26 Kasım 2009 Perşembe

TE GOTÎ Çİ GOTÎ


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

“Evvel zaman içinde, dağlar yükseldi, ırmaklar yatağını buldu, göller oluştu. Amazon bölgemiz, Chaco’muz, platomuz, yaylalarımız, ovalarımız yeşilliklerle ve çiçeklerle kaplandı. Bu kutsal Toprak Ana’yı çeşitli yüzlerle donattık ve o güden bu yana, her şeyin çoğulluğunu ve varlık ve kültürler olarak çeşitliliğimizi koruyoruz. Halklarımız böylece mutluluk içindeydi ve uğursuz sömürgecilik günlerine dek ırkçılığı asla bilmezdik.”

Bu okuduğunuzu Tevrat’tan, İncil’den almadık. Bir kutsal kitap ayetleri değil. Bu, Bolivya Anayasası’nın dibacesi (giriş bölümü)…25 Ocak 2009’da halkın yüzde 61’inin oyunu alan bu anayasadan çok önceleri de taa 1980’lerde-salt Bolivya’da değil, tüm Latin Amerika’da-çok etni(k)li, çok kültürlü yani yerli halkların hak ve özgürlüklerini kapsayan anayasalar vardı. Bizim şimdilerde yapmak istediğimiz, beğenmediğimiz Latin Amerika ülkelerinde (1980’li yıllarda) faşizmin estiği yıllarda dahi yapılmak zorunda kalınmıştı.

Bolivya Anayasa’nın birinci maddesi Bolivya’yı “özgür, bağımsız, egemen, demokratik, kültürlerarası, ademi merkezi ve özerkliklere sahip üniter, sosyal, çokuluslu, komünoter bir hukuk devleti” olarak tanımlarken Bolivya’ya da şöyle bir görev verir: “Bolivya, ülkenin bütünleşme süreci içerisinde siyasal, iktisadi, hukuki, kültürel ve dilsel çoğulluk ve çoğulculuk üzerine temellenir.” Bolivya’nın yeni (yerli) Anayasasının 2. maddesinde şunlar yazılı: “Özgün köylü yerli ulus ve halkların sömürgecilik öncesi döneme dayalı varlığı ve kendi toprakları üzerindeki kadim hâkimiyeti göz önünde bulundurularak, devletin birliği çerçevesinde kendi kendini özgürce tayin haklarını garanti altına alır. Bu hak, onların özerkliği, özyönetimi, kültürü, kurumlarının tanınmasını ve teritoryal kurumlarının bu Anayasa ve yasalara uygun olarak tahkimini güvence altına alır.” Resmen bu birlik içerisinde, kültürel ve ulusal özerkliktir. Bizde konuşul(a)mayan konulara bir ders olacak niteliktedir.

Bizde belli bir toprak üzerinde dilini konuşan Kürtlere Kürtçe’nin problem yaratacağı iddia edenler için Bolivya’nın Anayasası’ndaki (5.madde) şu ifadeler çok tuhaf gelebilir: “ İspanyolca ve özgün yerli ulus ve halkların bütün dilleri, aymara, araona, baure, bésiro, canichana, cavineño, cayubaba, chàcobo, chimàn, ese ejja, guarani, guarasu’we, guarayo, itonama, leco, machajuyaikallawaya, machineri, maropa, majeñotrinitario, mojeño-ignaciano, moré, mosetén, movima, pacawara, puquina, quechua, sirionò, tacana, tapiete, toromona, uru-chipaya, weenhayek, yaminawa, yuki, yuracaré ve zamuco, resmî dillerdir.” Buyurun buradan yakın! Dilleri ben saymadım, siz saydınız mı? Evet, tüm bu dillere resmî dil statüsü tanıyor Bolivya.

Bolivya’da kadın hakları da anayasal güvence altındadır. “Herkes, özellikle kadınlar, aile ya da toplum içinde fiziksel, cinsel ya da psikolojik şiddete uğramama hakkına sahiptir.”(Madde 15/II) “Tüm yurttaşlar doğrudan ya da temsilcileri aracılığıyla ve bireysel ya da kolektif siyasal iktidarın biçimlendirilmesi, uygulanışı ve denetimine özgürce katılma hakkına sahiptirler. Katılım kadınlarla erkekler arasında adil ve eşit bir tarzda gerçekleşecektir.”(Madde 26/I) Kimse bu söylediklerimi (tarzımdan dolayı) kasten yaptığımı sanmasın. Bu konularda çok fazla yuvarlak laf söyleyenlerin biraz da Bolivya Anayasası’na bakmasını istedim. Masumane bir düşüncedir benimkisi.

Ya bizim işimiz biraz da mizahtır, biliyorsunuz. Şu yazacaklarım fantezi değil, Bolivya Anayasası’nın 8. maddesinden(dir): “Devlet çoğul toplumun etik-moral ilkeleri olarak şunları benimser ve destekler: ama qhilla, ama llulla, ama suwa (ilkesiz olma, yalan söyleme, hırsızlık yapma), suma qamaña (iyi yaşa), ñandereko (uyumlu yaşam), teko kavi (iyi yaşam), ivi maraei (kötülüğü olmayan toprak) ve qhapaj ñan (soylu yol ya da yaşam).” Evet, On Emir gibi olan bu açıklama Bolivya topraklarında konuşulan tüm dillerin ve kültürlerin geleneklerini, türettiği bazı ilkeleri adil ve eşitlikçi bir yaşam için yeniden yorumlamaktadır. Son bir söz: Bilimsel, evrensel, demokratik, eşitlikçi, adil, sosyal adaletçi, katılımcı bir anayasanın, dünyaya tek bir kez gelip ve göçen insanlar için bir fantezi değil, zorunluluk olduğunu düşünüyorum.

24 Kasım 2009 Salı

“UZUN YÜRÜYÜŞ”LERİN YÖNÜ


Yeri gelmişken kapitalistlerin kavramların içini nasıl boşalttığına dair ÇKP’nin niteliği ve geleceğine dair yapılan tartışmalara ilişkin Seriye Seren’in verdiği bilgi şu: “Bunlardan ilki partinin bugünkü niteliğine ve ne ölçüde komünist kaldığına ilişkindir. ÇKP’nin, ideolojik tabanını terk ederek meşruiyetini ekonomik kalkındırmaya dayandırması sonucunda artık ‘komünist parti’ olmaktan çok ‘ekonomik kalkınma partisi’ne veya ‘sosyal demokrat parti’ niteliğine dönüştüğü savunulmaktadır. (…) ‘Kızıl kapitalistlere zeytin dalı uzatmak’ tek parti yönetimi ilkesinin esnetildiği anlamına gelmediği gibi, bu, resmen ifade edilmeyen bir gerçeğin, Partinin zenginlerin ve güçlülerin Partisi haline geldiğinin göstergesidir.”

Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

“Yıkılmamak için yürümek” ile “devrimci uzun yürüyüş” arasında yakın bağ kurulabilir ama “kalkınma adına sermaye talanının önünü açan yürüyüş” arasında zıtlık dışında hiçbir bağ kurulamaz. Neden böyle bir giriş cümlesi kurduğumuza gelince…

Seriye Sezen’in TODAİE Yayını olarak Eylül 2009’da yayımlanan “Çin’in İkinci Uzun Yürüyüşü” adlı 474 sayfalık kitabını incelediğimde 1940’lı yıllarda Çin köylülerine dayanan anti-emperyalist ve devrimci hareketlenmenin yarattığı “Uzun Yürüyüş”ün, Deng Şiaoping dönemiyle birlikte kapitalist sanayileşme ve ticaretin nüvelerinin Çin Halk Cumhuriyeti’ne sirayet etmesiyle başlayan ucuz emek ve hammaddenin büyük tröstlerle işbirliği çerçevesinde sömürülmesine dayanan “kalkınma modeli”ne de “İkinci Uzun Yürüyüş” denmesi, böyle bir giriş yapmama neden oldu.

Asya toplumlarından Hindistan’da başlayan “uzun yürüyüş”ün Mao’nun liderliğinde ve Çin Komünist Partisi’nin öncülüğünde 1949 devriminden sonra uygulamaya konan sosyalizan politikalar ile ayrışması, Dünya’nın en kalabalık ülkesinin geçimini sağlamak başta olmak üzere bölgeler arasındaki farkları kaldırmaya yönelik merkezi planlamalara dayanır. Türkiye’nin tersine Çin’in doğu bölgeleri ekonomik toplumsal açıdan daha gelişmiş olduğundan, Uygurlar başta olmak üzere onlarca halkın yaşadıkları geri kalmış batı bölgelerine daha çok kaynak aktarılmasıyla eşitsizliği zayıflatan kalkınma politikası önem taşır. Kamu hizmeti olarak parasız sürdürülen eğitim ve sağlık alanındaki yatırımlar, 30 yılda Çin’in sosyalist kazanımlarına dönüşür.

Sosyalist kazanımların köylülüğün ağır bastığı Çin’de gerçekleşmesinde Köy Komiteleri etkin rol oynar. Bunu 100-700 haneden sorumlu olan Mahalle Komiteleri izler. Mahalle Komitelerinin devrimci bir işlev kazanmasında Çin toplumunun geleneğinde yer alan “Li” adlı örgütlenmenin dönüştürülmesi önemli rol oynamıştır. Sovyet Devriminde Köy Sovyetlerinin dayanağını oluşturan Köy Komünleri geleneğinden Bolşeviklerin devrimci dönüşüm yaratmalarını hatırlatan bir örnek… 3,6 milyon yerel örgüte sahip olan ÇKP’yle bağlantılı olarak İlçe, belediye, il ve özerk bölge örgütlenmeleriyle merkezi planlamanın yerel uygulayıcılarının başarı ve başarısızlıkları “tekrar seçilme-geri çekme” yöntemiyle belirlenir. Başarısız görülen yönetici ve seçilmişlerin “geri çekilme” nedenleri bir raporla ortaya konur. İlk kez 1987’de geçici yasayla, daha sonra 1997’de de temel yasayla Köy Komitelerinin seçimle belirlenmesine geçilince, ülkede uygulanmaya konan liberal politikaların yol açtığı kapitalistleşme sürecinin bir sonucu olarak “yeni girişimciler”in rüşvet vd. yollarla bu komitelere egemen olmaya başladığı bilgisini vermektedir Deriye Sezen (s. 151). Tam da bu noktada “burjuva demokrasisi”nin “seçim”e indirgenmesinin, aslında ne denli ciddi bir akıl, bilinç yarılmasına yol açtığı bu örnekle de açıkça kanıtlanmış olmaktadır.

Yeri gelmişken kapitalistlerin kavramların içini nasıl boşalttığına dair ÇKP’nin niteliği ve geleceğine dair yapılan tartışmalara ilişkin Seriye Seren’in verdiği bilgi şu: “Bunlardan ilki partinin bugünkü niteliğine ve ne ölçüde komünist kaldığına ilişkindir. ÇKP’nin, ideolojik tabanını terk ederek meşruiyetini ekonomik kalkındırmaya dayandırması sonucunda artık ‘komünist parti’ olmaktan çok ‘ekonomik kalkınma partisi’ne veya ‘sosyal demokrat parti’ niteliğine dönüştüğü savunulmaktadır. (…) ‘Kızıl kapitalistlere zeytin dalı uzatmak’ tek parti yönetimi ilkesinin esnetildiği anlamına gelmediği gibi, bu, resmen ifade edilmeyen bir gerçeğin, Partinin zenginlerin ve güçlülerin Partisi haline geldiğinin göstergesidir.” (s.84) Bu saptamayı teyit eden somut durum ise ÇKP’nin üye yapısında meydana gelen değişmedir. 1950’lerde üyelerin % 60’ının çiftçilerin, yani köylülerin oluşturduğu partide üyeliğe kabulde sınıf mücadelesi, kamu mülkiyeti, eşitlik gibi değerler öne çıkarken, 1978’de Parti Merkez Komitesi’nin sınıf mücadelesi döneminin sona erdiğini ve Partinin ana görevinin ekonomik modernizasyon olduğunu ilan etmesiyle başlayan kapitalist uygulamalar sonucunda Parti Merkez Komitesi’ndeki teknokratların oranı 1982-1997 döneminde % 2’den % 51’e yükselmiştir. (s.76-78) Çin Halk Cumhuriyeti’nin sosyalist kurumlaşmasından kapitalist uygulamalara kayışın yoğunlaştığı 1982’den başlayarak özel işletmelerin, okulların, sağlık kuruluşlarının oranının giderek arttığı örnekleri Seriye Seren’in kitabında “Çin’in Genel Görünümü” başlıklı bölümde verilmektedir (s.25-48). 1980’lerde başlayan “özelleştirme” politikalarının bir sonucu olarak eğitim alanından vereceğimiz şu örnek, Çin Halk Cumhuriyeti’nin “sosyalist dokusu”nun ne denli değiştiği konusunda fikir verecektir kanısındayız. “2004 yılı sonunda Çin’de, 1279’u yükseköğretim kurumu olmak üzere 70.000’den fazla özel okul bulunmaktadır.” (s.42)

Bugün 1,4 milyarlık nüfusuyla devasa bir ülkenin, 1980’lerle birlikte ÇKP ve UHK (Ulusal Halk Kongresi) üzerinden gerçekleştirilen liberalleşme politikalarına karşı devrim sürecinden gelen komünist kadroların direneceklerini öngören Deng Şiaoping, işe partiyi gençleştirme politikasıyla başlamıştır. Kendisi de yaşlı olmakla birlikte liberalleşmeden yana olan bu liderin ağzından, kapitalizmle işbirliği içinde dünya ticaretinde yer almak için buna uygun kafaların ancak genç kuşaktan devşirilebileceği açıkça vurgulanmıştır. Komünist harekette farklı zaman ve ülkelerde gündeme gelen bu “gençleştirme” tartışma ve uygulamalarının nedenlerini ve sonuçlarını çok iyi değerlendirmek bakımından önemli bir laboratuar sunmaktadır Çin’de son 30 yıldır yaşananlar.

1970’lerin sonuna gelindiğinde de Çin’in köy-kır nüfusu % 65’ler dolayındadır. Yani yoğun olarak tarımsal üretime dayanan Çin ekonomisi söz konusudur. İlk kez 2010’lu yıllarda kent nüfusu kır nüfusunun önüne geçme noktasına gelmektedir. Toplumsal dokuda meydana gelen bu genel değişmenin iç nüvelerine bakıldığında şu iki önemli durum dikkat çekmektedir. Son 20 yılda Çin’e yüksek oranda giriş yapan yabancı sermaye ve ihracat sorunu… Seriye Seren’e göre bu, “ekonomi için bir tehdittir. Çünkü bu tür bir büyüme Çin ekonomisinin geleceğini dış piyasalara bağımlı hale getirmektedir.” (s.416) Diğer durum ise, Çin’in kapitalizme yönelişi, en çok köylüleri korumasız bırakmış olmasıdır. Onların büyümeden pay alamaması, hem kentlerin hem kırsal kesimin yönetimini güçleştirmektedir. (s.417) Bu iki durum, Çin’in ABD başta olmak emperyalist kapitalizmin krizini “kollayan” ülke konumuna düşmesine de yol açmaktadır. Bugün Çinli emekçilerin ayağa kalkması, en çok bu “kollama”ya vuracağı darbe nedeniyle önemlidir. Onun için, yazarın kitabına başlık yaptığı “İkinci Uzun Yürüyüş” aslında bir büyük “çöküş”ün adıdır. Bizim kavramlaştırmamız gereken “İkinci Uzun Yürüyüş” ise, giderek kentlileşen Çinli emekçilerin ülkelerinin ve kendi geleceklerinin “Sosyalist Çin”in kuruluşuna dönüştürecek birikimleri devrimcileştirmeyle mümkün görünmektedir.

Bu dönüşümdür ki, Türkiye başta olmak üzere Dünya halklarının, emperyalist ahtapotun can damarının kesilmesine odaklanmasına da vesile olacaktır.

ÖNCE İNSAN OLMAK GEREKİR...



”Kaldı ki, yeryüzünde tüm insanlar Türk ve Müslüman olsa ne işe yarar? O halde önce insan olmak gerekir. Sonra herkes kendini nasıl hissedecekse, o şekilde ırkını belirlesin…”

Mustafa Elveren-(Em.öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Bir kaç kez yazdım. “Sözde Kemalistler ile sözde İslamcıların birbirlerinden farkı yoktur... Al birini vur ötekisine…” Bu kanaatimi hâlâ koruyorum. CHP, MHP ve benzeri partilerin tosun genel başkanları ile yetkili milletvekilleri hâlâ kan ve şiddet üzerinden politika yapmaya devam ediyorlar. Ak Parti ise, bu durumdan yararlanarak siyasi rant peşindedir.

Dikkat edilirse, toplumsal kavganın temel sebeplerinden biri olan yüzde on seçim barajıyla ilgili yasanın demokratikleştirilmesi yönünde hükümet ve ana muhalefet partisi bu güne kadar hiç bir girişimde bulunmadıkları gibi, tam tersine girişimde bulunanları da engellemişlerdir. Antidemokratik bu yasanın demokratikleştirilmesi için herhangi ciddi bir kamuoyu baskısı da oluşamıyor. Dolayısıyla, bir devlet projesi olduğu söylenen “Demokratik Açılım” ya da “Milli Birlik Projesi”nin güvenirliği tartışılır duruma gelmiştir.

Aslında, yüzde on seçim barajını değiştirmek istemeyen ve bu antidemokratik baraj sistemi üzerinden siyaset yapan bir iktidarın demokratik olması mümkün değildir. Ak Parti Hükümeti’nin kapasitesi de cesareti de bu konuda yeterli olduğuna kani değilim. Anladığım kadarıyla, Ak Parti hükümeti sadece demokratik bir izlenim veriyor. Yani yalnız kendine demokrattır. Buna rağmen, Ak Parti hükümeti tarafından demokrasi yolunda atılacak olumlu her türlü adımın yine de desteklenmesinden yanayım.

Ana muhalefet partisinin sözde Kemalist solcu genel başkan yardımcısı O. Öymen’in ırkçı söylemi ile Ak Parti’nin destekçisi konumunda bulunan ve dini bir cemaatin lideri olan F. Gülen’in islami söylemi arasında hiçbir fark yoktur. Sadece biri Türkçülüğe, diğeri de İslamcılığa dayanıyor. “ulusalcı solcu” partinin genel başkan yardımcısının, büyük çoğunluğu Alevi olan Dersim halkı için sarf ettiği sözlerini basından hep birlikte ibretle izledik. Aynı şekilde Ak Parti yandaşı dini cemaatın lideri de Dersim halkının inançlarıyla ilgili olarak söylediği sözlerini çeşitli internet sitelerinde yayınlanan görüntülerinden ibretle izledim. Bunlar Dersim halkının yarasını tazeleyerek Dersimlileri yeniden yaralamışlardır. Zaten militarist Kemalist politika ile politik islamın karakteri birbiriyle uyuştuğu anlaşılmaktadır.

Bunların öyle bir zihniyeti var ki, abuk-sabuk araştırmalarıyla tüm Alevileri Türkleştirmeye ve Müslümanlaştırmaya çalışıyorlar. O kadar ileri gidiyorlar ki, hiç yüzleri kızarmadan Arap Ali’nin ve Muhammed’in bile Türk olduğunu söylüyorlar. Sanki Alevilik bir ırkmış gibi sunmaya çalışıyorlar. Oysa, Alevilik diğer dinler gibi bir inanç biçimi olup, bir çok ırktan insanlar ve topluluklar alevi inancına sahip bulunmaktadırlar. Böyle basit bir tespiti yapmak için derin araştırmalara ve uzman olamaya bile gerek yoktur.

Kaldı ki, yeryüzünde tüm insanlar Türk ve Müslüman olsa ne işe yarar? O halde önce insan olmak gerekir. Sonra herkes kendini nasıl hissedecekse, o şekilde ırkını belirlesin. Diğer taraftan; eğer bu ülkede Türkler eziliyorsa Türklerin yanında yer almalıyız. Şayet Kürtler ya da başka bir ulus eziliyorsa o zaman da onların yanında yer almak durumundayız. İnsanlık bunu gerektirir. Aksi halde, Türkleştirilmiş Alevi Kürtlerin de, özünden koparılarak devşirilmiş Alevi Türklerin de hiç kimseye faydası olmaz. Hatta kendilerine bile faydaları olmaz. Çünki, tarih böyle devşirme olayları ile doludur.
Ben; önce insanım, sonra kürdüm, kızılbaşım, komünistim…

Her insan kendini nasıl hissedebiliyorsa, o şeklide tanımlasın. Yani insanlar ırkını, inancını, kişiliğini kendisi belirleyebilmelidirler. Çünki; İnsan, haklarıyla insandır.

23.11.2009

-------------------

WEB : http://www.gomanweb.com/

19 Kasım 2009 Perşembe

DEMOKRATİK (S)AÇILIM!..



“...Tüm yapılanlar-aslında-bunların sınıf çıkarıyla ve üstünlük duygusundan başka bir şey değildir. Küçük bir örnek vermek istiyorum: GAP’ın sadece sulama hakkından Urfa_Harran, Viranşehir’de; Mardin Kızıltepe, Derik, Nusaybin’de; Diyarbakır-Silvan, Çınar, Bismil’de kamunun topraklarını-Kürt sorununu yok etmek ve asayişin berkemal olması için-her türlü dalavere ile ele geçiren büyük toprak sahipleri sadece nemalanacaktır...”


Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

Meclis Kürt açılımı’nı konuşmaya başladı. Sözde üstüne düşeni yapacak(mış). Partilerin ilk günde (13 Kasım’da) verdikleri manzara güvenden yoksundu. Kürt kelimesini ağzına almayan bir içişleri bakanının sunuş konuşmasını seyrederken yüz-kaş hareketlerinin bile farklı şeyler söylediğini görebiliyordum(zaten o ilk günden beri Kürt kelimesini ağzına almadı). Zorunlu bir görev devralmışlardı ve bunu içtenlikle yapmıyorlardı. CHP’nin 1937-1938 Dersim katliamına, Seyit Rıza’nın asılışına; 1925 Şeyh Sait isyanına, onun da asılışına ve bu iki isyanda katledilen-resmi rakamlar hiçbir zaman bunu vermez-yüz binlerce insanın katledilmesine terörizmle mücadele olarak bakması Hitler’e rahmet okutacak nitelikteydi. MHP’nin var olma nedeni zaten bellidir-1989 öncesinde komünizme ve sol’a, sonrasında da Kürt hak ve özgürlükleri taleplerine karşı siyaset yapmak.

AKP’ye gelince, bu aşamada vermek istediği (Kürtçe yayın yapan özel tv’ler, seçim propagandalarının Kürtçe yapılması, köylere eski isimlerinin verilmesi gibi) haklara CHP ve MHP’nin neden karşı çıktığına şaşırıyorum. Bunlar işin esasından uzak, kanmaca-kandırmaca tipi, hiçbir şeyi değiştirmeyecek olgular olacaklarıdır. Aslında yapılan, ülkede var olan oligarşinin demir ökçesinin kadifeyle saklanmasıdır. Bunlarla Türk askerlerinin ya da PKK’li militanların kanları üzerinden rant sağlayan siyaset yapma yolu kapanmayacaktır.

Daha ileri bir demokrasi, insan hakları, AB’ye tam üyelik gibi söylemlerin aksine ülkede olup bitenin büyük sanayi ve Kürt feodal ağalarının oluşturduğu büyük çarkın dışında kimsenin özgür olmayacağı şeklinde olmasıdır. Tüm yapılanlar-aslında-bunların sınıf çıkarıyla ve üstünlük duygusundan başka bir şey değildir. Küçük bir örnek vermek istiyorum: GAP’ın sadece sulama hakkından Urfa_Harran, Viranşehir’de; Mardin Kızıltepe, Derik, Nusaybin’de; Diyarbakır-Silvan, Çınar, Bismil’de kamunun topraklarını-Kürt sorununu yok etmek ve asayişin berkemal olması için-her türlü dalavere ile ele geçiren büyük toprak sahipleri sadece nemalanacaktır. Yılda 3-4 defa ürün alınan bu kutsal topraklardan, Türk egemen sistemiyle (oligarşiyle) entegre olmuş bu insanların her biri (yılda) milyonlarca TL kazanmaktadırlar. Öbür tarafta bir karış toprağı olmayan ve tarım işçiliği için Adana’ya, Sakarya’ya, Ordu’ya giden Kürt yoksulları var. Beyler, siz bu ikincilere bir şey yapmıyorsunuz, siz bunları-sadece-ağızlarına doladığınız Kürtlükle kandırmaya çalışıyorsunuz. Bu ikincilerin Kürt topraklarında tok, kendi toprağında ya da işinde mutlu olarak yaşam hakkı yok mudur? Evet oligarşi, yalandan dolandan ağzına doladığı Kürt açılımında hiç Kürt topraklarında mevcut olan toprak gaspını çözmeyi dile getirmiyor.(Hiç toprak reformundan bahsediyorlar mı?)

Kürtlük, yoksul Kürtlerin varsıl Kürtlerin sistemde daha güvenli yaşamalarını seyretmekle verilmez. Siz yaşamı olduğu gibi görmek zorundasınız. Demokrasi, eşitlik, adalet, özgürlük ve insan haklarını savunur olarak hem ezenin ve hem ezilenin safında olamazsınız. İşin içinde Genelkurmay olunca Dursun Çiçek’i (ikinci tahliyesi 43 saatte oldu) jet hızıyla tahliye eden bir sistem kanaati var bu ülkenin insanında. Başka olaylarla mukayese edilince bu tahliyesi Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının anlayacağını sanmıyorum. Ben şahsen anlayamadım! Şatafatlı sözler söyleyerek, kameralar önünde Fethullahvari gözyaşları dökerek faili meçhulleri, derin devleti, Ergenekon’u yenemezsiniz. Ceylanlar böyle ölmez. Eğer bu ülkeye gerçekten barış, demokrasi, özgürlük, adalet, insan hakları, Kürt sorununu çözme, ileri bir toplum getirmek istiyorsanız kafanızda tel mertçe olmayan bir düşünce(yi) barındıramazsınız.

15 Kasım 2009 Pazar

Baykal: Amerika'nın ve Faşizmin Truva Atı!(*)

ORTAKÇA: CHP ve Onur Öymen’in ”Dersim Katliamına” yönelik utanç verici açıklamaları, haklı olarak büyük tepkiler doğurdu. Doğuruyor. CHP, Bülent Ecevit, Deniz Baykal ve sonraları… Türkiye’de ”demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamak için hep Süleymen Demirel ile yarıştılar. Onur Öymen’in son ”Dersim Katliamını” savunan açıklamaları da tesedüfi değildir. CHP, tarihsel olarak budur. Faiz Cebiroğlu, iki yıl öncesinde, 22 Temmuz seçimlerinde, CHP ve Deniz Baykal için şunları yazmıştı:

Baykal: Amerika'nın ve Faşizmin Truva Atı!(*)

Faiz Cebiroğlu

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Habertürk Televizyonu'nda gazetecilerin sorularını yanıtlarken, ne kadar anti-Amerikancı(!) olduğunu gösterdi. Baykal, 'ABD'nin Türkiye'nin bir müttefiki olduğunu, ABD ile bir gerginlik yaşama peşinde olunmayacağını...' ifade etti.

Baykal budur. Baykal'ın anti-Amerikancılığı(!) işte budur!

Amerika'nın Türkiye'deki Truva atı olan Baykal, şimdi de seçim meydanlarında, cahilane şantajlarla oy avı peşinde. Anti-şeriat(!) kisvesi altında orduyla flört yapıyor; milliyetçi kisvesi altında da MHP'ye öpücükler gönderiyor. Belki de seçimlerden sonra, olası bir CHP-MHP koalisyonun işaretlerini veriyor.

Baykal, budur.

Baykal, kendine güveni olmayan yeteneksiz bir insandır. Türkiye'de yeteneksizlikte, ancak Demirel'le yarışabilir. Zaten Baykal'ın, Demirel'e yapmış olduğu 'nezaket” ziyareti' bunun bir örneğidir. Tesadüfi değildir. Demirel ve Baykal tek değnektir. Değneğin adı, Deniz Demirel'dir. Bir ucu Baykal, diğer ucu da Demirel'dir. Pistir. Her iki ucu pis bir değnektir.

Okuduk, gördük; TV ve gazete manşetlerine yansıdı: 'Baykal, Demirel'e gitti!'

Baykal, budur.

Baykal, her tarafa gider, ama halka ve sola gitmez!

Baykal'ın gideceği yer, Çoban Sülü'dür. Baykal'ın gideceği yer, Deniz, Hasan ve Hüseyin'in ipini, mecliste 'evet!' diye haykırarak çeken, Süleymen Demirel'dir. Yani Çoban Sülüdür.

Tencere tekrar yuvarlanmış, kendi kapağını bulmuştur.

Baykal hem yeteneksiz, hem de tarih bilincinden yoksundur.

Peki, Baykal seçim meydanlarında neyi savunuyor, bilen var mı?

Baykal, hangi programı savunuyor?

Kendisi de bilmiyor. Bilmez.

Bilmez, zira Baykal, siyasi yaşamında muhalefet olamayacak kadar yeteneksiz bir insandır. Cahildir. Bu yüzden olsa gerek, geçmişte, Bülent Ecevit'i taklit etmeye başladı. Olmadı. Daha yeni Demirel'e gitti. Şimdi de ordu ve MHP'den medet umuyor.

Baykal, iki yüzlüdür.

Baykal, bir yandan, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı Amerikancı olmakla suçluyor, diğer yandan kendisi Amerikan karşıtı değiliz diyor.

Baykal, budur.

Baykal, Amerikan'ın Türkiye'deki Truva atıdır.

Baykal budur; Türkiye'deki faşizmin Truva atıdır.

Seçimler öncesinde, Baykal'ı tanıyalım. Tanıyalım ve buna göre oyumuzu sandığa atalım.

Unutmamak gerekiyor; tarih, bize bakıyor. Tarih, bizi değerlendiriyor. Bu yüzden; geçmişteki yanılgılardan artık uzak duralım.

22 Temmuz seçimlerinde oylarımızla, emperyalizmin ve faşizmin truva atlarına 'hayır' diyelim!

------------------------

Özgür Gündem:
http://www.gundem-online.net/haber.asp?haberid=38308

6 Kasım 2009 Cuma

Müslüm Kabadayı’dan Açık Mektup



“...her şey “ortaklaşma”da kenetlenmelidir...”

Yirmi yıldır Dünya, soğutulmakta olan vicdanların ve sulanmakta olan beyinlerin egemenliği altında inliyor. Bir bakıma insanlık felaketin eşiğinde dolandırılıyor.

“Biyolojik silah devri”nde emperyalizm, genetiği değiştirilmiş organizmalarla insanın bedeni yanında bilincini tahrip ediyor. Büyük kârlar sağladığı medikal ve ilaç sanayini, virüsler yayarak palazlandırıyor. Çocuk ve yaşlılar başta olmak üzere insanlar, kuş ve domuz gribiyle “garip”leştiriliyor. Kapitalizmin “küresel garabeti”, doğanın ve insanın felaketini hızlandırıyor.

“Kriz”lerle “keriz”leştirilen topluluklar, kartellerin değirmenine su taşıyor. Emperyalizme bağımlılık, matruşkanın karıncıkları gibi şişiyor. Ülkeler, doğrudan müdahaleler yanında, emperyalist bürolardan yönetiliyor. Dolayısıyla burjuva “sosyal devlet”in bile esamesi okunmuyor. Bu vahşet haline dönüşen sömürü çağında, “küresel ısınma”yla doğa can çekişiyor.

“Felaketin eşiği”nden, eşit ve özgür bir uygarlığın beşiğine nasıl dönülür?

“Küresel ısınma”yı tersine çevirecek tek mekanizma, soğutulan vicdanlarımızı, sulanan beyinlerimizi, eşitlik ve özgürlük mücadelesiyle ısıtmaktır.

Bugün, ateşlememiz gereken bu mücadelenin tıkanmasının ve giderek sönümlenmesinin önemli nedeni, mücadele araçlarımızın ve bu araçların başında bulunanların, emek yaratan dinamiklere yabancılaşmış olmasıdır. İnsanın vicdanını ve dünyayı değiştirme bilincini körelten “mülkiyet” düşkünlüğü, paylaşma körlüğünü yaygınlaştırmıştır. Kapitalizm, “dişi piyasa” sayesinde tüketim manyaklığını topluluklara dayatırken, kurtuluşumuzu güçlendirecek eşitlik ve özgürlük mücadelesine, çubuğu tersine bükerek öncelikle kadınların etkin biçimde kazandırılması zorunluluk arz ediyor. “Mülkiyet”e, “tüketim çılgınlığı”na kadınlarımız dirseklerini çevirmedikçe, bu mücadeleyi kazanmamız zor görünüyor.

Çürüme, çok yönlüdür; kadın-erkek ilişkisi bundan en çok etkilenen temel bir boyuttur. Samimiyetin, sevginin ve paylaşmanın güzelliğiyle bezendiği zaman ayağa kalkacak olan insan, kadın-erkek ilişkisindeki “mülkiyet” ve “kıymet” zafiyetinden arınmaya başlayacaktır.

Sınıflar mücadelesinde siyasal iktidar perspektifi, her koşulda toplumsal iktidar mekanizmalarını öncelemek durumundadır. “Zorunda” olunmayan koşullar sonucunda gerçekleşen siyasal devrimler, geriye dönüş zeminleri güçlü bir süreçten ilerlemek durumunda kalmışlardır. Önemli bir kısmı da kapitalizmin “işbölümü, teknolojik hegemonya, meta estetiği dayatması” karşısında da “ortakçı kişiliği” kökleştirmedikleri için çözülmekten, yıkılmaktan kurtulamamışlardır. Sovyet devriminin ve ardından sosyalist sanayileşme hamlesinin başarıya ulaşmasında, Bolşeviklere, Rus köy komün geleneğinin toplumsal iktidar mekanizması sunduğu bilinmektedir. Aynı gerçeklik; Paris komüncüleri, Çin kır kolektifleri, Anadolu imececiliği ve ahilik geleneği için de geçerlidir.

Türkiye işçi sınıfı siyasetini oluşturan örgütlerin toplumsal iktidar mekanizmalarını eksikli de olsa var eden sendikalar, dernekler, kooperatifler, gecekondular, yoksul-topraksız köylü hareketleri, özellikle 1960-1980 arasında önemliydi. Bu “devinim mekanizmaları”, neo-liberalizmin ideolojik saldırılarının yoğunlaştığı ve post-modern felsefenin toplumun günlük yaşam dokusuna sindiği son 30 yılda büyük oranda aşınmıştır. Bu mekanizmaların yeniden uç verdiği her alanda bir süre sonra yeni bir çürüme ve çözülme olgusu gündeme gelmiştir. 20 yıl önce bahar eylemleriyle işçi sınıfının sesi yükselirken hemen ardından kamu emekçilerinin ayağa kalkması gerçekleşmiş ama 10 yıl içinde çürüme ve çözülme garabetiyle karşı karşıya gelinmiştir. Gençlik eylemlilikleri de saman alevi seyri izlemiştir. Aydın ve sanatçı hareketi ise, Türkiye tarihinde en kozmopolit ve bir o oranda da etkisiz hale bürünmüştür. Sınıf siyasetimizin etkisizleşmesinde belirleyici unsurlardan biri de, ABD ve AB başta olmak üzere emperyalizmin tümüyle içsel bir olgu haline gelmesidir. Bu olgunun, halkların ortak kurtuluşunu dinamitleyen etnik ve dinsel hareketleri “özgürlük” problemi olarak başat hale getirmesi de çok etkili olmuştur. Özellikle ülkemizde Türk ve Kürt emekçilerin siyasal mücadele ortaklığını, toplumsal kurtuluşun ulusal sorunu çözecek biçimde ikna edici bir zenginliğe kavuşturulamaması, önümüzdeki en önemli sorunlardan biridir.

Mücadele araçlarımızı samimiyet, eşitlik ve özgürlük ateşiyle yenilemek için her şey “ortaklaşma”da kenetlenmelidir. Bu kenetlenme, üretken emeğin “ortakça yaşam” düzeneğine kilitlenmesiyle başlayıp insanların “toplumsal aşk”la her türlü sömürü biçimine karşı mücadele azmiyle donatılmasıyla güçlenecektir. Türkiye, bu coğrafyada yaşayan tüm halkların “ortak yurt”u olmayı eşitlik ve özgürlük ülkesi olarak hak edecektir. Kentlerin küçük burjuva yaşantılarıyla avunan, doyumsuz ve kirlenmiş ruhların cıvıklaştırdığı “bataklık yaşam”ın reddi temelinde yeteneklerini hangi alanda örgütleme olanağı daha güçlüyse orada geliştirerek başka yeteneklerle birleştiren işçiler, emekçiler, öğrenciler, sanatçı ve aydınların yaratacakları komünler, alternatif odaklar halinde büyütüldükçe, toplumsal iktidarın oluşumuna zemin yaratılacaktır. Bu zemin üzerinde yükselen emek hareketi ve onun öncü siyaseti devrimci, sosyalist örgütleri, geniş kitlelerle devinim olanağı bulacaklardır.

Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

Ankara, 1 Kasım 2009

1 Kasım 2009 Pazar

Cinsel faşizm



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Akşam Gazetesi yazarı Serdar Turgut’un, Kürt ses sanatçısı Rojin’i dağa kaldırıp seks kölesi yapmak isteyen yazısı, Türk devletinin başka bir yüzü olan cinsel faşizminden kopuk ele alınamaz.. Faşizmi en iyi tarif eden Bulgar devrimcisi Dimitrov’dur… Dimitrov, faşizmi tekelci sermayenin kanlı diktatörlüğü olarak tarif ederken muhtemelen Türk faşizminden haberi yoktu. Kınamıyorum; o, Alman ve İtalyan faşizmine uygun tarifler yapmıştı. Eğer şimdiye kadar söylenmemiş veya yazılmamışsa, “cinsel faşizm” türünü, faşizm tahlillerine biz ekleyip geçelim.

Türkiye’de üçlü faşizm yaşanır… Siyasal faşizmin ne olduğunu biliyorsunuz: Tek dil, tek, sınıf, tek bayrak, tek inanç… Bunun adı Türk devlet faşizmidir.

Türk devletinin ikinci olarak, sosyal faşizmi vardır. Gerçi 12 Eylül öncesi Türk solcuları birbirlerini “sosyal faşist”likle suçlarlardı. Fakat “sosyal faşizm” Türk devlet faşizmi altındaki sosyal tabakaların yaşam biçimini tarif etmeye daha uygun düşüyor… Türk milliyetçileriyle aynı sokakta oturan Kürt, Alevi, Solcu, Ermeni veya Yahudilerin Sosyal hayattaki günlük korkularını düşünsenize… Bu, sosyal faşizmdir..

Fakat bana göre Türkiye’de sosyal ve siyasal faşizmin karakterini, cinsel faşizm belirliyor… Türkiye’de ağır bir cinsel faşizm vardır. Zaten cinsel iktidarsızlıkla siyasal iktidar arasındaki ilişki doğrudandır. Cinsel iktidarsızlık bir suç değildir; fakat cinsel iktidarsızlığın acısını siyasal iktidar olarak toplumdan çıkarmak suçtur… Yaşlıların iktidara ve paraya daha sıkı asılmaları, gittikçe kaybolan cinsel iktidarın yerine başka bir şey oturtma isteğinden kaynaklanır… İktidar olma hırsı insan cinsinde öldürücü bir zaaftır…

Bana yazan faşistler genellikle anama, bacıma, eşime, çocuğuma küfür ederler.. Kimisi de anamın mezarını şey ediyor… “Anasının mezarına koyduğum!” küfrünü, Almanca, Fransızca veya İngilizceye çevirebilir misiniz? Çevirmeye kalkarsanız ortaya nasıl bir kelime çıkar? Cinsel faşizm budur. Ama bu çok yaygın bir tarzdır ve aynı zamanda bir devlet geleneğidir.

Yüz yıldır Anadolu’da, Alevilerin, ana, bacı demeden birbirleriyle yatıp kalktıkları, bu faşist devlet biçimi altında, sunni kesim tarafından söylenmedi mi? Aşağılık bu iftira, bu yalan, milyonlarca insanın kafasına sokulmadı mı? Bundan daha büyük bir cinsel faşizm olabilir mi? Komünistler ve sosyalistler için de aynı iftiralar atıldı.

12 Eylül Askeri darbesinden hemen sonra tutuklanmıştım. Sorgumun yapıldığı Antep Birinci Şube’de iki de bayan tutuklu vardı. Hücrelerde yer olmadığı için, solculara ve PKK’lilere ekmek vermekten dolayı gözaltına alına bu iki Kürt kızı, basılan evlerden toplanıp getirilen kitap ve yayınların konduğu iki dolap arasında tutuluyordu… Yirmidört saatte bir gelen tuvalet sırasında bu kızlar, işkenceci polislerin tacizi altında tuvalete gidip gelirlerdi. Onların, gözleri bağlı bir şekilde yürürken kendilerine sarkıntılık yapan polislerden sakınmak için girdikleri şekilleri hiç unutamam… Yere çökerlerdi, bacaklarını sıkarlardı veya saçlarını başlarını yolarlardı…

Ve onlara el atmak, memelerini çekiştirmek, bacak aralarına copla tacizde bulunmak serbesti.. Gecenin herhangi bir vaktinde, nöbet devralmaya gelen polislerin uğradıkları ilk yer iki dolap arasındaki kızların yanıydı. O Kürt kızlarının ağlamalarını ve inlemelerini hiç unutmadım… Bu bir cinsel faşizmdir ve devletin bütün sorgu merkezlerinde sistemli bir şekilde uygulanmıştır ve uygulanmaktadır…

Erkek olmak, cinsel faşizmden kurtulmak anlamına gelmemektedir. Siyasal faşizm kadar cinsel faşizmden de nasibini fazlasıyla almış insanlarız bizler… Yakalandıktan iki yıl sonrasına kadar kasıklarım, yediğim elektrik şokundan dolayı simsiyahtı… Çoğumuz, yıllarca, aşırı sıkılmaktan ve elektrik verilmekten morarmış cinsel organlar ve hayalar taşıdık… Bunun adı normal faşizm değil, cinsel faşizmdir…

İşkence sırasında çözülüp kişiliksizleştirilmiş örgüt üyelerinden tecavüzcü kişiler çıkarmak da bu devletin işidir. İşkence altında yara bere içinde bırakılmış direnen kişiyle, çözülüp kişiliksizleştirilmiş şahısları soyundurup utanç içinde birbirine yaslayan faşizm, cinsel faşizmden başka bir şey değildir. Alman, Bulgar, İtalyan yazarlar veya siyasetçiler cinsel faşizmi ayrı bir konu olarak ele almamışlarsa, bu tür bir faşizmden haberdar olmadıkları içindir.

Türk devletinin faşizmi cinsellikten başlıyor… Rojin’i dağa kaldırıp seks kölesi yapmak isteğini yazan Serdar Turgut, Türk devletinin yetiştirdiği bir cinsel faşisttir. Askeri, polisi, MİT’i, JİTEM’i ve bürokrasisiyle Türk devleti cinsel faşist bir devlettir…

Serdar Turgut, çok eleştiri alınca şaka yaptığını yazmış… Adi herife bakın! Her santiminde Kürt kanı bulunan dağları seks mekanı, Türk devletinin cinsel faşizmi altında inleyen Kürt kadınını da seks kölesi yapmanın ciddi bir siyasal ve cinsel faşistlik içerdiğini çözemeyeceğimizi sanıyordu.


Kürdistan-Post
http://www.kurdistan-post.com/