24 Nisan 2010 Cumartesi

Sermaye birikimi ve özgürlükler



İsmail Beşikçi

1980’lere kadar, sanayi daha çok İstanbul, Kocaeli, İzmir, Adana gibi yörelerde gelişiyordu. Günümüzde sanayi artık, Orta Anadolu, Karadeniz gibi yörelerde de gelişiyor. Sınai-ticari gelişmeleri Doğu’da izlemek de mümkündür.

TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İş Adamları Derneği) kısaca, İstanbul yöresinde öbeklenen sanayicilerin örgütüydü. Resmi görüşün yanında duran, resmi görüşü kollamaya çalışan bir örgüt. Taşrada gelişmeye başlayan sanayi, MUSİAD (Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği), ASİAD (Akdeniz İş Adamları ve Sanayicileri Derneği), ÇORUMSİAD (Çorum İş Adamları ve Sanayicileri Derneği), OKASİAD (Orta Karadeniz İş Adamları ve Sanayicileri Derneği), DOSİAD (Doğu Anadolu İş Adamları ve Sanayicileri Derneği), OSİAD (Ostim İş Adamları ve Sanayicileri Derneği), TÜMSİAD (Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği) gibi örgütlenmeler meydana getiriyor. Bu gelişmeler Anadolu Kaplanları olarak da algılanıyor. Buralarda üretilen malların ihraç edildiği, ihracatın yıldan yıla arttığı da gözlenmektedir. Bu süreç, taşradaki sanayici ve iş adamlarını uluslararası sermaye ile bütünleştirmektedir. İhracatın çok önemli bir kısmı Avrupa’ya yapılmaktadır.

Taşradaki sanayiciler ve iş adamları genellikle muhafazakar olarak bilinmektedir. Sanayinin gelişmesi, ihracatın ve ithalatın gelişmesi bu muhafazakar ortamda Avrupa Birliği, demokrasi, insan hakları, özgürlükler bazı değerlerin filizlenmesini de sağlamaktadır.

Ekonomik ilişkilerin Avrupa ülkeleriyle, ABD, Kanada gibi ülkelerle gelişmesi kaçınılmazdır. Çeşitli Avrupa devletlerinde, batılı devletlerin çoğunda, fert başına düşen milli gelir fazladır. Bu devletlerde, fert başına düşen milli gelir 50 bin-60 bin dolar civarındadır. Böyle olunca, bu ülkeler, bu ülkelerin halkları ürettiğiniz ürünlere alıcı olabilir. Asya ülkelerinde, Ortadoğu ülkelerinde, Avrasya ülkelerindeyse fert başına düşen milli gelir çok düşüktür. 5 bin-6 bin dolar civarındadır. Bu durum, sizin ürettiğiniz mallara alıcı olmalarını engellemektedir. Bunun yanında ithal etiğiniz malları da ancak bu ülkelerden sağlayabilirsiniz.

Çünkü ihtiyaç duyduğunuz mallar, makinalar, makina üreten makinalar ancak buralarda üretilebilmektedir. Ortadoğu, Asya, Avrasya ülkelerinden, ihtiyaç duyduğunuz malları, makinaları ithal etmeniz mümkün değildir. O ülkelerin bir kısmından ancak, sanayinin temel girdileri olan petrol, doğal gaz gibi ürünleri, sanayinin bazı temel ham maddelerini ithal edebilirsiniz.

Batı dünyası ülkeleriyle ticaretin oturmuş kuralları vardır. Borcunuzu alacağınızı bilirsiniz. Alacağınızın zamanında ödeneceğini bilirsiniz. O bilgi üzerinden geleceğe dönük planlar, projeler yapabilirsiniz. Ortadoğu ülkeleriyle, Asya ülkeleriyle, Avrasya ülkeleriyle ticarette bu kadar oturmuş kurallar yoktur. Anlaşmada belirtilen süre içinde alacaklarınız size ödenmeyebilir. Bu koşullarda geleceğe dönük planlar yapmanız, yapmışsanız yaşama geçirmeniz mümkün olmayabilir.

Uluslararası ticareti geliştiren, rekabeti geliştiren bir unsur da kaliteli mal üretmektir. Avrupa ülkeleriyle, Avrupa Birliği ülkeleriyle ticareti geliştiren önemli bir unsur da budur.

Turizm, ekonomik ilişkilerin önemli bir boyutudur. Türkiye’ye gelen, Türkiye’de konaklayan turistler, dünyanın hangi ülkelerinden, hangi yörelerinden gelmektedir? Turistler daha çok Avrupa ülkelerinden gelmektedir. Bu da doğaldır. Buralarda fert başına düşen milli gelir yüksek olduğu için, insanların, ailelerin seyahate ayıracak paraları da vardır. Asya ülkelerinde, Ortadoğu ülkelerinde, Avrasya’da insanların, ailelerin bu olanakları çok sınırlıdır. Bütün bunlardan dolayı muhafazakâr görüşlü kesimin ihracat ithalat ilişkilerini, ekonomik ilişkilerini Avrupa ile Batı dünyası ile yürütmesi daha büyük bir olasılıktır.

Muhafazakâr kesimin sermaye birikimi, Avrupa ile gelişen ekonomik ilişkiler, onları Avrupa’nın bazı değerleriyle de buluşturmaktadır. İnsan hakları, özgürlükler, demokrasi anlayışı bu süreçte muhafazakâr kesimlerde de yankısını bulabilmektedir. Bu süreç toplumda doğal bir özgürleşme yaşanmasını da getirmektedir. Bugün Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin özgürlüklerinin genişletilmesine ilişkin planlarının, girişimlerinin temelinde böyle bir süreç vardır.

Bu sürecin Adalet ve Kalkınma Partisinde, hükümette pürüzsüz bir şekilde yürüdüğü düşünülemez. Parti içinde, hatta hükümette özgürlüklerin genişletilmesine karşı olan, resmi ideolojinin değerleriyle daha kolay buluşabilen bir kesim de vardır. Kürt açılımı, demokratik açılım, bu kesim tarafından engellenmeye çalışılmaktadır. Resmi görüşe yakın, Kürt değerlerine uzak anlayışta olanlar Kürt sermayedarlar arasında da vardır. Ama buna karşı yine Adalet ve Kalkınma Partisi içinde, hümet içinde özgürlüklere daha sağlıklı yaklaşan ana akım da vardır. Buna rağmen Avrupa birliği ülkeleriyle ihracatın artması, ekonomik ilişkilerin gelişmesi, özgürlüklerin daha sağlıklı bir şekilde gelişmesini getirebilir.

Bütün bu ilişkileri, hükümetin anayasa değişiklikleri projesinde, bu değişiklikler etrafında gelişen tartışmalarda izlemek mümkündür. Günümüze kadar Türk siyasetinde halk tarafından seçilmiş kurumların ciddi bir ağırlığı yoktur. Siyasal partilerin, hükümetin, TBMM’nin, güdülen siyasetin saptanmasında ciddi bir ağırlığı yoktur. Güdülen siyaseti saptamak, tayinle gelen kurumların yetkisi dahilindeydi. Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu gibi temel sorunlarda güdülen siyaset bu çerçevede saptanıyordu. Anayasa Mahkemesi’nin, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi kurumların, TBMM’nin, hükümetin tasarruflarını denetler bir yapısı vardır. Bugünkü hükümet ise tayin edilmişlerin değil, halkın, halk tarafından seçilenlerin daha çok egemen olacağı bir düzen öngörmekte, bunu yaşama geçirmek için bazı anayasa değişiklikleri düşünmektedir. 12 Eylülcülere yargı yolunun açılması, darbeci askerlerin yargılanmasının önünün açılması, siyasal partilerin kapatılmasında TBMM’nin daha çok söz sahibi olması, kamu denetçiliği, memura toplu sözleşme hakkının sağlanması, düşünülen değişiklikler arasındadır. Bu amacı gerçekleştirmek için Anayasa Mahkemes’inin işleyişinde, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısında bazı değişiklikler düşünülmektedir.

Bu konuda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, hükümetin kafasının biraz karışık olduğu da görülmektedir. Yüzde 10 seçim barajının korunması konusundaki çabaları, bu niyetine ve düşüncesine terstir. Ayrıca Kürt açılımının güçlenmesine yol verecek bir değişiklik önerisi olmaması, eleştirilmesi gereken bir konudur. Kürtlere karşı şiddetin geliştirilmesi yine bu düşüncelerle ve niyetlerle çelişen bir durum ortaya koyuyor. 12 Nisan 2010 günü Samsun’da Ahmet Türk’e yumruk atılması, bu olayı protesto edenlere karşı şiddetin tırmandırılması, örneğin Hakkari’de, annesinin gözleri önünde polisin 14 yaşında bir çocuğu öldüresiye dövmesi yine öyle. Çocuğun babasının KCK operasyonu çerçevesinde tutuklanan eski bir belediye başkanı olmasını da belirtmek gerekir. Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın, Başbakan Yardımcısı’nın, İçişleri Bakanı’nın bu olayları hemen protesto etmesi, Ahmet Türk’ü hastanede ziyaret etmeleri, şiddet uygulayan polislerin açığa alınmasını, gerginlikleri yumuşatıcı bir tutum olmuştur.

Bütün bunlara rağmen anayasa değişikliklerinin bir bütün olarak desteklenmesi gerekir. 9 Kasım 2005’te Şemdinli’deki Barış Kitabevi’ne bomba atma olayını soruşturan ve bu konuda iddianame hazırlayan savcının görevine son verilmesi, meslekten uzaklaştırılması, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bir işlemiydi. Bu, adalet anlayışıyla bağdaşmayan, meşruluğu olmayan bir işlemdi. Düşünülen değişiklikler, yüksek yargıda görülen bu tür keyfiliklerin önüne geçiyor.

9 Aralık 2009 tarihinde Anayasa Mahkemesi’nin aldığı bir kararla Demokratik Toplum Partisi kapatıldı. Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan bu kaçıncı parti? Değişiklik önerilerinde, siyasal partilerin kapatılmasında TBMM’nin onayı aranıyor.

Anayasa Mahkemesi iki ay kadar önce askerlere adli yargı yolunu açan bir düzenlemeyi de iptal etmişti. Anayasa değişiklikleri arasında, askerlere adli yargı yolunu açan düzenlemeler de var. Barış ve Demokrasi Partisi anayasa değişikliklerine, Kürt sorununun çözümüne ilişkin öneriler yok diye destek vermeyeceğini belirtmektedir. Bu doğru bir tutum değildir. Bu değişiklik önerilerine karşı durmak, Barış ve Demokrasi Partisi’ni yüksek yargının bugünkü antidemokratik yapısını destekler bir konuma itmektedir. Halbuki bugünkü bu yapılardan en çok zarar görenler Kürtlerdir.


Kürdistan – Post
http://www.kurdistan-post.com/

23 Nisan 2010 Cuma

İktidarın Kürt yazarları



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Başbakan Erdoğan geçtiğimiz günlerde kendilerince tespit ettiği yazarları iktidar köşküne çağırarak “açılım”ı konuştu. Erdoğan’ın davet ettiği yazarlardan Vedat Türkali, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Oya Baydar, Adalet Ağaoğlu, Murathan Mungan iktidarın ayağına gitmediler. Gitmemekle onurlu davrandılar. Yazar insan köşke, iktidar sofrasına çıkmaz. Yirmi milyon Kürdün anadilini, yirmi milyon Alevinin de mezhebini yasaklamış olan bir devletin iktidar kılıcını kuşanmışların sofrasına yazar olarak topluca gitme görgüsüzlüğü ve ilkesizliği ancak Türkiye’de olabilir. İktidar yazarlarla görüşmek istiyorsa, yazarların ve gazetecilerin kayıtlı olduğu meslek kuruluşları vardır, oraya gider veya onların görevlendireceği grupları kabul eder… Hükümet olarak yazar listesi çıkarmak da ayrı bir saçmalıktır…

Zaten her alandaki kaypak sınıf ve meslek gruplarının desteği yüzündendir ki, yirmibirinci yüzyılın en baskıcı ve gaddar rejimlerinden biri olan Türk rejimi bir türlü değişmiyor. Değişim denen dandik düzenlemeler ise toplumları yirmi yıl geriden takip ediyor.

Açılım numarası gündeme geldiğinde çeşitli meslek gruplarından Türklere iş çıktı demiştim. Yılların itilip kakılmış ne kadar ikinci sınıf artisti, şarkıcısı, arabeskçisi, siyasetçisi, yazarı varsa iktidar sofrasına oturdu. Her meslek grubunun içine birer işbirlikçi Kürt katıp, görüntü kurtardılar…

Çeşitli mesleklerden Türklere bir şey demiyorum. Devlet de kendilerinindir iktidar da… İktidar sofrasına oturanlar listesinde Kürt olan veya adı Kürt sorunuyla anılanların isimlerini ararım ben… İsimler bellidir, standarttır.

Başta Ümit Fırat vardır… Öcalan’ın cep telefonu var diyerek, Kürt ve Türk medyasının manşetlerini işgal ederdi bir zamanlar. Genelkurmayın ve hükümetlerin ne kadar Kürt projesi varsa talip oldu… PKK’den ve onun direniş nesillerinden nefret ediyor. Nefret etmesi sorun değil. Kürtlerin en az yarısıyla savaş halinde olan devlet projelerinin öznesi olunursa, bunun adı yazarlık değil, başka bir şey olunur…

Mehmet Metiner… Siyasal İslam’ı, Hizbullahı, MSP’yi, HADEP’i dolandırdıktan sonra AKP’nin Kürdistan taşeronluğuna soyunan kişidir. O da Kürt direniş kültüründen nefret ediyor… Türk televizyonlarında ve kapı gerilerinde Türk devletini dağdaki ve şehirlerdeki PKK’lilerin üzerine kışkırtmanın yazarlık dışında bir şey olduğunu biz çok iyi biliyoruz.

Bejan Matur… Alevi, Kürt, Fethullahçı… Türk-islam sentezinin Kürdistan’daki proje kadını…

Altan Tan… Muhsin Kızılkaya…

Türk devleti böylece, Kürtlerde kimlerin yazar olabileceğine de karar vermiş bulunuyor. Tezkeresi çıkan Kürt kökenli yazarlar da bir soluk koşuveriyor köşke…

Biz de böylece onlara, Türk iktidarının Kürt kökenli yazarları deme hakkını ele geçirmiş bulunuyoruz…

Burada Türk yönetimi için de birkaç şey söylemek gerekiyor. Böyle davranmakla yine kötü yanılıyorsunuz. Sorun çıkaran işbirlikçiler değil ki, onlardan medet umuyorsunuz… Yüzyıldır denediğiniz zaten buydu, tutmadı. Bir yüz yıl daha geçse yine tutmaz.

Yazarlığa gelince, gerçek yazarlık, toplumun vicdanı olmak anlamına gelir. Onlar, her türlü baskı, işkence ve kötülükten ilk ürperenlerdir. Yasaklara ve faşistliğe karşı ilk baş kaldıranladır. İspanya iç savaşında, faşizme karşı “Yazarlar Taburu” kuranlardır.

Yazar insan özgürlükçüdür. Beş milyonu sürgünde olan, ülkesi dörde bölünmüş, çocukları anadilinde okula gidememiş, insanları ülkesinin adını anmaktan hapislere düşmüş, belediye başkanlarının çoğu tutuklanmış, taş atan çocukları hapishanelere doldurulmuş Kürtlerin yazarı olmak çok daha büyük bir sorumluluk gerektirir. Bu acıyı yaşayan ulusun yazarlarına iktidar sofrasına oturmak ve onların proje adamı olmak değil, iktidarın kapısına kalem bırakmak yakışır…

İktidarın olur olmaz her çağrısına koşan Kürt kökenli yazarlara Kürtlerden değil, Ruslardan bir örnek vermek istiyorum.

Puşkin… Şair Puşkin, iktidara yakın soylu bir ailenin çocuğudur. Fakat o hep özgürlüğün şarkısını söyler. Çarlık tarafından Moskova’ya girişi dahi yasaklanır… Takip, sürgün ve baskılardan kurtulamaz… Genç yaşta düello da ölecek kadar onuruna düşkündür…

Puşkin’e ait şu birkaç satırı, çağrıldıkları her yerde iktidar sofrasına koşan anadili yasak Kürt kökenli yazarlara hatırlatmak istiyorum…

*

“Şiirlerimle soylu düşüncelerini tutuşturduğum halkım
Saygıyla anacak adımı nice yıllar;
Bu acımasız çağda ben, özgürlüğün türküsünü söyledim…”

*

Ruslar Puşkin gibi şair ve yazarlara sahip olduğu için dünyanın en kültürlü ve saygın uluslarından biridir…

İktidar sofrasındaki yazarlarına bakarsanız, Kürt halkının durumunu daha iyi anlarsınız…

Kürdistan - Post


22 Nisan 2010 Perşembe

İNSAN’IN BİRAZ DA DÜŞÜNDÜĞÜDÜR


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


W.A.Wigram’ın (1872-1953) 1910’lu yıllarda Doğu Kiliseleri için yaptığı gezide bizzat tanık olduğu bir olayı anlatmak istiyorum: Bir Kürt ağanın mülkiyetinde olan zavallı bir Yahudi rakip bir ağa tarafından üzerindeki elbiseler dâhil son kuruşuna kadar soyulmuştu. Elbette zavallı İbrahim eğer ağanın mülkiyetinde olan biri bu şekilde soyulmuşsa bunun bizzat ağası için bir ayıp oluşturduğu gerekçesiyle doğal efendisine gidip şikâyette bulundu. Ağa bunun tartışmaya değer bir şey olduğunu kabul etmek zorunda kaldı ama silahlı kuvvetle bunun telafisinin yapılmasını imkânsız gördü. Çünkü soyan kişi güç bakımından kendisinin eşiti olmaktan uzak mı uzak biriydi. “İtibarınız sarsılır, Efendim” diye yalvardı İbrani. “Gerçekten de öyledir” diye söyledi ağa, “ama gene de onunla savaşamam.” Kısa bir süre sonra ağaya çok parlak bir ilham geldi. “Bak İbrahim, buldum! Ben de gidip onun Yahudi’sini soyacağım! ”

Ahmet Türk’ün Samsun’da yumruklanmasını çirkin saldırıyı kınıyorum gibi laflarla anlatmak istemiyorum. Bu sözleri söyleyenleri test edemem. Barış, kardeşlik, sevgi, adalet, eşitlik duygularını beyinlere nakşetmenin ululuğudur asıl olan. Küreselleşmiş finans tekel’in devletine, ordusuna, polisine, kompradoruna tek laf edemeyenin 14 yaşındaki bir çocuğun elmacık kemiğini kırması bir görev değildir. Bir Kürt’e karşılık da zavallı, gariban bir Türk’e yumruk atmak da bir görev olmamalıdır. Kardeşlik, eşitlik, adalet, insanlık taleplerini-eğer içten inanıyorsak-Çin’e, Rusya’ya, ABD’ye rağmen olsa dahi savunmaktır esas olan. Yoksa-yalandan!-danışıklı dövüş bir İsrail kabadayılığıyla iş bitmez. Wigram’ın anlattığı Yahudi hikâyesine döner iş. Büyük bir zalimin üstüne gidemeyen birinin hırsını bir zavallıdan alması gibi.

Ahmet Türk’e uygulanan şiddeti destekleyenleri sadece Samsun’da görmedik. Birçok evde ve yerde, hatta gazetede bile destekleyenler oldu. Irklara ve cinsiyetlere düşmanlık besleyen hasta ruhları-bırakın tedavi etmeyi-yatıştırmayı başaran toplumsal talep yok. Ötekiden üstün olma duygusu güçlü bir biçimde gelişmişse mülke (vatan) sahiplenme güveni nerelere dayanır? İnsan bu sözlerden ürkebilir belki! Gaza, cihat, din, vatan, talan, gurur, kahramanlık, hamaset ve yüceltmelerle şartlandırdığımız insanlardan bir derviş tavrı beklemek olası mı? Samsun’da, Trabzon’da, Yozgat’ta, Diyarbakır’da, Hakkari’de insanlar neden bir başkasını düşman görsün? İnsanın insandan üstünlüğü ne ki?

Diyarbakır bugün Türk ırkının yurdudur ama-asıl yerlileri olan-Kürtlerin olup olmadığı şüphelidir demek inatçılığı hangi doğruları yanlış yapar? Irklar, dinler, diller yani insan; uğruna hukuk, demokrasi yapılmış insan ölçüt alınmalı ve insanın kutsal hakları tabii. Bu yazıdaki konumuz aslında Türk-Kürt, ırk, dil, din değildi. Wigram’ın şahit olduğu Yahudi hikâyesindeki güç ve egemenden hesap soramayan ama buna karşın zayıfı ezen bir adaletin sefaletini anlatmak istiyordum. Bu, kandırdığımız ve uyuttuğumuz garibanları kendi dünya malımız için kullandığımızdır. Bu, fakir fukarayı vatan, millet, din, iman, bayrak söylemleriyle kandırıp gasp ettiğimiz milyon dolarlar daha çok artırmamızdır.

18 Nisan 2010 Pazar

“SESSİZ DEVRİM” DEMOGOJİSİ



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Seçim barajının yüzde 10’dan yüzde 3’e veya yüzde 5’e çekilmesi gerektiğini söyleyen arkadaşlarıma ve dostlarıma çok alınıyorum. Ne demek yüzdelik baraj? Hiç demokrasilerde yüzdelik baraj olur mu? Ben böyle bir demokrasi kriterini kabul etmiyorum. Demokrasinin önüne hiçbir zaman baraj konulamaz. Eğer baraj konulursa, o sistemin adı demokrasi olamaz.

Bir ülkede demokrasi ya vardır ya da yoktur. Bunun ortası olmaz. Bazı yumuşamalara demokrasi demek hepimizi yanıltır. Bir çok diktatörlüklerde de Dünya siyaset konjonktürü gereğince zorunlu olarak bazı yumuşamalar yapılabiliyor. Bu tür yumuşamaların demokrasi ile hiçbir ilgisi yoktur.

Öyle bir sistem ki; yeşil cüppeliler ile siyah cüppelilerin danışıklı dövüşleri bize demokrasi diye yutturulmaya çalışıyor. Bu ülkeyi yeşil cüppeliler ile siyah cüppeliler başka bir deyimle asker postallılar ile medrese takunyacıları hep yönettiler ve yönetmeye de devam ediyorlar. Ne yazık ki, bu ülkeye hiç bir zaman demokrasi uğramadı. O nedenle, demokrasi mücadelesinin bizler için çok acil olduğunu her zaman söyledim. Bundan sonra da söylemeye devam edeceğim.

Sayın Başbakan ülkenin yazar ve çizerlerinin gözünün içine baka baka “Sessiz Devrim” demogojisini yapmaktadır. Tıpkı 12 Eylül darbesinden sonra Süleyman Demirel’in ve merhum Alp Arslan Türkeş’in Nazım Hikmet’in şiirlerinden alıntı yaptıkları gibi. Bu ne biçim “Sessiz Devrim” ki;

Hala onlarca gazeteci ve yazar siyasi düşüncelerinden dolayı hapislerde tutulmakta ve yüzlercesi hakkında ise, soruşturmaları ve mahkemeleri devam etmektedir.

Hala “terör” bahanesiyle, yüzlerce siyasetçi ve belediye başkanları hem de kameralar önünde kelepçeli olarak asker disiplini ile sıraya konularak, hapishanelere gönderilmektedir.

Hala ülkenin dört bir yanında binlerce çocuk polise taş atmaktan cezaevlerinde bulunmaktadır.

Daha bir kaç hafta önce Tunceli Cumhuriyet Savcılığı benim bir yazımdan dolayı Tunceli'de bir grup emekçi kadın tarafından çıkarılan Tunceli Emek Gazetesi hakkında soruşturma açtı.

Maalesef ülkemizde demokrasi yoktur. Hele bir de benim gibi sosyalist demokrasiyi savunmanın ve o çizgide bir site yönetmenin zorluğu ve bedeli her zaman olacaktır. Dolayısıyla, bir çok demokrat ve sosyalist aydınlar eleştiri sınırını fazla genişletemiyor, internet üzerinde bile kendilerini serbestçe ifade edemiyorlar. Edenler ise, soruşturmaya tabi tutuluyor.

Çünkü, her hangi bir şirkete veya kuruma iş baş vurusunu yaptığınız zaman, o kurumun yetkilileri hemen arama motorlarından sizinle ilgili araştırmayı yapıyorlar. Eğer hoşuna gitmeyen Gomanweb gibi sosyalist demokrasi çizgideki bir sitede yazılarınız fark edilirse, iş vermiyorlar. Ya da mevcut işinden de çıkarıyorlar.

Sadece Gomanweb'te mesajı, yazısı, resmi ya da bir şekilde ismi yayınlandığı için kimisi iş yeri sahibi tarafından uyarıldığını, kiminin iş başvurusunun kabul edilmediği, kimi de mevcut çalıştığı işyerindeki amirleri henüz fark etmemişken kendisine ait dökümanın siteden silinmesini istemişlerdir. Bu şekilde kaygılananlar ve sitede yayınlanan kendilerine ait dökümanların silinmesi için onlarcası baş vurdu. Hepsinin isteği yerine getirilmiştir. Çünkü, ekmek kazanmak çok zor. Hele hele Türkiye'de daha da zordur.

Eğer “sessiz devrim” bu ise, alın “sessiz devrim”i başınıza çalın. Bir ülkede insanlar fikirlerini serbestçe söylemeye cesaret edemiyorlarsa, o ülkede demokrasiden bahsetmek mümkün değildir.

WEB : http://www.gomanweb.com/

17 Nisan 2010 Cumartesi

Öcalan: Türk’e saldırı tesadüf değildir



Ahmet Türk’e saldırıyı değerlendiren Öcalan, “Samsun’da Ahmet Türk’e yönelik bu saldırıların gerçekleşmesi tesadüf değildir, planlıdır. Kürtlere işgalci Yunan gözüyle bakıyorlar, bunun iyi anlaşılması gerekir” dedi.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatlarıyla görüştü. Edinilen bilgilere göre görüşmede Ahmet Türk’e Samsun’da yapılan saldırıyı değerlendiren Öcalan, “Daha önce İzmir’de şimdi de Samsun’da Ahmet Türk’e yönelik bu saldırıların gerçekleşmesi tesadüf değildir, planlıdır. İzmir’in de Samsun’un da onlar için özel bir önemi var. Ahmet Türk’ün, Kürtlerin İzmir’e gidişini İzmir’in Yunanlılarca işgali gibi algılıyor bu kesimler. Bu kesimlere kontrgerilla mı denir ne denir bunlara bilemem ama bunlar, örgütlüdürler ve hala devletin içerisinde etkindirler. Bunlar kendilerini Kuva-i Milliye olarak da isimlendiriyor olabilirler. Devletin ne kadarı bunların elinde onu bilemem. Ama Kürtlere işgalci Yunan gözüyle bakıyorlar, bunun iyi anlaşılması gerekir. Bunların vatanseverlik anlayışı böyledir! Samsun’da da böyle bir olayın olması tesadüf değildir. Samsun da 19 Mayıs nedeniyle bu kesim için özel anlamı olan bir yerdir. İzmir’deki olayı da Samsun’daki olayı da yapanlar birbirleriyle bağlantılıdır, bunları aynı örgüt organize ediyor. İttihat Terakki döneminden beri örgütlüler. Mersin’deki bayrak provokasyonu da bunların işiydi. Söylediğim gibi bunlar Kürtlere işgalci gözüyle bakıyorlar. Bunların vatan anlayışı Kürtleri bile işgalci olarak gören bir anlayıştır. Bu tür olayları polis amblemiyle, rozetiyle yapacak halleri yok ya! Bunlar bir örgüttür, bunu anlamak gerekir.” dedi. Öcalan, şöyle devam etti:

AKP ÇIKARLARINI DÜŞÜNÜR

“Kemal Yamak eski bir kontrgerilla başıydı. 12 Eylül’de Diyarbakır’da kolordu komutanıydı. Onun bir kitabı vardı, Diyarbakır cezaevinde yaşananlarla ilgili şeyleri de yazmış. Bu kitapta Ecevit’le olan bir konuşmasına da yer vermiş. Ecevit kontrgerillayı duyunca kendisine tavır alıyor. Ve ona “kontrgerilla nedir?” diye soruyor. O da “kontrgerilla her partide yer alan senin partinde de yer alan yüzlerce kişidir ve bunların hiçbirisinin birbirinden haberi yok, hiç birisi de birbirini tanımaz” diyor. Ve bu Kemal Yamak aynı zamanda Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı döneminde genel sekreterliğini yapmıştır. Ki Turgut Özal’ın kuşkulu ölümü ortadadır. Söylediğim gibi bu kesimler devletin içinde hala güçlüdürler. Biliniyor Bülent Arınç’a yapılmak istenen suikast resmi kayıtlara da geçmiştir. Kontrgerilla demiştim bu Ergenekon olarak da adlandırılabilir. Ama adı her neyse devletin bu kesimi aslında tasfiye edilmiyor. Ergenekon davası olarak kamuoyuna yansıyanlar buzdağının sadece görünen kısmıdır, bu örgütün, yapılanmanın asıl gövdesi karşısında ortaya çıkarılanlar sadece devede kulaktır. Bunun dışarıdaki ayakları da vardır. AKP şu anda bunlara karşı görüldüğü gibi tasfiye çalışmasında değildir. Çalışmaları sadece kendisini kapattırmamaya dönüktür. AKP bunları tasfiye eder gibi gösterse de aslında kendi çıkarlarını korumaktadır. Hatta bu kesimlere Kürt meselesini ben kendi yöntemimle tasfiye edeceğim mesajını vermiştir. Asıl yapılan Kürt hareketinin tasfiyesidir. Ama söylediğim gibi AKP’nin içinde iyi niyetliler de olabilir.”

SÜREÇ İÇİN ÖNGÖRÜ YAPMAK ZOR

“Umarım süreç olumlu sonuçlanır. Net bir şey söyleyemiyorum. Süreç kesin çözüme evrilecek demek de zor, tersi olacak demek de zor. 160 Sayfalık yol haritasını vermeleri gerekiyor. Bu yol haritasını revize etmem de söz konusu değil, bir daha yol haritası yazamam. Ben orada gereken herşeyi ifade etmiştim, bunların tartışılması lazım. Ben artık eski sağlığımı, esnekliğimi kaybettim. Artık vücuduma bir ağrı-sızı girdiğinde haftalarca, bir ay çıkmıyor, eskisi gibi değilim. Muhataplık konusunda benden bir şey bekleniyorsa bu koşullarda daha fazla bir şey yapamam. Benden bir şey bekleniyorsa koşullarımın düzeltilmesi lazım.Kimse yanılmasın, doğru anlasınlar. Ben on iki yıldır burada bu koşullarda dayanmaya çalışıyorum, taviz de vermiyorum. Devlet benim bu ciddi duruşumu anlamıştır, anlamak zorunda kalmıştır.”

İKİ HAYATİ KONUDA TAVİZ OLMAZ

“Ben daha önce de mektuplarımda iki şarttan bahsettiğimi açıklamıştım. Bunlar hayatidir ve bunlardan taviz veremeyiz. Birincisi insan hakları ve demokrasi şartıdır. Bir çözüm gelişecekse insan hakları ve demokrasi ekseninde gelişecektir. Öyle burjuva tarzı insan hakları anlayışından bahsetmiyorum. İkincisi de güvenlik şartıdır. Bu güvenlik şartını KCK üzerinden değerlendiriyorum. Halkımızın güvenliğinin güvenceye alınması lazım. Güvenlik öyle sadece benim güvenliğim değil. Ben burada öldürülebilirim diyorum, bazıları “Apo öldürülecek! diye anlıyor. Bu öyle değil, ben burada çürütülüyorum. Benim buraya getirilmemde ABD’nin rolü var. Onların politikalarını da eleştiriyorum. Bu nedenle hedef alınabilir ve öldürülebilirim, diyorum. Ama bunu öyle birileri camı kırıp gelip beni öldürecek anlamında söylemiyorum. Beni burada 12 yıldır tasfiye etmeye çalıştılar ama başaramadılar. 12 yıldır burada yavaş yavaş çürütülerek öldürülüyorum. Burada bir ölüm çukurunda gibiyim, nefes alamıyorum, gün be gün çürütülüyorum. Bu iki şart dikkate alınmadan diyalog ve uzlaşı sağlanamaz.”

ANAYASA YAZ BOZ DEĞİLDİR

“Bu Anayasa Paketi konusunda da geçtiğimiz haftalarda değerlendirmeler yapmıştım. Anayasa işi öyle basit değil, öyle safsata değildir, yaz-boz kağıdı değildir. Anayasa şudur: Anayasa, egemen güçlerin birbirleriyle olan ilişkilerini ve halkın bunlarla ilişkilerini, hukukunu düzenler. Bu nedenle çok önemlidir. BDP hala tam olarak anlamıyor. Bizim anayasa konusundaki tutumumuz şudur. Anayasa bir toplumsal sözleşmedir, toplumun taleplerinin ortaklaşmasıyla olur. 1921 Anayasası eksiklikleri olsa da bu niteliği yansıtıyordu. Önemli olan mevcut anayasada kendisini ifade etme imkanı bulamayan sınıfların, grupların, kesimlerin sesi olabilmektir. Önemli olan milyonlarca yoksulun, emekçinin haklarının anayasal güvenceye alınmasıdır. Mevcut anayasa ve yapılmak istenen değişiklikler sadece CHP’nin, MHP’nin ve AKP’nin taleplerini karşılıyor. Milyonların talepleri gözardı ediliyor. Eğer samimilerse neden bunların talepleri de görülmüyor? Yüzde on barajını yüzde beşe bile indirmiyorlar. Bu şekilde milyonlarca ezilenin iradesinin meclise yansımasına engel oluyorlar. Biz bunların samimi olduğuna nasıl inanalım? Birazcık samimi olsalardı bunu düzeltirlerdi. Parti içi demokrasiyi sağlayacak düzenlemeler yaparlardı. AKP zaten devletin ilgili kesimleriyle uzlaşmış görünüyor. CHP ile de aslında uzlaşmışlardır. Bu konu çok önemlidir, oyuna gelmemek gerekir. Biz ne ittihatçı gelenekten gelen CHP ve MHP hegemonyasına mahkumuz ne de AKP’nin bunun yerine koymaya çalıştığı yeni hegemonyaya mahkumuz. CHP ve MHP Ankara merkezli hegemonyanın İttihatçı temsilcisidir. AKP ise Kayseri-Konya merkezli küresel kapitalist hegemonyanın temsilcisidir. Halklarımız bu iki hegemonya arasında tercih yapmak zorunda değildir. Bu nettir.”

ÖNÜMÜZDEKİ BİR KAÇ HAFTA KRİTİK

“Önümüzdeki birkaç hafta kritiktir. Sürecin nasıl evrileceğini önümüzdeki haftalar gösterecektir. Ben değerlendirmelerimin esas bölümünü üçüncü dönemin bitişi ve sonrasına ilişkin olarak yapmak istiyorum. Artık üçüncü dönem bitiyor. Önümüzdeki dönemin barış ve demokratik çözümü geliştirecek bir dönem mi olacağına yoksa savaşın gelişeceği bir dönem mi olacağına devlet ve PKK karar verecektir. Ben elimden gelen herşeyi yaptım, yapmaya da devam edeceğim ama söylediğim gibi kararı onlar verecekler, sorumluluk bende değil.”

KÜRTLER ARASI BİRLİKTELİK ÇALIŞMALARI YÜRÜTÜLMELİ

“Kürtler arasındaki birliktelik çalışmaları yürütülmelidir. Sadece Kuzey Kürtleri için değil dört parçada çalışma yürütülmelidir. Kürtler arasındaki ilişki sağlanmalıdır. Hatta buna dönük Kürt Ulusal Konferansı’nın toplanmasına öncülük yapılmalıdır.”

EVRİM ALATAŞ İÇİN ÜZÜLDÜM, ANISINI YAŞATMAK İÇİN NE GEREKİYORSA YAPILMALI

“Gazeteci Evrim Alataş hayatını kaybetmiş. Üzüldüm. Başsağlığı diliyorum. Ben Evrim’in birkaç yazısını okumuştum. Yazılarını özellikle doğduğu köy ve Kürt çocuklarla ilgili bir yazısını beğenmiştim. Aynı zamanda Teslim Töre’nin yeğeniymiş galiba. Ben onun, Malatya’nın, kendisini halkına adamış Zeynep(Zilan) ve Müslüm Doğanların hatırasını önemsediğini biliyorum. Okuduğum yazısından da bu sonucu çıkarmıştım. Kürt halkı ve Malatya gençliği Evrim’in de, Zilanın da, Müslümün de anılarına bağlı kalmalı, anılarını yaşatmalıdır. Başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Halkımızın başı sağolsun. Evrim, Zilan, Müslümlerin anısını yaşatmak için ne gerekiyorsa yapılmalıdır.”

ERKEKLER KENDİLERİNİ DÖNÜŞTÜREMİYOR

“Kadın Konferansı yapılacak sanırım. Kadınların dönüşümünde benim de biraz katkım olduğunu düşünüyorum. Bir anımı anlatarak konuya girmek istiyorum. 11 Nisan Annemin ölüm yıldönömüydü. Bu vesileyle onu da anmış olalım. Ölünceye kadar ona bir telefon bile açmamıştım, o yüzden kızgındı bana. Bazen üniversiteden köye uğradığım zamanlar annem bana hep “bana dört metre kumaş bile almadın” derdi. Oysa ben daha büyük ideallerin peşindeydim. Ne yazık ki bu sistem içinde kadınlar somut elle dokunulur şeyler isterler. Eşya isterler. Maddi değerler, eşyalar onları mutlu eder. Ki bu onların suçu değildir, böyle yetiştiriliyorlar. Ama biz böyle yapmadık, ne yaptık, kadın sorununu toplumsallaştırdık. Bu şekilde kadın sorununun çözümü konusunda gelişme yarattık. Ben hep toplumun kurtuluşunun kadının kurtuluşundan geçeceğini söyledim ve hala yıllardır bunu söylüyoruz. Cinsiyetçi toplum sistemi içerisinde ne kadın kurtulabilir ne de erkek kurtulabilir. Kadınlarımız gerçekten çaresizdirler. Düşünün 14-15 yaşında bir kız, özgür bir şekilde erkeklerle ilişki geliştirmeye kalksa hemen toplumda ismi çıkar, dışlanır. Ya da toplumun dayattığını kabul eder evlenir yine bir erkeğin hakimiyetini kabul eder ve köle gibi yaşar. Nereden baksanız bir çıkar yol bırakılmıyor kadınlara. Kadın ve erkeğin sağlıklı bir temelde ilişki kurması bu sistem nedeniyle çok güçtür. Ben bizzat kendim yıllardır bu konuyla uğraşmama rağmen bir kadınla bu sistem içinde bir ilişki kurmaya korkuyorum. İkinci gün sorun çıkacağından korkuyorum. Bu sorun benden kaynaklı da olabilir. Neden böyle söylüyorum. Çünkü erkekler bu konuda kendilerini dönüştüremiyorlar. Özgür ilişki, özgür yaşamı sağlayacak şekilde bir birliktelik yaratmak bu sistem içinde çok zor görülüyor. Kadına yaklaşımı bir enstrümana yaklaşıma benzetiyorum. Bu yanlış anlaşılmasın, kadını bir araç olarak ele alıyoruz anlamında düşünülmesin. Müzik enstrümanına doğru yaklaşıldığı takdirde çok güzel müzik meydana getirilebilir. Hangi sesi vermek istersen o sesi alırsın. Yani kötü, yanlış yaklaşırsa kötü sonuçlar ortaya çıkarır. Ben daha önce de kadınlara söylemiştim. Bir kadın akademisi kurulabilir. Bunun bünyesinde çalışmalar yürütülebilir. Akademi konusunda sadece Diyarbakırla yetinilmemeli, yaygınlaştırılmalıdır.”

CEZAEVLERİNE SELAM GÖNDERİYORUM

“Siirt halkına , Siirt cezaevindeki arkadaşlara, Diyarbakır E ve D Tipi C.evindekilere, Urfa Cezaevi’ndeki kadınlara selamlarımı iletiyorum. Cezaevlerindeki arkadaşlar, bu kötü durumu iyiye çevirebilir. Cezaevinde olmayı bir fırsata çevirebilir. Bu fırsatı iyi değerlendirebilir, içeride daha huzurlu biçimde yoğunlaşabilirler, bol bol araştırma yapabilirler. Cezaevlerinden çok sayıda mektup elime ulaştı. Çoğu Newroz kutlamalarıyla ilgili. 70’e yakın mektup elime geçti, 6’sı hakkında verilmeme kararı verildi. Hemen hemen bütün cezaevlerinden Muş, Diyarbakır, Siirt, Urfa, Mardin mektup var. Trabzon bile var. Adana Karataş cezaevinden mektup var. Cezaevindeki tüm arkadaşlara selamlarımı iletiyorum. Daha önce istediğim kitaplar vardı. Grek mitolojileri, Ermeni mitolojileri bunlar Say yayınlarından çıkmış olmalı. Tarih Öncesinde Ticaret, Helen ve Roma Uygarlığı, Anadolu’nun Neolitik Tarihi gibi kitaplar. Diyarbakır ve Siirt halkına selamlarımı iletiyorum.

ANF NEWS AGENCY

10 Nisan 2010 Cumartesi

Bahar operasyonları



Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com


Her sene bahar aylarında Türk ordusunun Kürdistan’daki ölüm birliklerinde bir hareketlilik homurtusu başlar. Tanklar, toplar ve modern savaş uçakları; çoğunluğu açlık sınırı altında yaşayan Kürt halkının köy, kasaba ve şehirlerini çiğneyip geçer. Tanklar, yırtık papuçlu Kürt çocuklarının tedirgin izlerine palet çizikleri atar. Kürdistan’nın köy, şehir ve kasabalarını vuracak biçimde konumlanmış askeri birliklerin ölüm homurtusu, baharla birlikte kışlık zahiresini hazırlamaya çıkan üretici Kürt çalışanlarının sinir sisteminin canına okur.

Bu, vatan olamamış, doğurduğu çocuklara anadilini verememiş, ülkesinin adını anamaz hale gelmiş Kürt soyunun yüzyıllık yazgısıdır.

Türk savaş uçakları ve tanklar, dağlardan gerilla cesedi indirecektir. Ölüm birliklerinin homurtu nedeni budur.

Öte yandan gerillalar, çıplak vadilerin ve dağların dolması için ağaçların yaprak vermesini bekler. Daha sonra çatışma çıkacak, aşağılara asker ve gerilla cesetleri inecektir. Birinci Dünya savaşı dört, İkinci Dünya savaşı beş yıl sürmüştür. Fakat Kürt savaşı, Kürtler teslim olmadıkça, yeniden Türk ölüm taburlarının postallarını öpmedikçe daha yıllarca sürecektir.

Çünkü Türk devlet ve ordusu, dört parçadaki Kürt halkına stratejik düşmanlık temelinde konumlanmıştır. Hala bunun için, Kürt Federasyonunun “Kürdistan” damgalı pasaportlarını da kabul etmemektedir. Yine Güney Kürdistan ile kurulan ilişkilerin temelinde, Kuzey Kürdistan’ın tümüyle iç edilmesi mantığı yatmaktadır.

Türk egemenlik sistemine sadece yakayı değil, her şeyini kaptırmış anadili yasak Kürt toplumun kölelik yazgısıdır bu. Nasıl yaşayacağımıza; ne kadar Kürt ne kadar Türk olacağımıza; nerede merminin patlayıp nerede patlamayacağına; ölüm kışlarının nerede konumlanacağına; ne zaman operasyonlara çıkıp ne zaman çıkmayacaklarına; hangi köyün yıkılıp, hangi köyün ihya edileceğine; hangimizin yaşayıp hangimizin öleceğine, hangimizin serbest, hangimizin tutuklu kalacağına, hangimizin ülkede, hangimizin sürgünde can vereceğine karar veren Türk egemenlik sistemidir.

Bahar gelmiştir, Kürdistan dağları yeşermiş, çiçekler açmıştır. Fakat bizim çocuklarımız baharı değil, tankları göreceklerdir. Sabah mahmurluğunu F-16’ların alçak uçuşları yırtacaktır.

Bu ara Kürtler ne yapacaktır? Kemalist Ergenekon’la, dinci Ergenekonculuk arasında loto oynayacaklardır. Bin cinayetli Mehmet Ağar, Ergenekon’un Babası Süleyman Demirel, CİA ajanı Tansu Çiller, Diyarbakır’ın kemiklerini kıran Ünal Erkan, 12 Eylül Celladı Kenan Evren, Kürde karşı en şiddetli savaşı sürdüren Doğan Güreş, Lice kasabı İlker başbuğ, cinayet şebekerinin koruyucusu Yaşar Büyükanıt, sağcı Ergenekon tarafından devletin en tepesine getirilen Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan’ların varlığını es geçip; cılkı çıkmış rütbe hırsızı Avrasyacı üç-beş general eskisine yönelik operasyonların peşine takacaklardır bizi.

Aynı anda iki düşman anlayışa karşı olmayı beceremeyen, bir düşmanına karşı çıkarken mutlak olarak diğer düşmanının oltasına takılan geleneksel Kürt tarzıdır bu… Bu tarz, tarih boyunca başarısız ve yeniktir.

Dedim ya, bahar gelmiştir. AKP’li faşistlerle, yarı ilahileştirilen Türk ordusunun ırk stresi Kürdistan coğrafyasında atılacaktır… Çünkü Kürdistan sadece Kemalist diktatörlerin değil, Türk-İslam faşizminin de atış poligonudur…

Bahar gelmiştir; Kürdistan dağlarının ters laleleri açacaktır.

Fakat bu ara direnenler de olacaktır. Kürt halkına stratejik düşmanlık yapan Türk namluları, eninde sonunda kendi diz kapağına doğru bükülecektir.

Çünkü biz halkız; sömürge namlularından daha güçlü, onlardan daha yerliyiz.

Türk ölüm birliklerinin kışlalarından tek tank çıkmayana kadar sürecektir bu direniş.

Köy koruculuğu ve işbirlikçi ihanet kendinden utanacaktır.

Bahar gelmiştir, Kürt halkının düşmanı olan birlikler ölüm homurtularıyla harekete geçecektir. Direnenler de olacaktır bu arada…

Çünkü Kürdistan’da bir halk vardır, halkın yaşam yasaları, en eskisinin otuz yıllık ömrü olan ölüm silahlarının yasalarından daha güçlüdür…

Red ve inkarı yırtıp attık, kimliğimizi tasdik ettirdik, Kürdistan'ın tank paletleri altındaki baharlarını da geri alacağız.

-------------------------

Kürdistan – Post
http://www.kurdistan-post.com/

9 Nisan 2010 Cuma

LENİN (6)

Trotsky - Lenin - Kamanev


Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

Lenin 6.Bölüm

5. OPORTUNİZME KARŞI TÜZÜK ARACILIĞIYLA MÜCADELE
Iskra’yı çıkaranların II. Kongre’de Bolşevikler ve Menşevikler olarak bölünme olgusu çok az kavranabilen olaylardan biridir. 20.Yüzyılın başında Rusya’da işçi sınıfı partisi kurulduğu dönemde Lenin’i meşgul eden sorunsal anlaşılmadan, Lenin’in parti anlayışını kavramak zordur. Hele II. Kongre’de program konusunda değil de, esas olarak Tüzüğün 1. Maddesi konusunda bir anlaşmazlığın ve bundan kaynaklanan ayrılığın gerçek özü anlaşılamaz. Lenin’in 1900’lerin başındaki sorunsalı şu idi: Rus Marksistleri arasında Ekonomizm eğiliminin yaygın olduğu bir dönemde, ekonomizmin gücü kırılmadan, gerçek Marksist bir parti kurulamazdı. Dolayısıyla Lenin, güçlü olan ekonomizm eğilimine karşı kararlı mücadele yürütülmesinden yanaydı. Eğer parti kapısını herkese açarsa, bu durum, ekonomizm eğiliminin kitlesel olarak partiye hücum etmesi anlamına gelirdi. Partinin kendini bu hücumdan koruması gerekirdi. Bu nedenle de ekonomizme karşı, sadece ideolojik mücadele yeterli olamazdı; aynı zamanda örgütsel araçların ve tüzüğün yardımıyla da ekonomizme karşı mücadele yürütülmeliydi. Yani Lenin’in örgüt konusunda tezleri esas olarak ekonomistlere yönelikti. İşin garip yanı odur ki, Lenin’in örgütsel konulardaki tezleri Iskra Gazetesi’ni çıkaranlar arasında bir ayrılığa yol açar.

Lenin, partinin birliği ve sürekliği için örgütsel konularda da anlayış birliğinin gerekli olduğunu savunuyordu. Lenin’in bu kararlı tutumu yeni kurulan örgütlenmeyi bölünmenin eşiğine getirir. Öyle ki Lenin, 1904 yılında bile Merkez Komite’deki kendi yoldaşlarıyla anlaşmazlığa varır. Çünkü bu yolladaşları, Menşeviklerden kopmayı kabul etmiyorlardı. Lenin, daha sonraları II. Kongre’deki haşin ve kızgın tutumundan dolayı yaşayan kırgınlıklardan dolayı kendi kabahatini kabul eder. Ama ilkeler konusunda haklı olduğunu savunur. Lenin için o dönemdeki esas sorun şuydu: Marksizmin ilkeleri etrafında yeni tipte bir parti kurmaktı. Ama bu parti Marksist ilkelerin saflığını korumalıydı. Çünkü derin kökleri olan ‘ekonomizm’ Marksist ilkelerin saflığını tehdit ediyordu. Buna karşı araçlar bulmak gerekiyordu.

Bu araçlar nelerdi?

Birincisi, program. Oportunizme karşı mücadele için Marksizmin ilkelerine dayalı bir program gereklidir. Program gereklidir, ama yeterli değildir. Örneğin bir parti üyesi programı kabul edebilir ve partiye girebilir. Ama programa uygun bir çalışma yürütmezse ne olacak? Onu kim denetleyecek. Üyeler denetlenemezlerse Marksist ilkelerin saflığı korunamaz. O zaman oportunist unsurların partiye girmesi mümkün olur ve Marksist program ilkeleri çarpıtılmaya maruz kalır. Oportunizme karşı mücadelede program önemli bir araçtır, ama bu aracın önemli bir araçla bütünleştirilmesi gerekir.

‘Program ve taktik sorunlar üzerinde birlik –diyor Lenin- esastır, ama parti birliği ve parti çalışmasının merkezileşmesi için hiç de gerekli koşul değildir.(...) Parti çalışması ayrıca bir örgüt birliğini gerektirir. Bir parti çalışması içinde (...), resmi bir tüzük olmaksızın, azınlık çoğunluğa, parça bütüne bağlanmaksızın mümkün olamaz.’

. Oportunizme karşı mücadelede ikinci araç tüzüktür. Lenin’e göre Marksist ilkeler üzerinde ideolojik birliği sağlamak için, partinin örgütsel tedbire, yani tüzüğe ihtiyacı vardır. Lenin şöyle diyordu: ‘Tüzüğün yardımıyla oportunizme karşı az çok daha keskin silahlar yaratılmalıdır.’

Lenin’i örgütsel konularda Troçki ve Rosa Luksemburg’dan ayıran bu noktaydı. Bu ikisi ekonomizme, oportunizme karşı ideolojik mücadelenin yeterli olacağını düşünüyorlardı, örgütsel araçlara gerek olmadığını ileri sürüyorlardı. Lenin, örgütsel gevşekliğin ve oportunizmin gücünün, sadece ideolojik mücadele ile ortadan kaldırılamayacağı görüşündeydi.

Troçki, 1905 öncesi Lenin’in örgüt anlayışına karşı durur. II. Kongre’de determinist bir yaklaşıma sahip olan Troçki şöyle diyordu: ‘Burjuva toplumundaki gelişim, kendiliğinden bir şekilde, proletaryayı, politik bir biçimlenmeye zorlar, bu sürecin objektif eğilimleri kendi ifadelerini en açık bir şekilde Marksist sosyalizmde bulur.’(http://www.lrp-cofi.org/KOVI_BRD/Dokument/Partei.html ) Yıllar sonra Troçki, örgütlenme konusunda kendi anlayışının yanlış olduğunu itiraf ederek, Lenin’in örgüt anlayışını kabul etti.

Bilindiği gibi Rosa Luksemburg da Lenin’in parti anlayışına karşı çıkmıştı. 1905 öncesinde . Lenin'in ve Bolşeviklerin örgütsel anlayışına karşı durur. Ona göre Lenin‘in örgütsel anlayışı aşırı merkeziyetçi ve otoriterdir. Lenin’in parti anlayışını aşırı merkezci ve otoriter bulan Luksemburg , işçi sınıfının kendiliğindenci mücadelesini gereğinden fazla abartıyordu. Gerçi Rosa Luksemburg da oportunizme karşı mücadelenin gerekli olduğunu vurguluyordu. Ama doğru bir teorik-mücadeleyle ve işçi sıfının kendiliğindenci mücadelesinin gelişmesiyle oportunizmin geriletilebileceğini düşünüyordu. Oportunizme karşı tüzük aracılığıyla da mücadele edilmesinin önemini henüz kavrayamamıştı.

Rosa Luksemburg ın örgütlenme konusunda hatalı anlayışı esas olarak şu iki düşünceden kaynaklanıyordu: 1-) Luksemburg, parti-sınıf ilişkisi yeterince net değildi. İşçi sınıfının kendiliğindenciliğini abartırken, partinin bilinçli müdahalesini küçümsüyordu; 2-) Luksemburg, Oportunizmin, işçi sınıfı partisi içindeki yıkıcı rolünü, dolayısıyla oportunizme karşı örgütsel araçlar ( partiden uzaklaştırma vb.) yoluyla mücadelenin gerekliliğini kabul etmiyordu.

Gerorg Lukacs, parti konusunda Lenin ve Luksemburg arasındaki farkı şöyle dile getiriyor:

‘Lenin ve Luksemburg , oportunizme karşı, politik ve teorik mücadele yürütmenin gerekliliği konusunda birbirleriyle uyum içindeydiler. Aralarındaki çatışkı şu soruya verilecek cevapta yatıyordu: Oportunizme karşı mücadele parti içinde yalnızca entelektüel bir mücadele olarak mı yürütülmeli, yoksa bu sorun örgütsel alanda mı çözülmeli? Luksemburg bu son düşünceye karşı durur.‘

Bolşevikler Rusya’da devrime önderlik ederek iktidar gelmişlerdi. Politik deneyimler Rosa Luksemburg’un örgüt anlayışını değiştirecekti. Luksemburg’da 1. Dünya savaşı sonrası Spartaküsler adlı örgüt kurarak Lenin’ist parti anlayışına yaklaştı.

II. Kongre’de Plehanov da, Lenin’in örgüt anlayışına destek verir ve oportunizme karşı örgütsel ve tüzüksel araçların yardımıyla mücadele edilmesi gerekir şeklindeki Lenin’in görüşünü destekledi. Ne var ki, II. Kongreden sonra Menşevikler Plehanov’un yardımıyla partinin bazı organlarını – Merkez Organı Yazı Kurulu ve Parti Meclisi) ellerine geçirdiler. Bu durum elbette hoşnutsuzluk yarattı. Dolayısıyla partide gizli süren bir mücadele başladı. Bu hoşnutsuzluğa son vermek için III. Kongre (1905) toplandı. Ne var ki, Menşevikler bu kongreye katılmayı reddettiler. Dolayısıyla Londra’da toplanan III. Kongre’de yalnızca Bolşevikler bir araya geldi. III. Kongre, politik taktikler, silahlı ayaklanma gibi konuları tartıştı. Aynı zamanda azınlığın ve çoğunlukla birlikte aynı parti içinde çalışmasını sağlamak için her önlemi aldı; demokratik merkeziyetçilik ilkesine göre örgütlenen Lenin’in parti anlayışı, azınlığın haklarını güvence altına aldı.

Kısacası, ekonomizm ve oportunizmin işçi sınıfı partisi içinde yıkıcılığına karşı Lenin, oportunizme karşı örgütsel araçları gündeme getirir. Tüzüğün 1. Maddesi konusundaki tartışma ancak bu perspektiften bakılınca anlaşılabilir. Lenin, sınıf ve parti ilişkisine, diyalektik bir şekilde yaklaşır. Sınıf ve partinin karşılıklı olarak birbiri üzerindeki etkisini dikkate alır. Lenin’in parti anlayışı, önemli felsefi bir sorun olan özne-nesne ilişkisini verili koşullar altında politik alana yansıtmaktan kaynaklanır. Parti ve sınıf ilişkisinde partinin rolüne hak ettiği değeri verir.

Lenin’in parti ve devrim anlayışında Tkatschew gibi köylü önderlerinin etkisi olmuştur. Tkatschew şöyle diyordu: ‘Halkın, sadece kendi gücüyle sosyal devrim yapabileceği (..) yanılsamasına kapılmayalım. Elbette sosyal devrim için halk zorunludur, ama yalnızca devrimci bir azınlığın halk önderliğini üstlendiği koşullar altında’

6. 1905 SOVYET DEVRİMİ VE LENİN’İN PARTİ ANLAYIŞINDA DEĞİŞİKLİK
Lenin’in en önemli özelliklerinden biri, Marksizmin temel ilkelerine bağlı kalırken, dogmatizmden uzak olmasıdır. Lenin, sürekli olarak değişen nesnel ve öznel koşulları dikkate almıştır. Zaten bir çok Marksistten farklı olara Lenin, Partiyi, bir amaç olarak görmedi, fetiş bir hale getirmedi. Lenin için parti, belirli amaca hizmet eden bir araçtır. Çeşitli dönemlere göre bu aracın rolü farklıdır. Devrim öncesi bir dönemde parti, işçi sınıfının öncü unsurlarının bilincini artıran, eylem ve yeteneğini geliştiren bir araçtır.

Partinin kurulduğu ilk yıllarda, hem güçlü ekonomizm eğilimi, hem de gizlilik koşulları nedeniyle partinin yukarıdan aşağıya örgütlenmesi gerektiğini savunuyordu. Komiteleri oluşturma yetkisi Merkez Komitesine verilmişti. Eğer komiteleri örgütleme yetkisi merkez komitesine verilmeseydi, ilkelerde sürekliliği sağlayacak komiteler oluşamazdı. Seçim sistemi, ‘ekonomist’ eğilimdeki unsurların parti komitelerinde egemen olmasını sağlayabilirdi.Yani örgütlenme yukarı aşağı bir örgütlenme şemasına göre yapılıyordu.

Ne var ki 1905 Devrimi, Lenin’in örgüt anlayışında değişikliklere neden olur. Daha önceleri partinin yukarıdan aşağıya merkeziyetçi bir bakış açısıyla örgütlenmeyi savunan Lenin, 1905 Devrimi sonrası değişen koşullar nedeniyle örgütlenme konusundaki tutumunu değiştirir. Çünkü hem bazı eski koşullar değişmiştir, hem de bazı yeni koşullar ortaya çıkmıştır.

Eski koşullar değişmişti: 1-) Toplantı, örgütlenme ve basın özgürlüğü kazanılmıştır; 2-) Devrimci Marksizmin ilkeleri yaygınlık kazanmıştır. Ekonomizm eğilimi yenilgiye uğratılmıştır. Dolayısıyla seçim sisteminin uygulanması, artık parti ilkelerinin sağlamlığı ve istikrarı için bir tehlike oluşturmazdı.

Öte yandan yeni koşullar ortaya çıkmıştır: İşçilerin oluşturduğu yeni tip bir örgütlenme, yani Sovyet tipi örgütlenme gündeme gelmiştir. Sovyet tipi örgütlenmenin ortaya çıkışı şu olguyu gözler önüne serer: İşçi sınıfının kendiliğindenciliği hem politik bir bilinç, hem de politik bir örgütlenme yaratabilecek bir durumdadır.

1905 devriminden sonra, hem eski koşulların değişmesi, hem de yeni koşulların ortaya çıkması nedeniyle Lenin, partinin kapısının geniş işçi yığınlarına açılmasını ve komite üyelerinin seçim seçilmesini yoluyla seçilmesini savunur. ‘Doğrudan seçim ilkesinin uygulanmasına geçmek’ gerektiğini ileri sürer. Bir başka deyişle yeni Lenin, eski Lenin’e karşı durur. 1905 sonrası Parti’de seçim sistemini savunan Lenin’e karşı itirazlar yükselir. Hatta bir parti toplantısında parti komiteleri için seçim sistemini savunduğu için bizzat kendi yandaşı bazı Bolşevikler tarafından yuhalanır.

Parti komitelerinin seçim sistemiyle demokratik bir şekilde seçilmesine yapılan bir itiraz şöyleydi: Parti komitelerinin seçim sistemiyle seçilmesi sonucu, Marksizmin ilkeleri korunamaz. Yani Lenin’in 1905 devrimi öncesi savunduğu düşüncesi, bizzat Lenin’in karşısına çıkarılır.

Partinin Yeniden Örgütlenmesi adlı makalesinde Lenin yapılan itirazları değerlendirmeye çalışır. ‘Seçim sisteminin gerçekleşmesiyle, Marksizmin ilkeleri tehlikeye düşebilir mi?’ diye sorduktan sonra şöyle yazar: ‘Tehlikenin, çok sayıda Marksist olmayan unsurun partiye ani akını halinde ortaya çıkacağı söylenebilir. Bu durumda parti, kitle içinde eriyecek, işçi sınıfının bilinçli öncüsü olmaktan çıkıp, artçı durumuna düşecektir. Gerçekten işler acısı bir dönem başlayacaktır. Eğer demagojiye bir eğilimimiz olsaydı, eğer partinin temelleri (program, taktik konular, örgütlenme konusunda deney) sağlam olmasaydı, ya da zayıf ve karasız olsaydı, bu tehlike şüphesiz en ağır tehlikelerden biri olabilirdi. Ancak bu ‘eğer’ mevcut değildir. Biz Bolşevikler (...) yeni üyelerimizin bilinçli olmasını gerekli gördük, partinin gelişmesinde sürekliliğin muazzam önemi üzerinde ısrar ettik, disiplini örgütledik. Ve her parti üyesinin şu veya bu parti örgütü içinde eğitilmesini istedik.’

Partinin işçi sınıfına açılmasını savunan Lenin şunları yazar: ‘Ne işçi sınıfı hareketinde bilincin rolünü küçümsemeksizin, ne de hatta Marksist teorinin muazzam önemini asla azlatmaksızın şunu söyleyebilirim: Gerek Kongrede gerekse konferansta biz parti parti birliğinin ‘donuk teorisini’ (abç. Y.O) yarattık. İşçi yoldaşlar bu donuk teoriyi yaşayan gerçeğe dönüştürmek için bize yardım edin.’ (Lenin, Partinin Yeniden Örgütlenmesi, Partileşme Süreci adlı derleme kitabın içinde, s. 177)

Lenin’in parti anlayışı demokratik merkeziyetçilik ilkesi üzerine kurulmuş bir partidir. Parti hem demokratiktir, hem de merkeziyetçidir. Demokratik merkeziyetçilik de koşullara göre değişir. Lenin, ekonomizm eğiliminin partiye egemen olmasın engellemek için, ilk dönem komite üyelerinin Merkez Komitesi tarafından onaylanması gerektiğini savunuyordu. Bu tedbir ekonomist unsurların partiyi ele geçirmesine karşı bir tedbirdi. Parti, kongre düzeyinde çok demokratik bir işleyişe sahipti. Çünkü çok geniş bir tartışma özgürlüğü vardı. Ama ilk dönemde komite üyelerinin seçimle iş başına gelmesi henüz mümkün değildi. Ama 1905 devrimi sonrası dönemde durum değişir. Çünkü 1-) ekonomizmin ideolojik-örgütsel gücü kırılmıştı; 2-) Toplantı ve basın özgürlüğü kazanılmıştı. Değişen koşulları dikkate alan Lenin, şöyle diyordu: ‘Seçim işlerinin Parti örgütlerinde, sözde değil fiiliyatta, hoş edalı ama boş bir söz olarak değil partinin bağlarını yenilemeye, genişletmeye, güçlendirmeye gerçekten yeterli, gerçekten yeni ilke olarak uygulanabileceği zaman gelmiştir; veya her halükarda gelmektedir.’

Kısaca, Lenin, parti anlayışında değişiklikler bir çok görüşünde değişiklikler yapmak zorunda olmuştur. Lenin’in parti anlayışını, donuk, tek yanlı, içinde yaşanılan koşullardan bağımsız olarak ele almak, dogmatik yaklaşımın ürünüdür. Bir parti, verili koşullarda belirlenen amaca hizmet eden araçtır. ‘Leninist parti anlayışı’nı eleştirenlerin çoğunluğu, Lenin’in parti anlayışını, tek yanlı ele alanlar, Lenin’in örgüt anlayışında çeşitli dönemleredeki değişiklikleri görememeyenlerdir.

-devam edecek-

5 Nisan 2010 Pazartesi

'Yalçın Usta'


M.Şehmus Güzel

Her kasabanın, her kentin, her mahallenin tarihinde bir « Yalçın Usta » vardır. İlerici fikirleri getiren, sosyalizmin, komünizmin, marksizmin, sağın ve solun ne olduğunu alçak sesle ve en yakınlarına yorulmadan anlatan bir « usta »dır bu. Kimi zaman bir terzi olabilir. « Terzi Niyazi », « Terzi Mehdi » unutulabilir mi heval ?

Kimi zaman bir ayakkabıcı kalfasıdır. Akşam üzerleri dükkanında biraya gelinir, iki çift laf edilir. Bir bardak çay veya bir bardak kaçak şarap içilir. Antakya’daysanız eğer kaçak rakı vardır mutlaka. Ve kaçamaz !

Kimi zaman badanacı veya badana ustası olabilir. Evinde geceleri çiğ köfte yemek için toplanılır, et, bulgur ve soğan ve para yoksa can sağolsun peynir ekmeğe katık yapılır. Bilhassa sohbetler sohbetlere açılır.

« Yalçın Usta » ortaokul öğretmeni olabilir. Lise öğretmeni de. « Tenefüslerde » harbiden nefes alınır, başka dünyalar da varmış denir. Başka dünyalara seyahat düzenlenir, Çünkü fikir jimnastiği de önemlidir o yıllarda.

« İç sürgüne » gönderilmiş, yani « yasal dildeki » tabiriyle « ikamete memur », bir yazar, bir çizer, bir sanatçı da olabilir « ustamız ». Abidin Dino’nun iç sürgünü memleketin ilerici ve iyi düşüncelerle tanışma gezisi değil midir? Abidin’e bir tek Yaşar Kemal’in « peder » diye hitap etmesi bir tesadüf hiç sayılmaz. Sayılmamalıdır.

« Yalçın Usta » sinema işleticisi de olabilir : İşte Fahri Petek’in hayatında « Bolşevik Cavit »in rolü çok önemlidir.

Türkiye’nin yakın siyasi tarihinde dünya kadar örnek var.

Türkiye sosyalist hareket tarihindeki ustalardan birinin ismi gerçekten « Yalçın Usta »dır. Onun sayesinde « Yalçın Usta »lık bir meslek olarak adlandırılabiliyor bugün. Yalçın Usta Antakyalıların çok iyi tanıdığı, ismi ilerici kuşaklarda birinden diğerine bir meşale gibi taşınan Yalçın Ergönül’dür. Onu anlatmak işini hemşerisi Arif Okay üstlenmiştir. Bunu Hatay Güney Rüzgarı isimli şirin ve inatçı bir portakal ağacı gibi yaşamını ısrarla sürdüren derginin Ocak 2010 tarihli 121. sayısında yapıyor (s. 8-21). Okay, makalesine kendi anılarıyla başlıyor. Sonra Yalçın Usta’yı yakından tanıyan, onunla yoldaş ve yaşamlarını birer eski tüfek gibi yürüten veya kendi köşelerinde yaşamla hesaplaşan ve hep alacaklı kalan iyi ve dürüst insanlarla yaptığı söyleşilerle sürdürüyor. Çalışmasını Yalçın Ergönül’ün şiir ve makaleleriyle donatıyor. Birçok anı-fotoğraf ve gazete haberiyle araştırmasını tamamlıyor. Bu makaleyi okuyunca epey şey öğreniyor ve « Yalçın Usta »lığın nasıl bir meslek olduğunun sırrına vakıf olabiliyoruz. Örneğin 1940’lardan itibaren Antakya ilerici akımlarının içinde yer alan Arif Hikmet Katiboğlu, Mehmet Bekir Soydan ve Süleyman Okay (Arif ve Adil Okay’ın babası) gibi önemli isimlere sosyalist bilinci onun verdiğini öğreniyoruz.

Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulunca onca yıldır beklediği partisini bulmuş bir sosyalist olarak hiç duraksamadan TİP’in Antakya ve çevresindeki « feneri » rolünü üstlenmiştir. Çetin Altan’ı, Mehmet Ali Aybar’ı, Yaşar Kemal’i ağırladıkları anların fotoğrafları bunun belgelerinden sadece biridir. Bu ilin TİP’li Yahya Kanbolat’ı milletvekili seçmesi de bir rastlantı değildir. Hatay ili öteden beri Anadolu’nun ilerici kalelerinden biridir çünkü. Bunda elbette Yalçın Usta ve, Süleyman Okay başta, yoldaşlarının rolü yadsınamaz.

Daha sonra TİP’ten ayrılan ve Dev-Genç’i kuran gençleri izleyenler arasında gönülleri ve kafaları genç bu iki yoldaş da vardır. Antakya’da TİP’ten ayrılıp Dev-Genç’i onlar kuracaktır. Yalçın Usta evini dernek bürosuna çevirecektir. Anadan doğma devrimcidir Yalçın Usta. Antakya Mustafa Kuseyri’nin memleketidir. Kuseyri Yalçın Usta’yı da Süleyman Okay’ı da iyi tanırdı. Devrimciler Antakya’da bir « Yalçın Ustalarının » bulunduğunu çok iyi bilirdi. Bir de Süleyman Okay’larının. Haziran 1970’de « intihar etti » denilen Yalçın Usta’nın alçakça katledildiği bugün artık bir devlet sırrı olmaktan çıktı çıkacak. Arif Okay çalışmasında bu konuda kimi ipuçları veriyor. Bu dosya da mutlaka bir gün yeniden açılacak ve katiller teşhir edilecektir. Tarih unutmaz.

Yalçın Ergönül gibi yerel ve son derece tayin edici yol göstericilerin unutulmaması gerekiyor. Arif Okay’ın onu yazması ve anması çok yerinde. Onun için mutlaka kitap da yazmak gerek. Arif kitabını yazıyor. Ustalarımız ve anıları böylece daha kalıcı olacak. Şimdi gelin Yalçın Usta’yı yoldaşı Süleyman Okay’ın « Kirvem » isimli şiirinden birkaç satırla analım :

« Kirvem gençliğimiz bir dağ başında
günahsız akan sular gibiydi
kaldırımları eskitemedik seninle
ardımıza baktık bir gün
uzun bir yolculuğun yorgunluğu
bir namlunun yivleri gibiydi
eğri ve gerekli
sen gülerdin şaşkınlığıma
iyimserliğin çiçek açardı. »

Şimdi sırada Yalçın Usta var : 1949 tarihli «Spartaküs » başlıklı şiirinden birkaç satır alıyorum:

« Koooooş Spartaküs
Biz ışığı, hızı hürriyet olanlar
Biz (kaybedecek zincirlerinden gayri şeyi
olmayanlar)
Biz on sekiz saat çalışıp
Islak kaldırımlarda aç dolaşanlar
Biz proletarya
Koşuyoruz, koşuyoruz peşinde...
Biz de her sokak bir Spartaküs bekliyor
Her ana bir Spartaküs’e gebe. »

2 Nisan 2010 Cuma

LENİN( 5)



Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com

Lenin 5.Bölüm

5.YENİ PARTİ ANLAYIŞI
Narodnikler, Rusya’nın kapitalist gelişmeye kapalı olduğu iddiasından hareket ederek, köylüleri örgütlemeye çalışıyorlardı. Köylülerden yeterli desteği göremeyince, bireysel şiddet eylemlerine başvuruyorlardı. Rusya’daki Marksistler, Narodniklere karşı teorik mücadeleyi kazandıktan sonra şöyle bir sorunla karşı karşıya kalırlar. Eğer Rusya kapitalizm yoluna giriyorsa, bu durumda artık esas sorun işçi sınıfını örgütlemeye yönelmekti. Peki ama bu işe nasıl girişilecekti? İşte Lenin’nin Nereden Başlamalı (1901) adlı yazısı bu soruya cevap arar. Nihayet Lenin şöyle yazacaktı:

‘Son yıllarda Rusya Sosyal - Demokratlarının karşısına çıkan "ne yapmalı" meselesi özel bir önem taşıyor. Bu mesele, (seksenlerin sonlarında ve doksanların başlarında olduğu gibi) hangi yolu seçmemiz gerektiği meselesi değil, bilinen yolda hangi pratik adımları atmamız gerektiği ve bu adımları nasıl atacağımız meselesidir. Bu da, pratik çalışmanın sistemi ve planı meselesidir.’

Lenin için o dönemde asıl hedef, sadece birbirinden kopuk grupları kazanmak değil, aynı zamanda Çarlık rejimini yerle bir edebilecek güçlü ve iyi örgütlenmiş bir parti kurmaktı. Narodniklerin deneyleri şunu ortaya koymuştu. Güçlü bir örgütlenme olmadan, politik hareketler başarısızlığa mahkumdu.

Evet, güçlü bir örgütlenme ve disiplinli bir partinin kurulması gerekiyordu. Ama böyle bir güçlü örgütlenme ve parti nasıl kurulabilirdi? Pratik çalışma nasıl sistemli hale getirilebilirdi? Bunun için ilk önce hedef ve amaçların açıkça belirlenmiş olması gerekirdi. Amaç açıkça belirlenmeden amaca uygun örgüt kurulamazdı. Örgütün amacı tam anlamıyla belirlenemezse hedefe yönelik pratik çalışma yürütülemezdi. ‘Kabul edilmelidir ki,-diyordu Lenin- pratik faaliyette bulunan bir parti için temel bir mesele olan, mücadelenin niteliği ve metotları meselesini henüz çözmüş değiliz; bu durum da hâlâ, ortaya acıklı bir ideolojik tutarsızlık ve yalpalama çıkaran ciddi görüş ayrılıklarına yol açmaktadır.’

Nasıl bir yol izlenmesi gerektiği tam açık değildi. Çünkü ’bir yandan, henüz yok olmamış bulunan "ekonomist" akım, siyasi örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarını kösteklemeye ve daraltmaya çabalıyor. Öte yandan, ilkesiz eklektizm kafasını yeniden uzatıyor, her yeni "akım"ı taklit ediyor ve acil talepleri, bir bütün olarak hareketin temel görevlerinden ve sürekli ihtiyaçlarından ayırdedemiyor’du. (Lenin)

Kısacası Rus Markistleri Narodniklere karşı ideolojik-teorik mücadeleyi kazandıktan sonra başka bir sorunla karşı karşıya kalırlar. Rus Marksizmi içinde birbiriyle çatışan iki eğilim ortaya çıkar. Devrimci Marksizm ve Ekonomizm. Ne var ki Rus Markistleri, bu iki eğilimin belirgin hale gelmesini çok sonra anlarlar. Çünkü bu eğilimler, yazınsal metinlerden ziyade farklı pratik anlayışlarda ortaya çıkıyordu. Yazınsal metinler olmadan birbiriyle çatışan bu iki eğilimi kapsamlı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildi. Fakat daha sonra, ekonomizm eğilimi yazınsal ifadesini çeşitli gazetelerde dile getirmeye başlar. ‘Raboçaya Mysıl 'ın kuruluşu- diyor Lenin- ekonomizmi günışığına çıkardı, ama bir çırpıda değil.’

Rus Marksist hareketi içinde tartışmalar, ilkin pratik ve örgütsel konularada yaşanır. Bu tartışmalarda iki eğilim kendini gösterir. Lenin, bu iki eğilimin veya iki tarafın tartışması konusunda Ne Yapmalı’da şöyle yazar:

‘Hiç söylemeye gerek yok ki, tartışma içinde bulunan taraflar, bu sıradaki anlaşmazlıkların, bir bölünmenin başlangıcı olduğunu kavramaktan uzaktılar; tersine, bunları, tek başına ve raslansal şeyler olarak görüyorlardı. Bu olgu da gösteriyor ki, Rusya'da da ekonomizm, "eski" sosyal-demokratlara karşı bir mücadele olmaksızın ortaya çıkmış ve yaygınlaşmış değildir (ki bu, bugünün ekonomistlerinin unutmak istedikleri bir şeydir). Ve eğer, esasında, bu mücadele, ardından "belgesel" izler birakmamış ise, bunun tek nedeni o sırada faaliyet gösteren çevrelerin üyeliğinin öylesine sürekli bir değişiklikten geçmesidir ki, hiç bir süreklilik sağlanamamış ve bunun sonucu olarak da görüş ayrılıkları herhangi bir belge ile kaydedilmemiştir.‘

Rus Marksizmin geleceği bu iki eğilimden hangisinin galip olacağına bağlıydı. Dolayısıyla kendini yeniden üreten ekonomizm eğiliminin ideolojik, teorik, siyasal ve örgütsel anlayışına karşı mücadele gündeme gelir. ‘Raboçeye Dyleo'nun 10'cu sayısında ekonomizme doğru yönelmesinden sonra, başarısızlığa uğramaya mahkümdu. Dağınık ve belirsiz, ama bu yüzden de daha inatçı ve kendisini çeşitli biçimlerde yeniden dayatmaya daha da yetenekli bu eğilime karşı kesin bir mücadele başlatmanın mutlak bir zorunluluk olduğu görüldü. Buna uygun olarak kitapçığın ilk planı değiştirildi ve oldukça genişletildi.’(Lenin)

İşte Lenin’in Ne Yapmalı (1902) adlı eseri Rusya çapında siyasal bir örgüt kurulmasının planını açıklar. Dolayısıyla bu eser, işçi sınıfının sendikla örgütlerinden bağımsız olması gereken siyasal bir örgütlenmenin gerekliğini reddeden ekonomizme karşı o günkü koşullarda yazılmış bir eserdir. Lenin bu eserde, ekonomizmin, ideolojik-teorik, siyasal ve örgütlenme anlayışına karşı bir mücadele yürütür. Çünkü ekonomizm, işçi sınıfının mücadelesini tümüyle sendika mücadele ile sınırlandırmaya çalışıyordu. Dolayısıyla ekonomizm, devrimci örgütün güçlendirilmesi ve siyasal faaliyetin genişletilmesi yönünden ileri adımlar atmaya isteksizdi. Bağımsız siyasal çalışma ve örgütlenmenin ekonomist eğilim tarafından reddedilmesini Lenin yanlış bulur. Çünkü bu durumda, işçi sınıfına öncülük edecek bir partiye gerek kalmaz. Oysa parti olmadan işçi sınıfının sendikal mücadelesi burjuva düzenini aşamaz. O halde sendikal bilincin özünde bir burjuva bilinci olduğununun gösterilmesi gerekirdi.
Batı’daki ikiz kardeşi revizyonizm gibi Rusya’daki ekononizm de şu görüşten hareket ediyordu: ’Sosyalist bilinç, proleter sınıf mücadelesinin zorunlu ve doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkar.’
Lenin, ekonomizmin siyasal mücadeleyi, siyasal ajitasyon ve propagandayı küçümsemelerini ve örgüt anlayışlarını yanlış ve tehlikeli olduğu için geniş eleştiriye tabi tutar. Lenin’in çıkış noktalarından biri şudur: Siyasal mücadele, işçilerin işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadelesinden çok daha geniş ve karmaşık bir mücadeledir. Siyasal bilinç, işçi sınıfına dışarıdan götürülmelidir.

Bu arada Lenin’in örgüt anlayışı konusunda yaygın olan bir yanlış anlayışı düzeltme gereği duyuyorum. O yaygın ve yanlış anlayış şöyle: Lenin’ist parti anlayışı, parti örgütlerinin yalnızca profesyonel devrimcilerden oluşan, yukarıdan aşağı örgütlenmeyi ve merkeziyetçiliği temel alan bir örgütlemedir. Oysa Lenin II. Kongre’de şöyle diyordu: ‘Parti örgütlerinin yalnızca profesyonel devrimcilerden oluşması gerektiği düşünülmemelidir. Aşırı ölçüde sınırlı ve gizli örgütlerden gayet geniş, özgür, lose Organisationen'lere (bağlantısız örgütlere) kadar, her türden, dereceden ve cepheden örgütlere gereksinmemiz var.’

Lenin, sürekli olarak parti çörgütlerinin iki tip kategoriden oluşması gerektiğini vurgulamıştı: 1) devrimcilerin örgütleri; 2) olabildiği ölçüde yaygın ve çeşitli işçi örgütleri. Lenin’in partiyi profesyonel devrimcilere indirgedği görüşü, Lenin’in örgüt anlayışlının çarpıtılmasından kaynaklanmıştır.

6.SOSYALİST BİLİNCİN DIŞARIDAN VERİLMESİ

Lenin, Avrupa’daki sınıf mücadelesi deneylerine dayanarak işçilerin sendikal bilincinin, özünde bir burjuva bilinci olduğunu savunur. Burjuva toplumunda kendiliğinci bilinç, esas olarak burjuva bilinçtir. Burjuva bilinin bir özgünlüğü ise şudur: Burjuva bilinci kendi kendini aşamaz.. Dolayısıyla kendiliğinci bilince karşı amansız bir mücadele gerekiyordu. Ama kendiliğince bilince karşı mücadele etmek gereklidir, ama yeterli değildir. Aynı zamanda kendiliğinci bilinci aşacak bir alternatif de sunmak gerekir. Bu alternatif bilinç ise sosyalist bilinçtir. Yani sendikal bilincin karşısına sosyalist bilinci çıkarmak gerekir. Çarlık siyasi polisi de, işçilerin içine sızarak işçilerin mücadelesini yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı tutmaya çalışıyor, politik taleplerin işçi sınıfı hareketinde kabul görmesini engellemek için her şeye başvuruyordu; işçileri, marksist aydın çevreleden uzak tutmaya çalışıyordu.

İşçilerin sendikal bilinci, ekonomik mücadeleden kaynaklanan bir bilinçtir. Ama işçilerin ekonomik mücadelesi, emeğin sermayeye bağımlılığını ortadan kaldıramaz. Sadece işçilerin çalışma koşullarınının ortaya çıkardığı sıkıntıları hafifleten önlemleri sağlamaya yönelir. Dolayısıyla işçilerin ekonomik mücadelesi, burjuva düzeninin sınırları içinde kaldığı için burjuva siyasetiyle uyumlu bir mücadeledir.

Lenin, işçi sınıfında iç-güdüsel ve kendiliğindenci olarak sosyalizme doğru bir eğilim olduğunu kabul eder, ama bu eğilimleri bilince dönüştürmek için sürekli siyasal propaganda ve siyasal ajitasyonu gerekli görür. İşçi sınıfına siyasal bilinç taşıyacak bir öncü bir partiyi savunur.
Lenin’e göre sosyalistlerin görevi işçi sınıfın siyasal açıdan eğitmeli ve bilinçlendirmelidir. ‘Siyasal sınıf bilinci, işçilere, ancak dışardan verilebilir, yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümükün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi vermek için ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, "işçiler arasına gidilmelidir" yanıtı olamaz. İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosya-demokratlar nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar askeri birliklerini bütün yönlere sevketmek zorundadırlar.‘

Sosyalist bilinç ise, kaynağını bilimden alan bir bilinçtir. Bilimin taşıyıcısı ise proletarya değil, burjuva aydın tabakadır. Bu noktada Lenin, Kautsky’nin görüşlerine başvurur ve Kautksy’den alıntı yapar:
’Bir öğreti olarak, sosyalizmin kökleri, tıpkı proletaryanın sınıf mücadelesi gibi, modern ekonomik ilişkilerde bulunmaktadır ve sosyalizm, ikincisi gibi kapitalizmin yığınlarda yarattığı yoksulluk ve sefalete karşı mücadeleden ortaya çıkar. Ama sosyalizm ve sınıf mücadelesi, yanyana doğar, birbirinden değil; herbiri farklı koşullarda ortaya çıkar. Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de, modern iktisat bilimi, diyelim modern teknoloji kadar, sosyalist üretim için bir koşuldur, ve proletarya, ne denli isterse istesin, ne birini ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır [italikler K. K.'nin]: modern sosyalizm, bu tabakanın tek tek üyelerinin zihinlerinden kaynaklanmıştır, ve bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere iletenler de bunlar olmuştur. Demek oluyor ki, sosyalist bilinç sınıf mücadelesine dışardan [von aussen Hinein getragenes] verilen bir şeydir, onun içinden kendiliğinden çıkan [urwüchsig] bir şey değildir. Bu yüzdendir ki, eski Hainfeld programı pek haklı olarak, sosyal-demokrasinin görevinin, proletaryayı, konumunun bilinci ve görevinin bilinci ile doldurmak [aslında: proletaryayı doyurmak] olduğunu söylemektedir. Eğer bilinç, sınıf riücadelesinden kendi başına doğsaydı buna gerek olmazdı…‘(Kautsky, aktaran Lenin age s. 52)

Lenin’e göre burjuva toplumunda işçi sınıfı ve burjuvazi, iki karşıt olarak sınıf birbiriyle mücadele içindedir. Ve bu mücadele eden sınıfların kendilerine göre ideolojisi vardır. Sınıflar-üstü üçüncü bir ideoloji yoktur. Dolayısıyla ‘herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir.’(Lenin) Çünkü sosyalist ideolojinin küçümsenmesi, işçi sınıfının bağımsız bir siyaset ve örgütlenme anlayışının ortaya çıkarılmasını red etmek anlamın gelir.

Lenin’e göre Marksistlerin görevi, işçi sınıfı hareketi ile sosyalizmi birleştirmektir. Gerek sosyalizm gerekse de işçi sınıfı hareketi, her ikisi kapitalizm koşullarında nispeyen birbirinden bağımsız parelel olarak doğarlar. Yani ne sosyalizm, işçi sınıfı hareketini yaratabilir, ne de işçi sınıfı hareketi sosyalizmi doğurabilir. Söz konusu olan şey, bu her iki hareketi (sosyalist hareketi ve işçi sınıfı harketini) birleştirmektir. Bunun için işçi sınıfına sosyalist bilinci taşıyacak öncü bir partinin kurulması gerekir.

Lenin’in, parti anlayışı, determinist ve mekanik-materyalist anlayışından kopuşun bir ifadesidir. Mekanik-materyalizmin öznenin rolünü inkar eden anlayışının aşılmasıdır. Lenin’in parti anlayışı, bir çok düşünür (Georg Lukacs vb.) tarafında marksizme bir katkı olarak değerlendirilmektedir.
Marx ve Engels, partiyi, sosyalist düşünceleri yayacak bir propaganda aracı olarak görüyorlardı. Lenin, bunu kabul eder, ama bununla yetinmez. Partiyi aynı zamanda devrimi hazırlayan ve yürüten bir araç olarak da görür.

Kısacası Lenin, ilk dönemde işçi sınıfına öncülük edecek, bilinçle donatılmış ve profesyonel devrimcilerden oluşan bir parti anlayışını savunur. Lenin, Rusya’da devam eden siyasal kölelik koşullarında iki temel düşünceyi İskra gazetesi aracılığıyla yaymaya çalışıyordu: Birincisi, örgütsel merkeziyeçilik; ikincisi ideolojik önderlik.

7.TÜZÜK YÜZÜNDEN PARTİNİN BÖLÜNMESİ
Lenin’in örgüt anlayışı anlaşılmadan, 1903 yıllında RSDIP’nin II. Kongresinde tüzüğün 1. maddesi yüzünden partinin Bolşevikler ve Menşevikler olarak ikiye bölünmesi anlaşılamaz. Bilindiği gibi II. Kongre Tüzüğün 1. Maddesi yüzünden ikiye ayrılar.

Lenin’in tüzük tasarısının 1. Maddesi şöyleydi: ‘Parti üyesi, parti programını kabul eden ve hem mali yönden, hem parti örgütlerinden birine bizzat katılarak partiyi destekleyen kişidir.’ Lenin’in eski yoldaşı, daha sonra ise Menşeviklerin önderi olacak Martov ise kendi tasarısında üyelik konusunda şu görüşü savunuyordu: ‘Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin üyesi, parti programını kabul ederek, parti organlarının denetim ve yönetimi altında, partinin amaçlarını gerçekleştirmek için faal olarak çalışan kişidir."

Martov, partiyi nispeten geniş tutuyordu. Lenin ise, parti üyeliğini sınırlıyordu. Martov’un üye tanımı Lenin’in şiddetli eleştirilerine maruz kalır. Lenin, Martov’un tanımının hiç bir fikir içermediğini ve boş bir tümce olduğunu belirtiyordu. Lenin’in itrazları oldukça mantıklıydı. Şöyle diyordu Lenin: ‘Parti üyelerinin, parti organlarının denetim ve yönetimi altında çalışmak zorunda olduklarını söylemeye gerek yoktur; başka türlü olamaz.’

Lenin parti üyeliğı konusunda sürekli şu fikri ileri sürüyordu: ‘Birinci maddenin fikri, ancak şu soru sorulduğu zaman ortaya çıkıyor: Parti organları, parti örgütlerinden herhangi birine bağlı olmayan parti üyelerini gerçekte yönlendirebilirler mi? Yoldaş Martov'un tasarısında bu düşüncenin izi bile yoktur.’

Ne yazık ki, Kongre’de Lenin’in tüzük üzerine yapılan oylamada azınlıkta kalır. Martov’un önerisi 28 oy alırken, Lenin’in önerisi 23 oy alır. Merkez Komitesi ve Merkezi Yayın Kurulu gibi parti organlarının seçimi öncesi Bundcular ve Ekomistler kongeyi terk ederler. Azınlık-çoğunluk durumu değişir. Şimdi Lenin’in taraftarları çoğunluğu teşkil eder. Martov’un taraftarları azınlıkta kalır. Çoğunluğu oluşturanlar kendilerini Bolşevikler olarak adlandırılırken, azınlıkta kalanlar Menşevik olarak adlandırılırlar.

-devam edecek-

----------------

(1) Raboçaya Mysıl'(İşçi Davası)
(2) Raboçeye Dyelo ("İşçi Davası") — Yurtdışı Rus Sosyal-Demokratlar Birliğinin organı olarak Nisan 1899'dan Şubat 1902'ye kadar Cenevre'de düzensız aralıklarla çikan ekonomist bir dergi. Toplam olarak oniki sayısı çıkmıştır. Ekonomistleri, ya da Rusya dışındaki Raboçeye Dyelo yandaşlarını biraraya getiren bir merkezdi. Dergi, Bernstein'ın ve Rus sosyal-demokratların taktiksel sorunlarına ve örgütsel görevlerine karşı oportünist bir tutum takınmıştı. Proletaryanin siyasal mücadelesini ekonomik mücadeleye bağımlı kılmayı öngören oportünist düşünceyi yayıyor, işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğini fetiş haline getiriyor ve partinin önder rolünü reddediyordu. Raboçeye Dyelo yandaşları 1903'teki İkinci Kongrede partinin aşırı sağ oportünist kanadını temsil etmekteydi.

LENİN (4)


Yener Orkunoğlu
y.orkunoglu@googlemail.com


Lenin 4. Bölüm

4. RUSYA’DA KAPİTALİZMİN GELİŞMESİ ÜZERİNE TARTIŞMA

Yeni bir toplum ve sosyalizm için mücadele edenler aşmak istedikleri kapitalizmi iyi analiz etmek zorundadırlar. Kapitalizmin gerçek niteliğini kavramadan ona karşı tutarlı ve uzun soluklu bir mücadele yürütülemez. Kapitalizm konusunda yanlış teoriler günümüzde de hala varlığını sürdürdüğüne göre geçmişte yapılmış bir tartışma, bugüne ışık tutacak nitelikte bir tartışmadır. Bu nedenle kapitalizmin gerçek niteliğini anlamak açısından Rus Devrimi’nden önce yapılmış olan bir tartışmaya değinmek yararlı olacaktır.

Söz konusu tartışma Rusya’daki Narodnikler ve Marksistler arasında kapitalizm üzerine yapılmış bir tartışmadır. Narodnikler, Rusya’da kapitalist bir iç pazarın gelişmesinin mümkün olmadığını, bu nedenle kapitalist yolun Rusya’da kapalı olduğunu ileri sürüyorlardı. Bu nedenle kapitalizmi yaşamadan köy komünü üzerinden sosyalizme gidilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bu anlayışı göre de sosyalizmin temel gücü köylülerdi. Narodnikler, de kapitalizmin analizi konusunda Marx’a dayandıklarını iddia ediyorlardı. Narodnikler, kapitalist üretimin tüketime yönelik olduğu görüşünden hareket ediyorlardı.

Bu konuda şöyle yazıyordu Lenin:
‘Adı geçen yazarlar (Narodnik yazarlar kastediliyor.yo), kapitalist bir ulusun, bir dış pazara sahip olma ihtiyacını, kapitalistlerin ürünlerini başka bir yoldan gerçekleştiremeyecekleri önerisi ile açıklıyorlar. Onlara göre, Rusya'daki iç pazar, köylülüğün yıkımı ve artı-değerin bir dış pazar olmaksızın gerçekleştirilmesinin olanaksızlığı yüzünden daralmaktadır, dış pazar da, kapitalist gelişme yoluna çok geç giren genç bir ülkeye kapalıdır - ve böylece, Rus kapitalizminin dayanaksız olduğu, ölü doğduğu tanıtlanmıştır diye ilan edilmektedir, salt önsel (ve üstelik teorik olarak yanlış) varsayımlara dayanan bir iddiadır bu.‘

O dönemde Lenin’in de dahil olduğu Marksistler, Narodniklerin görüşlerine karşı teorik bir mücadeleye giriştiler. Dış-pazar olmadan kapitalizmin gelişemeyeceğini ileri süren Narodniklerin bu temel görüşünün çürüklüğünü ortaya koydular. Kapitalist gelişmenin mümkün olduğunu ileri sürenler arasında, Peter Struve , Sergei Nikolajewitsch Bulgakov, Tugan-Baranovsk ve Lenin gibi ağırlıklı isimler vardı. O dönemde Marksistler iki gruba ayrılıyordu: Legal Marksistler ve ‘ortodoks’ Marksistler. Her iki grup Narodnik görüşlere karşı teorik yayın organı çıkarma gibi konularda işbirliğine gittiler. Struve, ‘kapitalist gelişme ilerledikçe, Narodnik teorinin temelinin yıkılacağını ve Narodnizmin renksiz reformist bir akıma döneceğini’ ileri sürüyordu.

Her iki Marksist grup, Narodnik teoriye karşı ikili bir mücadele yürüttüler. 1. Norodniklerin teorik yanlışlarını ortaya koydular. 2. Kapitalizmin gelişmekte olduğunu ampirik olgulara dayanarak ispatlamaya çalıştılar.

NARODNİKLERİN TEZLERİ

Narodniklerin en temel tezleri şunlardı.
1.Birinci Tez: Kapitalizmin gelişmesi demek, küçük üreticilerin yıkımı demektir. ‘Küçük üreticilerin yıkımı iç pazarın daralmasına götürür.’
2.İkinci tez: Rusya’da artı-değerin gerçekleştirilmesi olanaksızdır. ‘Kapitalist bir ekonomi, dış pazar olmadan gelişemez.
3.Üçüncü Tez: Artı-değerin gerçekleşmesi tüketim ile ilgili bir sorundur.

Lenin’in, Rusya’da Kapitalizmin Gelişimi adlı kitabının ilk bölümü Narodniklerin tezlerini teorik olarak çürüten bir bölümdür. Bu bölümde Lenin, Narodnik tezleri teorik açıdan ele alır.

Birinci Tez:
Narodniklere göre, küçük üreticilerin, üretim araçlarını -toprak, aletler, atölyeler vb.- yitirerek ücretli işçiler haline gelmesi, "nüfusun alım gücünü azaltır". Dolayısıyla "iç pazar daralır.’ Narodnikler, küçük üreticilerin yıkımı şeklindeki basit gerçekten, iç pazarın daraldığı sonucunu çıkartıyorlardı. Lenin ise, küçük üreticilerin yıkılmasından tam tersi bir sonuç çıkarıyordu: Küçük üreticilerin yıkımı; iç pazarın daralması değil, yaratılması demektir. Lenin, ilkin teorik olarak Marx’ın görüşlerine başvurarak , sonrada amprik bilgilere dayanarak Narodnik teorinin dayanıksızlığını ortaya koydu.

Lenin, kapitalizmin gelişmesini mümkün kılan diğer olguları da teorik açıdan ortaya koyar. Lenin, kapitalizmin gelişme sorununa iç pazar için üretim açısından yaklaşır. Yani yöntemsel olarak dış pazar sorununu dışarıda bırakır.

Peki ama iç pazarın gelişiminin nedeni nedir?
Lenin, Kapital’a başvurur. Marx’ın iç pazarın gelişmesini mümkün kılan nedenleri aktarır:
a) Toplumsal İşbölümü; b) Sınai nüfusun, tarımsal nüfus aleyhine büyümesi; c) Küçük üreticilerin yıkımı

a)Toplumsal İşbölümü
Marx’a göre, meta ekonomisinin temeli toplumsal iş bölümüdür. ‘Metaların pazarı, toplumsal işbölümü aracılığıyla gelişir, üretken emeklerin birbirinden ayrılması, onlara karşılıklı olarak birbirleri için pazar hizmeti gördürerek bunların her birinin ürününü, karşılıklı olarak meta haline, birbiri için eşdeğerler haline dönüştürür’ (Marx)

Bir başka deyişle, toplumsal işbölümü, meta ekonomisinin ve kapitalist ekonominin bütün gelişme sürecinin temelidir. Bu toplumsal iş bölümünün sonucu olarak, imalat sanayi, hammadde sanayisinden ayrılır, ayrıca bu sanayi alanları da kendi içlerinde giderek artan bir şekilde alt-bölümlere bölünürler.

Dolayısıyla Narodnik teorisyenler, Rusya‘da toplumsal iş bölümü gerçeğini gizlemeye veya önemini küçültmeye çalışmışlardı. Narodnik teorisyenler, toplumsal işbölümünün, "halkın yaşamının derinliklerinden fışkırmadığını, onun içine dışardan girmeye çabaladığını" ilan ederek, toplumsal iş bölümünün yapay tedbirler olduğunu ileri sürmüşlerdi. Narodnik teori, Rusya'daki kapitalizmin yapay olduğu görüşüne dayanıyordu.

b)Sanayi nüfusunun tarımsal nüfus aleyhine büyümesi.
Lenin, meta ekonomisinin gelişmesinin, nüfusun gitgide büyüyen bir bölümünün tarımdan ayrılmasına götürdüğünü belirtir. Bu ise sanayi nüfusun tarımsal nüfus aleyhine büyümesi anlamına gelir. Lenin, Marx’ın Kapital’inden alıntı yapar: ’Tarım-dışı nüfusa kıyasla, tarımsal nüfusun sürekli olarak azalması, kapitalist üretimin yapısından gelir.’
Dolayısıyla ticari ve sınai nüfusta tarımsal nüfus aleyhine bir artış olmaksızın kapitalizm düşünülemez.

c) Küçük üreticilerin yıkımı
Kapitalizmin en belirgin özelliklerinden biri üretim araçlarının -toprak, aletler, makineler, atölyeler vb.- küçük bir azınlığı elinde toplanması demektir. Bir başka deyişle küçük üreticilerin üretim araçlarından yoksun kalması demektir. Bu durum ise, küçük üreticilerin yıkımı ve yoksullaşması demektir. Narodnikler bu yıkımdan şöyle bir sonuç çıkarıyorlardı: ‘Küçük üreticinin tüketimin sınırlı olması, iç pazarın daralması anlamına gelir. Lenin, Marx’ın Kapital’inden alıntı yapar:
‘Tarımsal nüfusun bir bölümünün mülksüzleştirilmesi ve tarım dışına sürülmesi, yalnızca, emekçileri, onların geçim araçlarını, emek malzemesini, sınai sermaye için özgür kılmakla kalmadı, ayrıca iç pazarı da yarattı."(Marx) ve Lenin devam eder, demek ki, ‘meta ekonomisinin ve kapitalizmin geliştiği bir toplumda, küçük üreticilerin yıkımı, (...) iç pazarın daralması değil, yaratılması anlamına gelir.’

İkinci Tez:
Narodnikler, iç-pazarın daraldığı iddiasıyla, Rusya’da artı-değerin gerçekleştirilmesinin olanaksız olduğunu ileri sürüyorlardı. Narodniklere göre, ‘Kapitalist bir ekonomi, dış pazar olmadan gelişemez.’

Lenin, Narodniklerin artı-değerin gerçekleşme sorununu anlamadıklarını ortaya koyar. Artı-değerin gerçekleşmesi sorununu açıklamak amacıyla bir ürünün değerinin nelerden oluştuğunu sergiler. Marx’ın iki temel önermesinin altına çizer:

Birinci önerme: Kapitalist üretimde bir ürünün değeri 3 kısımdan oluşur: 1. değişmeyen sermaye miktarı (makineler, aletler vb); 2. değişen sermaye miktarı (işçinin geçimi için gerekli miktar, yani ücretler); 3. kapitaliste ait olan artı-değer.

İkinci önerme: Kapitalist üretim iki ana kesimden oluşur. Ve bu iki ana kesimin birbirinden ayrılması gerektiği önermesidir. Kesim I, üretim araçlarının üretimidir; Kesim II, tüketim maddelerinin üretimidir. Kesim I, tüketim maddelerini üreten üretim araçlarıdır; yani insanlar tarafından kişisel tüketim için değil, sermaye tarafından tüketilecek olan maddelerin (üretim araçlarının) üretimidir. Kesim II ise, kişisel tüketim için kullanılan maddelerin üretimidir.
Narodnikler, değişmeyen ve değişen sermayeyi gerçekleştirmenin sorun olmadığını düşünüyorlar. Narodnikler için asıl sorun, üçüncü kısmın (yani artı-değerin) gerçekleştirilmesi sorunudur. Lenin, sorunun bu şekilde konulmasının, gerçekleştirme sorunun anlaşılmamasından kaynaklandığını belirtir. Lenin’e gör Narodnikler, gerçekleşme sorununu anlamaktan yoksunlar. Çünkü Narodnikler, gerçekleşme sorununu yalnızca artı-değerin gerçekleşme sorununu indirgemektedirler.

Bu konuda şöyle yazar Lenin:
‘Üçüncü kısım-artı-değer- nasıl gerçekleştirilir? Hiç kuşkusuz bütünüyle kapitalistler tarafından tüketilemez. Bu yüzden, bizim iktisatçılar, artı-değerin gerçekleştirilmesi "güçlüğünden çıkış yolunun", "dış pazar elde etme" sonucuna varıyorlar.’

Oysa Lenin, gerçekleştirme sorununun yalnızca artı-değerin gerçekleştirilmesi sorununa indirgenmesinin bir hata olduğunu vurgular. Şöyle yazar Lenin:
‘her halde değişmeyen sermayenin gerçekleştirilmesinin hiç bir güçlük arz etmediğini düşünerek ürünün gerçekleştirilmesi sorununun tümünü, artı-değerin gerçekleştirilmesi sorununa indirgiyorlar. Bu çocukça görüş, Narodnik gerçekleştirme teorisinin bütün diğer hatalarına kaynak olan, çok büyük bir hata içermektedir.’

Lenin, ürünün gerçekleştirilmesi sorunun güç bir sorun olduğunu kabul eder. Gerçekleşmenin ne anlama geldiğini şöyle belirtir:
‘İşin doğrusu şudur: Gerçekleştirmeyi açıklamadaki güçlük, tamı tamına, değişmeyen sermayenin gerçekleştirilmesini açıklamadaki güçlükten ibarettir. Gerçekleştirilmesi için, değişmeyen sermayenin, tekrar üretime sokulması gerekir ve bu da, ancak, üretim araçları üreten sermaye için doğrudan doğruya uygulanabilir. Ama, eğer, sermayenin değişmeyen kısmını karşılayan ürün, tüketim maddelerinden oluşuyorsa, doğrudan doğruya yeniden üretime sokulamaz; üretim araçları yapan toplumsal üretim kesimi ile tüketim maddeleri yapan kesim arasında bir değişim gereklidir. Sorunun bütün güçlüğü bu noktadadır, bizim iktisatçıların farkına varmadığı bir güçlüktür bu.’

Naradonikler şu görüşü ileri sürüyorlardı:
’ürünlerin bolluğuna yol açan şey, fabrikatörlerin ölçülülüğü ve onlarla yetinmesi değil, tüketim gücünü, artı-değerin büyüdüğü hızda artıramayan insan organizmasının [!!] sınırlılığı ve yeterince esnek olmayışıdır.’
Dolayısıyla Narodnikler, artı-değerin gerçekleştirilmesi güçlüğünden çıkış yolunun dış pazarlara açılmak olduğu görüşünü ileri sürüyorlardı. Lenin, iç pazar sorununun açıklamasına dış pazarlar meselesini gündeme getirmenin yöntemsel olarak yanlış olduğunu vurgular. Dolayısıyla Lenin, kapitalizmin gelişme sorununu iç-pazarın gelişmesi ve gerçekleşme sorunun iç pazar açısından yaklaşır. Dış Pazar sorununu bir kenara bırakır.

Lenin, soruna özellikle iç-pazar açısından yaklaştığını kitabının birinci önsözünde vurgular:
‘BURADA sunulan çalışmada, yazar, Rus kapitalizmi için bir iç pazarın nasıl oluşmakta olduğu sorununu inceleme amacına yönelmiştir. Bildiğimiz gibi bu sorun, çok önceden, (…), Narodnik görüşlerin esas savunucuları tarafından ortaya atılmıştır, bu görüşleri eleştirmek ise, bize düşen bir görev olacaktır. Bu eleştiride, muhaliflerimizin görüşlerindeki hataları ve yanlış anlamaları incelemekle yetinmemizin mümkün olmadığını düşündük, ortaya atılan soruyu yanıtlarken, bize öyle geldi ki, bir iç pazarın oluşumunu ve büyümesini gösteren gerçekleri kanıt olarak ileri sürmek yeterli olmayacaktır, çünkü, bu tip gerçeklerin gelişigüzel seçildiği ve tersini gösteren gerçeklerin ihmal edildiği yolunda itirazlar olabilir. Rusya'da kapitalizmin bütün gelişme sürecini incelemek, onu tümü ile tanımlamaya çalışmak, bize zorunlu göründü. Söylemeye bile gerek yok ki, böylesine geniş bir görev, eğer bazı sınırlamalar getirilmeseydi, bir tek kişinin gücünün ötesinde olurdu. İlkönce, başlığın kendisinden de anlaşılacağı gibi, Rusya'da kapitalizmin gelişmesi sorununu, yalnızca iç pazar açısından ele alıyor ve dış pazar sorununu ve dış ticaretle ilgili verileri bir yana bırakıyoruz.’(abç y.o)

Lenin, Narodnik iktisatçıları şöyle suçlar: Bu iktisatçılar, ne kapitalist toplumda ürünün gerçekleştirilmesini (yani iç pazar teorisini), ne de dış pazarın rolünü, hiç bir şekilde anlamamışlardır. Ve şöyle yazar Lenin:
‘Gerçekten de, "gerçekleştirme" sorununa dış pazarı karıştırmakta sağduyunun zerresi var mı? Gerçekleştirme sorunu, kapitalist ürünün her parçası için, değer olarak (değişmeyen sermaye, değişen sermaye ve artı-değer) ve maddi biçimde (üretim araçları ve tüketim maddeleri, özellikle ihtiyaç maddeleri ve lüks eşya) pazarda kendisinin yerine geçecek olan bir başka ürün parçasının nasıl bulunacağı sorunudur. Açıktır ki, dış ticaret, burada işin içine katılmamalıdır, çünkü, onu işe karıştırmak, sorunun çözümünü bir milim ilerletmez, sadece sorunu bir ülkeden birkaçına yayarak, çözümü uzaklaştırır.’

Lenin gerçekleşme sorunun özüne dikkat çeker: ‘değişen sermayenin gerçekleştirilmesi tartışılırken, önemli olan şey, ürünün bir kısmının yerine bir başka kısmının geçmesidir. Bu yerine geçişin, bir ülkede mi, yoksa iki ülkede mi olduğu hiç de önemli değildir.’

Narodnikler, kapitalizmde artı-değeri gerçekleştirme sorununa dikkat çekmekle, kapitalizmin çelişkilerinin, derin bir değerlendirmesini yaptıklarına inanıyorlardı. Oysa gerçekte, kapitalizmin çelişkilerinin son derece yüzeysel bir değerlendirmesini vermekteydiler. Lenin, gerçekleştirme sorununu yalnız artı-değerin gerçekleştirme sorununa indirilmesini eleştirir:
‘Eğer gerçekleştirmenin ve bundan doğan "bunalımların" vb. "güçlüklerinden" söz ediliyorsa, bu "güçlüklerin" yalnızca artı-değer için değil, kapitalist ürünün bütün parçaları için, sadece mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğu da kabul edilmelidir. Üretimin çeşitli dallarının dağılımındaki oransızlık yüzünden beliren bu tür güçlükler, yalnızca, artı-değerin gerçekleştirilmesinde değil, değişen ve değişmeyen sermayenin gerçekleştirilmesinde de, yalnızca tüketim maddelerinden oluşan ürünün gerçekleştirilmesinde değil, üretim araçlarından oluşanların gerçekleştirilmesinde de, sürekli olarak ortaya çıkar.’

Üçüncü Tez:
Narodnikler, artı-değerin gerçekleşmesi sorununu tüketim ile ilgili bir sorun olarak algılarlar. Yani artı-değerin gerçekleştirilmesi sorununu, artı-değerin tüketilmesi sorununa indirgemişlerdi. Lenin, Narodnik iktisatçıların, Kapital’in II. Cildinde çürütülmüş olan eski hataları tekrarladıklarını belirtir. Bu nedenle Lenin, ‘gerçekleştirme teorisini doğru bir biçimde anlayabilmek için, Marx'a kadar, bu konuda ekonomi politikte rakipsiz hüküm sürmüş hatalı teorinin temelini atan Adam Smith'le işe başlamalıyız’ der

GERÇEKLEŞME SORUNU VE ADAM SMİTH’İN HATASI
Lenin, artı-değerin gerçekleşme sorununun doğru bir biçimde anlaşılması için, Marx’a kadar ekonomi politikte rakipsiz hüküm sürmüş hatalı teorinin açıklamasına girişir. Bu hatalı teorinin temeli, Adam Smith’în görüşlerine dayanmıştır. Narodnikler de Adam Smith’in gerçekleşme sorunundaki temel hatasını devam ettirirler. Adam Smith de, artı-değerin bütünüyle işçiler tarafından tüketildiğini varsayıyordu.

Lenin ilkin Adam Smith’in hatalarını açıklar. Adam Smith, bir metanın fiyatını, iki parçaya bölüyordu: değişen sermaye (ücretler) ve artı-değer. Değişmeyen sermayeyi dikkate almıyordu. ‘Adam Smith, değerin üçüncü kısmını, değişen sermayeyi atlarken neye dayanıyordu? Onun bu kısmı görmemesi söz konusu olamaz, Smith, bu kısmın da ücretlerden ve artı-değerden oluştuğunu varsayıyordu.’(Lenin)

Klasik Ekonomi politik, değişmeyen sermayeyi fiyatın dışında tutarak çok büyük bir yanlış yapmıştı. Marx, Adam Smith ve daha sonraki tüm iktisatçıların, kapitalist üretimdeki sermaye birikimini, yani üretimin genişlemesini, artı-değerin sermayeye çevrilmesini yanlış anladıklarını belirtir. Adam Smith, artı-değerin biriktirilen kısmının, sermayeye dönüştürülen kısmının, işçiler tarafından tüketildiğini, yani bütünüyle ücretlere gittiğini varsaymıştır. Böylece artı-değerin bir kısmının değişmeyen sermayeye çevrildiğini atlamıştır.

Marx, Kapital’de şöyle yazar: ‘Smith'ten sonra Ricardo'nun ve ondan sonraki bütün iktisatçıların yineledikleri, "gelirin sermayeye eklendiği söylenen kısmı, üretken işçiler tarafından tüketilir" sözünden daha büyük bir yanılgı olamaz. Buna göre, sermayeye çevrilen bütün artı-değer, değişen sermaye haline gelir.’

Marx’ın ortaya koyduğu gibi, artı-değer, değişmeyen sermayeye ve değişen sermayeye harcanır. Bir başka değişle artı-değer üretim araçlarına ile ücretlere bölünür.
Adam Smith, iki büyük yanlış yapmıştır: Birincisi, değişmeyen sermayeyi, ürünün değerinin dışında tutmuştur, artı-değerin aynı zamanda değişmeyen sermayeye dönüştüğünü görememiştir; İkincisi, kişisel tüketim ile üretim araçları tüketimini birbiriyle karıştırmıştır. (telefon tüketimi ile telefon üreten araçların tüketimi aynı şey değildir). Kişisel tüketim ile sermayenin üretim araçlarını tüketmesi arasında yapılan ayrım, Marx’ın ekonomi politiğe yaptığı en önemli katkılardan biridir.

Lenin, Marx’ın gerçekleştirme teorisinden sonuç çıkarır:
‘Bizi ilgilendiren sorunla, yani iç pazar sorunuyla ilgili olarak, Marx'ın gerçekleştirme teorisinden çıkarılacak temel sonuç şudur: kapitalist üretim, ve dolayısıyla iç pazar, tüketim maddelerinden çok üretim araçlarından dolayı büyür. Bir başka deyişle,. üretim araçlarındaki artış, tüketim maddelerindeki artışı geçer.’

Kapitalist üretimin genel yasasına göre, değişmeyen sermeye değişen sermayeden daha hızlı büyür. Bir başka deyişle, toplumsal üretimin üretim araçları üreten kesimi, tüketim maddeleri üreten kesimden den daha hızlı büyümek zorundadır. Bu şu anlama gelir: Kapitalizmde iç pazarın büyümesi, bir dereceye kadar, kişisel tüketimdeki büyümeden "bağımsızdır". Ama bu ’bağımsızlığın‘, üretim araçları üretiminin bütünüyle kişisel tüketimden ayrılmış olduğunu düşünmek yanlıştır. Son tahlilde üretim araçlarının üretimi, kişisel tüketime bağlıdır. Lenin, Marks’tan aktarır: Üretim araçları üretimi, ‘başlangıçta, bireysel tüketimden bağımsızdır, çünkü hiç bir zaman bireysel tüketime girmez. Ama, bu tüketim, gene de onu kesinlikle sınırlar, çünkü değişmeyen sermaye asla kendi başına üretilmez, sadece ürünleri bireysel tüketime giden üretim alanlarında, ona daha fazla gerek duyulduğu için üretilir.’

Narodnik görüşün arka planında yanlış bir kapitalizm anlayışı yatmaktadır. Narodniklere göre, kapitalizmde üretimin amacı tüketimdir. Oysa Marx’ta kapitalizmde üretimin asıl amacı tüketime yönelik olması değil, azami kâr elde etmeye yöneliktir.

Rusya’daki Marksistler, Narodniklere karşı teorik mücadeleyi kazanmayı başarırlar. Hangi yolun izlenmesi gerekir konusunda yürütülen mücadelenin birinci raundunu Markistler kazanır. Narodniklerin teorik olarak yenilgiye uğratılmasından sonra Lenin başka bir sorunsal ile karşı karşıya kalır. Nereden Başlamalı yazısı ile sorunsalını gündeme getirir.

’Son yıllarda Rusya Sosyal - Demokratlarının karşısına çıkan "ne yapmalı" meselesi özel bir önem taşıyor. Bu mesele, (seksenlerin sonlarında ve doksanların başlarında olduğu gibi) hangi yolu seçmemiz gerektiği meselesi değil, bilinen yolda hangi pratik adımları atmamız gerektiği ve bu adımları nasıl atacağımız meselesidir. Bu da, pratik çalışmanın sistemi ve planı meselesidir. Ve kabul edilmelidir ki, pratik faaliyette bulunan bir parti için temel bir mesele olan, mücadelenin niteliği ve metotları meselesini henüz çözmüş değiliz; bu durum da hâlâ, ortaya acıklı bir ideolojik tutarsızlık ve yalpalama çıkaran ciddi görüş ayrılıklarına yol açmaktadır. Bir yandan, henüz yok olmamış bulunan "ekonomist" akım, siyasi örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarını kösteklemeye ve daraltmaya çabalıyor. Öte yandan, ilkesiz eklektizm kafasını yeniden uzatıyor, her yeni "akım"ı taklit ediyor ve acil talepleri, bir bütün olarak hareketin temel görevlerinden ve sürekli ihtiyaçlarından ayırdedemiyor..’

Narodnik teorinin yenilgisinden sonra Lenin’in sorunsalı değişmişir artık. Şimdi sorun, bir tarafta partinin pratik çalışmasının ve örgütlenmesinin rayına oturtulmasıdır; diğer tarafta ‘ekonomizm’ eğiliminin ideolojik ve örgütsel gücünün kırılmasıdır. Yeni bir parti anlayışının temelleri atılır.

-devam edecek-

--------------

(1) Struve, Bulgakov,Tugan-Baranovski 1890’lı yıllarda Marksist olmaya çalışıyorlardı. Legal Marksistler olarak adlandırılıyorlardı. Bunlar daha sonra liberalizmin saflarına geçtiler. Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi adlı kitabının 2. Baskısına Önsöz’de şunları yazıyordu: ‘Bay Bulgakov ve ayrıca Bay Struve ve Tugan-Baronovski'nin, 1899'da marksist olmaya çalıştıklarını hatırlatmak gereksiz olmayacak. Şimdi bunların hepsi, "Marx'ın eleştirmenleri" olmaktan da çıkıp, açıkça burjuva iktisatçıları haline gelmişlerdir.’ Struve, Bulgakov ve Tugan-Baranovski, kapitalist üretimin yapısııyla ilgilenen ekonomistlerdi. Örneğin Tugan-Baranovski, kapitalizmde krizin nedeniyle ilgilenen bir ekonomistti. Kapitalizmde krizlerin nedenini açıklamaya çalıştı. Yüksek faizin üretimi frenlediğini ve krize neden olduğunu ileri sürüyordu. Öte yandan üretimin, tüketimden ‘bağımsız’ olduğu görüşünü savunuyordu.