11 Temmuz 2011 Pazartesi

IRKLAR VE İNANÇLAR...



Mustafa Elveren (EM. ÖĞRT.)
mustafaelveren@gmail.com

İnsanların cins, renk, ırk ve inanç gibi farklı özellikler taşıması doğal bir gerçekliktir. Buna bağlı olarak farklı siyasi düşüncelerinin oluşması da demokrasi açısından önemli bir olgudur.

Ancak, egemen güçler ekonomik ve siyasal çıkarları uğruna insanların bu özelliklerinden hep yararlanmışlardır. Yönetici konumundaki egemenler kendi iktidarlarını devam ettirmek için insanların bu özelliklerini kullanarak halkları birbirine boğazlattıkları tarihte çok görülmüştür.

Dünya’da teknolojik gelişmelerin hızla geliştiği bu dönemde bile boğazlaşmanın önüne geçilememiştir. Ne yazık ki yaşamakta olduğumuz yirmi birinci yüzyılda bu durum hala devam etmektedir.

Mevcut siyasi sistemin yani “Türk-İslam Sentezi” ideolojisinin etkisinde kalarak henüz önyargılarımızı kıramamış, birbirimize karşı güvensizlik içinde olduğumuz birçok kişiyi de göz ardı edemeyiz. Bu konuda bana gönderilen bir e-posta mesajını sizlerle paylaşmak ve yanıtlamak istiyorum:

“Mustafa hocam, Türk halkını temsil edecek tüm milletvekili adaylarına başarılar diliyorum Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında faydalı çalışmalar yapacaklarına inanıyorum. Anlamadığım bir nokta ise Tunceli halkının alevi olduğu halde başına anlaşılmaz şekilde bir "KÜRT" ibaresinin getirilmesi neyin nesi oluyor. Aleviler ne zamandan beri Kürt'leri destekler oldu? Aleviler ne zamandan beri kendilerine KÜRT demeye başladı? Ben inanıyorum ki Kürt'ler sizin onları benimsediğiniz kadar "alevileri" benimsemiyorlardır. Kendinizi zorla Kürt ilan etmenizide anlamıyorum doğrusu. Bu ısrar niye sayın hocam? (H.G)

Yukarıdaki mesajı tanıdığım ve kendisi de Kürt (ya da kürt kökenli diyelim) olan emekli bir lise öğretmeni göndermiştir. Sanırım branşı da sosyal bilgilerdir. Asimilasyon belası işte böyledir. Kürt Hüseyin’i bile halis bir Türk yapabiliyor.

Alevilik bir inançtır, Kürt ise ırktır. Türk, Çerkez, Laz, Boşnak, Azeri, Arap ırklarından aleviler var olduğu gibi Kürt ırkından da aleviler vardır. Üstelik Türkiye’de azımsanamayacak sayıda Kürt aleviler mevcuttur. Keza; siyah derili, beyaz derili, Kızılderili gibi insanların inançları da, siyasi fikirleri de derileri gibi çok farklı olması doğa yasasının gereğidir.

İnsanlar dini inancını değiştirebilirler, hatta cinsiyetini de değiştirmek mümkündür. Ancak, ırkını değiştirme şansına sahip değildirler. “Şu kökenli” gibi sözcükler dahi bir anlam ifade etmemektedir. Çünkü ırk kan bağıyla ilgilidir.

Ben her türlü ırkçılığa karşı olmakla birlikte çok kimlikli ve kültürlülüğü önemsiyorum. Çünkü Irk, inanç, cins, renk ve benzeri özelliklerimizin olması, bizler için sosyal ve kültürel birer zenginlik kaynağı olduğunu düşünüyorum.

Mahallelerimizde yapılan (daha çok bahçede ya da sokakta) düğünleri dikkatlice izlersek, ufak-tefek istisnalar hariç halkların birbirleriyle bir sorunu olmadığını çok net olarak anlayabiliyorsunuz.

Örneğin; MHP-CHP veya benzeri siyasi düşüncelere yakın olan bir ailenin düğününü izlediğiniz zaman, “Genç Osman”, Hudayda”, “Türkiyem” vb. müziği çokça dinlersiniz. Diğer taraftan bir solcunun ya da sol düşünceye yakın olan birinin düğününü izlediğiniz zaman tam tersi olarak daha çok ezilmişlik-zindan-zulüm içerikli parçaları dinlemek mümkündür. Bir kürdün düğününde ise, yine ölüm-zalim-zindan içerikli ve Kürtçe ağırlıklı müzik dinlersiniz. Diğer taraftan bir Alevi’nin Cem’inde Kerbela Direnişi kahramanları ve Pir Sultan gibi başkaldırı önderler öne çıkmaktadır. Aynı şekilde bir Müslüman’ın mevlit toplantısında ise, Hz. Muhammed’e övgüler ve ilahilerin bolca okunması bilinen bir gerçektir. Bu gerçekleri yaparak- yaşayarak görmekteyiz.

Buna rağmen halklar arsında hiç bir zaman çok ciddi bir sorun çıkmamıştır. Ancak, iktidardakiler koltuklarını korumak için gücündeki devlet destekli provokasyonlar yapmışlardır. Alevi-Sünni, Türk-Kürt çatışması… gibi.

Bir zamanlar Kürtçe söylenen her türkü, her demeç için ne yazık ki C.Savcıları soruşturma açıyorlardı. Bunun bedelini Kürt halkı çok ağır ödedi ve fiili olarak da bu tür soruşturmaları aza indirdi.

Ancak, C.Savcıları demokrat ve ilerici kişiler hakkında “suçu ve suçluyu övmek… Yasadışı örgüt propagandası yapmak” gibi uyduruk gerekçelerle hala davalar açmaktadırlar. Hele bir de Ermenilerle ilgili olumlu bir bildiriye imza atmışsanız ya da bir konferansta konuşmuşsanız yandınız demektir…

“Yüce Türk Milleti” adına karar veren yüksek mahkemeler bile bu konuda en ufak bir hoşgörü göstermezler. Sevgili Baskın Oran hakkında verilen mahkeme kararları en belirgin örnektir. Aslında en tehlikeli olan da bu yanlış zihniyettir.

Siz tüm demokratik kanalları kapatırsanız, buna karşılık antidemokratik yolların açılmasına vesile oluyorsunuz. Tıpkı YSK’nın BDP destekli bağımsız milletvekili adayları hakkında verdiği kararlar gibi. Yani etki-tepki durumudur.

Yapmayınız!

Yazıktır, günahtır!

Bu ülkenin halkları bunları hak etmiyor.

En İyi Patron İflas Etmiş Patrondur...



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

En İyi Patron İflas Etmiş Patrondur ya da Sanat - Sanatçı ve Sponsorlar[i]



“Zalimin parasını alan, O’nun kılıcını çalar.”[ii]

Konuya, Filistin kamplarında tanıştığım, 68 kuşağından sendikacı Kazım Kırteke’nin sözüyle giriş yapmak istiyorum: “En iyi patron, ölü patrondur.” 15 yıl sürgün yaşantısından sonra Türkiye’ye dönerken elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz Kırteke’nin yukarıdaki sözünü; “En iyi patron, iflas etmiş –mülksüzleştirilmiş - patrondur” olarak da yorumlayabiliriz. Son nefesine kadar ilkeli bir sosyalist olarak yaşayan kadim dostum Kazım, büyük olasılıkla Proudhon’un “Mülkiyet hırsızlıktır”, Jean Léon Jaurès’in “Zenginlik suçtur” saptamalarına mizahla gönderme yapıyordu.

Elbette burada ‘mülkiyet – zenginlik’ derken, üretim araçları üzerindeki haksız özel mülkiyetten söz ediyoruz. Suların, ormanların, fabrikaların, madenlerin özel mülkiyet haline getirilmesinden. Bir diğer deyişle doğanın ve insanlığın ortak üretiminin, çoğunluktan (ç)alınarak, azınlığın hizmetine sunulmasından. İşte kapitalizm bu anlamda, bitmek –doymak- dur durak bilmeyen, denizi, dağları, ormanları ve insanları -tabi sanatı ve sanatçıyı da- kirleten bir suç makinesidir. Kapitalist üretim biçimi, insanı kendine ve ürettiğine yabancılaştırır. Hindistan’da günde bir dolara Nike fabrikasında çalışan çocuk da, jaguar fabrikasında çalışan işçi de ürettiğine yabancıdır. Nike’ın ve jaguar’ın patronları gibi, işçilerini erken ölüme mahkum eden kum taşlama sektörünün, denizleri ve akarsuları kirleten HES’lerin, kanser üreten nükleer santralllerin, GDO’lu ürünlerin, siyanürle altın arayıp kârlarına kâr katan Koza gibi firmaların, milyonlarca ton zehirli atığını denize boca eden Kromsan’ın, 1970'de Güney Afrika'da ırkçı rejimin hapse attığı siyah mahkumları ayda 7.5 dolara çalıştıran, II. Dünya savaşında Hitler’i destekleyen, sendikacı öldürten Coca Cola’nın, Honda, BMW, Mercedes gibi otomobil sektörünün patronları da Jaurès’in belirttiği gibi suçludur, Proudhon’un altını çizdiği gibi hırsızdır. Tabi bu arada yukarıda saydığım ‘suçlu - hırsız patronların’ işbirlikçilerini de aklamamak gerekir. Örneğin 2004 İstanbul NATO Zirvesine (yani bir savaş örgütüne) sponsor olan TOBB Eczacıbaşı, Aksa, Vakıfbank, Ülker, İş Bankası, Türkcell, Sanko, Petrol Ofisi, Vestel, MNG, Sabancı Müzesi, NUROL, Enterkon, Doğan Yayıncılık da en az onlar kadar suçludur. Bu patronların ellerinde, pazar-paylaşım için çıkartılan savaşlarda öldürülen, yerlerinden yurtlarından göç ettirilen insanların kanı vardır. Küresel sermaye sözcülerinin, ‘Küreselleşme iyidir’ safsatalarının arkasında, küresel suç ortaklığı yatmaktadır. Artık dünyanın tüm büyük patronları aynı örgüt içinde yer almakta, aynı suç makinesini elbirliği ile çalıştırmaktadır. (Örneğin 22 Kasım 2010’da, Russell Mahkemesi'nin İkinci Oturumunda, dünyanın farklı ülkelerinden uzmanlardan oluşan bir jüri, uluslararası hukuk ihlallerinde şirketlerin suç ortaklığını gösteren delillerin ikna edici olduğuna karar vermiştir.[iii])

Doğayı ve insanı kirleten patronlardan Sponsorluk adı altında kim destek alıyor

İşte zurnanın zırt dediği yer de tam burasıdır. Bu suç makinesinin aktörleri bir yandan kendilerini aklamak, halka şirin görünmek diğer yandan sistemin devamlılığına katkıda bulunmak amacıyla dönem dönem sosyal faaliyetlere, sanatsal etkinliklere de sponsor olmaktadırlar. Peki, bu gerçekleri bilen bir sol grubun (veya solcu olduğunu iddia eden sanatçıların) yapacağı etkinlik için bu vahşi kapitalistlerin kapılarını çalması, reklam karşılığı yardım istemesi nasıl açıklanabilir. Bu solun tabiatıyla çelişmez mi. Sanatçıların ‘güç odaklarından bağımsız - özgür yaratıcılık’ şiarıyla çelişmez mi? Bu durumun istisnası –‘ama’sı olmaz. Yaşayanlar anımsayacaktır: 1980 öncesi, 78 kuşağının ‘domuzdan kıl kopartmak’ teorisi vardı. Ancak o teoride ‘domuz’ sponsor değil, düşman ilan edilir, para karşılığı reklamı yapılıp yüceltilmez tersine ‘suçlu ve hırsız’ olarak teşhir edilirdi. Ne değişti. Sözünü ettiğim bu ‘patronlar’ doğaya ve insana daha yararlı üretime mi geçtiler, yoksa neo-liberalizm döneminde daha mı fütursuz, hayasız oldular? Yoksa ‘değişim-gelişim’ adı altında, teslimiyete, suç ortaklığına ‘modern veya postmodern’ kılıf mı aranıyor?

Bu yazıyı hazırlarken konu hakkında tartışma açtığım ortamlarda: ‘Peki sola gönül vermiş küçük – orta sınıftan patronlar, onların gönüllü sunduğu destek ne olacak’, sorusu sıklıkla geldi. Sol grupları destekleyen küçük patronların, esnafların sundukları eğer gerçekten ‘destek’ ise, zaten karşılığını reklam olarak istemezler, istememelidirler. Bu dayanışma olarak değerlendirilir. Bu destekler için kocaman afişler - pankartlar, sinevizyon gösterimi ve/veya broşürlerde patronlara baş köşeler değil, küçük bir teşekkür ibaresi yetmelidir. Aksi durumda destek sunan da, alan da aynı eleştiriden nasibini alacaktır.

Buraya kadar yazdıklarıma kendine solcuyum - sosyalistim hatta demokratım diyen bir insanın itirazı olmaz. Sorun da burada zaten. Bu söylenenlere, yazılanlara ‘doğru’ diyoruz ama yine de gidip ‘suçlu’ patronların kapısını çalıyoruz. Hazırlanılan tanıtım broşürlerinde sponsor olan patronların adları, sanatçıların, bilim insanlarının, panelistlerin adlarından daha büyük yazılıyor. Bir festivalde şiir okurken, türkü, şarkı söylerken, protest müzik yaparken kafamızın üzerinden ışıklı reklamla, etkinliğe sponsor olan şirketlerin adları geçiyor. Panellerin yapıldığı salonlara, konuyla ilgili sloganlar yerine, sponsor olan firmaların pankartları, afişleri asılıyor. Okuduğumuz şiir de, söylediğimiz marş da, türkü de, sunduğumuz tebliğ de, yaptığımız etkinlikler de en hafif deyimle mundar oluyor. Düzen partileri ile sistemden beslenen bazı STK’lar bir yana, varlığının nedenini ‘kapitalist sistemi yıkmak’ olarak tanımlayan ve ‘başka bir dünya mümkün’ diyen bazı örgütlerin, popüler bir grup ya da sanatçı davet edebilmek için kapitalistlerin reklamını yapmaya razı olması, onların sermayesinden ‘ricayla’ nemalanması nasıl hoş görülebilir. Peki ya muhalif söylemleri olan, izleyicileri - dinleyicileri solcular olan, yani sol söylemlerle soldan beslenmeye devam eden bazı sanatçıların, ucube reklamların yarattığı görüntü kirliliğine nasıl tahammül edebildiği, o kirlenmeden nasıl rahatsız olmadıkları başka bir soru işaretidir.

“Özel şirketlerin sponsorluğu ve kamu fonlarına bağımlı gerçekleşen sanatsal etkinlikler, şirketlerin sanata müdahil olması, hatta sanat yapıcı olması sanatçıları kendi kökeninden koparır- kopukturlar. Sanatsal bir etkinlik olarak bienaller, festivaller ve onların sanatçıları, yenidünya düzeninde yeni ekonomik ve politik güçlerinin kültürel düzeyde hegemonyasına hizmet ediyor. Örneğin İstanbul Bienali; Türkiye’yi yöneten ve çekip çevirenlerin AB üyeliğine girmek için gerekli olan seküler ve neo-liberal standartlara uyum sağlandığının bir garantisini sergiliyor, arzuluyor… Ürkütücü olan, sanatın neo-liberalizmin propagandasını yapması değil, neo-liberalizmin inşasında rol ve işlev üstlenmesi. Bu neo-liberal küreselleşme sanat dünyasını şirket enternasyonalizmini benimseyecek şekilde dönüştürmüştür.”[iv] Kaldı ki bu gelişmenin temelleri Marshall planı ile atılmış, amacı sovyetlere karşı savaş olan “Özgür Avrupa Ülküsü, Kültürel Özgürlük Kongresi, Varfield vakfı” adlı vakıflar kurulmuştu. Marshall planından sonra ABD’nin kültürel alanda uygulaması farklılaştı. “Kültür alanının NATO’su olarak görülen ‘Kültürel Özgürlük Kongresi’, 35 ülkede açtığı bürolar aracılığıyla yayıncılık faaliyeti ve dağıttığı ödüllerle kayda değer pek çok entelektüeli istihdam etmiştir.”[v] Bu gibi vakıflar onyıllar boyunca -kendi seçtikleri ve örgütledikleri sanatsal etkinliklere milyarlarca dolar aktarmıştır. Çalışma kurullarında General Motors başkanı ve Henry Ford gibi işadamları yanısıra CİA ajanları da yer almıştır. Sözünü ettiğim vakıflar bugün deşifre olmuş durumdadır. Ama sanatın ve sanatçının “sponsorlarla” ehlileştirilme süreci yine farklı araçlarla devam etmektedir. Türkiye’de de durum çok farklı değildir.

Olumlu örnekler ve sponsorsuz etkinlikler

İstanbul’da Şizofreni hastalarının yazdığı öykülerden bir tiyatro oyunu ortaya çıkarılacak ve tıp öğrencileri sahneleyecekti. Sponsor olan ilaç şirketi, hekimlere şirket reklamı yapılmasını dayatınca ‘Sosyal sorumluluk’ projesi çöktü. “Öğrenci-oyuncular onurlu davranıp projeden çekilme nedenlerini şöyle anlattılar: Projeye sponsor olmak için ‘Bilim İlaç Firması’nın şartları şuydu: Üzerinde Bilim İlaç logosuyla, içinde Bilim İlaç firmasının tanıtımı yapılan ve oyundan da ‘üç dört dakikalık görüntüler’ içeren bir CD hazırlanacak ve oyunu izleyemeyen doktorlara gönderilecekti. (…) Bu fikir açık açık sadece firmanın reklamını yapmaktan, daha doğrusu şizofreni hastalarının ötekileştirilmesine karşı çıkan projeyi sömürmekten başka bir şey değildi. Projeye destek vermek amacıyla girdiğini iddia eden Bilim İlaç'ın, ötekileştirilen şizofrenler üzerine bir söz söylemek bir yana kalsın, onlar üzerinden rant sağlamayı amaçlayan bu şartı üzerine, hazırlanmış olan oyunumuzu iptal edip projeden ayrılmaya karar verdik.[vi]

İşte yazının başından beri eleştirdiğim bu koca koca ‘solcu’ adamlara - kadınlara, sanatçılara en azından bu çocuklardan örnek alınız diyorum. Salonları – meydanları tanınmış sanatçılar getirerek doldurabilmek için; patronlardan ‘destek rica etmek’ ve karşılığında onların reklamını yapmak yerine, etkinliği iptal etmek daha onurlu – ilkeli bir tutumdur. Diğer yandan o ‘tanınmış - popüler’ grupların – sanatçıların adıyla dolan salonlar – meydanlar tez boşalır. O kalabalık bir yanılsamadır. Etkinliği düzenleyen gruplar geçici bir tatmin – zafer duygusu yaşarlar. Ama etkinlik bitip, sanatçılar salonları – meydanları terk edince o amorf kitle de yok olur. Geriye duvarlardaki, broşürlerdeki kapitalist firmaların - patronların adları kalır. Bunlar da birer ‘utanç belgesi’ olarak arşivlere kaldırılır.

“Coca Cola'nın sponsor olmadığı bir ekoloji projesi, Koç Holdingin finanse etmediği bir sanat etkinliği, ilaç şirketlerinin sponsor olmadığı tıp kongreleri, A veya B bankasının desteğiyle yapılmayan öğrenci şenlikleri, vs. hayata geçirilemez mi?(…) Sanat etkinliğimize, astronomik düzeydeki ücretlerini karşılayamayacağımız sanatçıları getiremeyince sanat mı kaybeder? Tıp kongresine gittiğimizde 5 yıldızlı otellerde jakuzili odalarda kalamazsak tıbbi görüşlerimizi meslektaşlarımızla paylaşamaz mıyız? Biz kendi gücümüze güvenmek yerine; göllerin kurtarılmasını, sanatın gelişmesini, tıbbın ilerlemesini tamamen şirketlerin inisiyatifine mi bırakmalıyız? Aslında hepimiz kurallarını kabul ettiğimiz bir oyunun içindeyiz. Bu "kurallara göre oynanan oyun"da gösterdiğimiz çabanın karşılığında hak ettiğimiz konforu elde etmek ve bu konforu güvenilir bir yere saklamak istiyoruz. Toplumsal projelere destek verdiklerini iddia eden sponsorlar da bu "oyun"daki sabit ve değişmez gözüyle bakılan yerlerini alıyorlar…”

Sendikalar, yerel yönetimler ve TÜSİAD farkı


Birkaç örnek daha vereyim: Ankara’da geçen yıl düzenlenen ve benim de konuşmacı olarak katıldığım Hrant Dink’e adanan, uluslararası “Öncesi ve Sonrasıyla 1915 İnkar ve Yüzleşme” sempozyumu iki gün sürmüş ve etkinlik boyunca ekranlarda, salonda, girişte hiçbir sponsor adı geçmediği gibi, tanıtım broşürlerinde de hiçbir kapitalist firmanın reklamı yapılmamıştı. Yine İstanbul’da panelist olarak yer aldığım (Hrant Dink”in katlinden bir ay önce) Hrant Dink’ten Sibel Özbudun’a kadar onlarca yazar- şair ve siyaset- bilim insanın katıldığı “Aydınlık Sorgular Sempozyumu”nda da hiçbir patronun reklamı yapılmadı. 2008 tarihinde ankara'da gerçekleştirilen iki gün süren “Manifesto'nun 160. yılında marksizm'in güncelliği sempozyumu”nda da gözümüze sokulan reklam olmadı. ‘Karaburun Bilim Kongresi’de her yıl sponsorsuz gerçekleştiriliyor. Coca Cola’nın, İstanbul’da Rock’nCoke adı altında düzenlediği festivale alternatif hazırlanan Barışa Rock’da, Mersin 68’liler Derneğinin her yıl düzenlediği Denizleri anma etkinlikleri de bu anlamda sayılabilecek olumlu örneklerdendir. Elbette bu etkinlikler için (sol bir partinin, örgütün, derneğin üye aidatları çoğu zaman etkinlik yapmaya yetmediğinden) gönüllülerden, yerel yönetimlerden, sendikalardan destek alınıyor.

Bu örneklerin yanı sıra, daha küçük kent ve kasabalarda da ‘görgüsüz sponsorlara’ ihtiyaç duyulmadan yapılan etkinlikler saymakla bitmez. Görgüsüz sponsor dedim de elbette muhalif bir sanatçı, hele hele kendine solcuyum diyen kişi veya grup, görgülü de olsa, görgüsüz de olsa kapitalistlerin himmetine sığınmaz. Onların reklamını yapmaz. Örneğin Eczacıbaşı ‘görgülü’ bir sponsordur. YKY ve İŞ Bankası görünüşe göre çok zarif kitaplar basmaktadır. Ama bu onların, doğayı ve insanı (ve sanatçıyı) kirleten kapitalist sistemin suç ortakları olduğu gerçeğini değiştirmez. Tek tek insanların iyiliği - kötülüğü verilen bağışla ölçülmez. Hacca gitmenin insanı suçlarından arındırmayacağı gibi. Ayrıca biliyoruz ki firmalar sponsor olduklarında: 1- Bedava reklam yapmaktadırlar. 2- devlete verecekleri vergiden indirim yaptırmaktadırlar. 3- İlk iki madde söz konusu olmasa bile, unutmamalı ki, onların verdikleri para ‘artı-değer’ sonucu elde edilmiştir. Bu anlamda TÜSİAD ve türevlerinden, tekelci medyadan veya taşra burjuvazisinden yardım istemek (ve alınan yardım karşılığı onlara hizmet etmek, yüceltmek) yerine, örneğin yönetimine karşı çıktığımız Türk İş’ten, HAK-İş’ten veya yerel yönetimlerden destek istemek bile daha terbiyeli bir davranıştır. Zira TÜSİAD’lar, MÜSİAD’lar, üyelerinden, yönetimine kadar ‘suçlu’ patronlardan oluşmaktadır. Hiç olmazsa Türk-İş’in, HAK-İş’in üyeleri işçidir.

Solun parametreleri ve muhalif sanatçı

Bu konu daha çok uzun zaman gündemimizi meşgul edecektir. Dileğim, bu yazıyı okuyan sol grupların, derneklerin, dergi çevrelerinin, sanatçıların sponsor arayışlarında daha ilkeli olmaları, ‘bizim çocuklar’ diye coşkuyla gittiğimiz festivallerde, etkinliklerde, konserlerde, panellerde veya okuduğumuz dergi sayfaları arasında ‘görgülü – görgüsüz patronların’ reklamlarıyla karşılaşıp ağzımızın tadının kaçmamasıdır. Solun en önemli parametresi ‘amasız- istisnasız’ sermaye karşıtı olmak, her durumda emek cephesinde yer almaktır. ‘Ortodoks, klasik, radikal, modern veya postmodern’ olsun, bu temel ilke değişmez. Sermayeyle uzlaşmayı, sınıflar arası uzlaşıyı savunmak sosyalistlerin değil sosyal demokratların işidir. Kaldı ki AB’yi referans gösteren liberallerin ve sosyal demokratların da, Avrupa’da sanatsal etkinliklerde bu denli görgüsüz - fütursuz reklam yapılmadığını bilmeleri gerekir. Diğer yandan sanatçıların da her daim özgürlük ve özgünlük peşinde koşması, egemenlerle arasına mesafe koyması gerektiği de değişmez ortak ilkedir. ‘Kapitalizm iyileştirilebilir, sol öldü, artık ütopyalarımız yok, parayı veren düdüğü çaldırır’ diyen sanatçılar zaten konumuz dışıdır. Zira onlar artık dostlar sofrasında değil, halka karşı sermaye cephesinin (dolaylı ve/veya dolaysız) sofrasında oturmaktadırlar. Mehmet Fuat’ın ifadesiyle söyleyecek olursam: “Aç Kalmalı Sanatçı, ölmeli. Aç kalmıyorsa, ölmüyorsa, kendisini istemeyenlerin, kendisine yer göstermeyenlerin çevresinde dönenip sıkışacak bir yer arıyor demektir. Pazarlık ediyor, anlaşıyor demektir. Uşak isteyen politikaların, ölüm kalım savaşına girişmiş tepeden tırnağa yalana boğulmuş politikaların, erdemsizliği erdem diye öne süren, insanları insanlara, ulusları uluslara düşman eden politikaların arasında... En güzel, en yüce düşüncelerin, ülkülerin ticaretini yapan, kârını bölüşen insanların, insancıkların, insanımsıların arasında... Sanatçı aç kalmalı, ölmeli. Ondan ötesi anlaşmalar, kollamalar, kalleşlikler...”[vii]

Sonsöz: Ne yapmalı: Az olmanın, azınlık olmanın haksız olmak anlamına gelmediğini biliyoruz. Az da olsak, ‘sol memesinin altındaki cevahir’ henüz kararmayan sanatçılarla dayanışma içinde olmalı, onları sponsorların kucağına itmemeliyiz. Bu duruma düşmemek için, karşı çıkmamız ve örgütlenmemiz gerekir. Karşı çıkışımız tek başına var olan hükümete değil, aynı zamanda kapitalist sisteme de olmalıdır. Karşı çıkışımız sadece Coca Cola’ya, Koç ve Sabancı’ya değil aynı zamanda yaşadığımız kentlerde - kasabalarda bulunan küresel sermayenin taşeronu taşra burjuvazisine, görgülü veya görgüsüz sponsorlara da yönelmelidir. Sermayenin dili -dini -ırkı -rengi -milliyeti olmaz. Kuzeyli veya güneyli, yeşil veya pembe, ABD’li veya Fransız, Türkiyeli veya İsrailli, Fethullah veya Koç fark etmez; sermaye sınıfını oluşturan büyük patronlar, dünyanın her yerinde aynı suç şebekesinin dolaylı veya dolaysız üyeleridir. Feqiye Teyra’nın sevdiğim sözünü kendimize uyarlarsak: “Biz ise, nerede ve nereli olursak olalım, emekçi halkların, mülksüzlerin, ‘sans culottes’ların yanında yer almalıyız. Mirlerin, beylerin değil.”

Haziran 2011


[i] Güney Kültür Sanat Edebiyat dergisi, S.57, Temmuz-Ağustos-Eylül 2011.

[ii] Atasözü. Doğrusu şudur: “El parası alan O’nun kılıcını çalar.”

[iii] Electronic Intifada’daki İngilizcesinden, ‘Filistin İçin İsrail'e Karşı Boykot Girişimi’ tarafından çevrilmiştir. Yazının bütününü okumak için: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=37640

[iv] İlyaz Bingül, “Sanat(çı)lar, Felsefe(ci)ler Neyle Yaşar?”, Birgün, 9 Kasım 2009, s.14.

[v] Frances Stonor Saunders, "Parayı Verdi Düdüğü Çaldı: CIA ve Kültürel Soğuk Savaş.

[vi] Bir sponsorluk sınavı. İlaç Şirketi Neyi Seçer: Kârı mı, Şizofrenlerin Dramasını mı? İTFTT Oyuncuları

İstanbul - BİA Haber Merkezi. 14 Ocak 2010, Perşembe

[vii] ‘Sanat ve sanatçı hakkında’ya kenar notları– Sibel Özbudun -Temel Demirer. Sosyalist Mezopotamya, No:28, Haziran 2010


Web: http://www.adilokay.com/

5 Temmuz 2011 Salı

YSK VE AKP’YLE 330’A BİR ADIM KALDI!


Bülent Tekin
 
YSK’nın Hatip Dicle için aldığı karara en başta AKP’nin karşı çıkması gerekir(di). Diyarbakır’da en yüksek oyla seçilen Hatip Dicle’nin YSK’ca vekilliğinin düşürülmesinin hukuki yönü olamaz. Dicle mazbatasını almıştır. Şu anda da vekildir. Vekil seçilen birinin hukuki bir sorunu varsa bu da Meclis’e bırakılmalı(ydı). Kimse bana YSK’nın kararının Yargıtay dayanaklı hukuki bir karar olduğunu açıklamasın. Aslında bu ülkedeki Hukuk Fakültelerinin (eğitim müfredatının) lağvedilmesi gerekir. Çocukların yaşlarını (Erdal Eren gibi) büyülterek asan, yaşlı darbecileri (General Evren gibi) yaşlanmış (bunamış) diye affeden, yaşlı Kürt Alevileri (Seyyid Rıza gibi) yaşını küçülterek asan bir “hukuk müfredatı” mezunu hukukçularımızın(?!) diplomalarının geçerliliği tartışma konusu yapılmalıdır. Ülkemizde egemen olması gereken modern hukuk müfredatı bu değildir. Mezunlarının bu tür sabıkaları olan ülkemizdeki Hukuk Fakültelerinin çoktan lağvedilmesi gerekirdi. Türkiye Cumhuriyetinin “hukuk fakülteleri”nin eğitim müfredatını olduğu gibi kullanan KKTC-YDÜ Hukuk Fakültesi’nde 15 yıldır öğrenciliği devam eden ve bir türlü mezun edilmeyen kızımın durumunu defalarca YÖK’e, Cumhurbaşkanımıza ve Başbakanımıza yazdım. Benim “dünya görüşlerim” dolayısıyla (tek dersten) mezun edilmeyen bir TC vatandaşı kız çocuğunun hakkını bile soramayan bir “hukuk”tan ve hukukçulardan(!) bahsediyorum.

TC hukuk fakültelerindeki eğitim müfredatı mutlaka modern hukuka göre değiştirilmeli ve yeni, ileri, insani, ahlaki değerleri olan hukukçular bundan böyle mezun olmalıdır. Ülkenin insan haklarına, özgürlüklere, hak ve hukuk’a saygılı yeni hukukçulara ihtiyacı vardır.

Hatip Dicle’nin 78 bin civarında aldığı oyla bir AKP’li (Oya Eronat) vekil seçilmiş sayılmıştır. Bunun Oya Eronat’ça hazmedilmesini anlarım da AKP ve Başbakan tarafından nasıl hazmedildiğini anlamış değilim. Milli irade hırsızlığına göz yuman bir AKP’nin bu ülkeye demokrasi getirmeyeceği açıktır. Anlaşılan AKP, Eronat gibi, diğer başka yöntemlerle(?!) vekil sayısını 330’a tamamlamak istemektedir. Her yol mubah sayılmıştır. Balyozcu, Ergenekoncu ve KCK tutuklusu vekillerden medet umulmaktadır. Planlarında MHP listesinden seçilen bağımsız vekil de olmalıdır. Eronat’la birlikte sayı şimdiden zaten 227 olmuştur, bağımsız MHP’liyle 228 olur, bir iki de vekil düşürülüp yerlerine AKP’liler seçilmiş saydırılabilir. Türkiye’de bunlar olmayacak şeyler değildir. Bu da olmazsa bir iki transferle bu iş bitirilebilir. AKP’nin hedefi mutlaka bu (330 milletvekili sayısına ulaşmak) olmalıdır.

İslamcı-milliyetçi bir çizgiye dönüşen AKP’nin Diyarbakır’da gösterdiği ilk iki sıradaki (Mehdi Eker, Galip Ensarioğlu) adayların dışındakilerin MHP eğilimli oldukları söylenmektedir. Oğlu (Eren Şahin’in) Diyarbakır’daki bir patlamada ölen ve şehit sayılan Eren Şahin’in soyadının annesi Oya Eronat’ın soyadından farklı olduğu dikkatleri çekmektedir. Zaten anne oğlundan ayrı ve Ankara’da yaşamaktaydı. Eronat’ın AKP tarafından [daha önceki seçimde (2007’de) Diyarbakır’da birileri(!) tarafından “bağımsız aday” gösterilen şehit edilmiş astsubay Murat Namdar’ın eşi] Yıldız Hemşire rolüne soyundurulmuş olması ayrıca ilginç bir durumdu(r).

YSK’nın kararı bir AKP-YSK işbirliğin şeklinde değerlendirilebilecek düzeydedir. Kaos ve provokasyona yol açabilecek böylesi bir karardan sonra olması muhtemel ölümler, tahribatlar ve tutuklamalardan kimler sorumlu tutulacaktır? Bugün AKP polisi istediği gibi kullanabilmektedir ama acaba yarın olacak mıdır? Eğer AKP ve özellikle Başbakan daha fazla vekil alırım düşüncesiyle böyle bir karara destek veriyorsa 2002’de kendisi için yapılanları bir hatırlamalıdır. Seçim hileleri ve oy hırsızlığıyla Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku’nun başarısını gölgelemek olanaklı değildir ve aslında siyaseten, ahlaken de yanlış bir tutumdur. Hatip Dicle olayı Başbakan ve AKP için samimiyet ve iyi niyet test’idir. Bakacağız, göreceğiz! Biz bugün Hatip Dicle’nin hakkını arıyorsak yarın bir AKP’linin ve hatta bir MHP’linin de hakkını arayacağımızdandır.

YSK’nın hukuksuzca aday veto kararı gibi bu (vekil düşürme) karar da hukuksuz ve siyasidir. Bu karardan Kürtlerin Meclis’e sokulmak istenmediği çıkarımı yapılabileceği unutulmamalıdır. BDP Meclis’e girmeyebilir. Bu Meclis o zaman Türkiye ve dünya kamuoyunca hükümsüz kalır. AKP’nin aldığı %50 oy da hükümsüz olur. (Kişisel bir görüşümü de burada söylemek isterim: BDP Hatip Dicle’yle ilgili karar karşısında İmralı’dan gelecek işaret göre her an tavır değiştirebilecek bir özelliğe sahiptir. İmralı, Meclis’e girin! dediği anda arkalarına dahi bakmayacaklardır! Ortalıkta ne Hatip Dicle kalır ne de başka bir ideal?) Aslında Hatip Dicle’nin diğer bazı BDP’li vekillerden (Leyla Zana, Sebahat Tuncel vb.) farkı yoktur. O zaman hepsini iptal edin gitsin. Bu arada Kürtlerden kurtulalım!

3 Temmuz 2011 Pazar

Dersim Halkını Tümden Suçlamak Kabul Edilemez!



Mustafa Elveren -Em.Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Her milletin, her toplumun, her inanç gruplarının hatta her aşiretin bireyleri arasında iyileri ve kötüleri vardır. Dolayısıyla, Dersim’de yerleşik halkın bireyleri içinde de iyisi-kötüsü olması doğal bir durumdur. Öyle ise, meydana gelen her olumsuzluğun karşısında top yekûn bir halkı karalamak hatta hakaret ve küfür boyutunda davranışlar sergilemek kabul edilemez.

Dersim’de Sevgili Ferhat Tunç’un seçimi kaybetmesi birçok dersimli gibi tabiî ki ben de üzüldüm. Ancak, sevgili Ferhat’ın “… Dersim halkını mutlaka kazanmalıyız…” şeklindeki açıklamasına ve tüm duyarlıklarına rağmen, kendini bilmez bazı kişilerin dersim halkını tümden suçlayıp, üstelik düşman ilan etmesini aklı başındaki hiçbir dersimli kabul etmez, edemez. Bu konuda mümkün oldukça duyarlı davranmalıyız.

AKParti de Dersim’de önemli bir oranda oy aldı. Bunun sebepleri vardır. “Tunceli AKP’ye yüzde 16 oy veriyorsa, Maraş, Sivas, Malatya daha fazlasını verir. Devlet, Alevilikle çok oynamış.” (Haydar ışık) İhtiyar delikanlı sevgili Haydar Hoca çok doğru bir tespit yapmıştır. Bu tespite aynen katılıyorum.

Dersim halkı Kılıçdaroğlu rüzgarına kapılıp, Kamer Genç’i ve Hüseyin Aygün’ü Ferhat Tunç’a tercih etmesi ben ve benim gibi düşünen bir çok dersimliyi yürekten yaralamıştır. Dersim halkı şimdiden Ferhat Tunç’un yokluğunu ve önemini hissettiğini düşünüyorum. Çünkü Blok milletvekillerinin bu gün İstanbul’da yapılan demokratik eylemde halkın en önünde cesurca yürümeleri önemlidir. Tüm Türkiye’de olduğu gibi Dersim halkı da bunları görüyor ve etkileniyor. Sebahat Tuncel’in, Ertuğrul Kürkçü’nün, Ahmet Levent Tüzel’in, Sırrı Süreyya Önder’in bu gün İstanbul’da AKParti düzenine karşı sergiledikleri dik ve onurlu direnişlerini saygıyla selamlıyorum.

Yurt dışında sürgünde bulunan sanatçıların da Ferhat Tunç gibi dik bir duruş sergilemeleri gerekir. Yurt dışında sürgünde bulunan bazı Kürt siyasetçilerin, sanatçıların, yazar ve çizerlerin Türkiye’ye dönmek için hala AKParti’den medet umuyorlarsa, bu boş hayallerinden artık vaz geçmeleri gerekir. Çünkü AKParti ve onun resmi ideoloji düzeni Kürtlere, demokratlara ve sosyalistlere karşı nasıl bir “İleri demokrasi” aldatmacasını ortaya koyduklarını hep birlikte yaşayarak görmekteyiz.

Ortadoğu’da ve ülkemizde yaşanması muhtemel bazı olumsuz olayların olmaması için gerçekçi projeler üretilmezse, Türkiye’nin daha şimdiden yeni bir erken seçime gebe kalacağı anlaşılmaktadır. Eğer devletin güvenlik güçleri tarafından halkın üzerine gaz bombalarının atılması dışında başka bir çözüm üretemiyorsa bu meclis, Sevgili Sırrı Süreyya Önder’in dediği gibi “… Alın lan meclisinizi başınıza çalın”

MİLLİ İ(R)ADE...

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Oyların %50’sini alan AKP’nin genel seçimleri kazananı olduğu kesindir. Bu ülkede her iki kişiden biri AKP’lidir. Bu sonucun iyi bir tarafı olduğu gibi tehlikeli bir tarafı da vardır. İyi tarafı, bu oylar onu ülkeye AB tipi bir demokrasiyi (anayasayı) getirme ve ülkede barışı tesisi etmeye mecbur kılmasıdır. Kötü tarafı ise oldukça düşündürücüdür: Çünkü İslamcı-milliyetçi çizgideki bir AKP’nin bu oyları alması tüm iyi niyet ve pembe tablolara rağmen ülkeyi AB’ye yaklaştırmaz. Dindarlığı biz hiçbir zaman tehlike olarak görmedik. Ve hatta gerçek dindarlığın iyilik, sevap, günah gibi dini belirlemelere yüzünü dönüp davranışlarını bu yönde belirlemesi “iyi insan “ tipini yaratacağı kesindir. Ancak biz siyasete bulaşmış milliyetçi bir İslamcılıktan bahsediyoruz. İşte böyle bir İslamcı(?) anlayış-BDP’nin başarısını yorumlayan-Bülent Arınç’ın tuhaf açıklamasında açıkça görülebilir: “İlçeler, köyler kendi aralarında organize olmuşlar. Onları organize eden düşünceyi (PKK ve Öcalan demek istiyor!) hepimiz biliyoruz.”

CHP ve MHP bu seçimden yenilgiyle çıkmışlardır ama yok ta olmamışlar. Bu sonuçtan, ülkede ulusalcı-milliyetçi çizginin varlığının da belirli bir oranda devam edeceğinin anlamı çıkmaktadır. Ancak ilginçtir ki AB ve ABD’nin, ulusalcı-milliyetçi çizgiden desteğini çekip ülkemizde İslamcı-milliyetçi bir iktidara destek vermesinin önemi hiç unutulmamalıdır. Avrupa ve ABD artık Türkeşlerin eğitildiği ya da İnönülerin desteklendiği bir dünyayı temsil etmiyorlar. AB-ABD dünyası bundan böyle Ortadoğu’yu, Kuzey Afrika’yı, Yakın Doğu’yu, Kafkasya’yı kontrol edebilecek (onlar örnek olarak sunabileceği bir model olan) bir Türkiye için (“demokrasi” ve “insan hakları” adı altında) artık Erdoğanlara destek vermektedir. Cumhuriyet, demokrasi, parlamenter ya da başkanlık sistemlerinin olup olmaması önemli değildir. Önemli olan İslamcı-milliyetçi bir siyasi partinin (Ilımlı İslam görüntüsü altında) AB ve ABD’nin çıkarlarına bu büyük coğrafyada bir örnek model olmasıdır.

Bu seçimde “demokratik ulus ittifakı (Kürtler, Türk sol demokratlar, dini azınlıklar, Müslümanlar)” denilen “Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku”nun 36’yı bulan milletvekili sayısı İslamcı-milliyetçi AKP’ye karşı Kürtlerin Bölge’de gösterdiği bir tavır olarak değerlendirilmelidir. AKP Bölge’de 7 milletvekilliğini kaybetmiş, BDP ise Kars’a kadar varan büyükçe bir alanda oylarını artırmıştır. Diyarbakır seçim sonuçlarının bile tek başına dünya kamuoyuna ve AKP’ye verdiği mesaj oldukça önemlidir. AKP, Diyarbakır’da 2007 genel seçimlerinde 191 bin olan oylarını 12 Haziran’da (2011) 218 bine çıkartabilmiştir. Oysa BDP misyonu (2007’de) 220 bin olan oyunu 397 bine yükselterek (6 milletvekillilikle) seçimi kazanmıştır. Tüm Türkiye’de %50 ile seçim kazanmış AKP’nin önüne bu 6-5’lik yenilgi bir handikap olarak her zaman çıkacaktır. Kürtler AKP’ye bir balans yaptırmıştır.

CHP ve MHP ulusal-milliyetçi çizgisinin Bölge’de bu halleriyle tabela partileri olmaktan öteye gidemeyeceklerini anlamaları gerekir. AKP’nin demokrat ve demokrasi çizgisine dönmesi gerekmektedir. Kürtleri Akil adamlar, Özerklik Şartı, Hakikatler Komisyonu ile ikna edemeyen Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi ideolojik bir değişime (sosyal demokrasiye) dönüştürmesi zor görülmektedir. Kişisel olarak ben bile onun samimiyetine tam ikna olmuş değilim. MHP’nin “ırkçı”, “Turancı/Türkçü”, ve “şovenist” ideallerinden vazgeçmesi çok etnisiteli bir ülke olan Türkiye için büyük önem taşımaktadır. MHP’nin-eğer-mutlaka “milliyetçi” bir siyasi parti olması gerekiyorsa bunun “Demokratik Milliyetçilik” çizgide olmasını öneririm. Bunun daha fazlasının yaşadığımız “Kapitalist Modernite” çağıyla çelişeceğini ve mutlaka tasfiye ile sonuçlanacağını söylemek istiyorum. BDP istemlerinde Demokratik Özerklik dese de, bununla devletten öte (devlet üstü) bir statüden bahsettiğini anlıyorum. Erdoğan ve AKP’nin demokratik rejim adı altında-AB ve ABD’nin desteğiyle!-stratejiksel ve taktiksel olarak Baasvari iktidarlarla 50-100 yıllık iktidarları ve gittikçe çoğalan (%60-70-80-100’lük) oyları hedeflediğini düşünüyorum. Ve biz neye, kime demokrat ve demokrasi diyeceğiz? Zor olan da budur!

12’LER ÜZERİNE...

Bülent Tekinbulenttekin47@gmail.com


12 Haziran seçimlerini AKP kazanacak, çünkü demokrat tavırlarının yokluğunu gösteren bir muhalefet(i) yoktu.(Bu yazımı yazdığımda 12 Haziran Seçimleri yapılmamıştı.) Ve Kürtler kendi aralarında birliği kısmen sağlamalarına karşın Türk solu ve İslami bir kesimle oluşturduğu Blok’la seçime girebildi. Karşısında YSK, Yargıtay, AKP hattı vardı. Buna derin devlet, korucular, polis, jandarma işbirliğini de eklersek (Yeşil Ergenekon) epeyce engelleri ortaya çıkar. Ancak ne istediğini formüle edemeyen bir BDP’nin de olduğunu söylemezsek haksızlık etmiş oluruz. Uzman ve iyi eğitim görmüş adaylar bulabilirdi ama o belirli bir grubun dışına çıkmadı. İçlerine iyi sosyolojik tahliller yapabilen kadroları alabilirlerdi ama onlar-anlaşılan!-sosyal tahlilleri İmralı’ya yüklemişler. İmralılının da canına tak etmiş!

Milyon dolarla yapılan seçim çalışmalarında ülkemizin siyasi partilerince çağdışı, popülist sözler söylendi. Başbakan bu seçim arifesinde mahkûmiyeti kesinleşmiş Öcalan’ın “idam”ı için ne kadar istekli olduğunu söyledi. Bahçeli’nin idam ip’ini çok gerilerde bıraktı. İnsanlar politika için her kılığa girebiliyorlarmış: Kılıçdaroğlu Tunceli’de “Dersim” dedi! Diyarbakır ve Batman’da yerel özerklikten bahsetti! Bahçeli Diyarbakır’da İmralı canisi, asalım, keselim, demedi; hatta oy bile istemedi. Başbakan Diyarbakır’da BDP’ye “terörist”, Hopa’da halka “eşkıya” dedi. “27 Nisan 2007 Muhtırası”na “27 Nisan muhtıra değildir!” dedi. BDP’nin “Demokratik Özerklik”inden (Türk kamu görevlileri yerine) bir grup tarafından buraların yönetilmesini anladım. Kendinden olmayanlar-tıpkı şimdiki gibi!-o yönetimin içinde olmayacak. Demokrasi sihri de fanteziden bir sözcük sadece. Başbakan mitinglerinde Ankara’da polis tarafından kalçası kırılan Dilşat Aktaş için “Kız mıdır, kadın mıdır?” ifadesini kullandı. Ben bu sözcükte “kadın düşmanlığı”nı sezdim. Bunu dedikten sonra da “Sözle uslanmayanın hakkı kötektir!” söyleyince polis’in şiddet uygulamasını savunur oldu. Leyla Zana, seçim çalışmalarında, “Kürtçe okuma yazma bilmeyeni muhtar bile yapmayacağız!” dedi. Bu demektir ki-ben Kürtçe okuyup yazamadığımdan!-Demokratik Özerklik’te “ümmi” sayılacağım. BDP, Osmanlı ve Cumhuriyet’le birlikte ağalara, beylere, şeyhlere, seyitlere ve (muhbirlik, işbirlikçilik gibi)uyanıklık yapan Kürtlere dağıtılan-en yoksuluna(!) 200 dönüm!-en verimli arazilerin reforma tabi tutulacağından hiç bahsedemedi! Toprak ağalarının, korucuların, Kürt burjuvazisinin partisi olduğunu ve yönetimi onlarla paylaşacağını anlatmaya çalıştı.

Ama biraz daha fazla haksızlık etmeyelim Türkiye’ye. Bizi umutlandıran (heyecanlandıran) olaylar(ı) da yaşadık. Askeri vesayet’in kırılmasında kısmi bir yol alındı. Ergenekon, Balyoz davaları açıldı. General Evren’in bile “12 soru”lu ifadesi alındı. Savcı Bey’in 12 Eylül’ü 12 soruya nasıl sığdırabildiğine akıl erdiremedim! Aklım uçtu(!) İnsanlık suçu işlemiş Kenan Evren için “12 soru” dilerim yaşlı bir adama olan hürmetten kaynaklanmıştır. O, çocukları yaşlarını büyülterek astırdı. General Evren’i-AKP ve yargı-kaç yaşına gelirse gelsin affetmemelidir. Başka ülkelerde bu tip cezalara verilen müebbet hapis cezaları muhtemelen bu zata da uygun gelmelidir. İşte bu noktada yargıyı ve AKP’yi test edeceğiz. Bakacağız: HSYK, Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi’nde AKP (buralarda) Adalet Bakanlığı vasıtasıyla çoğunluğu sağladı. Darbecilerin yargılanmasında, 12 Eylül yargılanmasında yargıçları test edeceğiz. Yoksa, salt Hatip Dicle’ye karşı kullanılma imasından dahi rahatsızlık duymayacaklar mı? YSK’nın yapamadığını Bülent Arınç’ın arkadaşları Yargıtay’la bunu yapmış görünüyorlar ve bu görüntüye itirazları olmayacaksa bizi bekleyen cumhuriyetin “demokratik” olmayacağı kesindir!

AKP büyük olasılıkla-Diyarbakır’ın dünyaca öneminden dolayı-Diyarbakır’da 6-5 kaybedeceği seçimi, Hatip Dicle vurgunuyla 6-5 ve hatta 7-4 kazanmak istiyor. Bunun (böylesi) bir operasyon olma olasılığı Türkiye’deki rejimin otoriter bir rejime doğru götürüleceği emarelerini taşı(yo)r. Eski bir Susurlukçu, katil, özel harekâtçı polis Ayhan Çarkın (nüfus müdürü) Mecit Baskın, (avukat) Faik Candan, (avukat) Yusuf Ekinci ve (müfettiş) Namık Erdoğan cinayetlerini itiraf etti. Katilleri (tetikçileri) açıkladı. Katiller (Ankara’da) devletin resmi polisleriydi. Bu dört Kürt özel bir tim tarafından (aralarında paramiliter güçler de vardı) katledilmişlerdi. Ayhan Çarkın, öldürme talimatlarını emirleri MGK’dan aldıklarını söyledi. Tansu Çiller, Doğan Güreş, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin ve Korkut Eken’in cinayetlerden sorumlu olduklarını anlattı. Uzi denen silahlarla öldürülmüşlerdi. Ve hatta Çarkın’a. “Al (Uzi’yi uzatarak), sen de milli ol!” demişlerdi. Bakalım göreceğiz, AKP bu cinayetlerle birlikte 17 bin faili meçhul(!) cinayetleri JİTEM Davası adı altında sorgulayabilecek mi? Bugüne kadar Ergenekon ve Jitem davalarını Hizbulkontra, itirafçı, korucu, TSK ve polis teşkilatıyla sorgulamayan yargı bu karanlık örtüyü bu anlayışla kaldıramaz. Dokuz yıldır ülkeyi yöneten AKP sadece kendini devirmeye kalkışanları sorgulamaya çalıştı. 17 bin faili belli cinayetler için kılını kıpırdatmadı.

Her şeye karşın yine de seçimlerden sonra umutlanmak istiyoruz: Şemdinli Davası sanıkları itirafçı Veysel Ateş, astsubaylar (İyi Çocuk) Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile ilgili Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi tutuklama kararı verdi, tutuklandılar. Dilerim Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ ile ilgili iddiaları-Başbakan’a rağmen!-mahkemeler gündeme alırlar. Yargı’nın AKP’nin emrine giren bir kuvvet(!) olmamasını dilerim. TSK ile anlaşıp Ergenekon’u Yeşil Ergenekon’a dönüştüren Erdoğan ve AKP’nin 50-100 senelik iktidar hayalleri için(de) ülkede “cumhuriyet” ve “demokrasi” maskeleriyle Hafız Esad Hanedanlığına ve Baas Partisi’ne öykünmemelerini diliyorum. AKP’nin-Baas Partisi’nin yaptığı gibi-sembolik muhalefet partileri karşısında sürekli seçim kazanan demokrasi isimli (AB ve ABD patentli de olsa!) bir otoriter rejiminde yaşamak istemiyorum. Türkler ve Kürtler birbirini sevmelidirler. Ülkemizde AB standartlarında yeni bir anayasa ve demokrasi inşa edilmelidir. Bunları umut etmek istiyorum.