M. ŞEHMUS GÜZEL1946’da kurulan Demokrat Parti (DP) ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasındaki tartışma değişik konular etrafında yıllarca sürdü.
Örneğin 7 Şubat 1948’de DP Kütahya milletvekili Adnan Menderes, Kayseri milletvekili Fikri Apaydın ve Eskişehir milletvekili İsmail Hakkı Çevik TBMM Başkanlıgı’na bir önerge verdiler, Temmuz 1943’te Van’ın Özalp ilçesi yakınında 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emri üzerine sorgusuz sualsiz katledilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı otuz üç kişinin neden, niçin ve kimler tarafından öldürüldüğünün araştırılmasını, bu konuda neler yapıldığının bildirilmesini istediler.
DP milletvekilleri belki gerçekten "hakikatın" ortaya çıkmasını istiyorlardı; belki Kürt vatandaşlara, onların haklarını da savunduklarını göstererek gelecek seçimlerde oylarını almak istiyorlardı. Her ne olursa olsun, bu önerge üzerine, 1943’ten beri öldürülenlerin yakınlarının birçok başvurusuna karşın hiçbir yanıt alınamayan ve hiçbir şey yapılmayan bu dramatik mesele Türkiye’nin gündemine oturdu. (Bu konuda birçok ciddi araştırma bulunuyor: Örneğin şu ikisine bakılabilir: İsmail Beşikçi: Orgeneral Muğlalı Olayı / 33 Kurşun, Belge Yayınları, İstanbul, 1989. Günay Aslan: Yas Tutan Tarih/ 33 Kurşun, son baskısı: Mezopotamya Yayınları, Köln, 2005.)
TBMM’deki ve basındaki tartışmalar ve katliamın artık saklanamaz hiçbir yönünün kalmaması üzerine ve madem ki “demokrasiye gidiliyor” denilerek, Genelkurmay Başkanlığı istemeye istemeye harekete geçti ve Muğlalı’ya karşı dava açmak zorunda kaldı. Askeri Savcı Şerif Çıtak, 9 Eylül 1949’da Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde başlayan davada, Muğlalı ve emrindeki asker ve subayları ve astsubayları “cinayet”le suçladı ve haklarında “idam cezası” istedi. Muğlalı 33 Kürt köylüsünün sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmesi emrini neden verdiğini açıklamadı. İnkarın yürümeyeceği belli bir süre sonra anlaşılınca avukatı Muğlalı’nın “deli olduğunu” ileri sürdü. Çok komik duruma düştüler. Mahkeme bile bu sav karşısında şaşırdı, ve “Ordu komutanlığı yapmış birinin akli dengesinin yerinde olmadığı iddiasını, askerlik makamını rencide edeceği" savıyla reddetti. Duruşmalar birbirini izledi. Ve nihayet 22 Şubat 1951’deki duruşmada Muğlalı kurşuna dizme emrini bizzat kendisinin verdiğini kabul etti. Ve mahkeme kararını 2 mart 1951’de açıkladı: Muğlalı önce idama mahkum edildi, sonra yaşlılığı göz önüne alınarak idam cezası 28 yıl ağır hapse çevrildi. Muğlalı cezasını sonuna kadar çekemedi, Aralık 1951’de cezaevinde öldü.
Bu olay kamuoyunu çok yakından ilgilendirdi. O günlerde Güzin Dino’nun DTCF’deki öğrencisi ve Güzin’le Abidin Dino’nun oturdukları eve sık sık gelenlerden biri olan Ahmed Arif’i de elbette. Ahmet Arif aracılığıyla bu mesele Abidin ve Güzin’i de etkiledi. Ahmet Arif, Refik Durbaş’la gerçekleştirdiği son derece önemli, anılarıyla zengin ve samimi söyleşi kitabından aktarıyorum: (Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu, Piya Kitaplığı, ikinci baskı, İstanbul, 1997.)
"Abidin Dino’nun evine giderdik. Çünkü Güzin Dino benim hocamdı, doçentimdi, Fransızca öğretmenimdi. Ben o evin oğluydum. O evin iki oğlu vardı. Biri Yaşar Kemal, biri ben. Yani ekmeğini yemişiz, öğrendiklerimizin pek çoğunu orada öğrenmişiz.”
Evet işte böyle. 1927 Diyarbakır doğumlu delikanlı, 1940’ların ortasında DTCF’de Felsefe Bölümü’nde yirmili yaşlarında bir öğrencidir . Yurttaşlarına reva görülene tahammül etmesi mümkün olamazdı. “Otuzüç Kurşun” şiirini o günlerde kaleme alacak ve bu şiiri hemen yayınlamayacak, sadece çok yakınlarına, çok güvendiklerine okuyacaktır.
“OTUZ ÜÇ KURŞUN1.
Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı…
Yiğitlik inkar gelinmez
Tek’e – tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı.
(...)”
Ahmet Arif iyi şairdir. Aynı zamanda öğrencidir evet.. Ve ekmek parasını kazanmak için Ankara’da yayınlanan Ankara Telgraf’ta çalışıyor. Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) yakın Türkiye Gençler Derneği üyesidir. Ve hatta Derneğin 1949’daki fesih kongresinde feshe karşı oy kullanan tek üye odur.
Delikanlı o yılların Ankara’sında gazetecilerin, şairlerin (örneğin Orhan Veli “demirbaşlarından” biridir, Cahit Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet Anday da), yazarların tiryaki olduğu en iyi ve pek ünlü “Kürdün Meyhanesi"nin müşterilerinden biridir : Bilhassa çok sevdiği hocası Nusret Hızır ile “Kürdün Meyhanesi”ndedir zaman zaman. O günleri kendisinden dinleyelim mi? Refik Durbaş’la söyleşi kitabından aktarıyorum:
“Nusret Hoca, Nusret Hızır benim çok yakınımdı. Arkadaşımdı, babamdı. Ve şiirden de anlardı. Meyhaneye giderdik. Şeker hastasıydı. Eşi Ayşe Abla peşimize düşerdi. Adamın aylığını elinden alırdı. Ama Nusret Hoca bu, ayda yılda bir olsun içmeden, sohbet etmeden olmuyor. Bana şiirlerimi okutur, gözlerinden böyle ipil ipil yaş dökülürdü. ‘Hocam özür dilerim’ derdim. ‘Deli misin oğlum’ derdi, ‘Benim duygu alemimi besliyorsun.’ Ben de ondan rica ederdim, Hocam aramızda kalsın bunlar diye…
Dikkat edersen Nusret Hoca o kadar yazı yazmıştır, benden hiç bahsetmez. Oysa diyelim ki dört tane, üç tane yakın öğrencisi varsa, biri bendim.
Orhan Veli de benim şiirlerimi bilirdi. Büyük hayranlıkla büyük saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı (Tarancı. MŞG) da öyle. Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere okutmuştur bana ‘Otuzüç Kurşun’u, Karanfil Sokağı’nı… Her seferinde Cahit Abi ağlardı."
Evet, Ahmed Arif budur ve o günlerde konuşulan otuz üç Kürdün katline dayanabilir miydi? Elbette dayanamazdı ve “Otuzüç Kurşun” şiirini o günlerde o yazacaktır, ondan iyisini de kimse yazamaz zaten.
3.
Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız
Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
4.
Ölüm buyruğunu uyguladılar,
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul-usul yoklayıp
Aradılar.
Didik-didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı Acemelinden...
Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...
Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
(...)”
Ahmed Arif’tir bu ve, biraz önce yazdığım gibi, şiirini yayınlamaz. Sevdiği, çok güvendiği birkaç dostuna, birkaç arkadaşına okur. Yazılı bir şey de bırakmaz. Çünkü biliyor: Yazılı bir şey “delil” olur. Başa iş açabilir. Her satırı hafızasına kazılıdır Diyarbakırlı Kürdün. Delikanlıdır. Öğrencidir. Emekçidir. Herkese okuyamaz evet, çünkü biliyor ki bakarsın istenmeyen kulaklara gitmiş. Diyarbakırlı Kürt bilir, tedbiri elden bırakmaz. Ama o kadar tedbire rağmen nasıl oluyorsa oluyor ve “Otuzüç Kurşun” şiiri polisin kulağına ulaşıyor. Vay sen misin bu şiiri yazan!!:
“Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
kaçakçıya
soyguncuya
hayına…”
Polis bu, şiir dinlemekle yetinse ya. Yetinmez. Gelir ve Ahmed Arif’i götürür. Sonrasını Ahmed Arif’ten dinleyelim:
“İşte bu ‘Otuzüç Kurşun’ şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni. Gece sabaha kadar dövdüler. ‘Oku’ dediler, okumadım.(…) Hiçbir yerde tek satır çıkmış değil. ‘Oku’ dediler ya inat ettim, ‘ölürüm okumam’ dedim. Ne hakkınız var. Küfür edip dayak attılar sabaha kadar…
(…) Şimdi Atatürk Spor Salonu var ya, o zaman spor salonu yok, stadyum berilere kadar geliyor. Antrenman falan yapan çocuklar orada. Çevresi tellerle gerili. Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni: Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye. Acıyıp oradan çıkarıyorlar. Bir taksi çağırıyorlar. 'Paran var mı oğlum?' diyorlar, 'Var' diyorum. Ve eve gelip bir hafta yattım.
Kaldığım yer han gibi bir yer. 20-30 odası var. Ev sahibim 'Mebus Hatçe' derler bir kadıncağız. Çok hoş bir kadındı. Bana çorba getirdi içemedim. Komşular arasında garsonlar, bıçkınlar, lumpenler var.Bir bu kadın acıdı bana, komşuları azarladı. Üniversitede okuduğum için seviyordu beni herhalde, koruyordu. Ancak bir haftada kendime gelebildim. Bir hafta sonra sokağa çıkabildim. (…)
Dayağı yedikten sonra bu şiiri Salim Amca’ya, Salim Şengil’e verdim, o yayımladı. “Bak abi” dedim, “basın yasağı var, başımıza iş açar.” “Sen nene lazım” dedi. Salim Amca ve şiiri tefrika
etti. (...) 'Seçilmiş Hikâyeler' Dergisinde…”
Ahmed Arif, söyleşisinde, “Hiç kimseye de anlatmadım bu olayı” diyor ama Abidin Dino’ya anlattığını biliyorum. Evet Ahmed Arif gördüğü zulmü Abidin’e anlattı. Sadece o dayak faslını değil, daha sonraki gözaltına alınmalarında, tutuklanmalarında gördüğü işkenceleri ve zulmü de anlattı Abidin’e.
Ahmed Arif Ankara günlerinde bir değil, birkaç defa gözaltına alındı. Örneğin 31 Aralık 1949’da, “Patriyot” Hayati (Hayati Tözün), İbrahim Erdem ve Hilmi Artan ile. İhbar üzerine gözaltın alındılar ve aylarca tutuksuz yargılandılar, ilk gözaltı ve dayak faslından sonra. (Cezmi Ersöz, Son Yüzler isimli kitabında "İhbar edenin 5. Kişi” olduğunu belirtiyor. İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s. 106.)
Evet Ahmed Arif değişik gözaltına alınmalarında gördüğü işkence, dayak ve rezillikleri Abidin’e anlattı. Abidin 1950’lerin ortasında Paris’te sergilediği ve ismini “İşkenceler” koyduğu resimlerinde anlatılanlar, Abidin’in çizgileriyle anlattıkları, bunların yansımalarıdır. Paris’teki yakın dostluk, arkadaşlık ve kardeşlik günlerimizde, aylarımızda, yıllarımızda Abidin bunu bana defalarca aktardı, yineledi, şunu da ekleyerek “Ahmed Arif’in anlattığı işkenceleri unutmak mümkün değildir.”
Abidin’in “işkence” desenleri, daha sonra, toplu olarak bir resimsever tarafından satın alındı ve İnsan Hakları Vakfı’na armağan edildi. Vakıf da bütün desenleri İşkence.Torture adı altında bir güzel kitapta topladı. (Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Galeri Nev Yayını olan bu eserin yayın tarihi unutulmuş. Yanılmıyorsam 1994 olmalı.)
Kitapta “5.” Resim “isimsiz” olarak takdim ediliyor. Oysa dikkatli bakılınca resmin sol alt köşesinde dört harfli bir sözcük bulunuyor. 5 Mayıs 2005’te bu desene Güzin Dino ile birlikte bir daha baktık ve dört harfli bu sözcüğü çözmeye çalıştık. Güzin’le aramızda şöyle bir konuşma geçti, buraya aynen alıyorum :
MŞG: Bunu nasıl deşifre edebiliyorsunuz?
GD: Keje.
MŞG: Efendim?
GD: K var E var, üstünde nokta var bu J, E var. Keje okunur, yani şöyle bakınca.
MŞG: Evet ben de Keje okudum. Desende sırt üstü uzanmış veya uzatılmış bir erkek var.
GD: Acaba bir şeyin formülü mü? Bilemediğimiz bir işkence formülü mü?
MŞG: Bilemiyorum. Ben de onu merak ediyorum.
GD: Bunu ben de bilemiyorum, Keje, yahut birisinin bir arkadaşı mı?
MŞG: Bir isim olabilir.
GD: Bize işkenceleri tafsilatıyla anlatan Ahmed Arif’tir. Zaten “önsöz”de bahsediliyor.
MŞG: Keje niçin önemli biliyor musunuz? Çünkü bir Kürt ismidir, aynı zamanda.
GD: Ahmed Arif Kürttü.
MŞG: Evet Ahmed Arif Kürttü. Bir de bu işkencelerden önce yazdığı bir şiir vardır “Otuzüç Kurşun “ diye; orada geçen kahramanlardan birinin ismi olabilir mi?
GD: Bilmiyorum.
( Bu konuda daha çok bilgi için Abidin Dino başlıklı üç ciltlik kitabımın ikinci cildinde s. 326-332’ye bakılabilir. Kitap Yayınevi, İstanbul, 2008. )
Abidin Dino'nun kitaplığında Ahmet Arif'in o çok sevilen, o çok ünlü şiir kitabı: Hasretinden Prangalar Eskittim var. (Bilgi Yayınevi, Ankara, Kasım 1968) Abidin’le Ankaralı yıllar ve Ahmed Arif üzerine sohbet ettiğimiz bir gün Abidin bu kitabı çıkardı kitaplığından ve gösterdi: Ahmed Arif birinci sayfasına yazmış şu satırları ve imzalamış. Tek harfine dokunmadan aktarıyorum:
"Değerli Hocam Prof. Güzin Dino ile sevgili Ağabeyim Abidin Dino'ya, sevgiyle, sayğıyla, onurla...29 Ocak 1969. Ankara".
Bu kitabın son şiirinin ismidir "Otuzüç Kurşun".
"Lo biz seni hapislerde sevdik... Biz seni sürgünlerde..." başlığı altında Ahmed Arif'e özel dosya ayıran Esmer dergisinin Haziran 2005 tarihli sayısında, Ahmed Arif hayatını Ferzende Kaya'ya anlatıyor ve bir yerde aynen şunları dile getiriyor:
Birçok hapislik dönemlerinden sonra," Sürünmeye başladım. Birçok işe girip çıktım. Bir ara Abidin Dino bir iş ayarladı, fotokopi işi, onu yaptım. Sonra kömür dağıtımında çalıştım. 16 lira alıyordum, ama hangi işe girersem polis peşimdeydi, beni kovduruyolardı..."
Ahmet Arif daha sonra 1951’de İstanbul’da "48 kişinin tutuklandığı davada" tekrar içeriye alındı: "Dokuz gün dokuz gece dövdüler..."
Sonra Ekim 1951'de İstanbul'da başlatılan Türkiye Komünist Partisi (TKP) tutuklamalarını izleyen ve Eylül 1952'de Ankara'da başlatılan TKP tutuklanmalarında gözaltına alındı. Önce Ankara’da uzun bir tutukluluk dönemi geçirdi, sonra İstanbul’a “transferi” ve Sansaryan Han’da işkence ve bin bir türlü rezillik…
Abidin Dino da Ekim 1951’de, bu tutuklama salgını sırasında İstanbul'da, bir sabah erkenden gözaltına alındı, akşama kadar tutuldu. Serbest bırakıldıktan sonra yıllardır peşinden koştuğu pasaport alma meselesine dört elle sarıldı ve 1952 başında nihayet pasaportunu alır almaz bir uçağa atlayıp Roma’ya kapağı attı... ( Bu uçuş hiç kolay olmadı. Hikayesini yukarıda andığım kitabımda anlatıyorum.)
Abidin Dino önce dokuz ay kadar Roma’da kaldı, sonra Paris’e yerleşti, temelli. Ahmed Arif’in anlattıkları ve bizzat kendisinin yaşadıkları bu kentte, başkentte, başabela kentte zamanı gelince resimlere, desenlere yansıdı. Bu desenlerin 21-28 Haziran 2010’de Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 20. kuruluş yıldönümü vesilesiyle Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Galeri E’de bir kez daha sergilenmesi hem Abidin’i, hem Ahmed Arif’i, hem de bütün dost ve arkadaşlarını anmak için bir vesile oluyor. O günleri, o işkence, o gözaltı furyalarını bir daha asla yaşamamak umudumuzu tazelemek için.
Sergi 26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü ile de çakışıyor. Bu da çok anlamlı. Bu bağlamda TİHV’yi nice nice yıllara umuduyla kutlar, İnsan Hakları için mücadele eden herkesin çalışmalarındaki başarılarının sürmesini dilerim. Şebnem Korur Fincancı başta TİHV yöneticilerini ve üyelerini, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ve çalışanlarını, değerli sanatçı Serpil Odabaşı ve emegi geçenlerin tümünü kutlarım.