4 Ağustos 2008 Pazartesi

İpotek Krizi, Banka Krizi... veya Kapitalizmin ‘Yapısal Krizi’





Prof. Fikret Başkaya


Neoliberal küreselleşme çağında, özellikle de finans piyasalarının ‘serbestleştirilmesinin’ ardından, çoğu 1987 sonrasında olmak üzere 20’den fazla kriz yaşandı. Her krize bir ad takıldı. Nerdeyse her birbuçuk yıla bir kriz düşüyordu. Gazeteler, televizyonlar ve radyolar bu krizleri ‘piyasalar çıldırdı’, ‘borsada panik’, ‘kara pazartesi’, ‘kara perşembe’ gibi başlıklar altında ve sansasyonel olarak sunmayı bir gelenek haline getirdi... Bu zaman zarfında haftanın kararmayan günü kalmadığı gibi, bazı günler birkaç defa kararmıştı. Her seferinde haber programlarına “konunun uzmanlarını” davet edip konuşturdular. Çağrılan “konunun uzmanları” hiçbir zaman ‘çılgınlığın’ gerisindeki temel nedene inmiyordu. Zaten ‘konunun uzmanı’ olmanın koşulu da odur: şeylerin gerçeğini söylemeden saatlerce konuşmak... Şimdilerde medya denilen çoktan ‘bilinen anlamda’ medya olmaktan çıkıp, sermayenin kendisi haline geldiğine göre, bunda şaşılacak bir şey yok...


ABD’de geçen yaz patlak veren subprime, mortgage, ipotek krizi gibi adlarla anılan finansal sarsıntı, aslında bankacılık sisteminin krizi veya finansal krizdir ama onun gerisinde de bizzat kapitalizmin ‘yapısal krizi’ yatıyor. Finansal kuruluşların elinde ‘mutlaka satmaları’ gereken devasa paralar var. Zaten bankalar bilinen anlamda banka olmaktan da hızla uzaklaşıyorlar... Mütevazi Amerikan vatandaşlarını konut sahibi etmek üzere, başlarda düşük ama değişken faizle borçlandırdılar. Yanlış anlaşılmasın: asıl amaç yoksulları ev sahibi yapmak değil, paraya bir bir değerlenme alanı bulmaktı. Elbette söylem her zaman farklıdır... Böylece konut piyasası yükseldi. Konut fiyatları artmaya devam etti. Bankalar yaptıkları ipotekleri kıymetli kâğıda dönüştürüp [titrisation] piyasaya sürdüler. Böylece riski küçültmeyi ve başkalarının sırtına yüklemeyi amaçladılar. İnsanlar konut fiyatları yükselmeye devam ettiği sürece kolaylıkla oyuna gelecekti.


Oysa, yükselme hiçbir zaman sınırsız değildir. Bu yüzden her çıkışın bir inişi vardır denmiştir. Kredi faizleri yükselip dalga dönünce, borçlar ödenemez duruma geldi. Ve bu ‘çılgınlığa’ fazlaca kendini kaptıran kredi kurumları ve bazı bankalar battı, bazıları da batmanın eşiğine gelince merkez bankası [Fed] operasyonlarıyla kurtarıldı... Elbette kimse kredi borcunu ödeyemediği için sefalete sürüklenen veya krizin neden olduğu sarsıntıda mütevazı da olsa bir gelirden yoksun kalan insanların durumunu dert etmedi. Asıl kaygı konusu olan iflas eden veya iflasın eşiğine gelen bankalar ve kredi kurumlarıydı... Onların ‘sağlığı’ ekonominin sağlığı demek olduğuna göre...


Böyle bir dünyada başka türlü olabilir miydi? Aslında çelişkili bir süreç söz konusuydu, Fed krizi atlatmak için para emisyonunu artırıyor, bankaların elinde satılması gereken para stoğu büyüyor, söz konusu para ancak yüksek riskli spekülasyonlar sayesinde aksiyonerleri memnun edecek yüksek getiri sağlayabiliyor. Başka türlü söylersek, geçerli sistemde, risk oranı yüksek spekülatif kazançlara yönelme zorunluluğu var. Yaklaşık son otuz yılda finansal krizlerin peşpeşe patlak vermesinin bir nedeni de, finans piyasalarının hertürlü ulusal ve ulusötesi denetimden ‘muaf’ olmaları ve artık ‘sorumsuz’ davranabilir duruma gelmeleriyle ilgili... Krizlerin emareleri ve onları harekete geçiren katalizörler her seferinde farklı olsa da, herhangi zorlayıcı bir düzenleme yokluğunda hepsinde ortak olan borçlanmayla finansal aktiflerin fiyatlarının seyrinde somutlanan mantıktır.


Krizlerin gerisindeki nedenlerin ve sürecin nereden nereye nasıl gelindiğinin tahliline geçmeden önce, borsayla ilgili bir hatırlatma uygun olabilir. Anlaşılabileceği gibi, her ekonomik kriz bir finansal kriz olarak tezahür eder. Bankalar iflas eder ve/veya borsa çöker, vb... İşte borsada şu kadar milyar doların ‘uçtuğundan’, ‘buharlaştığından’ söz edilir. Aslında ortada buharlaşma diye bir şey yoktur, olması da mümkün değildir. Suyun buharlaşmasından söz ettiğinizde, ortada reel bir şey vardır. Fizikî bir varlığı olan su belirli koşullar oluştuğunda gaza dönüşür, dolayısıyla kaybolan bir şey yok. O halde borsa çöktüğünde, bir krach durumunda ‘buharlaşan’ nedir? Öyle bir şey mümkün müdür? Borsada yapılan şey, şirketlerinin hisse senetlerinin alınıp-satılmasıdır. Ve hisse sahibi [aksiyoner] bir temettü aldığında bunun gerçek dünyada bir karşılığı olması gerekir ve vardır. Söz konusu olan üretim sürecinde yaratılan katma değerden, artı-değerden alınan paydır. Toplam kâr, dolayısıyla temettüler, yaratılan değerden [artı-değer] daha hızlı artıyorsa bu, sermaye cephesinin payının artması, emek cephesinin payının azalması demektir. Esasen neoliberal küreselleşme çağında olan da budur. Borsanın yükselmesi ve yükselmenin devamı, söz konusu gelir bölüşümü dengesinin üretici sınıf olan işçi sınıfı aleyhine devam edeceğine dair ‘genel beklentinin’ sonucudur.


Bir aksiyoner borsada aksiyonlarını sattığında, sattığı ‘kağıdın’ reel dünyada [fizikî] bir karşılığı vardır. İşte şu kadar makina, şu kadar gayri menkul, vb. Dolayısıyla, hisse senedini satan maddi karşılığı olan bir şeyi satıyordur. Onu alan da bir miktar para karşılığı ona sahip oluyordur. Dolayısıyla sermaye stoğu el değiştiriyor. Satanın kaça sattığının, alanın kaça aldığının ikisi dışında hiçbir önemi yoktur. Yaratılmış veya kaybolmuş bir şey, bir ‘zenginlik artışı veya azalışı’ söz konusu değildir. Başka türlü söylersek, ortada sıfır toplamlı bir oyun vardır veya birinin kaybı diğerinin kazancıdır ya da visa versa... Nihayet aynı anlama gelmek üzere, finansal işlemler sürecinde gerçek bir değerin yaratılması mümkün değildir. Satan ilerde daha ucuza gideceğini düşündüğü için satar, alan da ilerde fiyatın yükseleceği beklentisiyle alır. Bir şirket toplu işçi çıkaracağını ilan ettiğinde, [tuhaf ama] söz konusu şirketin hisse senetlerinin fiyatı neden yükseliyor? Çünkü bu sömürü oranının, dolayısıyla kâr oranının, nihayet temettülerin yükselme imkânının ve potansiyelinin artması demektir. Eğer borsa krizi söz konusuysa, orada sadece borsa oyuncusu spekülatörleri ilgilendiren bir durum vardır: birileri kaybederken başkaları kazanır, zira gerçek dünyada reel bir karşılığı olmayan ‘köpük’ yükselmesi, fiktif sermayenin büyümesi söz konusudur. Fakat kriz finansal ‘alandan’ ekonominin ‘reel alanına’ sirayet ettiğinde [ki bazı koşullar oluştuğunda bu mümkündür] faturayı ödeyen zenginliğin yaratıcısı olan işçiler, emekçiler, mütevazı toplum kesimleridir. Onlar için kriz, işsizlik demektir, açlık demektir, sefalet demektir, daha düşük ücret demektir, sömürü oranının yükselmesi demektir, işgüvenliğinin daha da zayıflaması demektir, kazandığıyla geçinememek demektir, daha uzun çalışma süreleri demektir, psikolojik yıkım demektir, vb...




Kriz yapısal ve sistemi angaje ediyor.


İkinci emperyalistler arası savaş sonrasında ekonomik literatürde ‘Fordist’ denilen bir ekonomik büyüme modeli geçerliydi. Söz konusu dönemde verimlilik artışıyla ücretler arasında olumlu yönde bir bağ kurulmuştu. Üretim ve emek verimliliği arttıkça reel ücretler de yükseliyordu. Yaklaşık üç onyıl devam eden söz konusu dönemde [1945-1975] üretim ve verimlilik artışına, yükselen reel ücretler eşlik ediyordu. Dünya ölçeğinde ezilen ve sömürülen sınıflar lehine bir güçler dengesi durumu oluşmuştu. Bu durum kapitalizmin tarihinde bir istisna idi ki, emperyalist metropollerde işçi sınıfının, çevrede de sömürge halklarının anti-koloniyalist mücadelesinin sonucunda oluşmuştu. 1970’lerin başına gelindiğinde kapitalizm yeniden ‘yapısal krize’ girmiş, Fordist denilen büyüme modeli gözden düşmüş, artık sermaye açışından sürdürülebilir olmaktan çıkmıştı. Emperyalist ülkelerde ‘refah devletinin’, çevrede ‘ulusal kalkınmacılığın‘ dayatmalarının sonucu olan düzenlemeler ve kısıtlamalar, sermayenin hareket ve değerlenme alanını daraltmıştı. Toplam talep artışı yavaşlamış, ortalama kâr oranları gerilemişti. Artık büyük sermaye açısından yeni bir paradigma arayışı söz konusuydu. Dönemin üç sloganı: liberalleşme [sermayenin hareketini kısıtlayan engellerin ve her türlü sınırın ortadan kaldırılması], deregülasyon [‘refah devleti’ ve ‘ulusal kalkınmacılık’ tarafından sermayenin hareketini düzenleyen kurumsal yapıların, yasal mevzuatın ve ekonomik politika araçlarının tasfiyesi], nihayet privatizasyon (özelleştirme) [devlet veya genel olarak kamuya ait –belediyeler, vb.- ekonomik işletmelerin ve kamu hizmetlerinin sermayenin mülkiyetine geçirme veya değerlenme alanına dönüştürme] olacaktı. Elbette bu tür bir ideolojik saldırının pratik politikaya tercüme edilip, ete kemiğe büründürülmesi için, önceki dönemde geçerli güçler dengesinin sermaye lehine döndürülmesi gerekiyordu ve bu gerçekleşti. Artık kapitalizmin tarihinde neoliberalizmin bayrağının dalgalandığı ‘yeni bir dönem’ başlıyordu...


Bundan sonra ekonomik ve sosyal alanda bir önceki dönemde yapılanların tersi yapılacaktı. İşçi örgütleri olan sendikalar etkisizleştirildi [ekonomik kriz sermayenin saldırısını kolaylaştırmıştı], bunun anlamı reel ücretlerin aşındırılmasıydı. Üçüncü dünya ülkeleri ulusal kalkınmacılıktan uzaklaştırılıp, yeniden kompradorlaşma girdabına sokuldu. Talebin daraldığı durgunluk ortamında ‘verimli’ bir şekilde yatırıma dönüştürülemeyen para sermaye söz konusu ülkelere değişken faizli kredi olarak verildi. Borçlandırma bir taraftan sermaye fazlasının bir bölümüne değerlenme alanı açarken, diğer taraftan da söz konusu ülkeleri emperyalist merkezlere daha da bağımlı hale getiriyordu. Nitekim, borçlar çığ gibi büyüyüp ödenemezlik sınırına dayandığında, artık yapısal uyum programları denilen kompradorlaştırıcı ekonomik ve sosyal politikaları dayatmak olanaklı hale gelmişti. Velhasıl, neoliberal saldırı savaş sonrası dönemde emperyalist ülkelerde geçerli refah devleti modelini ve Üçüncü Dünya da denilen çevrede ‘ulusal kalkınmacı’ modeli tasfiye ederek, krizden çıkmayı, ortalama kâr oranlarını restore etmeyi umuyordu.
1980’lerin başına gelindiğinde emperyalist sermaye açısından amaç büyük ölçüde gerçekleşme yolundaydı. Reel ücretler düşmüş, sermayeden alınan vergiler azalmış, sermayeye bir dizi teşvik getirilmiş, sosyal amaçlı harcamalar budanmış, tüm refah devleti harcamaları aşınma yoluna girmiş, Üçüncü Dünya borç krizi sonucu emperyalist dayatmalara daha açık hale gelmiş ve IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan yoksullaştırıcı yapısal uyum programları pupa-yelken yol almaya başlamış, söz konusu programların bir sonucu olarak, ihraç ürün fiyatları çökmüş, borç ödemeleri tam bir talan halini almış, sermayenin bir ülkeden diğerine, bir sektörden diğerine geçişinin önündeki tüm engeller ortadan kaldırılmış, “piyasa ekonomisi” miti kapitalizmin tarihinde görülmemiş boyutlarda ‘küresel elitin’ dini haline gelmiş, velhasıl sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten ekonomik ve anti-sosyal politikalar her alanı kuşatmış bulunuyordu. [Bu vesileyle bir hatırlatma yapmamız gerekiyor: Üçüncü Dünya Ülkelerine IMF ve Dünya Bankası tarafından önerilen yoksullaştırıcı ekonomik ve sosyal politikalar, söz konusu rejimlere silah zoruyla dayatılmadı. Üçüncü Dünya’nın yönetici elitlerinin çıkarına da uygun olduğu için, bir çıkar ortaklığı söz konusu olduğu için uygulanabildi. Dolayısıyla kötülüğü sadece emperyalizme ve onun finansal kurumlarına fatura etmek uygun değildir. Belirli bir eşik aşıldıktan sonra söz konusu ülkelerinin yönetici elitleri, sınıfsal çıkarlarının ‘kendi’ halklarının tarafında değil, emperyalist cephede olduğunun ‘bilincine’ vardılar. Bu yüzden sözde bu ülkelerde geçerli milliyetçiliği –ulusalcılığı- ve ulusal çıkarlar söylemini nüanse etmek, demistifiye etmek gerekiyor. Zira genel bir çerçevede ve çoktan Üçüncü Dünya elitleri küresel plütokrasinin bir bileşeni haline gelmiş bulunuyorlar...]


İlaç etkili ama hastalığa tam çare olamıyor...


O halde sermayenin tek yanlı çıkarını gözeten neoliberal politikalar tam bir fütursuzluk ve küstahlıkla uygulanırken, peşi sıra yaşanan finansal krizler nasıl açıklanacak? Neden beklendiği gibi taşlar yerine oturamıyor ve sürekli ‘istikrarsızlık’ durumu geçerli? Bu soruyu cevaplamak için küresel finansal sisteminin geçirdiği dönüşümü hatırlamak gerekir. Birincisi, neoliberal politikaların bir gereği olarak, emperyalist ülkelerde reel ücretler düşürülüp, sosyal harcamalar kısıldığında ve Üçüncü dünyanın sömürüsü derinleştiğinde, kâr oranlarını restore etmek mümkün hale gelse de, söz konusu yoksullaştırıcı ekonomik ve sosyal politikalar talebi düşürüyor veya talep artışı yetersiz kalıyor. Dolayısıyla bir taraftan sömürü ve kâr oranları yükselirken, talep yetersizliğinin bir sonucu olarak, ekonomik büyüme yavaşlıyor veya aynı anlama gelmek üzere, sermaye birikimi yetersiz kalıyor. Gerçekten de 1980’li yılların ortasından itibaren kâr oranlarındaki artışa aynı büyüklükte bir sermaye birikimi artışı eşlik etmedi. Bu durum, kapitalizmin tarihinde bir ilk veya ‘istisna’ sayılabilir...


Nitekim 1980’li yılların başında Almanya başbakanı Helmut Schmitdt’in öngörüsü gerçekleşmedi. Alman başbakanı neoliberal efendiler cephesini heyecanlandırırcasına: “Bugünün kârı, yarının yatırımı, yarından sonranın da istihdamıdır.” demişti... Bir tarafta yüksek kârlar [büyük bir artı değer kütlesi birikirken], diğer tarafta efektif talep yetersizliğinden dolayı söz konusu artı-değer kütlesinin [kârın] tamamının ‘üretken yatırım’ alanlarında değerlendirilemiyor, yatırılamıyor. İşte bu çelişki veya kâr oranıyla yatırım oranı arasındaki fark, finanslaşmayı zorluyor. İkisi arasındaki farkın büyüklüğü, finanslaşma katsayısının büyüklüğü demek... Başka türlü ifade edersek, aradaki farkın ‘üretken olmayan’ fizikî sermaye birikimi içermeyen alanlarda değerlenme imkânları arayışını zorunlu hale getiriyor. Dolayısıyla bir taraftan işsizlik artar ve çalışma alanına “iğretilik” hakim olurken, efektif talep artışı yetersiz kalırken, aşırı emek sömürüsü sonucu yaratılan değer, finans sermayesi tarafından kapılıyor ve finansal alan sürekli genişliyor. Bu da kapitalizmin işleyişinde önceki dönemde geçerli bir kuralı problemli hale getiriyor: verimli sermaye ile finans sermayesi arasındaki ilişki ciddi bir biçimde dönüşüme uğruyor. Başka türlü ifade edersek, ücret düşüşleri sonucu kâr oranı yükselirken ve artı-değer kütlesinin [kârın] verimli yatırıma yönlendirilme, dolayısıyla birikim olanağının yokluğu değilse, yetersizliği, finans sermayesinin ücretli emek talebindeki yetersizliğe bir alternatif değerlenme alanı arayışına itiyor. Bir fikir vermek için 2002’de mal ve hizmetleri oluşturan GSMH, finansal ve parasal işlemlerin sadece % 3’üydü. Uluslararası ticaret konusu olan mal ve hizmetler de sadece % 2’si… Gerçek anlamda üretim ve dağıtımı ilgilendiren işlemler de % 3.4’tü. Bunun anlamı spekülatif amaçlı finans türevlerinin % 95’nin üzerinde olduğudur.
Nitekim, mutlak rakam olarak ifade edilirse, 2002’de mal ve hizmet işlemleri (GSMH) 32.3 trilyon dolar, döviz piyasasındaki işlemler 384.4 trilyon dolar, finans türevleri de 699 trilyon dolardı. Dolayısıyla söz konusu olan doğrudan sınıf mücadelesiyle ilgili ve böylesi koşullarda finanslaşma fonksiyonel bir işlev görüyor. Aslında finans sermayesinin böylesi bir işlev görmesinin koşulları da ‘neoliberal küreselleşme’ denilen tarafından önceden sağlanmış durumda. Zira, sermayenin artık gidemeyeceği bir yer, giremeyeceği bir kovuk, sirayet etmediği bir gözenek yok... Dünyanın neresinde bir ‘değerlenme’ imkânı varsa, finans sermayesi anında orada bitiyor. Sermayeler arası aşırı rekabet de finanslaşmayı derinleştiriyor... Birikmiş devasa finans sermayesinin sürekli ‘değersizleşme riskiyle’ yüzyüze olduğu bir dünyada, her türlü spekülasyon, ‘yolsuzluk’, ‘dalavere’, hile, ‘mafyacı yöntemler’, vb. istisna olmaktan çıkıp kural haline geliyor. Durum böyle ama ‘şeffaflıktan’, ‘iş ahlâkından’, ‘yolsuzlukla mücadeleden’, ‘good governence’dan da çok söz ediliyor... [Oysa kapitalizmin ahlâkı yoktur, ahlâk başkasının ahlâkıdır ve ancak dışardan dayatılabilir...] Spekülasyon büyüdükçe, gelir bölüşümü daha da bozuldukça, yatırımların yönü de küresel oligarşinin ve çevresinin talebini karşılayacak şekilde “lüks ve gereksiz” üretime doğru kayıyor. Böylece ‘büyük insanlığın’ sosyal ihtiyaçlarının karşılanamazlığıyla, zenginlik artışı at başı gidiyor. Küresel oligarşinin aşırı zenginleşmesi sadece sosyal kötülükleri büyütmekle kalmıyor, aynı zamanda ekolojik yıkımı da kritik bir eşiğe taşıyor...


İleriye doğru kaçış veya çözümsüzlüğün müzminleşmesi.
Kapitalizmin genelleşmiş resesyonu 1970’lerin başında tüm emperyalist ülkeleri etkisi altına aldığından veya yapısal kriz her tarafta hissedilir duruma geldiğinden bugünlere kadar sistem krizden çıkmak, ortalama kâr oranlarını restore etmek üzere bir dizi kaçış yoluna başvurdu. Fakat ekonomik büyüme oranları krizden beri savaş sonrası genişleme döneminin büyüme oranlarını hiç bir zaman yakalayamadı. Nitekim, 1950- 73 aralığında % 4,9 olan büyüme oranı, 1973-89 aralığında ortalama % 3 düzeyinde gerçekleşti. Oran olarak ifade edilirse, neoliberal küreselleşme ‘çağında’ ortalama büyüme oranı, bir önceki “Fordist” dönemdekinden % 39 daha küçüktü. Bu zaman zarfında gelir dağılımını sermaye sınıfı lehine bozma, bu amaçla sermayeden alınan vergileri düşürme, sermayeye yeni teşvikler, Üçüncü Dünya’nın borç ödemeleri adı altında yağmalanması ve ihracat ürün fiyatlarının çökertilmesini, sanayileşme sürecini baltalayan ve sınırlı sosyal harcamaların kısılmasını öngören yapısal uyum programlarının dayatılması, bu ülkelerin sonuna kadar finans sermayesine açılması, delokalizasyon denilen bazı işletmelerin düşük ücretlerin kural olduğu Üçüncü Dünya Ülkelerine taşınması, Rosa Luxemburg’un öngörüsünün bir ‘gereği’ olarak... sanayideki düşük kâr oranlarını ikâme etmek üzere sermayenin daha çok finans sermayesine dönüşmesi, her türlü sermaye denetiminin ortadan kaldırılması, ‘vergi cennetlerinin’ mantar gibi üremesi, özelleştirmeler, vb. finanslaşmanın kapsam ve derinliğini artırdı ki, şimdilerde sık sık gündeme gelen apokalips çağrışımı yapan finansal çöküşler, sarsıntılar ve ‘krizler’ reel ekonomi denilenle finans sermayesi arasındaki kopukluğun derinleşmesinin sonucu. Yer yüzünün her karış toprağına, toplumun ve insan yaşamının tüm alanlarına ve gözeneklerine sirayet eden kapitalist sömürü, hakimiyet, şartlandırma, biçimlendirme, biçimsizleştirme, metalaşma, paralılaşma, soysuzlaştırma... süreci hızla yol almaya devam ediyor...


Elbette şeylere, sorunlara ve olgulara kimin tarafından baktığınız önemlidir... Şeylere küresel oligarşi ve küresel plütokrasi tarafından bakanların gördüğüyle, yeryüzünün lânetlileri tarafından bakanların gördüğü çok farklı olmak zorunda... Önceki dönemde kapitalizme yasaklanmış Çin, ‘sosyalist’ denilen diğer ülkeler ve tüm Üçüncü Dünya artık kapitalizmin değerlenme alanı haline gelmiş durumda, buna rağmen sistemin istikrarsızlığı her geçen gün büyümeye, sosyal ve ekolojik kötülükler derinleşmeye devam ediyor. O zaman soru şu olabilir:
Tüm bu olup bitenler kendiliğinden doğal ve vazgeçilmez yasaların, insan iradesini aşan faktörlerin ve belirleyiciliklerin sonucu değil, birilerinin ‘bilinçli’ toplum projesinin, velhasıl ‘bilinçli eyleminin’ sonucuysa ki, öyledir; o zaman dünyanın ezilen ve sömürülenlerinin, yeryüzünün lânetlilerinin bilinçli eylemiyle de, mevcut süreç pekâlâ tersine çevrilebilir, insanlığın geleceği kurtarılabilir ve insan toplumuna yakışır ve yaraşır bir dünya ve insanlık toplumu bir ihtimal olmaktan çıkıp somut bir realiteye dönüştürülebilir...


O zaman işe ‘sayın seyirci’ olmayı reddederek başlamak gerekiyor. Zira ‘sayın seyircinin’ tarih yapması, olayların seyrini değiştirmesi mümkün değildir. Tarih son tahlilde soru soran, itiraz eden, direnen, mücadele ve hayal eden, ütopya üretebilen, proje yapan, uygulayan, insanların eseri olduğuna göre...

Hiç yorum yok: