik, politik, ideolojik, kültürel, vb. veçheleri kapsar. Doğrudan sömürge statüsündeki bir ülkenin politik bağımsızlığa kavuşması, onun emperyalizmden koptuğu, kapitalist ekonomiler hiyerarşisindeki konumunun değiştiği anlamına gelmez. Kapitalizmin sanayi kapitalizmi aşamasına rastlayan 1800 yılında Batılı kapitalist [emperyalist] devletler yeryüzünün % 55’ini hâkimiyetleri altında tutuyorlardı ama doğrudan denetledikleri alan % 35 di. 1878 emperyalist devletlerin denetledikleri alan % 67’ye, Birinci emperyalistler arası savaş [1914] öncesinde ise söz konusu oran % 84,4’e yükselmişti. İkinci emperyalistler arası savaş [1939–1945] sonrasında doğrudan sömürgecilik büyük ölçüde tasfiye edildi, şimdilerde nerdeyse doğrudan sömürge statüsünde ülke kalmadı ama bugün eski sömürgeler [Üçüncü Dünya Ülkeleri] doğrudan sömürge oldukları dönemdekinden daha çok emperyalist sömürüye maruz durumdalar. Söz konusu ülkelerin beşeri ve doğal kaynaklarına ve zenginliğine emperyalist ülkeler el koymaya devam ediyor. Elbette bununla politik bağımsızlığın önemsiz olduğunu imâ ediyor değiliz. Lâkin bağımlılık bir bütün olarak tasfiye edilmedikçe, radikal bir kopuş gerçekleşmedikçe, paradigma değişmedikçe, söz konusu ülkeler kendi ‘gerçeklerine’ kendilerini sömürgeleştirenlerin gözüyle bakmaya devam ettikçe, kendilerini sömürgeleştirenleri yakalama, onları taklit etme, onlara benzeme perspektifini terketmedikçe, gerçek bir ‘bağımsızlık’ mümkün değildir. Politik planda bağımsız bir ülkenin yöneticileri bu konumlarını farklı emperyalist güçler arısındaki çelişkilerden yararlanmak için kullanabilir ama bunun sanıldığı kadar önemli olmadığını söylemekte bir sakınca yoktur.
Bu aşamada haklı olarak şöyle bir soru akla gelebilir: Eğer doğrudan sömürgecilik olmadan da emperyalist sömürü, bağımlılık, hâkimiyet ve şartlandırma ilişkileri mümkün oluyorsa, doğrudan sömürgeciliğe neden gerek duyuluyor? Kapitalist işletmeler arasındaki rekabet ulusal düzeyden uluslararası düzeye sıçradığında [ki bu kaçınılmazdır] devletlerin rekabetini davet ediyor. Dolayısıyla savaşlar, işgaller, belirli stratejik bölgeleri doğrudan denetim altına almak ve/veya askerî üsler oluşturmak zorunlu hale geliyor. Bu sayede söz konusu bölgeler bir tek kapitalist ülkenin ‘korunmuş alanı’ haline gelip rakiplere yasaklanıyor. Böylece doğrudan sömürge statüsüne indirgenmiş ülkenin hem ucuz hammaddelerini [tarım ürünleri, madenler, vb.] ve işgücünü kullanmak, hem de emperyalist rakipleri oradan uzak tutmak, sömürgeci/emperyalist devletin sanayi ürünleri için hazır bir pazar mümkün hale geliyor.
Kapitalizm emperyalizmdir
Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi demek olan kapitalist üretim tarzı, bu niteliğin bir sonucu olarak, yayılma, genişleme, bulunduğu [ilk defa ortaya çıktığı] mekânın dışına taşma eğilimi ve dinamiği taşıyor. Bu nitelikten ötürü de kapitalist sistem fıtraten emperyalisttir. Dolayısıyla, birincisi, emperyalizm kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasında ortaya çıkmış bir şey değildir. Yeni ve orijinal bir üretim tarzı olan kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı andan itibaren emperyalisttir; ikincisi, bazı burjuva akıl hocalarının iddia ettiği gibi arizi, geçici, kimi kralların, imparatorların ihtirasının, güç ve iktidar hırsının, megaloman hezeyanlarının sonucu değildir. Eğer emperyalizm bir kapitalist devletin görece daha zayıf başka ülkelerin beşeri [işgücü] ve doğal kaynaklarına el koyması, onu sömürmesi, kendine bağımlı kılması, toplumsal yapısını çarpıtması, onu doğal gelişme rotasından çıkarması, kültürünü tahribetmesi, kimliğini aşındırması, tarihine yabancılaştırması, vb. demekse, kapitalist gelişme sürecinin sadece belirli aşamasını emperyalist olarak nitelemek uygun değildir. Bu yüzden kapitalizm, tarih sahnesine çıktığı [yaklaşık Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan 1492 sonrası] andan itibaren emperyalistti. O halde emperyalist aşamadan değil, emperyalizmin aşamalarından söz etmek gerçeğe daha uygundur. Özgün, orijinal bir üretim tarzı olarak kapitalizm tarih sahnesine ilk çıktığı dönemde sermaye birikimi, ticari sermayenin birikimiydi. Bu, iktisat tarihçilerinin merkantilist dedikleri ama merkantilist emperyalizm denmesi gereken dönemdi. Söz konusu dönemde biriken ticari sermaye, 18.’inci yüzyılın sonunda ortaya çıkan sanayi kapitalizminin [sanayi devrimi] temelini oluşturdu. Kapitalizmin merkantilist emperyalizm aşamasında en büyük tahribat Yeni Dünya denilen Amerika Kıtası’nın orta ve güney bölgeleriyle Afrika’nın batısında gerçekleşti. Fakat bu dönem sadece Amerika’nın Avrupalı ırkçılar tarafından Kızıl Derili denilen ilk halkların birikmiş hazinelerinin yağmalanması, uygarlıklarının tarih sahnesinden silinmesi, Afrikalı Siyahların avlanıp-köleleştirilerek altın ve gümüş madenlerinde ve tarımsal plantasyonlarda çalıştırılmak üzere Yeni Dünyaya taşınması, köle ticaretinden ibaret değildi. Aynı zamanda Amerika’nın ilk halklarının jenoside tâbi tutulmasıydı. “Kolomb Amerikan adalarına ayak bastığında, kıtanın nüfusu yaklaşık 80 milyondu, onaltıncı yüzyılın ortasında [60 yıl sonra] Amerika’da yaşayan nüfus 10 milyona inmişti... Hıristiyan Batılılar yaklaşık yarım yüzyılda 70 milyon insanı Hıristiyan Cennetine göndermeyi başarmışlardı... XVI’ıncı yüzyılın başında dünya nüfusunun yaklaşık 400 milyon civarında olduğu düşünülürse, yarım yüzyıllık bir dönemde 70 milyon insanı yok etmek ‘büyük bir başarı’ olmalıydı.”(1)
Merkantilist emperyalizm aşamasında sömürgeleştirilmiş bölgelerden taşınan zenginliğe dair çok sayıda veri bulunuyor ama sadece iki hatırlatma fikir edinmek için yeterlidir: “Hamilton, Latin Amerika’nın 1503 ve 1600 yılları arasındaki toplam altın ve gümüş ihracatının 500 milyon altın pezosu aştığını tahmin ediyordu; Colenbrander’e göre, Hollanda Doğu Hindistan Kumpanyası’nın, Endonezya’dan sağladığı kâr paylarının, görevlilerin oradan gönderdikleri paraların ve gemilerle sevkedilen baharatın toplam değeri 1650-1780 dönemi için 600 milyon altın florine yükseliyordu. R.P. Rinchon’un hesaplamaları esas alınırsa, XVIII. yüzyılda Fransa’da zenci ticaretinden elde edilen kârlar [zencilerin çalıştırılmasının sağladığı ve birkaç milyarı bulan gelir hesaba katılmaksızın] aşağı yukarı yarım milyar livres - tournois’yı bulmuştu. Batı Hindistan zencilerinin Britanya’da çalıştırılmasından elde edilen gelirler 200-300 milyon sterline yükselmiştir.”(2) “1750-1800 döneminde Britanya’nın, Hindistan’ın yağma edilmesinden sağladığı kârın 100-150 milyon altın sterlin olduğunu ileri sürmek mübalağa değildir. Toplam meblağ bir milyar sterlini aşıyor, yani bütün Avrupa’da 1800 yıllarına doğru buhar gücü ile işleyen sınaî işletmelerinin tümünün sermayesinden daha fazladır.”(3)
Emperyalizmin ve sömürgeciliğin birinci aşaması olan merkantilist dönemde, bugün de az-çok geçerli çevre-merkez kutuplaşması henüz tamamlanmamıştı. Kutuplaşma sanayi devrimi denilenle birlikte tamamlanacaktı. O dönemden sonra dünya sanayileşmiş ve sanayileşmemiş veya sanayisi emperyalist saldırı sonucu tasfiye edilmiş ülkeler olarak iki kutba ayrıldı ve kapitalizm bir dünya sistemine dönüştü. Birinciler sanayi malları üretip ihraç ediyor, ikinciler de tarımsal mallar, madenler üretip ihraç ediyordu ve bağımlı ülkelerin [sömürge ve yarı-sömürge ülkeler] insanları ve toprakları emperyalist merkezlerin ihtiyacı olan malları üretmeye koşulmuştu. Sömürü, bağımlılık, şartlandırma, kültürel yabancılaşma, vb. bakımından sanayi kapitalizmi öncesi [merkantilist] ve sonrası dönemde esasa dair bir fark yoktu. Hakim burjuva ideolojisi dünyanın geri kalanında gerçekleşen yıkımı, tahribatı, yağma ve talanı her zaman olumlu, ilerletici bir faktör, üretici güçleri geliştiren bir unsur, velhasıl uygarlaştırıcı misyonun gereği olarak sunmayı başardı. Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmayla malûl tarihsel sol da bu durumu olumlu ve arzulanır bir şey olarak görme eğilimindeydi. Bilindiği gibi emperyalizm sadece ekonomik bir kategori değildir. Toplumsal yaşamın tüm veçhelerini angaje eden bir süreç, dolayısıyla ekonomik, politik, sosyal, kültürel-ideolojik, etik, ekolojik veçheleri bir bütün olarak kapsar. Belirli bir eşik aşıldıktan sonra, sömürge hakları -en azından yerli işbirlikçi egemen sınıflar- kendi gerçekliğine yabancılaşıyor ve kendini sömürgecinin sunduğu aynada görmeye başlıyor ki, bu yüzden asıl sömürgecilik zihinsel-ideolojik-entelektüel mahiyette olandır...
XIX’uncu yüzyılın sonunda tekellerin, büyük firmaların, tröstlerin, konzernlerin, vb. oraya çıktığı döneme emperyalist demek adettir. Dolayısıyla emperyalizm kavramı kapitalizmin bir aşamasını tanımlamak için kullanılıyor. Bunun anlamı önceki dönemin emperyalist olmadığıdır... Eğer öyleyse, söz konusu dönem sonrasında [ondokuzuncu yüzyılın sonu yirminci yüzyılın başı] sömürü ve bağımlılık ilişkileri, sömürge ve yarı sömürge ülkeler ve emperyalist merkezler arasındaki ilişkiler bakımından neyin değiştiği, hangi yeni unsurların ortaya çıktığının açıklığa kavuşturulması gerekir. Aslında XIX. Yüzyılın sonu XX. Yüzyılın başı, sömürgeler veya bağımlı ülkeler ve toplumlar bakımından değil, emperyalist ülkeler cephesi bakımından bir özellik arzediyordu ve bu durum esasa ilişkin bir yenilik değildi. Büyük kapitalist devletlerarasındaki rekabet şiddetlenmiş, emperyalistler arasında bir çatışma durumu ortaya çıkmıştı. Bu da global olarak sermeye için pazar sorununun kendini dayatmasının sonucuydu. Yarışa ilk başlayanları [İngiltere, Fransa, Hollanda...] yeni yetmeler [Almanya, ABD, Japonya...] izliyordu ve bölüşülmüş olanı yeniden bölüşmeyi dayatıyordu. Zaten iki emperyalistler arası savaşın nedeni de bu idi. Latince bir deyim tarde venientibus ossa [sofraya geç gelene kemik kalır] der. Sofraya geç gelenlerin kemikle yetinmeleri mümkün değildi. Gerçekten emperyalizmin söz konusu döneme özgü bir olgu olduğu söylenirse, yüzyıl sonrasının, bugünün [XXI. yy. başı] kapitalizmine de bir isim bulmak gerekirdi... Şimdilerde tam bir edeb-i kelâm ile küreselleşme denilenle beş yüz yıl kadar geriye giden dönemler bakımından hangi ayırdedici unsurlar tespit edilebilir? Şimdilerde emperyalizm dememek için küreselleşme deniyor ve küreselleşmeye ayak uydurmak da bir marifet olarak sunuluyor. Oysa insanlık ve uygarlık kapitalizmin tarihinin hiçbir aşamasında olmadığı ölçüde kapsamlı bir saldırıya maruz... Kavramlar dünyasını ilgilendiren bu durum, esas itibariyle sınıfsal güçler dengesinin ezilen halklar/ sömürülen sınıflar aleyhine dönmesinin sonucu. Güç dengesi emekçi sınıflar ve ezilen halklar aleyhine döndüğünde, egemenin söyleminin etkinliğini artırması şaşırtıcı değildir.
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, küreselleşme veya aynı anlama gelmek üzere emperyalizm, sistemin temel eğiliminin, yayılma ve genişleme dinamiğinin bir sonucu olarak tezahür ediyor. Fakat yayılmanın, genişlemenin, küreselleşmenin kapsam ve sınırını belirleyen, sermayenin tek yanlı tercihleri değildir. Yayılmanın ve genişlemenin [emperyalizmin] kapsam ve yoğunluğunu belirleyen, saldırıya maruz kalanların, sömürülen sınıfların/ ezilen halkların direnci veya karşı saldırısı, başka türlü söylersek karşılıklı güçler dengesinin seyridir. Bu bakamdan kapitalizmin/emperyalizmin yaklaşık beşyüz yıllık tarihinde üç kapsamlı saldırı/karşı saldırıdan söz etmek mümkündür. Birinci kapsamlı saldırı, Kristof Kolomb’un macerasıyla başlayan dönemdir. Bu döneme köle isyanları damgasını vurmuştu. İkincisi, dünya ölçeğinde kutuplaşmanın [polarizasyonun] tamamlandığı, uluslararası işbölümünün çevre/merkez işbölümü olarak yerleştiği dönemdir. Bu döneme de sosyalist devrimler ve kurtuluş savaşları damgasını vurmuştu. Şimdilerde [özellikle 1980’ler 1990’lar sonrasında] küreselleşme denilen neoliberal emperyalist saldırı söz konusu, henüz yeteri kadar kristalize olup netleşmemekle, olgunlaşmamakla birlikte, bu kapsamlı saldırıya dünyanın her yanında tepkilerin yükseldiğini rahatlıkla söylemek mümkündür ve bu anlaşılır bir şeydir. Zira saldırının olduğu her yerde karşı saldırı da vardır ve saldırı/karşı saldırı diyalektiği eşyanın tabiatine içkin [mündemiç] bir şeydir.
İkinci emperyalistler arası savaş sonrası: Kolektif emperyalizm
Paylaşılanı yeniden paylaşmanın ikinci denemesi olan ikinci emperyalistler arası savaşın sonunda, emperyalist blok veya emperyalist hiyerarşi bakımından ‘ilginç’ bir tablo ortaya çıktı. Japonya çökertildi, Almanya parçalandı fakat galipler cephesinin iki büyük sömürgeci-emperyalist gücü olan İngiltere ve Fransa da savaştan büyük yara alarak, güç kaybederek çıktılar. Buna karşılık ABD savaşın asıl galibiydi. Savaştan sadece gücünü artırarak çıkmadı, tartışmasız bir hegemonik güç haline de geldi. Tek başına dünya sanayi üretiminin yarıdan fazlasını sağlıyordu, en ileri teknolojilere ve mutlak silah [atom bombası] tekeline sahipti. 1910’lu yıllardan beri devam eden ‘hegemonya krizi’, ABD’nin pramidin tepesine oturmasıyla aşılmıştı: artık ABD tartışmasız hegemonik bir güçtü. Fakat ABD daha fazlasını istiyordu. Önceki dönemde geçerli İngiltere’nin serbest ticaret emperyalizminin yerine kendi projesi olan serbest teşebbüs emperyalizmini ikâme etmek istiyordu. Bunun için sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonunun tasfiye edilmesi gerekiyordu. Aksi halde az sayıda sömürgeci-emperyalist gücün ‘korunmuş alanları’ olan sömürgelere ABD mallarının ve sermayesinin girişi mümkün olmazdı. O halde iki şey yapılmalıydı: Birincisi, sömürgeciliğin klasik [doğrudan] versiyonu tasfiye edilmeli; ikincisi de ‘bağımsızlığa’ kavuşan yeni devletlerin “genç ulusların” emperyalist dünya sisteminden kopmaları engellenmeliydi. Eğer söz konusu ülkeler emperyalizmden koparsa, bu ABD bakımından dimyata pirince gitmek anlamına gelirdi. Emperyalist blokta ABD önderliği ve şemsiyesi altında Batı Avrupa ve Japonya’yı kapsayan bir kolektif emperyalizm oluşurken, yeryüzünün lânetlileri cephesi de kolektif sömürgeler haline getirilmek isteniyordu. Bu amaçla Birleşmiş Milletler ve çevresinde bir dizi kurum ve mekanizma oluşturuldu. ‘Bağımsızlığa’ kavuşan ülkeler Birleşmiş Milletlere üye oluyor ve bir tür ‘temsil yanılsaması’ yaratmak mümkün hale geliyordu. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bir tür her bir ülkedeki parlamentoların işlevine benzer bir işlev görüyordu. BM dahilinde oluşturulan bir dizi örgüt: UNESCO, UNICEF, Dünya Sağlık Örgütü [WHO], tarım örgütü [FAO], vb. esas itibariyle mistifikasyon yaratan meşrulaştırma araçları işlevi görecekti. Onları kolektif emperyalizmin dünya ekonomisini yönetmek üzere oluşturduğu kurumlar izliyordu: GATT [bugünkü Dünya Ticaret Örgütü [WTO], IMF, Dünya Bankası [WB], bölgesel ‘kalkınma bankaları’, vb. Nihayet askeri paktlar: NATO, CENTO, SEATO,..
Emperyalist blokta ABD önderliği ve şemsiyesi altında kolektif emperyalizm oluşurken, önceki dönemde her bir tekil sömürgeci-emperyalist gücün [metropolün] doğrudan sömürgesi olan ülkeler de kolektif emperyalizmin kolektif sömürgesi haline getirilmek isteniyordu. Eşelenmesi gereken birinci husus budur. İkincisi de emperyalist yöneticilerin bir tespitine dayanıyordu: Uzunca bir doğrudan sömürgecilik döneminde emperyalizme bağımlı, varlığı sömürü ve bağımlılık ilişkilerinin devamına bağlı yerli elitler oluşmuştu. Söz konusu elitler [ekonomik veya Batı eğitimi almış diplomalılar] artık kendi gerçekliklerine sömürgecilerin gözüyle bakar hale gelmişlerdi. Varlığı sömürgeci ilişkilerin varlığına bağlı bir komprador ‘ekonomik-ticari’ kesim oluşmuşken, söz konusu ülkelerin ‘aydın’ denilen diplomalıları kendi ülkelerinin de emperyalist ülkeler gibi “zengin-müreffeh” olabileceğine ‘inanıyorlardı’... Aslında bu benim sömürgeciliğin içselleşmesi dediğim durumdu. Batı’nın rahle-i tedrisinde geçmiş, ırkçı-avrupamerkezli ideolojik yabancılaşmayla mâlûl söz konusu ‘yerli’ elitler, Batı gibi olmak için siyasi bağımsızlığın yeterli olduğunu düşünüyordu. Oysa bir başına siyasi bağımsızlık, bir bayrak bir milli marş, bir devlet başkanı, bir radyo istasyonu, vb. bağımsızlık için asla yeterli olmayacaktı. O halde birincisi, söz konusu ülkeleri emperyalist metropole bağlayan ekonomik, ticari, politik, kültürel-ideolojik, estetik, vb. ilişkilerde radikal bir kopuşun gerçekleşmesi gerekiyordu; ikincisi ve daha da önemlisi, Batı gibi olma, onu yakalama, “kalkınmacı paradigmanın” dışına çıkmayı gerektiriyordu. Yeni bağımsızlığa kavuşan ‘genç devletler’ Batı’yı yakalama perspektifine kilitlendiklerinde kaybetmişlerdi. Ulusal kurtuluş hareketlerinin bir kısmı da zaten bilinen anlamda ‘ulusal kurtuluş hareketi’ sayılmazdı. Bazı Afrika ülkelerinin anayasalarının İngiliz sömürgeler bakanlığında hazırlandığı, bağımsızlık öncesi Afrika’dan getirilen öğrencilerin İngiliz okullarında eğitildikleri biliniyor. Bunlar istisna da olsa kurtuluş hareketlerinin sadece bir kısmı radikal hareketlerdi. Zaten radikal hareketler sonucu bağımsızlığa kavuşan ülkeler çeşitli yöntemlerle [ABD tarafından peydahlanan darbeler, suikastlar, komplolar, vb. ile etkisizleştirilecekti. Buna rağmen Üçüncü Dünya denilen ülkeler grubunun oluşması [daha sonra Bağlantısızlar Hareketi] uluslararası güç dengelerini değiştirmişti. Kolektif emperyalizmin karşısında sadece sosyalist denilen ülkeler grubu yoktu, yüzyıllardır ‘sofradan uzak tutulan’ Üçüncü Dünya halkları da bir aktör olarak sahnedeydi. 1955 Bandung Konferansıyla dünya’da yeni bir rüzgar esiyordu ve emperyalist odakları telaşlandırıyordu. Yaklaşık 30 yıllık hegemonya krizi sonrasında ve ikinci savaşın ardından dünya hegemonyası hayalleri gören ABD yönetici sınıfı bu projesinin önünde iki engelle karşılaşmıştı: Sovyetler Birliği liderliğindeki planlı ekonomiler ve bir aktör olarak dünya sahnesine çıkan Üçüncü Dünya Rejimleri. Söz konusu rejimlerin 1970’lerin sonundan itibaren neden etkisizleştikleri, 1980 sonrasında da nasıl yeniden kompradorlaştıkları önemli olmakla birlikte, burada tahliline girmek uygun değil. Fakat 1980’lerin sonunda Sovyet sisteminin de çökmesiyle ABD’nin yüzyıllık projesini gerçekleştirme hevesine yeniden kapıldığı ortada...
Anti-emperyalizm ne değildir?
Eğer kapitalizm emperyalizm ise, kapitalizme karşı olmadan emperyalizme karşı çıkmak, anti-emperyalist olmak mümkün değildir. Bu nedenle, kapitalizmi aşma perspektifine sahip olmayan bir politik hareketin anti-emperyalistlik iddiası boştur. Eğer kapitalizmden ayrı bir emperyalizmin varlığı kabul edilirse, bu kaçınılmaz olarak ‘milli kapitalizm’ diye bir şeyin de kabulü anlamına gelecektir. Oysa sermayenin vatanı yoktur. Vatan ulusal sınırlar içine hapsedilmiş ezilen/sömürülen sınıflar içindir. Bu yüzden ulusal sınırlar, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi kitleler ve mütevazı toplum kesimleri için bir tür hapishane duvarı işlevi görüyor. Bu güne kadarki anti-emperyalist denilen mücadelelerin ve sosyalist olduğu söylenen deneylerin başarısızlığı, kapitalizmden radikal bir kopuş perspektifine sahip olmamalarındandı. Kurtuluş savaşları anti-sömürgeciydi ama gerçek anlamda anti-emperyalist sayılmazlardı, zira, ulusal bir kapitalizmin mümkün olduğu, emperyalist dünya sistemi içinde kalarak, karşılıklı bağımlılık koşullarında emperyalist metropolleri yakalamanın mümkün olduğu tespitine dayanıyordu. Anti-sömürgeci [anti-koloniyalist] mücadeleler sonucu oluşan Üçüncü Dünya Devletleri, kapitalizmden değil, tekil emperyalist metropolden koptular ve kolektif emperyalizmin kolektif sömürü alanları haline geldiler... Eşitsiz ilişkiler, sömürü/bağımlılık ve hakimiyet ilişkileri sadece biçim değiştirdi. Yegâne kayda değer yenilik, yönetimin ‘yerli’ unsurlara devredilmesiydi. Zira, üretim ilişkileri ve uluslararası işbölümü hiçbir köklü değişikliğe uğramamıştı. Velhasıl ilişkinin yönü ve mahiyeti değişmedi. Yegâne değişiklik, emperyalist ilişkiler bütününe dokunmadan yerli elitlerin daha hızlı zenginleşmesinin mümkün hale gelmesiydi... Aynı şekilde Sovyetler Birliği tarafından yeni bağımsızlığa kavuşan ülkelere ihraç edilen, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan veya öyle olduğunu sanan ‘devrimci’ kesimlerce benimsenen ‘milli demokratik devrim’ ve onun bir versiyonu olan ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’ türü safsatalar da kapitalist paradigmanın dışında değildi. Nitekim olmadığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Kapitalizmin mantığını, temel eğilimlerini ve işleyiş yasalarını sorun etmeyen bir hareketin anti- emperyalistlik iddiasında bulunmasının hiçbir kıymet-i harbiyesi ve başarı şansı yoktur. Asıl sorun gözden kaçtığında, sorunun kökenine inilmediğinde, radikal bir yaklaşım yokluğunda, yabancı düşmanlığı [Batılılara karşı düşmanlık] anti-emperyalizmle özdeş sayılıyor. Anti- amerikancı olmak neden anti-emperyalist olmanın yeterli koşulu sayılsın? Üzerinde önemle ve ısrarla durulması gereken bir husus da milli yarar veya aynı anlama gelen ulusal çıkar diye bir şeyin imkânsızlığıdır. Sınıflara bölünmüş, uzlaşmaz çelişkilerle mâlül bir sosyal formasyonda milli yarar söylemi ahmakları aldatmak içindir. Herhangi ekonomik/sosyal bir politikanın ulusun tamamının çıkarına olması için sınıfsal karşıtlıkların, sömürü ilişkilerinin olmaması gerekir. Mesela bir dizi kamu hizmetinin [eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, belediye hizmetleri, vb] özelleştirilmesi asla ulusal çıkar veya milli yarar gerekçesine dayandırılarak savunulamaz. Zira özelleştirme sermayenin değerlenme yeteneğini, kâr oranını, dolayısıyla sömürüyü derinleştirmek için yapılmaktadır. Böyle bir politik tercihin geniş emekçi kesimler için ifade ettiği anlam sermaye ve çevresi için ifade ettiğinden farklıdır. Bu yüzden işçi sınıfına dahil olanların çıkarı, kendi konumundaki başka ülkelerdeki işçi sınıflarıdır. Bu yüzden ‘milli demokratik devrim’ türü teoriler birer tuzaktır. İşçi sınıfı ve ezilenlerin müttefiki kendi egemen sınıfları değil, başka ülkelerin ezilen/sömürülen sınıflarıdır... Bu konuda nüanse edilmesi gereken birşey de, emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının emperyalist sömürüden pay aldıkları, dolayısıyla dünyanın çevresindeki işçi sınıfı ve ezilenlerden çok, kendi kapitalistleriyle, daha kapsayıcı bir kavram olan kendi burjuva sınıflarıyla çıkar birliği içinde olduklarıdır. Kapitalizmin mantığından, temel eğilimlerinden ve ‘hareket yasalarından’ haberdar olanların bu görüşü kolaylıkla kabullenmesi mümkün değildir. Emperyalist merkezlerde -metropol kapitalist ülkelerde- işçi sınıfı hareketinin ve sendikacılığın yozlaşmasının başka nedenlerinden söz etmek elbette mümkündür ama kapitalizmi aşmayı amaçlayan sosyalist hareketlerin hedefinden sapmasını, metropollerdeki işçi sınıfının emperyalist sömürüden nemâlandığı dolayısıyla ‘suç ortağı’ olduğu gerekçesine dayandırmak şeyleri hafife almak, değilse gerçeğin üstünden atlamaktır. Avrupalı, Amerikalı, Japon, vb. kapitalistler dünyanın uzak köşelerine elde ettikleri artı-değeri ‘kendi’ işçi ve emekçi sınıflarıyla paylaşmak için mi gidiyorlar? Bu önemli sorun üzerinde bu kısa yazıda daha fazla durmak uygun değil, yine de bir hatırlatma yapmak gerekiyor: İngiliz emperyalizminin zirvede olduğu XIX. yüzyıl boyunca İngiliz işçi sınıfının da görece ‘daha iyi durumda’ olması gerekmez miydi? Gerçek durum tam da bunun tersiydi. Dış sömürünün derinleşmesine iç sömürünün derinleşmesi eşlik ediyordu. O halde emperyalist metropollerdeki işçi sınıfının kapitalist dünya sisteminin çevresindeki işçi sınıfları ve emekçilere göre görece daha iyi durumda oluşları, doğrudan verilen mücadeleler sonucu kazanılan mevzilerle ilgilidir. Emperyalist burjuvazinin verdiğinden değil de işçi sınıflarının kazandığından söz etmek... Batı’da refah devleti veya sosyal devlet denilen emperyalist burjuvazinin bir lütfu değildi... Elbette egemen sınıflar cephesi bakımından paralel bir durum var. Üçüncü Dünya egemen sınıflarının gerçek müttefiki ‘kendi’ işçi sınıfları değil, emperyalist burjuvazidir. Nitekim 1991 Körfez Savaşında firarî Iraklı askerler köylerde, kasabalarda, şehirlerde antikapitalist-anti-emperyalist şuralar [konseyler] oluşturmaya başladıklarında, ABD hemen askerini Iraktan çekmiş ve Saddam Hüseyin’in söz konusu şuraları ezmesine imkân yaratmıştı. Elbette bunu söylerken, emperyalist burjuvazi ile Üçüncü dünyadaki egemen elitler arasında çelişki yoktur denmek istenmiyor. Şüphesiz çelişki vardır ve olmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bununla sadece çıkar birliğinin çelişkiden daha önemli olduğu söylenmiş oluyor...
Şimdilerde anti-emperyalist olduklarını söyleyen iki akım var Politik İslam ve ‘Ulusalcılık’. Politik İslam’ın ne mülkiyet sorunuyla ne da kapitalizmle ilgili bir sorunu, veya kaygısı var. Üretim ilişkilerini hiçbir zaman sorun etmiyor. Alternatif bir toplum projesine de sahip değil. Yegâne amacı iktidarı ele geçirmek. Böyle bir hareketin anti-emperyalistlik iddiasının hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Esasen orada söz konusu olan, anti- emperyalizmden çok yabancı düşmanlığıdır. İçerdeki sorunların nedeni [elbette tek neden emperyalizm veya dış sömürü değil] olarak kapitalist emperyalizm değil yabancılar, Amerikalılar, İngilizler, Fransızlar, vb. görülüyor ve bu tür bir ideolojik manipülasyonla kitleleri aldatmak, oyalamak kolaylaşıyor. Daha da önemlisi, Politik İslam’ın daha baştan ideolojik-politik bir manipülasyon aracı olarak bizzat emperyalistler tarafından ‘icat edilmiş’ olmasıdır. Politik İslam daha 1920’li yıllarda İngiliz oryantalistleri tarafından peydahlanmıştı.
‘Ulusalcıların’ anti-emperyalizm söyleminin de hiçbir inandırıcılığı yok. Kapitalizm, mülkiyet, üretim ilişkileri, sömürü, toplumsal eşitsizlik, vb. kavramlara gönderme yapmadan, üstünden atlayarak, anti-emperyalizmden söz etmeleri kendilerini ve kitleleri oyalama amaçlı ideolojik manipülasyondan başka birşey değildir. Yukarıda da kısacı değinildiği gibi, milli bir kapitalist sınıfın varlığı tespitine dayanıyor. Oysa ortada emperyalizmden bağımsız, çıkarları emperyalist hakim sınıfların çıkarlarıyla çelişen bir kapitalist sınıf yok. Buralardaki [çevredeki] kapitalist sınıflar emperyalist sermayenin uzantısı, parçası veya bileşenidir, üstelik ilişkinin yönü de emperyalist metropollerden çevreye doğrudur... Durum böyleyken ‘kendi kapitalistlerini’ dışarıdakilere [emperyalist sermeye] karşı korumaya çalışmak aymazlık, değilse bir şeyi olmadığı yerde aramaktır... Bu yüzden kendilerine ulusalcı diyenler her zaman ve her koşulda emperyalizmin ‘doğal müttefikidirler’ ve söylemleri bir kuruntudan ibarettir. Bir devlet işletmesi [KİT] özelleştirildiğinde, eğer söz konusu işletmeyi ‘milli’ sandıkları bir sermaye grubu satın alırsa onu alkışlıyorlar ama aynı işletmenin yabancılara satılmasını sorun ediyorlar. Oysa sermayenin yerlisiyle yabancısı arasında ‘Çin seddi’ yoktur. Sermayenin ne kadarının yerli, ne kadarının yabancı olduğu hem pek belli değildir, hem de önemsizdir. Sermayenin vatanı olmadığına göre... İkincisi, milli yarar siyaseti, mevcut sömürü ve egemenlik ilişkilerini sürdürmenin, kitleleri aldatıp-oyalamanın ideolojik aracından başka bir şey değildir...
İnsanlığın kurtuluşu kapitalist emperyalizmden kurtulmaya bağlı. Bunun da yolu ezilen halkların, sömürülen sınıfların enternasyonalizmini oluşturmaktan geçiyor. Fakat öncelikle ve vakitlice XXI’inci yüzyılı bir Amerikan yüzyılı yapmak gibi canice emeller taşıyan, serbest teşebbüs emperyalizmini dolayısıyla da militarizmi ve savaşı dayatan ABD’nin bu netâmeli jeostratejik saldırısına karşı durmak ve söz konusu projeyi daha geç olmadan boşa çıkarmak gerekiyor...
--------------------------
1) Fikret Başkaya, Çığırından Çıkmış Bir Dünya – Sosyal Sefaletin, Ekolojik Felaketin, Etik Yozlaşmanın Kökeni, Özgür Üniversite Kitaplığı, 3. Baskı ss. 20-21, Ankara 2006.
2) Ernest Mandel, Marksist Ekonomi El Kitabı, Türkçesi Orhan Suda, Özgür Üniversite Kitaplığı, s. 405, Ankara 2008.
3) Ernest Mandel, ibid, s. 405.
Kardelen, 22 Nisan 2008.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder