27 Haziran 2010 Pazar

"Ülkemiz ateş ve kan gölü olmadan...”




Mustafa Elveren
mustafaelveren@gmail.com

Gomanweb'in şair yazarlarından Dersimli hemşehrim sevgili Yusuf Yağan'ın; "Yıkalım biz nefretle kinin saltanatını,/ Memleket ateş ve kan gölü olmadan,/ Şahlandıralım güzellikle sevgi atını,/ Ülkemiz ateş ve kan gölü olmadan./ Ülkemiz ölüm değil, barış yeridir,/ Amansız bir rüzgar esti samyelidir,/ Durdurun bu zulmü nefretin selidir,/ Evladı için analar saçını yolmadan./.. bu dizeleri barış ve dostluk açısından çok anlamlı bulduğum kadar samimi bir barışseverin de duyguları olduğuna inanıyorum.

Ülkemizde kirli bir savaş yaşanmaktadır. Dolayısıyla ülkemizin bir çok yerleşim yerlerinde kan, barut ve ateş yayılmaktadır. Bu “kirli savaş”ın hiç bir zaman galibi de mağlubu da olmayacaktır. Çünkü, on yıllardır yaşadığımız bunca acı deneylerden net olarak anlamak mümkündür. Öyle ise, neden bu kan gölü ve ateş alevi?

Her ne kadar "ateş düştüğü yeri yakar" denilse de, bu ateş bir gün yayılır ve her tarafı da yakabilir. Önemli olan ateşi düşürmemektir. Hele bu ateş ormanın içindeki kurumuş yaprakların ya da harmanda bir saman yığını ortasına düşmüş ise, söndürmek hiç mümkün olmuyor. Ne yazık ki, ülkemiz böylesi tehlikeli bir durumla karşı karşıyadır.

Halbuki, “Bağımsız bir Kürdistan”ı altın tepside Kürtlere sunsalar dahi bunu kabul etmeyeceklerini çok iyi biliyorlar. Çünkü, Türkiye Kürtleri İzmir’in üzümünü, Mersin’in narenciyesini, Antalya’nın turizm güzelliklerini, Karadeniz’in fındığını ve çayını, yani Türkiye’deki tüm zenginliklerini bırakıp, sadece dağlara haps olacak kadar akılsız değildirler. Üç-beş bin kişi belki ütopya olarak düşünebilir. Ben de “Bağımsız, birleşik, sosyalist bir Kürdistan’ı düşünebilirim. Bırakın insanlar düşünsünler. Zaten başımıza ne geldiyse, hep bu yasaklar yüzünden geldi.

Hal böyle iken, bir zamanlar “bu sabah ülkeye komünizm gelecek” diyen dönemin egemen yalancı zihniyeti kılıf değiştirerek, bu defa “bölünme” yalanı ile ne yazık ki bizi kandırmaya hala devam ediyorlar. Şimdi bunu en çok AKParti Hükümet’i yapıyor.

AKParti Hükümeti başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere tüm Türkiye kamuoyunu aldatmıştır. Önce “Kürt Açılımı”, arakasından “Demokratik açılımı”, şimdilik ise “Birlik ve beraberlik Projesi” olarak adlandırılan ve önümüzdeki süreçte belki başka benzer sözlerle yeniden isimlendirebilecekleri sahte “AÇILIMLAR”la bizi aldatmaya devam edeceklerdir. Aslında buna bir nevi “nitelikli dolandırıcılık” de diyebiliriz.

Daha önceki yazılarımda da defalarca belirttim. Mevcut sermayenin paylaşımından dolayı iktidar gücünü elinde bulunduranların daha fazla pay kapma kavgasıdır. Yoksa hepsi de Osmanlı bankası gibidirler, yok birbirlerinden farkı. Yani siyah cüppeliler ile yeşil cüppelilerin çıkar çatışmasıdır. Cami ile kışla arasındaki iktidar gücünün paylaşımındaki çelişkilerdir. Daha açık bir ifadeyle takunyacılar ile postalcıların “danışıklı dövüş”lü güç gösterisidir.

Siyasi iktidarlar çözüm üretmek zorundadırlar. Eğer çözüm üretemiyorlarsa, ağzından hiç düşürmedikleri o “taşeron”lar devreye gireceklerdir. Hal böyle olunca, yine sürekli dillendirdikleri “bölünme” de maalesef gerçekleşir. Çünkü, siyaset boşluk kabul etmez.

Bu “kirli savaş”ta çocuklarını kaybeden asker aileleri ile PKK’li gençlerin aileleri acılarını içine gömerek; “Sen niye öldün evladım? Sen neyin bedelisin?” sorusunu haykırıp, henüz "Ülkemiz ateş ve kan gölü olmadan...” el ele tutuşarak bu ateş daha fazla büyümeden birlikte engel olmalıdırlar. Aksi halde bu ateş Buseleri ve Şerife Teyzeleri yaktığı gibi hepimizi yakabilir ve bölünmekten de kurtulamayabiliriz.

Web : http://www.gomanweb.com/

22 Haziran 2010 Salı

“33 KURŞUN”, AHMET ARİF VE SONRASI

M. ŞEHMUS GÜZEL

1946’da kurulan Demokrat Parti (DP) ile Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) arasındaki tartışma değişik konular etrafında yıllarca sürdü.

Örneğin 7 Şubat 1948’de DP Kütahya milletvekili Adnan Menderes, Kayseri milletvekili Fikri Apaydın ve Eskişehir milletvekili İsmail Hakkı Çevik TBMM Başkanlıgı’na bir önerge verdiler, Temmuz 1943’te Van’ın Özalp ilçesi yakınında 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın emri üzerine sorgusuz sualsiz katledilen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı otuz üç kişinin neden, niçin ve kimler tarafından öldürüldüğünün araştırılmasını, bu konuda neler yapıldığının bildirilmesini istediler.

DP milletvekilleri belki gerçekten "hakikatın" ortaya çıkmasını istiyorlardı; belki Kürt vatandaşlara, onların haklarını da savunduklarını göstererek gelecek seçimlerde oylarını almak istiyorlardı. Her ne olursa olsun, bu önerge üzerine, 1943’ten beri öldürülenlerin yakınlarının birçok başvurusuna karşın hiçbir yanıt alınamayan ve hiçbir şey yapılmayan bu dramatik mesele Türkiye’nin gündemine oturdu. (Bu konuda birçok ciddi araştırma bulunuyor: Örneğin şu ikisine bakılabilir: İsmail Beşikçi: Orgeneral Muğlalı Olayı / 33 Kurşun, Belge Yayınları, İstanbul, 1989. Günay Aslan: Yas Tutan Tarih/ 33 Kurşun, son baskısı: Mezopotamya Yayınları, Köln, 2005.)
TBMM’deki ve basındaki tartışmalar ve katliamın artık saklanamaz hiçbir yönünün kalmaması üzerine ve madem ki “demokrasiye gidiliyor” denilerek, Genelkurmay Başkanlığı istemeye istemeye harekete geçti ve Muğlalı’ya karşı dava açmak zorunda kaldı. Askeri Savcı Şerif Çıtak, 9 Eylül 1949’da Genelkurmay Askeri Mahkemesi’nde başlayan davada, Muğlalı ve emrindeki asker ve subayları ve astsubayları “cinayet”le suçladı ve haklarında “idam cezası” istedi. Muğlalı 33 Kürt köylüsünün sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmesi emrini neden verdiğini açıklamadı. İnkarın yürümeyeceği belli bir süre sonra anlaşılınca avukatı Muğlalı’nın “deli olduğunu” ileri sürdü. Çok komik duruma düştüler. Mahkeme bile bu sav karşısında şaşırdı, ve “Ordu komutanlığı yapmış birinin akli dengesinin yerinde olmadığı iddiasını, askerlik makamını rencide edeceği" savıyla reddetti. Duruşmalar birbirini izledi. Ve nihayet 22 Şubat 1951’deki duruşmada Muğlalı kurşuna dizme emrini bizzat kendisinin verdiğini kabul etti. Ve mahkeme kararını 2 mart 1951’de açıkladı: Muğlalı önce idama mahkum edildi, sonra yaşlılığı göz önüne alınarak idam cezası 28 yıl ağır hapse çevrildi. Muğlalı cezasını sonuna kadar çekemedi, Aralık 1951’de cezaevinde öldü.

Bu olay kamuoyunu çok yakından ilgilendirdi. O günlerde Güzin Dino’nun DTCF’deki öğrencisi ve Güzin’le Abidin Dino’nun oturdukları eve sık sık gelenlerden biri olan Ahmed Arif’i de elbette. Ahmet Arif aracılığıyla bu mesele Abidin ve Güzin’i de etkiledi. Ahmet Arif, Refik Durbaş’la gerçekleştirdiği son derece önemli, anılarıyla zengin ve samimi söyleşi kitabından aktarıyorum: (Ahmed Arif Anlatıyor: Kalbim Dinamit Kuyusu, Piya Kitaplığı, ikinci baskı, İstanbul, 1997.)
"Abidin Dino’nun evine giderdik. Çünkü Güzin Dino benim hocamdı, doçentimdi, Fransızca öğretmenimdi. Ben o evin oğluydum. O evin iki oğlu vardı. Biri Yaşar Kemal, biri ben. Yani ekmeğini yemişiz, öğrendiklerimizin pek çoğunu orada öğrenmişiz.”

Evet işte böyle. 1927 Diyarbakır doğumlu delikanlı, 1940’ların ortasında DTCF’de Felsefe Bölümü’nde yirmili yaşlarında bir öğrencidir . Yurttaşlarına reva görülene tahammül etmesi mümkün olamazdı. “Otuzüç Kurşun” şiirini o günlerde kaleme alacak ve bu şiiri hemen yayınlamayacak, sadece çok yakınlarına, çok güvendiklerine okuyacaktır.

“OTUZ ÜÇ KURŞUN1.
Bu dağ Mengene dağıdır
Tanyeri atanda Van’da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı

Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur
Bir yanın seccade Acem mülküdür
Doruklarda buzulların salkımı
Firari güvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü,
Keklik takımı…

Yiğitlik inkar gelinmez
Tek’e – tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı.

(...)”

Ahmet Arif iyi şairdir. Aynı zamanda öğrencidir evet.. Ve ekmek parasını kazanmak için Ankara’da yayınlanan Ankara Telgraf’ta çalışıyor. Türkiye Komünist Partisi’ne (TKP) yakın Türkiye Gençler Derneği üyesidir. Ve hatta Derneğin 1949’daki fesih kongresinde feshe karşı oy kullanan tek üye odur.
Delikanlı o yılların Ankara’sında gazetecilerin, şairlerin (örneğin Orhan Veli “demirbaşlarından” biridir, Cahit Sıtkı Tarancı, Melih Cevdet Anday da), yazarların tiryaki olduğu en iyi ve pek ünlü “Kürdün Meyhanesi"nin müşterilerinden biridir : Bilhassa çok sevdiği hocası Nusret Hızır ile “Kürdün Meyhanesi”ndedir zaman zaman. O günleri kendisinden dinleyelim mi? Refik Durbaş’la söyleşi kitabından aktarıyorum:
“Nusret Hoca, Nusret Hızır benim çok yakınımdı. Arkadaşımdı, babamdı. Ve şiirden de anlardı. Meyhaneye giderdik. Şeker hastasıydı. Eşi Ayşe Abla peşimize düşerdi. Adamın aylığını elinden alırdı. Ama Nusret Hoca bu, ayda yılda bir olsun içmeden, sohbet etmeden olmuyor. Bana şiirlerimi okutur, gözlerinden böyle ipil ipil yaş dökülürdü. ‘Hocam özür dilerim’ derdim. ‘Deli misin oğlum’ derdi, ‘Benim duygu alemimi besliyorsun.’ Ben de ondan rica ederdim, Hocam aramızda kalsın bunlar diye…
Dikkat edersen Nusret Hoca o kadar yazı yazmıştır, benden hiç bahsetmez. Oysa diyelim ki dört tane, üç tane yakın öğrencisi varsa, biri bendim.
Orhan Veli de benim şiirlerimi bilirdi. Büyük hayranlıkla büyük saygıyla karşılardı. Cahit Sıtkı (Tarancı. MŞG) da öyle. Hüngür hüngür ağlardı. Kaç kere okutmuştur bana ‘Otuzüç Kurşun’u, Karanfil Sokağı’nı… Her seferinde Cahit Abi ağlardı."
Evet, Ahmed Arif budur ve o günlerde konuşulan otuz üç Kürdün katline dayanabilir miydi? Elbette dayanamazdı ve “Otuzüç Kurşun” şiirini o günlerde o yazacaktır, ondan iyisini de kimse yazamaz zaten.
3.

Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım
Kanlı, upuzun...

Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız

Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...

4.

Ölüm buyruğunu uyguladılar,
Mavi dağ dumanını
ve uyur-uyanık seher yelini
Kanlara buladılar.
Sonra oracıkta tüfek çattılar
Koynumuzu usul-usul yoklayıp
Aradılar.
Didik-didik ettiler
Kirmanşah dokuması al kuşağımı
Tespihimi, tabakamı alıp gittiler
Hepsi de armağandı Acemelinden...

Kirveyiz, kardeşiz, kanla bağlıyız
Karşıyaka köyleri, obalarıyla
Kız alıp vermişiz yüzyıllar boyu,
Komşuyuz yaka yakaya
Birbirine karışır tavuklarımız
Bilmezlikten değil,
Fıkaralıktan
Pasaporta ısınmamış içimiz
Budur katlimize sebep suçumuz,
Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
Kaçakçıya
Soyguncuya
Hayına...

Kirvem hallarımı aynı böyle yaz
Rivayet sanılır belki
Gül memeler değil
Domdom kurşunu
Paramparça ağzımdaki...
(...)”

Ahmed Arif’tir bu ve, biraz önce yazdığım gibi, şiirini yayınlamaz. Sevdiği, çok güvendiği birkaç dostuna, birkaç arkadaşına okur. Yazılı bir şey de bırakmaz. Çünkü biliyor: Yazılı bir şey “delil” olur. Başa iş açabilir. Her satırı hafızasına kazılıdır Diyarbakırlı Kürdün. Delikanlıdır. Öğrencidir. Emekçidir. Herkese okuyamaz evet, çünkü biliyor ki bakarsın istenmeyen kulaklara gitmiş. Diyarbakırlı Kürt bilir, tedbiri elden bırakmaz. Ama o kadar tedbire rağmen nasıl oluyorsa oluyor ve “Otuzüç Kurşun” şiiri polisin kulağına ulaşıyor. Vay sen misin bu şiiri yazan!!:

“Gayrı eşkiyaya çıkar adımız
kaçakçıya
soyguncuya
hayına…”

Polis bu, şiir dinlemekle yetinse ya. Yetinmez. Gelir ve Ahmed Arif’i götürür. Sonrasını Ahmed Arif’ten dinleyelim:
“İşte bu ‘Otuzüç Kurşun’ şiiri yüzünden geldiler götürdüler beni. Gece sabaha kadar dövdüler. ‘Oku’ dediler, okumadım.(…) Hiçbir yerde tek satır çıkmış değil. ‘Oku’ dediler ya inat ettim, ‘ölürüm okumam’ dedim. Ne hakkınız var. Küfür edip dayak attılar sabaha kadar…
(…) Şimdi Atatürk Spor Salonu var ya, o zaman spor salonu yok, stadyum berilere kadar geliyor. Antrenman falan yapan çocuklar orada. Çevresi tellerle gerili. Dövdükten sonra o tellerden aşağıya attılar beni: Orada öylece kalmışım. Sabah çöpçüler gelip buluyorlar. Sokak köpekleri gelip gelip kokladılar beni. Ödüm koptu, ölü sanıp yiyecekler diye. Acıyıp oradan çıkarıyorlar. Bir taksi çağırıyorlar. 'Paran var mı oğlum?' diyorlar, 'Var' diyorum. Ve eve gelip bir hafta yattım.
Kaldığım yer han gibi bir yer. 20-30 odası var. Ev sahibim 'Mebus Hatçe' derler bir kadıncağız. Çok hoş bir kadındı. Bana çorba getirdi içemedim. Komşular arasında garsonlar, bıçkınlar, lumpenler var.Bir bu kadın acıdı bana, komşuları azarladı. Üniversitede okuduğum için seviyordu beni herhalde, koruyordu. Ancak bir haftada kendime gelebildim. Bir hafta sonra sokağa çıkabildim. (…)
Dayağı yedikten sonra bu şiiri Salim Amca’ya, Salim Şengil’e verdim, o yayımladı. “Bak abi” dedim, “basın yasağı var, başımıza iş açar.” “Sen nene lazım” dedi. Salim Amca ve şiiri tefrika

etti. (...) 'Seçilmiş Hikâyeler' Dergisinde…”

Ahmed Arif, söyleşisinde, “Hiç kimseye de anlatmadım bu olayı” diyor ama Abidin Dino’ya anlattığını biliyorum. Evet Ahmed Arif gördüğü zulmü Abidin’e anlattı. Sadece o dayak faslını değil, daha sonraki gözaltına alınmalarında, tutuklanmalarında gördüğü işkenceleri ve zulmü de anlattı Abidin’e.

Ahmed Arif Ankara günlerinde bir değil, birkaç defa gözaltına alındı. Örneğin 31 Aralık 1949’da, “Patriyot” Hayati (Hayati Tözün), İbrahim Erdem ve Hilmi Artan ile. İhbar üzerine gözaltın alındılar ve aylarca tutuksuz yargılandılar, ilk gözaltı ve dayak faslından sonra. (Cezmi Ersöz, Son Yüzler isimli kitabında "İhbar edenin 5. Kişi” olduğunu belirtiyor. İletişim Yayınları, İstanbul, 1996, s. 106.)

Evet Ahmed Arif değişik gözaltına alınmalarında gördüğü işkence, dayak ve rezillikleri Abidin’e anlattı. Abidin 1950’lerin ortasında Paris’te sergilediği ve ismini “İşkenceler” koyduğu resimlerinde anlatılanlar, Abidin’in çizgileriyle anlattıkları, bunların yansımalarıdır. Paris’teki yakın dostluk, arkadaşlık ve kardeşlik günlerimizde, aylarımızda, yıllarımızda Abidin bunu bana defalarca aktardı, yineledi, şunu da ekleyerek “Ahmed Arif’in anlattığı işkenceleri unutmak mümkün değildir.”

Abidin’in “işkence” desenleri, daha sonra, toplu olarak bir resimsever tarafından satın alındı ve İnsan Hakları Vakfı’na armağan edildi. Vakıf da bütün desenleri İşkence.Torture adı altında bir güzel kitapta topladı. (Türkiye İnsan Hakları Vakfı ve Galeri Nev Yayını olan bu eserin yayın tarihi unutulmuş. Yanılmıyorsam 1994 olmalı.)

Kitapta “5.” Resim “isimsiz” olarak takdim ediliyor. Oysa dikkatli bakılınca resmin sol alt köşesinde dört harfli bir sözcük bulunuyor. 5 Mayıs 2005’te bu desene Güzin Dino ile birlikte bir daha baktık ve dört harfli bu sözcüğü çözmeye çalıştık. Güzin’le aramızda şöyle bir konuşma geçti, buraya aynen alıyorum :

MŞG: Bunu nasıl deşifre edebiliyorsunuz?
GD: Keje.
MŞG: Efendim?
GD: K var E var, üstünde nokta var bu J, E var. Keje okunur, yani şöyle bakınca.
MŞG: Evet ben de Keje okudum. Desende sırt üstü uzanmış veya uzatılmış bir erkek var.
GD: Acaba bir şeyin formülü mü? Bilemediğimiz bir işkence formülü mü?
MŞG: Bilemiyorum. Ben de onu merak ediyorum.
GD: Bunu ben de bilemiyorum, Keje, yahut birisinin bir arkadaşı mı?
MŞG: Bir isim olabilir.
GD: Bize işkenceleri tafsilatıyla anlatan Ahmed Arif’tir. Zaten “önsöz”de bahsediliyor.
MŞG: Keje niçin önemli biliyor musunuz? Çünkü bir Kürt ismidir, aynı zamanda.
GD: Ahmed Arif Kürttü.
MŞG: Evet Ahmed Arif Kürttü. Bir de bu işkencelerden önce yazdığı bir şiir vardır “Otuzüç Kurşun “ diye; orada geçen kahramanlardan birinin ismi olabilir mi?
GD: Bilmiyorum.

( Bu konuda daha çok bilgi için Abidin Dino başlıklı üç ciltlik kitabımın ikinci cildinde s. 326-332’ye bakılabilir. Kitap Yayınevi, İstanbul, 2008. )

Abidin Dino'nun kitaplığında Ahmet Arif'in o çok sevilen, o çok ünlü şiir kitabı: Hasretinden Prangalar Eskittim var. (Bilgi Yayınevi, Ankara, Kasım 1968) Abidin’le Ankaralı yıllar ve Ahmed Arif üzerine sohbet ettiğimiz bir gün Abidin bu kitabı çıkardı kitaplığından ve gösterdi: Ahmed Arif birinci sayfasına yazmış şu satırları ve imzalamış. Tek harfine dokunmadan aktarıyorum:

"Değerli Hocam Prof. Güzin Dino ile sevgili Ağabeyim Abidin Dino'ya, sevgiyle, sayğıyla, onurla...29 Ocak 1969. Ankara".

Bu kitabın son şiirinin ismidir "Otuzüç Kurşun".

"Lo biz seni hapislerde sevdik... Biz seni sürgünlerde..." başlığı altında Ahmed Arif'e özel dosya ayıran Esmer dergisinin Haziran 2005 tarihli sayısında, Ahmed Arif hayatını Ferzende Kaya'ya anlatıyor ve bir yerde aynen şunları dile getiriyor:

Birçok hapislik dönemlerinden sonra," Sürünmeye başladım. Birçok işe girip çıktım. Bir ara Abidin Dino bir iş ayarladı, fotokopi işi, onu yaptım. Sonra kömür dağıtımında çalıştım. 16 lira alıyordum, ama hangi işe girersem polis peşimdeydi, beni kovduruyolardı..."

Ahmet Arif daha sonra 1951’de İstanbul’da "48 kişinin tutuklandığı davada" tekrar içeriye alındı: "Dokuz gün dokuz gece dövdüler..."

Sonra Ekim 1951'de İstanbul'da başlatılan Türkiye Komünist Partisi (TKP) tutuklamalarını izleyen ve Eylül 1952'de Ankara'da başlatılan TKP tutuklanmalarında gözaltına alındı. Önce Ankara’da uzun bir tutukluluk dönemi geçirdi, sonra İstanbul’a “transferi” ve Sansaryan Han’da işkence ve bin bir türlü rezillik…

Abidin Dino da Ekim 1951’de, bu tutuklama salgını sırasında İstanbul'da, bir sabah erkenden gözaltına alındı, akşama kadar tutuldu. Serbest bırakıldıktan sonra yıllardır peşinden koştuğu pasaport alma meselesine dört elle sarıldı ve 1952 başında nihayet pasaportunu alır almaz bir uçağa atlayıp Roma’ya kapağı attı... ( Bu uçuş hiç kolay olmadı. Hikayesini yukarıda andığım kitabımda anlatıyorum.)

Abidin Dino önce dokuz ay kadar Roma’da kaldı, sonra Paris’e yerleşti, temelli. Ahmed Arif’in anlattıkları ve bizzat kendisinin yaşadıkları bu kentte, başkentte, başabela kentte zamanı gelince resimlere, desenlere yansıdı. Bu desenlerin 21-28 Haziran 2010’de Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın 20. kuruluş yıldönümü vesilesiyle Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi Galeri E’de bir kez daha sergilenmesi hem Abidin’i, hem Ahmed Arif’i, hem de bütün dost ve arkadaşlarını anmak için bir vesile oluyor. O günleri, o işkence, o gözaltı furyalarını bir daha asla yaşamamak umudumuzu tazelemek için.

Sergi 26 Haziran İşkence Görenlerle Dayanışma Günü ile de çakışıyor. Bu da çok anlamlı. Bu bağlamda TİHV’yi nice nice yıllara umuduyla kutlar, İnsan Hakları için mücadele eden herkesin çalışmalarındaki başarılarının sürmesini dilerim. Şebnem Korur Fincancı başta TİHV yöneticilerini ve üyelerini, Çankaya Belediye Başkanı Bülent Tanık ve çalışanlarını, değerli sanatçı Serpil Odabaşı ve emegi geçenlerin tümünü kutlarım.

14 Haziran 2010 Pazartesi

Cellatların ölümü...


Hasan Bildirici
bildiricihasan@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde televizyonda Başbakan Erdoğan’ın Bursa’da halka yönelik yaptığı konuşmayı dinledim. Çaresiz bir ırkçının konuşmasıydı. Orhan Bey’in, Osman Bey’in, Fatih ve Yavuz’ların torunları olduğu için Gazze’ye ilgisiz kalamazlarmış. Mübarek, sanki imparatorluk yönetiyor. O kadar iyi idiyse Osmanlı niye yıkıldı? Hem Türkiye vatandaşları içinde Fatih ve Yavuz’un torunu olmayan milyonlarca insan var. Herkes onların torunu olmak zorunda mı?

Fütuhat zamanlarına özenmek, bütün dinci ve milliyetçi faşist partilerin ortak özelliğidir. Ya ikibin yol öncenin dini kurallarına özlem duyarlar ya da bin yıl öncesinin imparatorluk günlerine…

Faşist partilerin ortak bir özelliği daha var. İç sorunlardan kaçmak için çevre sorunlara ilgi duymak ve çoğu zaman da savaş çıkarmak. İttihat ve Teraki’nin kurucularından Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşı’na girmiş, zafer kazanayım derken Osmanlı İmparatorluğu’nu tarihten silmişlerdi. İmparatorluk artıklarının doluştuğu Anadolu’da ise, yenilginin acısı Ermenilerden, Rumlardan ve Kürtlerden çıkarılmıştı.

Erdoğan, Anadolu’yu halklar mezarlığına çevirenlere olan sempatisini Bursa’da dile getirirken, halktan özellikle PKK’ye ve taraftarlarına karşı mücadele içinde olmalarını istiyordu. O konuşmayı dinleyen dinci ve milliyetçi bir Türk’ün yapacağı ilk iş komşusu olan Kürdün gecekondusuna saldırmak olacaktır. Yahudi düşmanlığını körüklerken de, iş olsun diye Musevi vatandaşlara saldırmayın diyordu.

Kendisine liberal-demokrat sıfatı biçen Türk yazarları Türkiye-İsrail gerginliğinde AKP lehine sinekten yağ çıkarmaya çalışıyorlar. AKP hükümeti İsrail’e karşı başarılıymış. Siz kandırın kendinizi. Ortada başarı falan yok. İsrail, normal zamanlarda savaş nedeni sayılacak iki hareket çekti Türk devletine. Birinde elçisini aşağıladı, ikincisinde Akdeniz’de gemisini vurdu. Bundan önceki birçok dünya savaşı daha uyduruk bahanelerle çıkmıştı. Savaş nedeni sayılacak iki eylemi yaparken İsrail’in sarsılması normal. Fakat İsrail’in yaptıkları altında kalmakla sadece AKP’nin değil, Türk devleti de karizmasını çizdirdi.

Ahmet Altan’ın dünkü yazısında da dediği gibi, Türk devleti İsrail’den korktu. Korkmakla bence iyi etti. Çünkü eğer askeri olarak İsrail’e karşılık vermeye kalksaydı, savaş uçakları ve gemileri yerinden kıpırdamadan İsrail saldırıları karşısında toz duman olurdu. Türk devleti, PKK’ye karşı İsrail teknolojisi kullandığını unutmasın. Türk ordusu hantaldır, çürüktür, ürettiği merminin ve yeri malı diye piyasaya sürdüğü askeri teknolojinin Amerikan ve İsrail teknolojisi karşısında bir hükmü yoktur.

Ayrıca Türk sistemi ırkçı ve faşist bir sistemdir. Çağdaş ve liberal bir dünyada faşist orduların ve yönetimlerin savaş başarısı kazanmaları mümkün değildir. ABD, Avrupa ve İsrail orduları güçlerini sadece teknolojiden değil, kendi demokratik sistemlerinden almaktadırlar. Adil olan güçlüdür. İsrail adil midir? Filistinliler üzerindeki baskı ve zulümlerine rağmen İsrail Türk devletinden bin kat daha adildir.

Siz bir İsrail askerinin Filistinli kız ve oğlan çocuklarına tecavüz ettiğini görüp duydunuz mu?

İsrail’in bir Filistinlinin dil ve kültürünü yasakladığı nerede yazılı?

Fakat Türk devletinin tetikçileri ve amirleri Kürt çocuklarına ve kadınlarına tecavüz ediyor. “Kürdistan” demenin Türk Ceza yasasındaki karşılığı en az bir yıl hapis cezasıdır. Kürtler daha Kürtçe konuşup yazamıyor.

Bunları yazdığımız zaman, İslam dinini bir iktidar, sömürü ve baskı aracı olarak kullananlar, İsrail’i savunduğumuzu ve İslam’a hakaret ettiğimizi söylüyorlar.

Yalan söylüyorlar. Kendilerini eleştiren herkese, dinin arkasına sığınarak karşılık veriyorlar. Demek Allah ve Muhammed yalnızca onların. Zaten bundan dolayıdır ki, bir Hıristiyan veya Yahudi çocuk, Türk İslam kalesi olan örneğin Trabzon, Konya veya Yozgat’ta herhangi bir ilkokula gidemez. Gittiği gün, “bu gevur çocuğunu buradan alın!” diye yaygarayı basar veya çocuğun ailesini linç ederler.

HAMAS örgütünün tüzüğünün en önemli maddelerinden biri, İsrail devletinin yok edilmesi değil midir? Niye Yahudiler insan değil mi? Onları yok etme hakkını nereden elde etmişler? AKP’nin desteklediği bu HAMAS’tır. Türk milliyetçiliği ve İslamcılığı Yahudi’ye düşman, Kimlik isteyen Kürde düşman, Ermeni’ye düşman, Yunanlıları zaten affedersiniz “kahpe” ismiyle anıyorlar. Alevilere, “ana-bacı bilmezler” diye insanlık tarihinin en büyük iftirasını attılar. Komünistlere de yıllarca benzer iftiraları atmadılar mı?

Bazı okurlar, Ortadoğu’da en son karşı karşıya gelecek iki devletin İsrail ve Türkiye olduğunu yazmışlar. İsrail’in Türk devletine PKK’yi ezmesi için yaptığı yardımları ve sunduğu desteği aradan çıkarırsak, Türkiye ile İsrail’in anlaşabileceği başka hangi konular var? En son, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde İran’a karşı onaylanan yaptırım kararına Türkiye hayır oyu verdi. İsrail PKK’yi “Terör Örgütü” olarak görüyor ama; Türkiye, hiçbir koşulda İsrail’in varlığını tanımayan ve sivil yerleşim alanlarında intihar eylemleri düzenleyen HAMAS’a destek sunuyor. Güney Kürdistan’ın alt düzeyde İsrail ile kurduğu ilişkiler, Türk basınında, aşağılamak ve hedef göstermek için, “İsrail-Kürt” ittifakı olarak geçiyor. Kürtlerin soyuna Türk basını bir de “Yahudi” sıfatı ekliyor. Hangi etkili kürdün adı geçse, “acaba Yahudi mi” diye bir soru eki takıyorlar o ismin arkasına.

Şiddetli biçiminin nasıl olacağını bilmiyorum, Orta Doğu’da Üçüncü Dünya Savaşı başlamış bile. Irak’tan sonra Suriye ve İran rejimleri hedeftir. Dikkat ettiniz mi olaylar hep de, Kürdistan’ı parçalamış dörtlü zincirin etrafına olup bitiyor.

Yüz yıldır Kürt halkı üzerinde tepinen sömürgeci alçaklığın vakti doldu. Teker teker düşecekler. Erdoğan, Abdullah Gül, Davutoğlu gibi ırkçıların, Enver ve Talat Paşalardan daha cesur ve öngörülü olduklarını sanmıyorum. Sultan Abdulhamit’ten veya Fatih’ten daha imparator olmaları da mümkün değil. Yirmi milyon Kürdün dilini, yirmi milyon Alevinin mezhebini yasaklamış bir düzenden yeni bir emperyalist imparatorluk da çıkmaz.

Emperyalizm bile bir kültürdür. Eskinin hangi imparatorluğunda dil ve kültür yasağı vardı? Osmanlı bile, komşusu kürdün dört yoldaki gecekondusuna göz dikmiş şimdinin milliyetçi sokak güruhundan çok daha adildi.

Yıkılıp gitmiş Osmanlı’nın ayak takımından ve onların içinden çıkarılmış Kemalist diktatörlükten reform ve ilericilik bekleyen ahmaklara diyeceğimiz tek bir sözümüz var.

Hile ve yalan altında yüz yıl beklediniz. Bir şey çıkmadı. Bir yüz yıl bekleseniz yine bir şey çıkmaz. Çünkü Türk ırk sisteminin çürümüş kemikleri değil yeni bir yüzyıla, onbeş yıla çıkmaz…

Batı ve ilerici insanlık, kendi vatandaşlarının anasını ağlatan dinci ve milliyetçi gericiliğin “Gazze numarası”nı yutmadı.

Dört parçadaki Kürt halkına stratejik düşmanlık yapan ve vatandaşlarına devletlik yerine cellatlık sergeleyen Türk devletinin Ortadoğu üzerindeki kirli ve karanlık elinin çekilmesi; Kürt, Türk, Yahudi, Müslüman, herkesin hayrına olacaktır…

Burada Kürtler için de son bir söz söylemek gerekiyor: İran, Suriye ve Türkiye’yi de içine alabilecek olası bir hakimiyet savaşında Kürt siyasetlerine ve Kürt halkına düşen görev, haksız savaşlardan kendi bağımsızlığını ve özgürlüğünü çıkarmak olmalıdır.

Çünkü savunulabilecek adil bir sınır ve uğruna savaşılabilecek uygar bir devlet yoktur… Orta Doğu’daki insanlığın yazgısı, Kürtlere cellatlık yapan üç devletin varlık tartışmaları üzerinde sürdürülmektedir…

Ey Kürtler, dünyanın çatısı sayılabilecek bir coğrafyada 40 milyonsunuz. Uyuduğunuz ve ucuz numaralara kandığınız yetmedi mi?

Ölülerinizin cesetlerini ayaklarının altından çekseniz cellatlarınız yıkılıp gidecek…

***

Not: 11-12 Haziran tarihleri arasında, Almanya'nın Rüsselsheim kentinde, Dersim 2. Kültür Festivali kutlanıyor. 12 haziran Cumartesi günü orada olacağım. Kürt yurtseverleri ve dostlarla görüşmek dileğiyle...


Kürdistan Post
http://www.kurdistan-post.com/

11 Haziran 2010 Cuma

ZALİMLER VE MAZLUMLAR


Bülent tekin
bulenttekin47@gmail.com


Bir tilki bir ayı ailesiyle aynı bölgede yaşıyormuş. Tilki, ailenin kaldığı mağaranın önünden her geçişinde-özellikle erkek ayının olmadığı zamanlarda-yavrucaklara “Yavrularım! Ben sizin babanızım!” diyormuş. Tabii kendilerine benzemeyen birinin bu sözü yavrucakları ve anne ayıyı çileden çıkarmış. Çok öfkelenen anne ve yavrucuklar olayı babaya götürmüşler. Anne, “Çocukların çok zoruna gidiyor!” demiş. “Ben sizin babanızım deyip geçtiğinde çocuklar kendilerini yere atıp hüngür hüngür ağlıyorlar!” Baba, “Kim bu?” diye sormuş. Anne ve yavrucaklar (ayının) tipini izah etmişler, baba ayı onun tilki olduğunu anlamış. Ayı tilkiyi kollamaya başlamış, yakalamaya çalışmış. Bir iki defa tilki canını zorla kurtarmış; kaçarak kurtulmuş. “Bu iri hayvan beni bir yakalarsa paramparça eder. İyi de koşuyor! Ama kafasının çalıştığı pek söylenemez!” diye düşünmüş tilki. Kendince bir plan kurmuş. Kaçarken ayıyı çok dar bir yere sıkıştırmayı gerçekleştirmeye çalışmış: Aralarında çok az mesafe olan güçlü iki ağacın arasından koşarak geçmiş. Onu kovalayan ayı aynı yerden geçerken aralarında çukur da olan bu iki ağacın arasına çok fena sıkışmış. Tilki hemen büyük bir fiyakayla durmuş ve iki ağacın arkasına hızla dolanmış. İki ağacın arasına bir mengene gibi sıkışmış erkek ayının arkasına geçip tecavüz etmiş. “Ulan!” demiş tilki. “Benimkini içinde de görüyor (hissediyor) yine de çocuklarının babası olduğumu kabul etmiyor!”

Gazze’ye insani yardım götüren Türk gemisine İsrail’in yaptığı korsanca baskını salt onların savaşçı ruhuna ve cesaretine bağlamak istemiyorum. Türk devletinin koyunları kurtların arasına salar gibi davranması da büyük rol oynadı. Bu vahşi saldırıda Türkiye’nin karizması çizilmiştir. İsrail herkesin önünde tokadını atmış ve korkusuz olduğunu göstermiştir. Bu, bir insanın bir insana olan tokadı değildir, bir devletin bir devlete tokadıdır. Van minüt (one minute) ayaklarıyla sahte kabadayılığa dayanan Başbakan Erdoğan’a İsrail’in verdiği yanıt hepimiz için oldukça acı olmuştur. Ben yine de bu olayın oldukça gizemli sorularıyla yanıtlarının olduğunu düşünüyorum.

Filistin (Gazze) olayında hiçbir Arap ülkesinin bu kadar Arabist (Arapçı) kesilmediği düşünüldüğünde, Başbakan Tayyip Erdoğan ve hükümetinin bu kadar militanvari Arabist (Arabizm yanlısı) ve İslamcı kesilmesinin nedeni salt ideolojik aynılık mıdır? Bütün Arap ülkeleriyle ilişkisi var İsrail’in. O halde bizi bu kadar mahallesini namusunu koruyan hale getiren ne? Erdoğan hükümeti dâhil İsrail devletiyle en fazla ilişkisi olan hükümetler İslamcı partilerin hükümetleri olmuştur. Bu böyle olduğu halde yalandan ve (sahte) bir Yahudi düşmanlığıyla ya da bunu yapar gibi davranarak gittikçe İslamcılaşan ülkenin insanlarının sempatisi kazanılmak isteniyor. Bir devlet olarak Gazze’ye Kızılay’ı kullanarak da yardımı götürebilirdin. Böylesi bir kanlı olay olmazdı.

Tüm bu söylediklerim bilerek yapılmışsa, bu ve benzer olaylar (Van münit te buna dâhildir) ABD’nin izniyle oluyor demektir: İslam ülkelerinin liderliğini yapacak en uygun ülke Türkiye’dir. Erdoğan’ın ideolojisi ve retoriği de lider olmaya uygundur. Arap ülkeleri İran’ı sevmiyor. Zaten Pakistan, Afganistan kendi derdiyle meşgul. En fazla Yahudi düşmanlığı yapanın peşinden Arap ülkeleri gidebilir. Ancak böyle inandırıcı olabilir. Böylece ABD’nin Ortadoğu’ya tam hâkimiyeti gerçekleşebilir. Zaten Büyük Ortadoğu Projesi, Ilımlı İslam rejimini (AKP gibi iktidarlar kurarak) diğer Arap ülkelerine götürmek istemiyor mu? “Siz de Erdoğan gibi yapın, AKP gibi hükümetler kurun,” denilecektir. ABD bu politikalarla bir taraftan İslam düşmanlığı yapan İsrail’e diğer taraftan da Yahudi düşmanlığı yaparak İslam liderliği yaptıracağı bir Türkiye’ye-bu bir çelişki gibi görülse de!-destek vermektedir. Bu olguyu görmemiz gerekir.

Faşist İsrail devletinin sivil Türk gemisine yaptığı korsanca baskın (hikâyemizdeki ayı-tilki meselesi gibi) ABD’den habersiz yapılamaz(dı). Bu barbarca katliamda ABD her iki çocuğundan (İsrail ve Türkiye) yana olmuştur. Dünyanın babası olan ABD karşısında hiçbir çocuğun söz hakkı yoktur. Ama bir gün kendisi için tehlikeli olmuş çocuklarını-tıpkı Saddam’ı yarattığı ve yok ettiği gibi-belki yok etmek zorunda kalacaktır. Dünya çok genç ve hayat devam ediyor.