13 Mart 2011 Pazar

“İLERİ DEMOKRASİ” ALDATMACASI


Mustafa Elveren (Em.öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


Bir taraftan 90 yıllık resmi ideoloji çatırdamaya başlarken, öte yandan devlet içindeki iktidar yanlısı güçler Ak(p) Kemalistleri üretmeye başladılar. Bunların ne kadar demokrat oldukları üzerinde biraz düşünmemiz gerekir.

Her şeyden önce yüzde on seçim barajı uygulamasıyla bu sistem ve bu sistemin ürettiği iktidarlar demokrat olabilirler mi?

“Açılımlar” aldatmacasıyla KCK operasyonu altında Kürt siyasetçilerini cezaevlerine koyan, üstelik de anadillerinde savunma yapmasını engelleyen bir anlayış demokratlıkla bağdaşabilir mi?

“Alevi Çalıştayları” adı altında Alevileri birbirine düşüren, çeşitli kurnazlıklarla onların altını oymaya çalışan, Diyanet’e entegre eden, okullarda din derslerini sözde Alevilik içeriğiyle daha da yaygınlaştıran bir siyasi düşünce nasıl demokrat olabilir?

Cemaat ve iktidar aleyhine kitap yazdı diye kendi polis müdürünü içeri tıkan, “karargâh evleri” bahanesiyle sosyalist bir partinin genel başkanını ve yöneticilerini zindana atan bir zihniyet ne kadar demokrat olabilir?

“Ergenekon”u savunup “cemaate” karşı çıkanlar, ya da “cemaati” savunup “Ergenekon”a karşı çıkanlar demokrat olabilirler mi?

Mustafa Kemal’in ya da Muhammed Mustafa’nın gölgesi altında siyaset yapanların demokrat olması mümkün müdür?

Bir ayağı kışlada, diğer ayağı ise medresede olanlara demokrat denilebilir mi?

Bu satırların yazarı da dâhil olmak üzere; yüzlerce gazeteciyi, bilim adamını TCK’nın 301-215 ve benzeri maddelerle cezalar yağdıran bir hukuk(suz) sistemini savunanlar demokrat olabilirler mi? (1)

Hala Türk Milleti adına kararlar veren ve bir türlü Türkiyeleşmemiş kurumların var olduğu bir ülkede “ileri demokrasi” var diyen Sayın Başbakan bizleri aldatmıyor mu?

“Örneğin Ankara Hukuk Fakültesi öğretim üyelerinin yaptığı bir ankete katılan yargıçların yüzde 50’den fazlası hukuka göre değil, devletin çıkarlarını gözeterek karar verdiklerini açıkça itiraf ettiler. Bir ülkede yargıçların çoğunluğu devletin çıkarını gözeterek ya da ideolojik tercihlerine göre karar verebiliyorsa o ülkede hukuk devleti değil, devlet için hukuk vardır...

Sadece yakın geçmişimize göz atmak dahi bunun böyle olduğunu net karelerle karşımıza diker: Ergenekon, Susurluk, “Hayata Dönüş”, KCK, TMK mağduru çocuklar, Devrimci Karargâh, Hrant Dink, Pınar Selek, İsmail Beşikçi, protestocular, gazeteciler, çizerler, yazarlar...

Bu siyasi dava bolluğu, aynı zamanda hak ihlâllerinin ve dolayısıyla da adaletsizliğin somut kanıtları değilse nedir ki?” (2)

Bu soruları daha da çoğaltabiliriz. Şimdi bazı okuyucular, “demokratlığın ölçüsü nedir?” diye sorabilirler. Bence en önemli temel ölçütlerden birisi birbirlerimizin düşüncelerine tahammül etmektir. Ne yazık ki, birbirimizin fikirlerine tahammül edemiyoruz. Çünkü Türkiye’nin mevcut eğitim sistemi insanlarımızı bu çerçevede yetiştiriyor. Önce insan değil, “önce vatan” mantığıyla hareket etmektedir.

“Bayrak inmez, ezan dinmez”, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez”, “Her şey bu vatan için” “Ne mutlu Türküm diyene!”, bu sloganları daha da uzatmak mümkündür. Yani her şeyini Vatan, millet, bayrak, ezan üzerinden kurgulayan bir sistem var. Bu sistem hiçbir zaman değişmedi. Sadece ara-sıra göstermelik demokrasi aldatmacası ya da “balans ayarı” yapıldı.

Dolayısıyla bu günkü iktidarın da kendi ideolojisini bunların üzerinden uygulamaya çalıştığını düşünüyorum. AKParti iktidarının da artık diğer hükümetlerden hiçbir farkı olmadığını çok net olarak görebiliyoruz. “Al birini vur ötekisine.”

12 Haziran’da Milletvekili seçimi için tüm siyasi partiler yüzde on baraj ayıbıyla sanki bu ülkede demokrasi varmış gibi siyasi bir yarış içine gireceklerdir. Başta iktidar partisi olmak üzere, CHP ile MHP’nin Devletin kasasından milyonlarca Lira yardım aldıklarını, buna karşılık Mecliste grubu bulunduğu halde bir tek kuruş yardım verilmeyen BDP de bu yarışa katılacaktır. Sen benim ayaklarımı sakatlamışsın, ondan sonra da gel benimle yarış diyeceksin. Bu kadar eşitsizlik, hukuksuzluk olur mu?

Her türlü engellemeye rağmen BDP’nin iki koldan ittifaklar yaratmasını önemsiyor ve yerinde bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Tabiki çok zor bir iş olduğunu biliyorum. İttifak kurmaya çalıştığı alanlardaki kişi ve kuruluşlar HEP-DEP deneyiminden umarım ders çıkarmışlardır.

Hep yazdım, kürt siyasetiyle işbirliği yapmayan hiçbir siyasi partinin tek başına AKPartiye karşı iktidar olması mümkün değildir. O nedenle Kürt siyasetinden uzaklaşıp, seçim sonrasında uğrayacakları yenilgiyi hiçbir kişi ve parti BDP’yi sebep olarak artık gösteremez.

Bu seçimde BDP’nin bağımsız listelerle en az 30 milletvekiliyle meclise gireceği tahmin edilmektedir. Bazı Alevi kurum ve kanaat önderlerinin BDP’yle görüşmeler yaptıkları yönünde duyumlar alınmaktadır. Ayrıca, sol ve sosyalist birçok kurum ve kuruluş da BDP ile ittifak yapmaları şimdiden kesinleşmiş gibi görünüyor.

Diğer taraftan en önemli bir faktör de Alevilerin tavrı olacaktır. Alevi kurum ve kuruluşları hala netleşmemiş durumdalar. Alevi kurum ve kuruluşlarının bu seçimde oy dengelerini ciddi bir biçimde etkileyeceği de bir gerçektir.

Aynı şekilde CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Dersimli Alevi bir Kürt olması da bu seçimde oy dengelerini epeyce değiştireceğini göz önüne almak gerekir.

Bu ülkede ister göstermelik, ister baskı altında yapılan tüm siyasi alanlarda biz sosyalistler, devrimciler ve demokratlar evrensel demokrasiyi inşa edinceye kadar mücadelemize devam edeceğiz.

Savcılar devamlı hakkımızda soruşturmalar açsalar da, mahkemeler cezalar verseler de, polisler her gün kapımızı çalsa da, “Kapıları çalanlar tarih oluyor; kapıları çalınanlar tarihe geçiyor” (Can Dündar-Milliyet)

13.03.2011

DİP NOTLAR:

(1)- http://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrk_Ceza_Kanunu_301._maddesi

(2)- Temel Demirer / sosyalist Demokrasi

ÜFÜRÜKTEN TEYYARE




Diyarbakır AKP’de Erdoğan’ın resmi önünde dini bir ayin gibi pasta kesildi. Erdoğan’ın doğum gününü bir dini ritüel gibi kutlayan Diyarbakır AKP yağcılıkta dünya şampiyonu oldu. Bir resme tapar gibi Erdoğan’ın gıyabında yapılan bu yaş günü rezil bir olaydır. Diyarbakır AKP’yi teşhir etmek gerekir. Daha 5-6 yaşında türban takmış bir kıza yaş günü pastası kestiriliyor. Allah bizi bu insanlardan korusun! Diyarbakır AKP’nin bu yağcı ve etik olmayan davranışını kınıyorum. Türkiye’yi idare eden bir siyasi partinin durumu budur. Türkiye’de demokrasi var denebilir mi? Bu davranışlar monarşi ve diktatörlüklerde olur. Böyle bir iktidar partisi olan devletin tipi padişahlık tipi bir rejimdir. Kimse demokrasiden filan bahsetmesin. Böyle liderleri bir bakıma tanrı katına çıkartan rejimlere bilimde diktatörlük denir. Sosyal bilimlere bakın bir.

G20 dönem başkanı sıfatıyla Türkiye’yi ziyaret eden Sarkozy’nin karşıla(n)ma töreninde sakız çiğnemesi-bizim ahlaki anlayışımıza göre-ayıptı. Doğru bir şey yapmamıştır. Ama ona karşı Melih Gökçek’in sakız çiğnemesi de çok ayıptır. Bu diplomatik bir yanıt değildir. Bir yazılı açıklama ile ya da başka bir ileti(şi)mle olay kınanabilirdi. Eğer Türkiye Cumhuriyeti (TC) bu işte Melih Gökçek’i kullanmışsa, vah halimize! Ama bu işi Melih Gökçek kendi aklınca yapmışsa, sevdiği konulardır bunlar. Bu işleri iyi başarır. Ayıplı bir durumdur.[Avrupa’da yellenmenin ayıp olmadığını biliyorsunuz, değil mi? Vallahi sakız’ın intikamını böyle alırlarsa ağlamayalım(!) Ciddi olmak gerekir, ciddi! Bir ulusu temsil ettiğinizde ciddi olmalısınız. Şahsınız adına her şey yapabilirsiniz, bu belki de size yakışabilir? Ama toplum adına her şeyi yapamazsınız.] Melih Gökçek bana göre TC’yi küçültmüştür. Ona bir tepki verilmemesi de ülkemizdeki demokrasi seviyesini gösterir. Melih Gökçek’ten bunun hesabını soracak-maalesef-bir makam yoktur. Ben kendi adıma Melih Gökçek’i kınıyorum! Bir ülkenin şerefi böyle kurtarılmaz!

Saadet Partisi Genel Başkanı Necmettin Erbakan’a Allah rahmet etsin diyoruz. Ölülere saygımızdandır. Ama fetişistleştirmemek gerekir. O da bir insandı ve büyük hataları vardı. Milliyetçi Cephe (MC) dönemlerini unutmadık. MSP’nin AP-MHP-CGP ile yaptığı Kutsal İttifak’tan söz ediyorum. Erbakan, üç tane Milliyetçi Cephe koalisyonunda yer aldı. Binlerce insan katledildi, sürgün edildi. Unutmuyoruz. TSK’nin taziye mesajı ve cenaze törenine katılımına gelince: Bu konuyu duygusal yönünden çok sosyal bilim açısından açıklamak gerekir diye düşünüyorum. Ordunun baştan beri dikta peşinde olması doğru değildi(r). İslam’ı kullanan siyasi partilerin de-yine baştan beri-Allah’ın devletteki siyasetin en yüksek makamında oturan vekilleri olarak davranması doğru değildi. Ve nihayetinde Erbakan da diğer faniler gibi ölümü tattı ve ancak bir kefenle gömülebildi. Allah Erbakan’ın günahlarını affetsin.

Mısır, Libya ve Tunus’taki ayaklanmalar halkların özgürlük arayışlarının sonucudur. Halkların özgürlük arayışları devam edecektir. Yani doğal etkileyişim yasası işleyecektir. Özgürlük arayışının Türkiye’de olmayacağını kimse garanti edemez. Çünkü ne iktidar ne de muhalefet özgürlükten yana değildir. Hem iktidar ve hem muhalefet askeri vesayeti temsil ediyor. Özgürlükçü bir demokrasi Türkiye’de şimdilik ancak hayal edilebiliyor. Çıkara dayalı, aslında resmen birer şirket olan siyasi partilerimiz var: AKP, CHP, MHP ve hatta BDP birer şirkettirler. Şirketler menfaatlerini koruyan parasal organizasyonlardır. Şirket sahipleri de parasal olarak büyüyen ortaklardır. Birbirinden farkı olmayan bu siyasi partiler arasındaki mücadele yalandan bir mücadeledir. Şirketvari mücadelelerden de DEMOKRASİ çıkmaz.

5 Mart 2011 Cumartesi

GAZETECİLER AYAKTA, ÖZGÜR BASIN BOYUN EĞMİYOR!





Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

Dün aralarında gazeteci Nedim Şener, Ahmet Şık, Doğan Yurdakul ve araştırmacı yazar Yalçın Küçük'ün de bulunduğu 10 kişinin "Sözde Ergenekon Operasyonu" kapsamında gözaltına alınması, Türkiye'de basın özgürlüğünden söz edilemeyecek kadar açık bir istibdat döneminin yaşandığını gösterdi. AKP iktidarı ve Fethullah Gülen cemaatinin toplumu ve halkı sindirmek konusunda freninin artık tamamıyla patlamış olduğunu ortaya koydu.

Çalışkan ve mücadeleci gazeteci Nedim Şener'in, Hrant Dink cinayetinin işlenmesinde Emniyet, Jandarma ve bürokrasideki cemaatçi yapılanmanın payı olduğunu ortaya koyan yayınları ile Özden Örnek'in günlüklerini yayımlamasıyla gündeme gelen Ahmet Şık'ın, Ergenokon operasyonunun AKP karşıtlarını susturma aracına dönüştürülmesi üzerine yaptığı çok önemli gazetecilik çalışmalarının gündeme düşmesiyle hukuka ve basın özgürlüğüne açıktan bir saldırı başlatıldığını iddia eden Gazeteci Örgütleri, bugün ayağa kalktı. İstanbul ve Ankara'da yapılan kitlesel yürüyüş ve basın açıklamalarına ilgi de yoğundu. Ankara'daki eylem Kızılay Güvenpark'ta toplanan yüzlerce gazetecinin Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Türkiye Gazeteciler Sendikası başta olmak üzere birçok örgütün katılımıyla başladı. "Özgür Basın Özgür Türkiye", "Özgür Basın Susturulamaz", "Susma ve Susturma", "AKP Medyadan Elini Çek" sloganları eşliğinde Adalet Bakanlığı'na kadar yürüyen gazetecilere, çevreden halkın da alkışlarla destek verdiği görüldü.

Basın bildirisini Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanı Ahmet Abakay okudu. "61 gazetecinin cezaevinde olduğu, 2000 gazetecinin davalık olduğu ve 4000 gazeteci hakkında soruşturma yapıldığı bir ülkede basın özgürlüğünden söz edilemez" diyen Abakay, bir an önce medyanın üzerinden AKP'nin ve cemaatin elini çekmesi gerektiğini vurguladı. Bu sırada gazetecilerden, "Mürit Değil Gazeteciyiz" sloganı yükseldi.

Halkın haber alma özgürlüğünü sonuna kadar kullandırmayı hedefleyen onurlu gazetecilerin, araştırmalarıyla toplumu aydınlatan Yalçın Küçük gibi aydınların gözaltına alınmasına, tutuklanmasına sessiz kalanların ya da sevinenlerin, onurlu gazeteci olamayacaklarına değinilen konuşmalarda, okuyucu ve izleyicilerin da özgür basına sahip çıkması istendi.
Yaygın medyanın yoğun ilgi gösterdiği yürüyüş ve basın açıklaması, alkışlı protestoyla sona erdirildi.

DELİRMİŞ KRALLAR!



DELİ(RMİŞ) KRALLAR!
Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com



Tunus, Mısır, Libya derken demokrasi zincirlerimiz boşandı. 42 yıllık faşist diktatöre (Kaddafi’ye) uzun yıllar devrim teorisyenlerinin hatalı analizleriyle sempati duyduk. Antiemperyalist bir yolda Üçüncü Dünya liderlerinden biri olarak olumladık. Oysa ne Moskova’daki reel sosyalizm, ne Pekin’deki rejim ne de Kaddafi’nin yeşil sosyalizmi cennet vaat ediyordu. Biz gençliğin aldanmışlığıyla, romantizmle, saf yüreklerimizle uzun yıllar bu çizgileri savunduk. Yanlıştı. SSCB’deki devlet kapitalizmi vardı, Çin Halk Cumhuriyeti kapitalist bir yoldaydı, Libya askeri bir rejimdi. Ve üçü de bir diktatörlüktü, insanları eziyordu, sömürüyordu, kapitalist moderniteye katkı yapıyordu. Bu anlamda Kaddafi’nin kendisini devrim lideri görmesi yanlıştır. Çünkü “devrim” eşitlik, adalet ve demokrasi demektir. Kadafi’de bunların esamesi okunmuyor!

Faşist diktatör Kaddafi iktidarı bırakmamak için paralı askerlerini kullanarak halkını katletti. Libya’yı babasının malı gibi gören bu adam onu oğullarına miras bırakmak istiyor(du). Kapitalist modernitenin en görkemli devletleri ABD ve AB ülkeleri faşist diktatörlüklere karşı samimi bir tavır almıyorlar. Bin Ali’yi, Mübarek’i sonuna kadar kolladılar. Kaddafi’yi de öyle. Çünkü ekonomik ve askeri çıkarlar, bağlantılar bozulsun istenmiyor. Çünkü Libya petrollerinin büyük çoğunluğu Avrupa’ya gidiyor. Ve yakılacağını bilen bir akrebin intihar etmesi gibi Kaddafi’nin Libya petrollerini uçurabileceğini biliyorlar. Avrupalılar 42 yıldır bu diktatörün çadırına gidip elini öpüyorlar. 40 kadınlı haremini sosyalistler ve kapitalistler neye saydılar, Allah bilir!

Kendi halkını katleden ve kendine devrim lideri diyen Kaddafi Yeşil Kitap’tan-iktidar uğruna herkesi öldüreceğini-ceza yasası kısmından okudu. Kaddafi Yeşil Kitap’ı Kur’an’ı Kerim’in sosyal adalet yanını istismar ederek Müslüman halkına bir ideoloji manifestosu olarak yazdı. İslam’ı sınıf ayırımları lehine kullanan sağ ideolojiler gibi tuhaf bir şeriat sosyalizmi adına kullanmak istedi. Aslında her iki tarafın yaptığı da aynı şeydi, dinin ahlaki ve toplumsal değerlerini sınıflarının çıkar ve iktidarlarına kullandılar. Yani Allah adına konuşarak Allah’ın iyilik ve ahlaki dolu değerlerini kendi kişisel ve sınıfsal çıkarları için kullandılar.

42 yıllık faşist diktatörlük iktidarları kınar ve eleştirirken içinde bulunduğumuz durumu analiz edememe gibi bir hastalığa da düştüğümüz oluyor. Padişahlıktan sonra Cumhuriyet’i kurduğumuzu sanıyoruz. Demokrasiye geçtiğimizi düşünüyoruz. Oysa gelmiş geçmiş ve mevcut siyasal partilerimizin hepsi İttihat ve Terakki Fırkası (İTF) ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nın (HİF) versiyonlarıdır. Yani CHP ve MHP İTF’dir. DP, DYP, ANAP, MSP, Saadet Partisi, AKP ise HİF’tir. Yani Meşrutiyet yönetiminden bir adım ileri gitmemişiz. AB tipi demokratik bir hukuk devleti olmuşuz iddiası (sadece) bir söylemdir.

AB tipi bir demokrasi ideali olan Türkiye’nin hangi siyasi partisi Avrupa standartları düzeyindedir? AKP bile TSK ile askeri vesayette anlaşmış bir devlet partisidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’de de-tıpkı CHP ve önderleri, DP misyonu ve önderleri gibi-iktidarı bırakmama inat ve hastalığı vardır. Bu sözlerimizden kimse alınmasın, bir yazar olarak bir gerçeği belirtiyoruz. Başbakan Erdoğan da tıpkı Beşar Esad, Mübarek, Bin Ali, Kaddafi gibi uzun yıllar iktidarda kalmayı planlıyor ve istiyor. Buradaki benzetimimiz sadece süre ile ilgilidir, kimse başka bir anlam çıkarmamalıdır. Tam demokrasilerde (demokratik cumhuriyetlerde) böyle bir hastalık yoktur. Çünkü o tip ülkelerde siyasi partiler bizim gibi oligarşik cumhuriyetlerdekinden farklı görevler üstlenirler. O ülkelerdeki liderler ve siyasi partiler kapitalist modernitenin demokratik modernite (demokratik toplum) ile iç içe ve birlikte yaşamasına çalışırlar.(Birbirlerini yok etme işlevi yerine birlikte yaşama ve uzlaşma görevi görürler.) Yani birlikte eşit, adil ve demokratik yaşama-istemeseler de!-hizmet ederler.

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNDEN ÜRETİLEN HAKİMLER-ÖĞRETMENLER…


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com



Ankara’da 5’i liseli biri üniversiteli 5 öğrenci Facebook’ta açtıkları kişisel bir sayfada ismi lazım değil bir hâkime hakaret ettikleri suçlamasıyla sabahın köründe polis tarafından gözaltına alındıklarını basından okuyunca içim burkuldu. Demek ki bu ülkede şikâyetçi hâkim ya da savcı olunca çocuklar hemen gözaltına alınabiliyor.

İnternet ortamında öyle hakaretlerle karşılaşıyoruz ki, dava açmaya kalksan yıllarca tespit edemezsin. Bu hâkimler veya savcılar benim yerimde olsalardı herhalde tüm mesaj sahiplerini içeri tıkarlardı. Benim e-posta adreslerime gelen hakaret, tehdit, şantaj ve küfürler bu hâkimlere gitse eminim ki mide bulantısından bir hafta yemek bile yemezler.

Herhangi birinin bir başkasına hakaret etmesini onaylamak gayet tabidir ki mümkün değildir. Ancak, henüz çocuk yaştaki bu gençlerimizi gözaltına almak bir hâkime yakışmaz. Yakışmadığı gibi bu çocukları daha da militanlaştırır. Ben hâkimi de, trafik suçunu işleyeni de, genç öğrencileri de hiç birisini tanımam. Sadece basında okudum ve etkilendim.

Biri katliam gibi bir trafik kazası yapmış ve doğal olarak cezası ilgili hâkim tarafından verilmiştir. Bu suçu işleyenin yakınları da kendilerince seslerini duyurmak için Facebook’ta bir sayfa açmışlar. O sayfada neler yazdıklarını bilmiyorum. Fakat her ne yazarlarsa yazsınlar, bu yaştaki gençleri sabahın şafağında evlerinden polis tarafından alınması akıl işi değildir.

Hâlbuki tespit ettikleri adreslerdeki kişileri çağırıp birkaç nasihat vermek suretiyle bu çocukların gönlünü kazanabilirdi. Fakat ne gezer! Bu gençleri gözaltına almakla marifet yaptığını sanıyor.

Öğretmenlik yıllarımda biliyorum. İstiklal Marşı töreninde önündeki öğrenciyi dürtükledi diye, tören bitiminde o öğrenciyi tüm öğrencilerin gözü önünde döven ve dövdüğüyle yetinmeyip, karakola şikâyet eden okul müdürlerini gördüm.

Defterlerinin arasına ya da masasına birkaç slogan yazdı diye bu öğrencileri güvenlik birimlerine şikâyet eden öğretmenleri bilirim.

Okul bahçesinde abdest alırken ayaklarına su döken öğrencinin gülümsemesi üzerine önündeki suyu öğrencinin üzerine döken öğretmenleri gördüm.

Şimdi bazıları çok haklı olarak bana şu soruyu sorabilirler. “Ya hoca, sen öğrencileri dövmedin mi? Sen de sütten çıkmış ak kaşık değilsin herhalde” diyebilirler. Evet, maalesef ben de bu tornanın bir ürünüydüm ve meslekteki ilk iki yılımda çok acımasızdım. Ancak, çok kısa sürede hayali olarak yaratılan Kemalizm’den ve din olgusundan sıyrılmayı başardığımı düşünüyorum.

Zaten, üzeri betonla kaplanan Kürt-Kızılbaş-Komünist kimliklerimi kazanmak için mazlumlardan çok şey öğrenmiştim. Mazlum ve mazlumların eskisi üzerimde olmasaydı belki ben de bu gün sistemin savunucuları arasında olabilirdim. O nedenle Mazlum ve mazlumlara çok şey borçluyum.

O nedenle, postalcı ve takunyacı “vatanseverlere” karşı hep sosyalist demokrasiyi savundum. Tabii ki bunun bedelini ödedim ve hala da hakkımda açılan davalarla ödemeye devam etmekteyim.

Ne acıdır ki, Türk Eğitim sisteminde ancak benim gibi öğretmenler ve çocukları şikâyet eden hâkimler üretiliyor. Yani postalcı ve takunyacı “vatansever” hâkimlerimiz, savcılarımız, öğretmenlerimiz… Bunlar var oldukça sistem de çok acımasız olur.

Bu eğitim sistemi aynen kışla sistemine benziyor. Zaten birbirlerini tamamlıyorlar. Bu sistemden kurtulmadıkça maalesef bedel ödemeye devam edeceğiz.

27 Şubat 2011

NOT: Bu satırları yazdığım sıralarda SP Genel Başkanı Sayın Necmettin Erbakan’ın vefat ettiğini basından öğrendim. Erbakan’ın 28 Şubat darbesi yıldönümünde hayatını kaybetmesi çok düşündürücüdür. Bu kadar tesadüf olamaz. Acaba! Bu da “Yeşil Ergenekon”un işi mi? Dini geleneğe göre kendisine rahmet, yakınlarına baş sağlığı dilerim.