30 Eylül 2010 Perşembe

YAZGIMIZ DEMOKRASİ!


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Ülkede asıl olan, demokrasi maskesi altında yürüyen sistemin (demokrasi yanılsaması) yıkılıp yerine tam demokrasinin inşa edilmesidir. Ülkenin ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel tüm sorunları ancak o zaman çözülebilir. Kürt sorunu da ancak bir demokrasi ve insan hakları sorunu olarak görüldüğü oranda çözülebilir. Irkların karşıtlığı, dillerin çarpışması, halkların düşmanlığı olarak yansıtıldığı oranda da çözümsüzlük, terör ve demokrasi karşıtlığı gündeme gelecektir.

Burada büyük bir yüzleşme ve meselenin aslını (demokrasi yanılsaması) görmek çok önemlidir. Nasıl oluyor da bize demokrasi olarak yutturulanın demokrasi olmadığıdır ve bunu bugünlere kadar sürdür(t)enler kimlerdir? Osmanlıda Meşrutiyet ve Türkiye’de Cumhuriyet, tek partili ve çok partili sistemin günümüze kadar getirdiği durum nedir? Yani ülkemizde nasıl bir demokrasi (demokrasi yanılsaması) kurulmuştur? Bu tip bir demokrasinin kurulmasının iki nedeni vardır: 1-Seçme ve seçilme hakkının (parlamenter demokrasi?) tanınmasında emekçi sınıfların dayatması; 2-Egemen sınıfların emekçi sınıfların (ayaktakımının) tehlikeli sınıf olmaktan çıktığına ikna olması.

Bu iki neden sonucu (egemenlerce) müsaade edilen sistem “demokrasi” olarak lanse edildi. Bu nedenle de temsili demokrasi halkı aldatma ve oyalamanın, egemenliği ve sömürüyü meşrulaştırmanın sistemi oldu. Din, iman, kitap, Allah, Peygamber, vatan, millet, Sakarya, bayrak gibi değerler de bu sistemin kullandığı argümanlar oldu. Sömürü devam etti ve biz demokrasi içinde yaşıyoruz diye zannettik. “Demokrasi Yanılsaması”nı göremedik! Burjuva devrimleri eski yönetenleri (padişahlığı) alt ederek değiştirdi ama yönetim düşüncesini (yöneten/yönetilen ilişkisini) hiçbir zaman değiştirmedi. Mustafa Kemal Atatürk’ün getirdiği bazı ölçü birimleri ve daha çok moda değişimleri yeni yönetenler için yeni dayanaklar sağladı.

Çok partili sisteme geçerek Türkiye’de demokrasiye(?!) geçişi bizler değil de egemenler karar verdi. Çünkü buna gerek duymuşlardı, artık onlar için zorunluydu. Oysa çoğulcu sistem safsatası içinde yapılan, demokrasi olmaktan çok birden fazla devlet partisine (başlangıçta CHP, DP) izin vermekti. Hem iktidar ve hem de muhalefet partileri devlet partisiydi. Bugünkü Suriye’deki Baas rejiminin müsaade etiği partiler gibiydi. Gerçekte demokrasi yoktu ve salt yanılsaması vardı. Halk hiçbir zaman kendini temsil edeni seçemedi, hep oyalandı(oyalatıldı). Kurulan sadece ordu ve bürokrasinin ekâbirlerle birlikte-vesayet rejimiydi.

Bu sistemin (demokrasi yanılsaması) maskesi düşmüştür. İnkâr edilecek ve savunulacak bir yeri kalmamıştır. Sistemin tam bir katılım ve temsil yanılması olduğu biliniyor. Çalışanlar seçilemiyor, kendini seçemiyor. Kürtler bile-farklı davrandıklarını zannediyorlar!-kendilerini seçemiyorlar. Durmadan seçim kazanan AKP’nin-artık-ülkeye AB tipi bir demokrasiyi getirme zorunluluğu vardır. Bu görev ülkenin yazgısıyla ilgilidir. Partiyi, dini, ırkı kayırma alanları olmamalıdır.

28 Eylül 2010 Salı

SOL, DERSİM VE ALEVİ ÖRGÜTLERİ



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Dersim, Alevilik ve Sol bence birbirini tamamlayan önemli kavramlardır. O nedenle bu makaleye böyle bir başlığı koymayı uygun gördüm.

Solda ve bilhassa da Dersimlilerden oluşan üç-beş kişilik akraba, hemşehri veya arkadaş grubu bir araya geldiklerinde hemen yeni bir örgüt kuracakları kanısı halkta yaygındır. Halkın bu kanısını yabana atmamak gerekir. Pek de haksız sayılmazlar.

Sol gelenekten geldiğini söyleyen bazı kişi ve grupların çok önemli bir hastalığı olduğunu biliyoruz. Herhangi bir vakfı, derneği, kulübü, gazeteyi, dergiyi, internet üzerinden ücretli-ücretsiz edindikleri bir web sayfasını kuranlar, hatta bir meyhaneyi açan ortakların bile her birinin sol bir örgütmüş gibi hareket ettikleri çok görülmüştür. Durum böyle olunca, bu defa kendi aralarında da ayrışarak yeni yeni örgütler kurarlar. Bu böyle devam eder gider.

Bazıları düzene karşıymış gibi görünüp, aslında daha çok birbirleriyle uğraşırlar. Eğer birbirleriyle didişmekten fırsat bulabilirlerse düzene karşı mücadele etmek ancak akıllarına gelir.

Diğer taraftan kendilerine “Ulusalcı-Kemalist Sol” diyen örgütlemeler var ki, düzene karşı gerçekten mücadele veren kişileri, örgütleri ve sol kurumları hedef alırlar. Bunlar kendi dışındaki solu tasfiye etmek için sanki kurulmuşlardır.

Bu durumda; Kemalizm’i, Aleviliği ve Aşiretçiliği henüz aşamamış bir çok sol örgüt gerçekten de “sol” olabilir mi? Bu konu üzerinde çok ciddi bir şekilde düşünülmesi ve analizlerin yapılması gerekir.

Aynı şekilde Dersim-Tunceli-Munzur isimleri altında festival, vakıf, dernek ve spor gibi alanlarda örgütlenen yüzlerce kurum ve kuruluşlar mevcuttur. Bunlar da tıpkı sol örgütlemeler gibi ne yazık ki, daha çok birbirleriyle uğraşıyorlar. Bazıları ise, “Alevistan”, “Zazaistan” gibi işi sulandırmak suretiyle adeta halkla dalga geçiyorlar.

Bir kısım Alevi örgütleri ve kurumları da aynı çıkmazda olduklarını görmek mümkündür. Adeta birbirlerine çok benzeyen örgütlenmelerdir.

Dedelik kurumunu ve Aleviliği kendi kişisel işleri için kullanan Prof. İzzettin Doğan 12 Eylül diktatörlüğünün işkenceci paşalarından T. Sunalp'la pazarlıklar yaptığını hepimiz biliyoruz. Daha sonra tüm hükümetlerle yani Çiller'den Ecevit'e, Özal'dan bu günkü AkParti'ye kadar hepsiyle kişisel çıkar anlaşmalarını yürüttü ve hala da yürütmeye devam ediyor.

Bu günki Cumhuriyet düzeni; sağda F. Gülen’e bağlı trilyonluk dini cemaatlerle, solda ise, aynı zenginlikteki Alevi-Bektaşi isimleriyle oluşturulan İ. Doğan’a bağlı Alevi örgütlemeleriyle gerçek evrensel solu ve sağı boşa çıkarmıştır. Türk-İslam ideolojisini ya da Kemalizm'i bize hem sağ ve hem de sol olarak yutturuyorlar.

Prof. İ. Doğan dışında kalan bir çok Alevi kurumlarının durumları da pek iç açıcı değildir. Bunların bir kısmı Mustafa Kemal’in Hz.Ali’nin ikinci yüzü olduğunu söylemek suretiyle bu kokuşmuş düzeni Alevi halkına yutturmaya çalışıyorlar.

Anlaşıldığı üzere, bu düzen halkın inandığı tüm kutsal değerleri ne varsa hepsini kendini yaşatmak için hilebazlıkla kullanmaktadır.

Sağdan, soldan, Dersimlilerin, Alevilerin ve Kemalistlerin bana kızmalarına gerek yok. Esasen bu yazdıklarım gözlemlerime dayanarak yaptığım bir tespittir. Yanlışlığı veya doğruluğu hususunda değerlendirmeyi okuyucunun takdirine bırakıyorum.

NOT-1: Sayıları çok az da olsa bazı Demokrat Kemalistleri, düzen karşıtı demokratik Alevi kurumlarını, emekten ve özgürlükten yana olan tüm Marksist-sosyalist-devrimci solcuları tenzih ederim.

NOT-2: Bazı okuyucuların bana kızdıklarını ve hemen mesaj yazacaklarını sanıyorum. Küfür ve hakaret içermemesi koşuluyla bu okuyucuların tüm mesajları makalenin altına eklenecektir.

27.09.2010


Web : http://www.gomanweb.com/ / http://www.gomanweb.net/

18 Eylül 2010 Cumartesi

Akşam Olunca...


Adil Okay
adilokay@hotmail.fr

akşam olunca
korku iner pencerelere
perdeler ayıp örter
kirli sarı ışıklar
flört eder karanlıkla
her ev kendine kapanır
kendini yaşar gece olunca
unutup diğerlerini

akşam olunca
her taşın altında sıkıyönetim
bütün sokaklar mavi bereli
seslere sağırlaşır kulaklar
ne komşu ağıtları duyulur
ne kayıplar yargılı yargısız
ne açlar açlık grevleri
her ev kendine konuşur
kendini dinler gece olunca
unutup diğerlerini

akşam olunca
perde iner gözlere
kurşun erir kulaklara
yutulur diller
küçülür zalim dünya
önce salon
sonra yatak odası
ve nihayet tek kişilik döşek olur evren
her ve kendine yatar
kendini sever gece olunca
unutup diğerlerini

akşam olunca…

http://www.adilokay.com/

“EYLEMSİZLİK KARARI” VE SONRASI



Mustafa Elveren (Em.Öğrt)
mustafaelveren@gmail.com


PKK’nin “silahların susması, şiddetin siyasal bir sürece evrilmesi“ için tek taraflı olarak ilan ettiği “Eylemsizlik Kararı” 20 Eylül’de sona eriyor.

Bu güne kadar “Eylemsizlik Kararı” devletin en önemli kurumlarından biri olan Hükümet tarafından yeterince karşılık verildi mi? Yine bu süre içerisinde başta sivil toplum kuruluşları olmak üzere, Türkiyeli aydın ve akademisyenler barış için yüklendikleri görevi tam olarak yerine getirebildiler mi? Bu soruları daha da çoğaltabiliriz.

Söz konusu “Eylemsizlik Kararı” bu satırları yazdığım ana kadar karşılık bulmuş değildir. Taraflar arasında dolaylı ya da gizli olarak barış görüşmeleri konusunda herhangi bir çalışmanın olup, olmadığını bilmiyorum. Ancak, “Kirli savaş”ın en önemli ayaklarından biri olan askeri operasyonlar halen hız kesmeden devam etmektedir.

PKK tarafından; “Askeri oparasyonların durması halinde eylemsizlik kararının uzayacağı“na ilişkin yapılan açıklamalara rağmen oparasyonlar devam etti ve yine bir çok gencimiz yaşamını yitirdi. Ne yazık ki, Kürt ve Türk evlerine ateş düşmeye hala devam ediyor.

Halbuki, askeri operasyonların durması durumunda ve bazı iyi niyetli adımların atılmasıyla bu “Eylemsizlik Kararı”nı uzatmak mümkündür. Aksi halde önümüzdeki dönemde de maalesef şiddetin devam edeceğini görmemek için kör olmak lazımdır.

Ancak, referandumdan hemen sonra (Bu satırları yazdığım sıralarda) 2008 Nobel Barış Ödülü'nü alan Finlandiya'nın eski Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari başkanlığındaki bir heyetin (Bağımsız Türkiye Komisyonu) Diyarbakır'da çeşitli sivil toplum kuruluşları ile bazı siyasi çevrelerle görüşmeler yapması olumlu bir adım olarak kabul edilebilir.

Esasen akan kanın durması ve sorunun daha kolay çözülebilmesi için iç dinamiklerin devreye girmesi daha gerçekçi olur. Bence iç dinamiklerin harekete geçmesinin tam zamanıdır.

“Demokratik Cumhuriyet” ya da Türkiye koşullarına biraz daha içeriği uyarlanmış “Demokratik Özerklik” gibi Dünya’nın birçok ülkesinde genellikle sorunsuzca işleyen bir sistemin Türkiye için önemli bir şans olduğunu düşünüyorum. (Bu konuda ayrıca bir makale hazırlamaya çalışıyorum)

Eğer AkParti Hükümeti Kürt sorununu demokratik çözümünü sağlayabilirse, Türkiye Avrupa Birliği’nin ve Ortadoğu’nun en büyük gücü hatta lideri durumuna gelir. Sorunu çözen Başbakan da Dünya’da büyük bir kahraman lider olarak tarihte yerini alacaktır. Kürt sorununun çözülmesiyle birlikte benzer diğer sorunların (Alevi, azınlıklar, türban vs) bu soruna bağlı olduğu görülecektir ve çözümü de daha kolay olacaktır. Fakat, bunları AKParti Hükümeti’den beklemek bence hayal olur. Keşke ben yanılayım ve bu hükümetten binlerce defa özür dileyeyim.
İHD ile bilinen bir kaç duyarlı aydın ve akademisyen dışında bu sürece cevap veren STK ve akademisyenlere pek rastlamadım. Türkiye gündemini elinde bulunduran Basın-Yayın kuruluşları ve bu kuruluşların liberal, sol, her sıfattaki demokratları sorunun çüzümü için mutlaka taşın altına elini koymalıdır. Yani her kuruluş ve kişi kendinden biraz fedekarlık yapması şarttır.

Askeri operasyonların durdurulması, cezaevlerinde tamamen siyasi amaçla tutulduğu anlaşılan Kürt siyasetçilerin serbest bırakılması gibi çok basit bir-iki olumlu adım atılarak PKK’nin tek taraflı olarak başlattığı “Eylemsizlik Kararı”nın uzatılması mutlaka sağlanmalıdır.

Aksi halde Türk ve Kürt evlerine ateş düşmeye devam edecektir ve bu ateş bir gün tüm ülkeyi yakabilir. Bunu şimdi önleyemezsek, yarın çok geç olabilir.


WEB : http://www.gomanweb.com/

8 Eylül 2010 Çarşamba

SAMİMİ(YET) TEST(İ)


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Köyün birinde namaz kılmayı sevmeyen köylülere bundan vazgeçirtmeyi imamlar bir türlü başaramamışlar. Bu işe de en fazla sabah namazı neden oluyormuş. Köylüler imamlara, “Eğer sabah namazını iptal ederseniz diğer dört vakte geliriz,” diyorlarmış. Doğaldır ki imamlar bu öneriye hep olumsuz bakmışlar. Günün birinde atanan yeni imama da aynı öneriyi getirmişler: “Sabah namazını iptal et, diğer namazlara gelelim!” “Olur!” demiş imam. Ve bu iş olmuş. Tabii bu durum diğer köylere tez elden ulaşmış. Bunu duyan imamlar toplanıp gelmişler. “Olur mu öyle şey?” demişler. “Senin böyle bir yetkin var mı? Allah’ın emrini nasıl değiştirirsin?” İşi nerdeyse küfre, dinsizliğe kadar götüreceklerini fark eden bizim imam dayanamamış: “Ulan siz elli yıldır bu insanlara tek rekât namaz kıldıramadınız. Ben dört vakti kıldırıyorum. Siz de erkek olun beş vakti kıldırın!”

Biz bu hikâyemizi AKP’ye methiyeler (övgüler) düzmek için yazmadık. AKP hâlâ topluma güven verememiştir. Toplumun bir kısmı AKP’nin teokratik dikta kuracağını düşünmektedir. Hoş, kendilerinin de tam demokrasiyi kuracakları yok ya! AKP eylem ve uygulamalarıyla AB tipi bir demokrasinin peşinde olduğunu göstermelidir. Bunun yolları vardır. Her olaya (icraata) din, vahiy, ayet gözüyle bakmak Tanrı Devleti’nin ya da Tanrı’nın Gölgesi Devleti’nin bir özelliğidir. Milyon dolarları olan İslami burjuvazinin dolarları her kapıyı açan anahtar olarak yürüyen tanrı görevi yapmaktadır.

Din, inanç ve vicdan özgürlüğü vazgeçil(e)mezdir. Dini kutsallıklar, inanç ve ibadet birey ve toplumsal ahlakı kurmada ve insan ruhunu (vicdanı) iyiliklere yönlendirmede büyük önem taşır. Pozitivizm, laisizm (laikçilik), rasyonalizm günümüzde ilerici rolleri olmayan ve hatta geriye düşen rolleriyle tanımlanabilirler. Laisizm (dayattığı) bir devlet dini olarak laiklik (inanç özgürlüğü) karşıtıdır. Ne tek devlet dinini (laisizm) savunmak ne de din ve vicdan özgürlüğünü dolar basma fabrikası olarak görmek doğrudur. Doğru olanı insana yakışır bir toplum biçiminde yaşamaktır.

İnsan haklarına dayalı, eşitlikçe, adil, özgür, demokratik bir toplumu yaratma mücadelesi vermektir.

Öykümüzdeki beş vakit namaz olayı gibi AKP, CHP, MHP, BDP ve başkaları (herkes) demokratik anayasa yapma görevinden kaçamazlar. Öykümüzdeki imamın, ben şimdilik beş vakti kıldıramıyorum ama ilerde olabilir, şeklindeki tavrı AKP’nin anayasanın (şimdilik gücü yettiği) bazı maddelerini değiştirme çabasıyla bir benzerliği söylenebilir mi, bilmem! Faşist, ırkçı, insan haklarına aykırı anayasa ve yasaların olmadığı demokratik bir toplum ve cumhuriyet kurmak hepimizin görevidir. Demokratik anayasa yapmak bu kadim topraklarda yaşayan herkes için bir test (deneme) olma durumu olacaktır. Samimiyet testi(dir) bu!

Bu ülkenin hâkim-savcıları hükümete güvenmiyor, hükümet de onlara. Kürtlerse kimseye güvenmiyor. Neden güvensin ki? Ortada bir itimatsızlık ve inanmama var. Tarafsız, bağlantısız, adil, eşit, insan haklarına uygun bir adalet kurmak amaç olmalıdır. Herkesin eşitlik ve refah içinde yaşadığı bir ülke inşa etmek gerekir. Samimiyet testi ise insan hakları ilkeleri içinde aranmalıdır. Çözüm için yeltenenlerin kendilerine ve insanlık değerlerine inanmaları gerekir.

7 Eylül 2010 Salı

BİR RESSAM. BİR KİTAP REMZİ: HAYAT RENK IŞIK






“BİR RESSAM. BİR KİTAP REMZİ: HAYAT RENK IŞIK “ başlığı taşıyan yazım Güney dergisinin toplatılan 53. Sayısında yer almıştır. Güney kültür, sanat, edebiyat dergisinin 53. sayısı hakkında; Mersin 2. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından, Ali Dağdeviren’in “Zindan (Kürt) Çocukları’nın Çocuk Hakları!” başlıklı yazısı gerekçe gösterilerek “tamamının toplatılıp, el konulmasına ve dağıtımının yasaklanmasına” karar verilmiş. Bu kararı kınıyor ve Güney dergisi ile dayanışma içinde olduğumu beyan ediyorum.

M. Şehmus Güzel, kitabında,“Remzi, duygu ve anı biriktiricisidir. Onun resmi özeldir. Renkleri daha çok özeldir. Başka ressamlarda bulunmaz. O hüzünlü bir yalnızlığın, bir başına bırakılmışlığın çocuğu, genci, ressamı(dır).” diyor.

Plastik sanatlar içerisinde değerlendirilen resim sanatı bana göre heykel veya mimariden çok şiir, fotoğraf ve yedinci sanat dalı dediğimiz sinemaya yakındır, aralarında organik bir ilişki vardır. Jean Luc Godard’ın ‘Müziğimiz’ adlı filminin ne kadar şiirsel olduğunu ve film boyunca kendimi bir resim sergisinde hissettiğimi anımsıyorum. Filmi izlerken, Paris Orsay Müzesi’nde empresyonistlerin resim galerisinde dolaştığım izlenimine kapılmıştım. Remzi Raşa’nın ve/veya resimlerini imzaladığı biçimiyle Remzi’nin, Paris’in Alesia mahallesinde bulunan atölyesinde tablolarını seyrederken de aynı duyguya kapıldım. Remzi’nin resimleri izleyenleri İstanbul’a, Kırıkhan’a, Paris’in farklı bölgelerine doğru şiir ve müzik eşliğinde yolculuğa çıkarıyor.

Atölyesini M. Şehmus Güzel’le ziyaret ettim. Bizim için açtığı Bordeaux şarabı tuvallerindeki renkleri yanaklarımıza yansıttı. 1928 Kırıkhan doğumlu Remzi konuşurken sanki bir bilgeyi dinliyordum. Mütevazi, derin ve dingin. İşte usta ressamımızı tanımlayan üç kelime. Mütevaziydi, zira yeni tanıştığı bir gence (onun yanında genç sayılırım) sabırla resimlerini, sanat anlayışını anlatıyor ve boşalan kadehlerimizi zarafetle dolduruyordu. Derindi, zira az sözcükle çok şey açıklayabiliyordu. Felsefi derinlik ve insan sevgisi sözcüklerine renk katıyordu. Dingindi, zira sanata adadığı hayatını, geçmişini, gelişimini anlatırken tanıdığı ressamlarla rekabete girmiyor, genç ressamlar için ‘onlar da kim’ demiyordu. İzlediğim resim sergileri hakkında yarım yamalak bilgimle yorum yaparken beni dikkatle dinliyor, yüzüne sık sık çocuksu bir ifade ve gülümseme konuyordu. İşte Remzi Raşa budur. Ve Remzi’nin resme bakışı hayata bakışıyla örtüşüyor.

M. Şehmus Güzel’in Remzi: Hayat, Renk, Işık kitabında yer alan söyleşilerden birinde Remzi bakın neler diyor: “Gelmiş geçmiş bütün sanat akımları beni etkiledi. Bütün sanat ekollerinden etkilendim. Bir insan tek başına oluşamaz. Yani ben, benden öncekilere de borçluyum.”

Remzi’yle atölyesinde sohbet ederken, kübizmden, empresyonizme ve anlamakta zorluk çektiğimi söylediğim ‘soyut resme’ kadar birçok konuda söyleştik. Bir tuvale ilk fırçayı nasıl vurduğunu sordum. O da sokakta veya kahvelerde gördüğü, gözlemlediği bir olay, duruş, bakış üzerine içinde fırtınalar koptuğunu ve yaratma dürtüsünün onu tuvalinin başına sürüklediğini anlattı. Sanatçının üretirken ticari kaygıya kapılmaması gerektiğini, böyle bir durumda sanatçılığından kuşku duyacağını belirtti. İç dürtünün birikimle birleştiğinde ortaya çıkan eserin kalıcılaştığını, önce kendi için, sonra insanlar için resim yaptığını anlattı. Ya da anlattıklarından ben böyle bir sonuç çıkardım diyeyim.

M. Şehmus Güzel’in, Raşa ile günlerce, aylarca, yıllarca süren ve bitmek bilmeyen uzun söyleşilerden bir bölümüne yer verdiği kitap, Raşa’nın hayat öyküsünü özetleyerek başlıyor. Güzel, 75 sayfa boyunca Remzi Raşa’nın doğduğu Kırıkhan’da daha dokuz yaşındayken resme vurulmasını, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi macerasını, Ayhan Işık, Atıf Yılmaz, Yaşar Kemal, Altan Erbulak, Turan Erol ve diğer ahbaplarıyla geçirdiği zamanları, onun sanattaki gelişim evrelerini, Paris’e yerleşmesini, diğer ressamlarla ilişkilerini, sergilerini, bugün neo−liberalizmin günlük hayatı nasıl değiştirdiğini, Paris kafelerindeki, metrolardaki, otobüslerdeki yalnız kadınları, bunların resimlerine yansımasını, resimle diğer sanatlar arasındaki ilişkileri ustaya anlattırıyor. Remzi anlatırken Güzel sorularıyla anımsamasına yardımcı oluyor, kimi zaman da katkı sunuyor. Sonuçta çok önemli bir işe imza atıyor Şehmus hocamız. Bu bilge ressamı tanımamıza vesile oluyor.

Güzel, Remzi ile nehir söyleşisinin önsözüne şöyle başlıyor: “Ressam Remzi Raşa ile 1920’lerin sonundan başlayarak günümüze kadar gelen bir hayatı konuşmaya ne dersiniz? Bu uzun bir öyküdür. Bir Kürt gencinin ne tür yokluklarla, ne tür engellemelerle boğuşarak ve bunu neredeyse doğalmış gibi üstlenerek bugünlere gelmesinin öyküsüdür. (…) Sadece o kadar da değil. 1940’ların sonundaki ve 1950’lerin başındaki İstanbul’unu ve orada yaşadıklarını anlatıyor Remzi. (…) Elbette sonrası da var. Çünkü Remzi ‘resim aşkı’ uğruna İstanbul’daki aşkını bırakacaktır ve Paris’lere kadar gelecektir. Bu bir yerde ‘firar’dır. (…) İşte burada sizi bir yolculuğa davet ediyorum. Yol göstericimiz Remzi Raşa elbette…”

Kitabı okurken ben de onlara katıldım, Remzi Raşa ve M. Şehmus Güzel ile 1920’lerden günümüze uzun bir yolculuğa çıktım. Bu yolculukta her şey var: Kırıkhan, Antakya, 1940’ların sonundaki İstanbul. Sonra Paris. Montparnasse. Seine nehri. Kafeler. Parizyenler. Müzeler. Resim sergileri. Drome dağları ve aşklar.

Remzi Raşa’nın cevaplarından birkaç satırı aktarmak istiyorum, bu yolculuğa bizimle çıkmanız umuduyla :

“Ben peşin fikirle hareket etmem hiç bir zaman. Tamamıyla büyük bir şoktan, büyük bir heyecandan, büyük bir coşkudan sonra çizmeye koyulurum.” (s. 41).

“Genellikle bütün kardeş sanat dalları beni ilgilendirir. Bir duyguyu bir yazar kelimelerle nasıl anlatmıştır. Bu beni ilgilendirir. Müzisyenler konusunda Ravel’in söylediğini burada anımsatmak isterim: ‘Bir müzisyen sadece müzikten anlıyorsa iyi bir müzisyen değildir.’ Bu ressamlar için de geçerli.”. (s. 42).

“Işık önemli resimde. Duygu çok önemli. Evet bendeki duygu belki o kadar neşeli falan değildir. Ama resimde duygu ve ışık olmazsa o resim de olmaz. Ve birikim de gerekiyor. Bir konuyu taşımak beyninde önce, sonra krokiler, desenler, sonra akuareller. Ve sonra boya ve tablo. “ (s. 47).

Künye: M. Şehmus Güzel: Remzi: Hayat Renk Işık, Yazarın Kendi Yayını, Mersin, 2006.

http://www.adilokay.com/

“Cumartesi Anneleri”, Başbakan Ve Dersim



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


“Cumartesi Anneleri” olarak kendilerini tanımlayan binlerce kayıp yakınları yıllardır haftanın her Cumartesi günü seslerini duyurmak için oturma eylemi yapmaktadırlar. 279. Oturma eyleminde Türkiye Başbakanı Erdoğan binlerce acılı aileler için; “Ne iş yaptıklarını bilmiyorum. Cumartesi anneleri birilerince kullanılıyor” demişti.

Aynı başbakan bugün çıkmış referandum kampanyasında hiç yüzü kızarmadan neredeyse tüm hukuki yolları zaman aşımına uğramış 12 Eylül cuntasıyla hesaplaşacağını söylüyor. Binlerce kayıp yakınları için “birileri tarafından kullanılıyor” diyen bir başbakan bu kayıpların hesabını sorabilir mi? Dün Sevgili Ahmet Kaya ve değerli Nazım Hikmet gibi sol değerlerimizden bahsettiğinde ben de safça etkilenmiştim. Bugün Diyarbakır’da aynı nakaratı duyunca anladım ki, sol değerlerimizi hatta sağdaki değerleri bile kendi siyasi çıkarları için kullanmaktadır.

Sayın Başbakan 12 Eylül izlerini silmek için Diyarbakır Cezaevi’ni kapatacaklarını söylüyor. Başbakan bu cezaevinde işkenceye ve haksızlığa maruz kalmış mağdurların ve yakınlarının gözlerinin içine baka baka demagoji yapıyor. Halbuki Diyarbakır Cezaevi’nin müze yapılması için bir çok başvuru yapıldığını hatırlıyorum. Ayrıca müze konusundaki bazı kampanyalar da halen yürütülmektedir. Başbakan bu gerçekleri neden göz ardı ediyor?

Bu başbakan zaten kendisi demokrat değil ki, demokrat olmayan birisinden demokratik taleplerin karşılanması mümkün olabilir mi? Başbakan sadece kendine demokrat olduğu görülmektedir. Öyle ise, Cumartesi annelerinin yanında olduğunu söyleyen bazı arkadaşlarımız ve dostlarımız “yetmez ama yine de evet” konusunda hala ısrar ediyorlar. Denebilir ki; “Aşağıya tükürsen sakal, yukarıya tükürsen bıyık!” Peki ne yapsınlar?

İsteseler çok şey yapabilirler. Mesela yeni bir alternatif yaratabilirlerdi. Nasıl ki BDP ve bazı STK’lerin “BOYKOT” gibi üçüncü bir seçenek bulmuşlarsa, bunlar da ortak bir slogan tespit edip, bu sloganı Evet-Hayır pusulasına yazarak kendi oylarının iptalini sağlayabilirlerdi. Bu seçenekleri daha da çoğaltmak mümkündür.

Meclis TV.den TBMM Genel Kurulu’ndan yasaların nasıl oylandığını hemen hemen hepimiz canlı olarak izlemişizdir. Orada “KABUL”, “RED”, “ÇEKİMSER” seçenekleri mevcuttur. Peki bu referandumda neden ÇEKİMSER seçeneğini eklemeyerek insanlarımızı Evet ile hayır arasına sıkıştırdılar? İşte bu da tipik bir AKParti kurnazlığı zihniyetidir.

Öyle anlaşılıyor ki, her siyasi grubun veya şahsiyetin kendilerine göre hesapları vardır. Yani birileri “EVET” birileri de “HAYIR” çıkmasını istiyor. Her ikisinin de halka hiçbir yararı yoktur. Ben bu anayasa paketindeki değişiklikleri çok dikkatlice incelemeye çalıştım. Gerçekten de göz boyamaktan başka hiçbir şey yoktur. Bu referandumun sadece bir işlevi vardır. O da takunyacı cephe ile postalcı cephenin kendilerini halka oylatmasıdır. “Al birini vur ötekisine.”

Sayın Kılıçdaroğlu’nun Tunceli konuşmasında her nasıl oldu ise ağzından bir af sözcüğü çıktı. Bunu duyan Başbakan hemen “şehitlerimiz” edebiyatını yapmaya başladı. Türkiye yeni bir zihniyete (AKParti zihniyetine) daha alışacağa benziyor. Artık “tek millet, tek bayrak, tek din” milliyetçiliği özelliklerine bundan sonra “Tek parti” öğesini de ekleyebiliriz.

Sayın Başbakan’ın Dersim konusunda da samimi olmadığı ve bu alanı da kendi siyasi amaçları doğrultusunda kullandığını görmekteyiz. Dersimli hemşehrim “ihtiyar delikanlı” değerli yazarımız Haydar Işık’ın Başbakan için yazdığı şu cümleler Dersimle ilgili her şeyi net olarak ortaya koymaktadır.

“-Dersim acısı üzerine konuşurken, aynı zamanda Dersim’i bombalatmasına ne diyelim?
-Haftalardır yaktırdığı ormanlara sessiz kalmasına ne diyelim?
-İktidarı döneminde Dersim soykırım arşivini açmamasına ne diyelim?
-Munzur üzerinde 20 baraj yapıp halkımızın doğal yaşam alanlarını su altında bırakmasına ne diyelim?”

Sevgili Haydar Hocam! Elbette bizim de bir gün söyleyeceklerimiz olacaktır. Yeter ki, Dersimliler “Zazaki”-“Kırmancki” ve benzeri içi boş tartışmalarla birbirlerini incitmesinler.

Ne yazık ki, hala Dersim’i kendi dar siyasi çıkarları için kullanmaya çalışan ve Diyarbakırlı Şafii kürdü içine sindiremeyen devletten daha ulusalcı bir zihniyetin Dersim ve dersimlilerin üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu hemşehrilerimizin Şafii kürdler konusundaki kaygıları yersizdir. Bu kürdü kürde vurdurmanın en önemli planlardan biridir.

Gelin tüm kişisel siyasi hesaplarımızı bir tarafa bırakarak birlikte yaşamanın yollarını yaratalım. Beş vakit namaz kılan sünni Türklerle ve göçmenlerle birlikte yaşamaktan rahatsız olmadığın gibi ayni nitelikteki kendi soyundan olan Şafii kürtlerden de kaygı duymamalısın.

İsteyen Dersim kimliğini,
isteyen Kürt kimliğini,
isteyen Zaza kimliğini,
isteyen Kızılbaş kimliğini,
isteyen dinsizlik kimliğini,
isteyen İslam ve diğer inanç kimliğini,
isteyen bu kimliklerin bazılarını veya tümünü,
kullanabilmelidir.

Tabiki birlikte yaşamak istiyorsak! Ülkemizde çok sayıda önemli sorunlar varken, halka EVET-HAYIR oyunu oynatmalarını içime sindiremiyorum. İşte bu sorunlardan bazılarını buraya aktarmak istiyorum;

-İlk ve orta öğretimde Din dersinin zorunlu olduğu, 85 bin cami ve 90 bin personeli bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı gibi devasa bütçeli bir kurum tarafından Alevilerin asimile edilmek istendiği,
-Yüzde on barajıyla halkların meclise girmesini engelleyen seçim yasasının bu güne kadar başta AKParti olmak üzere hiçbir hükümet tarafından dokunulmadığı,
-Başta Kürt sorunu olmak üzere, başörtüsü ya da diğer deyimle Türban konusu sahte açılımlarla sürüncemede bırakıldığı,
-Osmanlı’nın devamı olan Cumhuriyet sistemi de yıllardır Sağcı-solcu, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Laik-Müslüman, Fenerbahçe-Galatasaray takım taraftarlığı gibi farklılıklarımızı ve kutsal değerlerimizi kullanarak halkları birbirine vurdurtarak bu güne kadar ömrünü uzattığını,
-Ve şimdi de Evet-Hayır oyunuyla halkları tuzağa düşürerek bir kez daha ömrünü uzatmak istediği,
Anlaşılmaktadır.

Tüm bunları demokratik bir yönetimle çözmek mümkündür. Ancak, Türkiye’de güçlü üçüncü demokratik bir siyasi alan yaratılmadıkça bu sorunların çözülmesi mümkün görülmemektedir. Bu üçüncü alanın hiç bir zaman sosyalist demokrasi mücadelemize engel olacağını düşünmüyorum. Öyleyse bu güne kadar böylesi bir alan neden yaratılmadı?

Web : http://www.gomanweb.com/