16 Temmuz 2010 Cuma

MUNZUR FESTİVALİ’NDE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR

Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Dersim’de bu yıl onuncusu düzenlenecek olan Munzur Kültür ve Doğa Festivali 29-30-31 Temmuz ve 1 Ağustos 2010 tarihlerinde gerçekleşecektir.

Dersim Belediye Başkanı Sayın Edibe Şahin’in 11 kişilik festival komitesi adına yaptığı açıklamada; “Festivalimizin konseptini tarihimizin, kültürümüzün, inancımızın ve doğamızın ön plana çıkarıldığı farklı kültürlerle buluşturacağı bir organizasyonla gerçekleştireceğiz” şeklinde özetledi.

Dersim Belediye Başkanı ile festival komitesinin ortak mesajlarını önemsiyor ve bu görüşlere aynen katılıyorum.

Festival komitesinin görüşleri çerçevesinde Dersim’in birer simgesi haline gelen Pirim Seyit Rıza ve Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ın bu festivale renk katacaklarını umuyorum.

Pirim Seyit Rıza ve Mazlum Doğan’ın mücadelesi olmasaydı, belki de bu gün Dersim Kürtleri diye bir halk olmayacaktı. O nedenle bu festivalde Pirim Seyit Rıza’nın yanında sevgili Mazlum Doğan unutulmamalıdır.

Dersimli bazı okuyucular; “Dersim dışındaki şehirlerde ve yurt dışında ikamet ediyorsunuz, üstelik festivale de katılmayıp, dışarıdan ahkam keserek festivalimize müdahale ediyorsunuz” diye çok haklı bir eleştiriyi yöneltebilirler. Böyle bir eleştiriyle karşılaşacağımı düşünerek şimdiden yanıtlamak istiyorum.

Uzun süredir prostat tedavisini görmekteyim. O nedenle uzun yolculuklarda çok sıkıntı yaşayacağımı doktorlarım tarafından bana gerekli açıklamalar yapılmıştır. Bu sağlık sorunumu gizlemeden sizlerle paylaştığım için beni bağışlamanızı diliyorum. Bu sorunumdan dolayı yurt içinden ve yurt dışından davet edildiğim bir çok TV ve panel programlarına da katılamamaktayım.

Dersim’den ayrı kaldığım doğrudur. Ancak, her gün hatta her anımı tüm kalbimle Dersimle birlikte yaşadığımı inanmanızı istiyorum.

Ayrıca, şunu da belirteyim ki; Geçmişimden bu güne kadar elbette TKP, TİP, SHP-DEP İTTİFAKI, DEHAP gibi bir takım siyasi çizgilerim olmuştur. Bunlarla birlikte KÜRT-KIZILBAŞ-KOMÜNİST kimliklerimi de hiç bir zaman inkar etmedim ve bu kimliklerimi hala savunuyorum. Ancak, hiçbir zaman CHP ve benzer çizgide (ittifaklar hariç) olmadım.

Mazlum Doğan’ın hem köylüm ve hem de ilkokul arkadaşım olmasını bir yana bırakıyorum. Sevgili Mazlum Doğan’ın seyitliğinin, sosyalist kişiliğinin önemini ve daha birçok özelliklerini iyi biliyorum. Böylesi sosyalist bir önder sadece bir örgütün kurucusu olarak dar çerçevede değerlendirilmemelidir. Zaten böyle bir çerçeveye sığmayacak kadar da büyüktür.

Pirim Seyit Rızaya “eşkıya”, Sevgili Mazlum Doğan’a “terörist” diyenler çok yanılıyorlar. Bu yalan ve yanlış söylemlerinden dolayı bir gün çok utanacaklardır. Fakat, iş işten geçmiş olacaktır.
Munzur Kültür ve Doğa Festivali’nin yapacağı etkinlikler çerçevesinde Mazlum Doğan’ın unutulmamasını hatırlatıyor, bu vesileyle iki önder seyidimizi saygıyla anıyor, festivalin başarılı geçmesini diliyorum.


Web : http://www.gomanweb.com/

15 Temmuz 2010 Perşembe

ANAYASA, ARILAR, KOVAN’LAR




8 Temmuz’da Samanyolu Haber’de katıldığım “Endaze” programında Prof.Dr.Mümtaz’er Türköne’nin benden, Ertuğrul Özkök’ün söylediği, Türklerle Kürtler beraber yaşamaya mecbur mu? görüşüyle ilgili düşüncelerimi sordu. Özkök’ün tahammülsüzlük ve kolaycılık içeren sözleri bu ülkede saf bir ırkın belki de-kim bilir?-salt Beyaz Türk’lerin huzurlu yaşayacağı bir ülkeyi tanımlamış olabilirdi (Mümtaz’er Türköne’nin söylediği gibi burası sadece İstanbul ve çevresi de olabilir). Aklıma “Arı”larla ilgili bir örnek geldi: Herbert J.Spiro’nun Alman Yasaları ile ilgili verdiği örneklerden söz ediyorum. Eşya Hukuku’nda taşınır mallarla ilgili şöyle bir örnek verir:

Madde 961: Eğer bir arı kümesi göçer ve maliki hemen aramaya koyulmaz ve aramadan vazgeçerse o zaman arı kümesi sahipsiz olur.

Madde 962: Arı kümesinin sahibi arama sırasında başkalarının taşınmazına girebilir. Eğer küme başka bir arı kovanına giderse kümenin maliki, kümeyi yakalayabilmek gayesiyle, kovanı açabilir ve kümeyi alabilir, petekleri çıkarabilir ve kırabilir. Ortaya çıkacak zararı ödemek zorundadır.

Madde 963: Eğer çeşitli maliklerin kaçan arı kümeleri birleşirse, kümelerini arayan malikler yakalandıkları birleşmiş kümenin müşterek maliki olurlar; paylar aranan kümelerin sayısına göre belirlenir.

Madde 964: Eğer arı kümesi başkasına ait dolu bir kovana göçmüşse; dolu bulunan kovandaki arılar üzerinde mülkiyet ve diğer haklar, yeni göçmüş kümeyi de kapsar. Yeni göçülmüş küme üzerindeki mülkiyet ve diğer haklar son bulur.

Türkler-Kürtler, göçler, ayaklanmalar, kaçmalar, TSK, PKK, sınır ötesi takip bu maddelerin içeriğine ne kadar benziyor? Bir an için Kürtlerle Türkleri birer arı kümesi olarak kabul etsek bile bu vatanın toprak ve insan mülkiyetini(?) nasıl açıklayacağız? İstanbul’a çeşitli nedenlerle yerleşmiş Kürtler kimin malı sayılacak? Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış Kürtler ne olacak? Yani o arıları kim, nasıl toplayacak? Diyarbakır’da, Urfa’da, Malatya’da, Muş’ta yaşayan Türkler kimin mülkiyetinde? O Türk arılar kimin malı olacak? Ya, uzun sözün kısası, eğer Ertuğrul Özkök “Arıcılık” yapmış olsaydı örneğini verdiğim arıları kovma işini nasıl kodifiye ederdi? Anlaşılan bu ülkede kovma fermanlarından bıkmayanlar var!

Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesi ile ilgili referanduma götürme kararı herkese bir motivasyon sağlamalıdır. 12 Eylül Anayasası baştan sona değiştirilmelidir. Toplumun birlikte yaşama sözleşmesi yeniden imzalanırken ülkenin insanlarının eşit olduğu vurgusu en önemli olanıdır. 66. Madde’deki “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ibaresi “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.” biçiminde olması Kürt Sorunu’nu (esasen bu bir Türkiye sorunudur) çözümleyecek düzeyde olacaktır. Böylesi bir düzenleme diğer maddelerde (toplumsal adalet) düzenleme yaptıracaktır. Toplumsal adalet, arı ve insan kovma özkök’üne dayanan fantezilere dünya ile uyumu öğretebilecektir, ne dersiniz?

12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ömrün Çetelesini Tutan Ve Kayıp Atlasa Ağıt Yakan Şair


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

“Söyler misin be devran/ Kayıp atlas hasretinde/
Kaç ayrılık şarkısı yiter/ Kaç şiir tutunur örsünde“[1]

Sessiz sedasız yaşadığı sanılır kimi insanların. Konuşurken iddiasızlardır. Az konuşur çok dinlerler. Eğer o kısa cümlelerindeki felsefi derinliği, entelektüel birikimi sezmezseniz, suskun bir âdemoğlu deyip geçersiniz. İşte bu sessiz yanardağlardan biri de, insanlığın kaybettiği atlasları şiir feneriyle arayan Mustafa Akyürek’tir. Kimi, ‘şairim’ diye ortaya çıkan büyük kent insanlarının ‘ses’te, ‘söz’de varmayı hedefledikleri doruğa o çoktan çıkmış ve İstanbul dukalığına, Mardin’in bir köyünden nanik yapmaktadır.

Akyürek, 2009 yılında Phoenix yayınlarından çıkan, ‘Ömrün Çetelesi Tutulmaz’ adlı şiir kitabıyla önemli bir çıkış yaptı. Mardin’in bir köyünde öğretmenlik yapan Akyürek, yaşadığı coğrafyanın yakıcı ikliminde, hayat kavgasında, iş−aş−eş−çocuk dörtgeninde pusulayı şaşırmadı. Kimi zaman gündelik hayatın telaşları arasında bitap düşmesine rağmen ısrarla yazdı. Yazdı. İnsanı slogan atmaya, slogan yazmaya sürükleyen o coğrafyada, Akyürek, toplumcu şiiri −estetik boyutları ihmal etmeden− yeniden yüceltti.

Akyürek’in şiirlerini ilk keşfeden ve keyifle okuyan sadece ben değilim elbette. Araştırmacı yazar Müslüm Kabadayı benden çok önce onun ilk kitabı, ‘Ömrün Çetelesi Tutulmaz’ hakkında şunları yazmış: (Akyürek’in şiirleri) “İnce duyarlılıkla imgelerin saçaklarında biçimlendiği gibi okuru zorlayan felsefi bir bakış da içermektedir. ‘Haziran Ayrılıkları’ şiirindeki ‘Kekeme zamanların/ utangaç anıları/ yelken açar/ çivit mavisi okyanuslarda’ dizeleri gibi, ‘Kırılgan izlek’ başlıklı kitabın birinci bölümündeki birçok şiirde bunu görmek mümkün. Özellikle ‘Küçümen Serzenişler’ adlı ikinci bölümdeki dörtlüklerin, ‘Rubai’ geleneğinden esinlenen, ancak çarpıcı söyleyişlerle derinleşen felsefi şiir özelliği taşıdığı söylenebilir; ‘Mor yılları da eskitip/ Acılara kırağı çaldık/ Takvim yapraklarına sarınıp/ Eflatun sabahlara uyandık’ta olduğu üzere.”[2]

Akyürek, sanatın tüm olanaklarından yararlanır. Kendini bir kalıba sokmaz. Yüzyıl önce Dadacıların denediklerini kopyalayıp, allayıp pullayıp modern üstü şiir yazdım diye ortaya çıkmaz. Marcel Dücahmp’ın eskimiş ‘sidik ördekleri’ni yeni bir akım keşfettim diye duvara asmaz. Eğretilemeleri usta işidir. Çağrışımları kulaklarınızı çınlatır. Ancak onun kullandığı imgeler −en yalın ifadeyle söylersek− dolaylı ve/veya dolaysız anlaşılır imgelerdir. O, harfleri ve sözcükleri rastgele ak kâğıda serpiştirip, gizemli şair havasına girmez. Önce insan der. Ve elinde şiir feneriyle insanlığın kaybettiği değerleri, dünyanın kaybettiği renkleri arar. Unutmaya, unutturmaya inat. Bu anlamda folklorik bir değeri de vardır şiirlerinin.

Akyürek geleneksel şiirden, yeni şiire geçişi de ustaca yapar. Onun şiirlerinde destan havası ve rubai−koşma biçimi sezilebilir. Yeni şiirde, sözcük ekonomisi yapmak ve imgeleri yerli yerinde kullanmak gerektiğini iyi bilir. Kimi zaman üç mısraıyla yüzlerce sayfanın yaratacağı çağrışımları başarır.

Şimdi elimde Mustafa Akyürek’in taze, sıcak, yeni bir şiir kitabı var: ‘Kalaylı Pusu’. Akyürek Mart 2010’da yayınlanan bu ikinci kitabında da imge yaratıcılığına ve sözcük türetmeye devam ediyor. Okurken beni yer yer duraklatan, düşündüren yeni sözcüklerden−imgelerden seçtiklerim: Düzgen, senbahar, öğüntü, aybasan, pusu çengelek, çengi çalpara, çağcıl divan, işkilli dem, ertesilere sarmak, kevsere ermek, paslı telaş, kalaylı pusu, gövcelenmek, kekmeli sevda, zelzele çelengi, arşın ekmek, yokla açmak. Birçok şair gibi Akyürek’in de sık kullandığı imgeler−sözcükler var. Örneğin kitaba adını veren ‘pusu’ imgesi birçok şiirinde farklı öneklerle karşımıza çıkıyor. Yine ‘zaman’, Akyürek’in çok kullandığı bir sözcük. Ancak bu bir tekrar−imge yoksulluğu değil. Bilinçli bir seçenek. ‘Eski deyimle: Anıştırma.’ Akyürek’in beni yolculuklara çıkaran şiirlerinden seçtiğim birkaç kıtayı aktarıyorum:

‘Atımı şahladım/ Geç sayılsa da/ Yılkı dönüşüm’
“Kaçıncı pusudur süren/ Bozgun sonrası şafakta/

Hangi çiçek pörsümez/ Dibine yabancı saksıda…”
“Burası sabra şatilla/ Değil robin/ Kır objektifini…”

“Mezopotamya/ Eski bir yosma/ Bereketi el kapısı/ Saçları zelzele çelengi…”
“Bekareti gözlerinde/ O evli kadınlar ki/ Bakışları sızı eyler/ Tuz eker çıra biçerler…”

“Yanağını uzat da/ Tekil sofralara/ Çoğul bereketin dolsun… “
“Ve nicedir/ geçit vermez yollara/ Yolak açarım…”

Sonsöz: Size önerim bu şiirleri okumanızdır. Belki mısralar arasında siz de yitirdiklerinizi bulursunuz. Ya da onun imgeleri ile geçmişe ve geleceğe kanat çırparsınız. Şiir öldü tartışmalarının yapıldığı, şiiri öldürmek için kampanyaların açıldığı günümüzde Akyürek’in şiirleri içimizi serinletiyor. Şiire ve şaire olan inancımızı tazeliyor.

Künye: Mustafa Akyürek. Kalaylı Pusu. Phoenix yayınevi. Mart 2010. Ankara.

--------------------------------------------------------------------------------

[1] Mustafa Akyürek. Kayıp atlasa ağıt. Kalaylı pusu. Şiir.

[2] Müslüm Kabadayı. Ömrün çetelesi tutulmaz. Mustafa Akyürek. Phoenix y. 2009. Arka kapak yazısı.

http://www.adilokay.com/

10 Temmuz 2010 Cumartesi

EŞEĞE BİR ÖZÜR!



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Size Hakkari yöresinden bahsetmiştim, değil mi? Hakkari yöresinin sarp dağlar, vadiler, boğazlarlarla paramparça edilmiş bu vahşi ama o derece de büyüleyici coğrafyasında yaşamanın zorluklarından söz etmiş olmalıyım. Bu dağ sislilerini büyük bir azimle delip geçen Zap suyu biraz aşağılarda Dicle’ye dökülür. Zap suyu bu vahşi dağları derin boğazlarla kesiyor ve karşıdan karşıya geçişler kaya ve kavak ağaçlarından imal edilmiş köprülerle yapılıyor(du). Zirvelere tırmanan patika yollarda katırlar, eşekler, koyunlar, keçiler iyi yol alırlar. Âdeta doğuştan alışıktırlar. İşte bu topraklarda yaşayan Tiyari adlı bir Nasturi aşireti nedense eşeğe karşı bir önyargısı vardır. Oysa eşeğin bu vahşi diyarlarda diğer hayvanlara göre kullanım avantajı oldukça fazladır. Nedense bizim Tiyarilerin geleneğinde eşek-adı anılmaz-“iyba”dır(ayıptır).

Ya, “iyba” biraz açıklama isteyen bir adettir ve sözcük anlamı ayıp’tır. Her neyse zavallı eşek iyba’dır ve hiçbir dağlının eşeği yoktur. (Kulakların Efendisi’ne ne ayıp, değil mi ya?) Bu yörelerde her şey dörtdörtlük işlemez, siz bilirsiniz bunu. Kalıbının adamı bir Tiyarili bir zamanlar bir eşek sahibi olmaya cesaret etmişti. Bu durum çok ayıptı ve kabul edilemezdi. Akrabaları onu öyle bir alaya alıp yaşamını çekilmez hale getirdiler ki sonunda talihsiz eşeği köprülerin birinden Zap suyuna fırlattı. Bu adam kendini bile atabilirdi, çok şükür ki bunu yapmamıştı!

Adam bunu böyle yapmakla en azından alay edilmekten kurtulmuştu. Bu yörelerde bir katırınız varsa, itibarlı birisiniz demektir. Nasturiler yine de katır gibi bir melez adını anarken de kendi dillerini kullanmaz, Kürtçe’yi kullanırlar. Adabımuaşeretten olsa gerek! [Ben yine de katır’la ilgili bir Kürt hikâyesini anlatayım. En azından bu, Nasturilere (karşı) Kürtlerin katırla ilgili bir yanıtı olur. Bizler bu konularda tarafsız olmalıyız, değil mi ha? Katıra sormuşlar: “Baban kim?” Katır biraz duraksamış ama yanıtını da vermiş: “Dayım at’tır!” Yani anlayacağınız babasının eşek olduğunu söyleyememiş, utanmış. Kürtlerin katır ve eşekle ilgili böyle bir öyküsü var.]

Bakarsınız-belki bir başka zaman-Tiyarilerin eşek’e bakışlarını anlatabiliriz. Daha fazla da eşeğe haksızlık etmek istemiyorum, siz de beni anlayın! Biz bu kez de gelelim Türkiye siyasetine: Ne kadar sınıf hikâyeleri anlatsak, kabile asabiyelerinden bahsetsek politikada bir yerimiz olmuyor! Politika sanatını ırkçı, faşist, dinci, komprador ve feodal düzenin temsilcileri yapıyor. Ahlakı bunlar bize öğretecek. AKP’li Rize Belediye Başkanı, Kürt kadınlarına tecavüz edin, (Kürtlerin) nesli(ni) melezleştirin böylece Kürt sorunu biter, dedi. Cinsiyetçi, ırkçı, tecavüz kültürünü temsil eden bu görüş doğrusu AKP’ye çok yakışıyor! Çokeşliliği (4 kadınla evlenmeyi) helal gören bu çağdışı anlayış, kadını zorla kapatarak sadece erkeğin yatak odasına (haremine) saklıyor. Ve ne yazık ki demokrasi, özgürlük, insan hakları söylemlerini ağızlarından düşürmeyen İslami faşistler (İslam asla faşist değildir!) gerçek yüzlerini maskeliyorlar. Oysa onlar insan haklarını, özgürlüğü, demokrasiyi salt kendileri için istiyorlar. Onların dışındaki herkes (ötekiler) murdardır. Akıl, ahlak, özgürlük sanatı ve politika bu tip adamların işi! Eşeğe ayıp oluyor!

1 Temmuz 2010 Perşembe

ÖLDÜRMENİN İTİBARI


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Bir oryantalist gözüyle bakmazsan, Ortadoğu’yu, Mezopotamya’yı çok küçük görmezsin. Dünyaya medeniyetin (uygarlığın) dağıtıldığı bu coğrafyada yediğin, içtiğin, konuştuğun her şeye dikkat edersin. Bu kadim uygarlıktan çıkaracağınız çok dersler vardır. Hakkari’nin dağlarında yaşayan hayvanların çokluğu, çeşitliliği genelde esastan bir delikanlıya bir çeşit silah taşıma zorunluluğu veriyor. (Hakkari burada “il” gibi bir yerleşim alanından çok bir coğrafi yöreyi belirtir.) Bu durum-eskiden de-güneye, doğuya doğru uzanan coğrafyada, Kürt ve Nasturi köylerinde yaşayanlar için de geçerliydi. Kadirşinas dağların daimi meskûnları (oturanları) güçlü kuvvetli ayılardan korunmak isteyen insanların bu belayla ilgili bir hikâyesini anlatmak istiyorum.

1900’lü yıllarda Quadşanis Köyünde-bir Nasturi köyüdür-esaslı bir adamın kendine özgü, doğuştan bir avlanma yeteneği vardı. Adam ayıyı her iki ucu sivri 20 santimlik bir değnek ve bir hançerle avlıyordu. Kullandığı yöntem daha çok, gizliden gizleye ayıya bir kol kadar yaklaşmak ve sonra da bir şokla onu uyandırmaktı. Bu davranış ayının bir an için-korkudan veya şaşkınlıktan!-ağzının açık bir şekilde avcıya bakmasına neden olur. Cesur Nasturi elindeki değneği o anda ayının ağzına sokar ve alt üst çeneleri birbirinden ayırır. Ne yapsın masumcuk? Bu durumdan kurtulmak için mutlaka pençelerini kullanmaya çalışacaktır ve deneyecektir. Böylelikle ayının bu çabası avcıya kolaylıkla hançerleme fırsatı sağlayacaktır.

Bu anlattığımız avlanma yöntemi bu kadim coğrafyada kesinlikle olmuştur. Bu avlanma biçimi bir kuvvet ya da cesaret kullanmaktan çok bir sporcu yöntemiydi. Esaslı adam bu işten epeyce nam saldı ve sattığı derilerden çok para kazandı. Başarısı ona büyük itibar kazandırmıştı ve kesinlikle hak etmişti. Ne-var-ki her zaman olduğu gibi, yine de bir şeylerin ters gittiği de olur. Ateşlenebilen her türlü silah varken bir çakı boyunda hançer ve bir avucu biraz aşan bir değnekle baş belası ayıları avlamak sıradan bir iş olmamalıydı. Gerçektende öyle bir gün gelip çattı. Aslında ne olup bittiği bugün bile bilinmiyor: O esaslı oğlan, yiğit avcı yine tek başına ayı avına gitmiş ve bir daha geri dönmemişti. Ne olup bitmişti, bu kez işler yolunda mı gitmemişti, nasıl başarısız olmuştu? Tüm bunlar hiçbir zaman öğrenilemedi.

Pek çok ırk, din, dil, kültürün yaşadığı bu coğrafyada kadim bir uygarlık geçmişi var. Hayvandan bitkiye, insana; vahşi, heybetli, güçlü, kadim bu varlıklar harika geçmişlerinin mirasçılarıdır. Bu bir meşe ağacı için de geçerli; ya da bir vahşi şahin, bir Nasturi köylüsü, bir Kürt genci! Küçümsemek sizin bakış açınıza bağlıdır; sadık bir kız kardeşinin yardımını göremeyen ve başkasına bir emaneti olmayan, yolsuz, yavan, köksüz karanlıklar gibi. Bu sizin bileceğiniz bir iştir: Bir bembeyaz Ermeni kızının, Süryani gelinin bir Kürt kızına benzediğini görmeyebilirsiniz. Ve belki de bir Türk’ün de bir Kürt’ü andırdığını görmek istemeyebilirsiniz. Bu salt bakış açınıza bağlıdır, dedik ya!

Bugün de Hakkari dağlarında ölümler oluyor. (Hoş, her gün bir başka karakola saldırılıyor ve hatta daha yeni, İstanbul-Halkalı’da asker servis otobüsüne saldırı yapıldı ya!) 18-19 Haziran gecesi Şemdinli Tekeli Karakolu’na (Tekeli Jandarma Sınır Taburu Sınır Bölüğü’ne) yapılan saldırıda 11 askerimiz şehit düştü. O dağlara çocuklarını askere gönderen anneler-babalar onların bir gün dönemeyeceklerini de bildiler artık. O dağlara çıkan PKK militanlarının da dönmediğini anneleri-babaları görüyor. Bu nasıl bir avdır ki objesi insandır. O dağlarda şehit düşen askerlerin tabutları yoksul evlere gönderilir. Lüks bir villaya ya da doğru dürüst bir apartmana Türk bayrağının asıldığını görmedim: Onların çocukları hiş şehit olmadı. Çünkü onların çocukları o dağlara askere gitmiyor. Bir şekilde bedelli’yle bu işi kıvırıyorlar. Dağa çıkan PKK militanları da toprak ağası, şeyh, bey çocukları değildir. Onlar da yoksul Kürt ailelerin çocuklarıdır. Bu savaşın kimseye kazandıracağı bir şey olamaz! Hakkari dağlarında artık insan avı var!

Biz yine hikâyemize dönelim: Bu coğrafyayı, bu coğrafyadaki insanları, kültürleri küçümsemek; bu coğrafyadaki bitki örtüsünü ve hatta hayvanlarını kolay av sanmak gafletinde bulunmak da mümkündür. Gaddarlar sürüsü olarak, vahşi kişiliklerinde her şeylerini kaybetmişlerin kan dökme seanslarına da alışabiliriz. Belki de bir sürek avı da sanabiliriz. Fakat en doğrusu, ayının postundaki delik sayısı katilimizin gaddarlığını betimler.