29 Ağustos 2011 Pazartesi

KAHRAMAN TÜRKLER VE KÜRTLER!




Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

29 yaşındaki dört çocuk babası, siyahî göçmen Mark Duggan önceden planlanan operasyon yürütülürken içinde bulunduğu taksi durduruldu ve polis tarafından açılan ateşle öldürüldü. İşte 4 Ağustos’ta (2011) bu olayla, Londra’nın göçmen mahallesi Tottenham (İngiliz) polis şiddetine karşı bir isyan girişimi başlattı. Yakıp yıkmalar, yağmalamalar, tahribatlar işte bu öldürme olayından sonra başladı. İngiliz polisinin yalan açıklamalarıyla başlayan (Önce o bize ateş etti!) bu en yoksul mahalledeki ayaklanmalar, “Türk Mahallesi” olarak bilinen Haringey’e ulaşana dek medyamızda-polis tarafından siyahî bir gencin katledilmesi ayrıntısıyla-yer almadı. (Oysa dört çocuklu Mark Duggan silahını bırakıp teslim olurken katledilmişti.)

İşte ne olduysa o Türk Mahallesi işin içine girince oldu, “kahraman Türk ve Kürt esnafı” ellerindeki sopalar ve döner bıçaklarıyla dükkânlarını korumak ve yağmacıları kovalamak göreviyle ekranlarda yer aldılar. Elleri sopalı bakkal, manav, döner bıçaklı lokantacı, demir sopalı kuyumcu Türk ve Kürt kahramanlar, İngiliz polisinin tırsıp korktuğu bir anda tüm Londra’yı ve hatta tüm İngiltere’yi kurtardılar. Bizim kahraman Türk ve Kürt evlatlarımız-zaten aynı kandan gelmemiş miyiz?-İngilizlerin kalplerini fethettiler, onlara cesaretin ne olduğunu gösterdiler. Bir döner bıçağının otomatik silahtan, panzerden, bir ordu asiden daha çok iş yaptığını kanıtladılar. Türk ve Kürt cesaretinin yanında Anglo-Sakson’larınkinin esamesinin dahi okunmadığını herkes gördü. Aferin size kahraman Türk ve Kürt evlatları! Bizim şanımızı, şerefimizi Avrupa’da bir kez daha arttırdınız.

Irkçı ve milliyetçi bir bakış açısıyla olayları değerlendiren medyamız, Afrika’dan açlıktan ya da diktatörlüklerden (baskıdan) kaçanların genelde Avrupa ülkelerine sığındıklarını söylemiyor. Eli sopalı Türk-Kürt esnaf ordusunun, zencilerden farklı, kendi halinde, halim selim insanlar olduğunu ima eden haberlerin dünyanın ciddi kanallarında-bu haliyle(!)-haber olacağını düşünmüyorum. Çünkü ciddi kanallar olayın sosyoekonomik boyutunu ortaya koyar. Olanların mutlaka öncesini (arka planını) anlatır: Mesela, Ekim 1985’te de beş yüz civarında siyahî genç Tottenham sokaklarında polisle çatışmıştı, Keith Blakelock adlı bir polis ölesiye dövülmüştü. Geçen yıl da üniversite harçlarının artırılmasını protesto eden öğrencilerle polis arasında çatışmalar çıkmıştı. En azından ciddi haber kanalları bu söylediklerimi özetlerlerdi. Ve tuhaftır ki-bizimkiler siyahî olmadığı halde(!)-ülkemizde (son günlerde) Eskişehir Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü, geçen yıl YÖK’ü protesto eden kırk beş öğrencisini okuldan attı. Ve ırkçı medyamız bununla da yetinmiyor artık: Kürt meselesine AKP öncesinde-Ordu’ya yağ çekmek amacıyla-dış mihrakların maşası derdi. Artık milat değişince, AKP sonrasında iç mihrak (Ergenekon, derin devlet) maşası olarak dokunuyor. Çiller-Ağar-Güreş üçlüsünün peşinden gitmek isteyen AKP’nin oluşturacağı yeni orduya (polis özel harekâtçılarla, jandarma komando özel harekâtçılara) çok adam gerekiyor. Ben olsam İngiltere’de eli sopalı Türk ve Kürt kahramanları göreve davet ederim. Kuyumcu dükkânlarını savunur gibi ülkelerini savunsunlar, oralarda neye duruyorlar?

21 Ağustos 2011 Pazar

CAN YÜCEL’İ ANARKEN...





Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Can Yücel’i (1926-1999) babasından dolayı-1938-1946dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel (1897-1961)-sever miyim, bilmem! Askerliğini Kore’de yaptı. Ankara ve Cambridge’de Latince ve Yunanca okudu. Türkiye’ye döndükten sonra (1958) bir süre Bodrum ve Marmaris’te turistlere rehberlik yaptı. Güler Yücel ile evlendi(1956). iki kızları (Güzel ve Su) ve bir de oğulları (Hasan) oldu. Üyesi olduğum “Edebiyatçılar Derneği”ne eşi Güler Yücel tarafından yazılmış-“3. Datça Edebiyat Günleri” için yazdığını düşündüğüm “CAN’IN VASİYETİ” başlıklı-bir mektup geldi. Bu aynı zamanda bana da yazılmıştı. Sizlerle paylaşmak istedim:

CAN'IN VASİYETİ

Yine Ağustos geldi, yine incir sıcağı, toprak güneş kokuyor, yine
bademler çatladı, yine çırçır böcekleri caz yapıyor, yediveren limon
salkım salkım, Taşçı Mehmet yerli tohumdan on dönüm karpuz ekmiş
yine... Hani vasiyet etmiştin ya ona "yerli tohum bankası kurun"
diye... Sözünü unutmamış... Muhtar yine seni anlatıp duruyor;
yaşadığımız yeri görmek için insanlar akın akın evimize geliyor. Hasan
geldi, Güzel ve Su geldiler, bir sen yoksun...

Vasiyet ettiğin gibi seni Datça'ya yerleştirdik. Önünden her
geçtiğimde selamlaşıyoruz yine. Diğer vasiyetin de tamam. Aklıevvel
bir galerici adını resim galerisine vermek istemişti de "sen de
KERHANEYE adımı vermeyin" demiştin. Hatırladın mı? Vermedik tabii ki.

İçin rahat olsun.

Güç geliyor, zor geliyor kırk yılı aşmış bir yaşanmışlık hakkında bir
şeyler anlatmam. Tenimin sıyrıldığını hissediyorum Zaten yaşam kendi
başına bir yumak. İpin ucunu kaçırmamak için öyle bir dolanıyorsun ki
yaşamın alıp götürüyor, savuruyor, dolanıyor; sen de ipin ucunu tutmak
için çabalayıp duruyorsun. "Yaşam" dediğimiz bu yumağı çözmesi zor.
Zira sıradan bir yaşam değildi benimki. Tuhaf bir adamdı, tuhaf bir
rastlantıydı karşılaşmamız, yaşamımız. Hiçbir şey sıradan değildi.
Acayip gelebilir bazılarına ama bana göre çok anlamlı bir yaşamdı.

Onun için olsa gerek, eskiden bana "Can'la nasıl yaşıyorsun?" diye
sorarlardı. Benden nasıl bir cevap beklediklerini çok iyi tahmin
ettiğim için bu tür soruları cevaplamaz, gözlerimi ufka daldırıp boş
boş bakardım onlara. Şimdilerde "nasıl bir şey onsuz yaşamak?" diye
soruyorlar. Yine cevap vermemeyi yeğliyorum.

Kolay mı bir doğa olayını anlatmak. Yağmurun damlalarını, toprağın
kokusunu, meltemin esintisini, bir hortumun anaforunu, incir sıcağının
yakıcılığını veya ayazın donduruculuğunu anlatmak ne kadar zorsa Can'ı
anlatmak da o denli zordur. Bir doğa olayıydı Can. Bütün duyuları
ayakta, duygularıyla yaşar ve bir o kadar akıllı, coşkulu, heleCANlı,
keyifli, sarsıcı bir yaşam. Bir o kadar da eğlenceli... İnandığını
sonuna kadar savunur. Ve o kadar da doğru. Ve korkusuz.

Zaten yaşamında gıllıgışlı insanlar yanına yanaşamazdı. İnsanların ne
menem olduklarını sezer, sezdiğini de onların yüzüne usturupluca
söylerdi. Kimsenin arkasından konuşmaz, söyleyecek sözü varsa yüzüne
söyler -hele kimi şairler gibi- öldükten sonra arkasından konuşmazdı.
Ödlek değildi yani.

Son zamanlarda onu gerçekte hiç tanımayan insanlar, birilerine
söylemeye cesaret edemedikleri şeyleri Can'a mal ederek söylüyorlar.
Bugünlerde bazı insanların böyle bir cesarete ihtiyaçları olsa gerek!
Hala hiç tanımadığım insanların bana telefon açıp "bu durum karşısında
Can Bey ne düşünürdü?" diye sordukları oluyor. Ben de onlara "ya siz
ne düşünüyorsunuz?" diye soruyorum, "siz de düşündüğünüzü yüksek sesle
söyleyin" diyorum, "Can ile aranızdaki fark bu." Çok ufak bir farkmış
gibi görünse de aslında derin bir ayırım.

Son zamanlarda dikkatimi çeken bir diğer husus da şu: hangi kesimden
olursa olsun insanlar her türlü herzeyi yedikten sonra bir şairin
mısralarına sığınıyorlar kendilerini aklamak için. Kolaysa eğer,
şairler gibi yaşayın. Korkusuz, akıllı, dolambaçsız ve kıvırtmasız!

Bak Ağustos geldi yine. Yine incir sıcağı kavuracak ortalığı, yine
ufuk kızıllaşacak, yine ağustos böcekleri cazlayacaklar, yine
alakargalar bademi çıtır çıtır kıracak, yine Taşçı Mehmet yerli
karpuzları dökecek avluya. Yine, yine de... AMA...

GÜLER YÜCEL


Babasını benim pek sevdiğim belli olmayan Şair’le-Nedense oğlum da beni pek sevmiyor!-paradoksal bir durumumuz var. Çünkü o, babasını seviyordu ve oğluna “Hasan” ismini vermiştir. Benim oğlumun ise beni çok sevdiğini sanmıyorum. Can Yücel’in “Ben Hayatta En Çok Babamı sevdim” şiirine sizleri götürmek isterim. “Ben hayatta en çok babamı sevdim/Karaçalılar gibi yerden bitme bir çocuk/Çarpı bacaklarıyla-ha düştü ha düşecek/Nasıl koşarsa ardından bir devin//O çapkın babamı ben öyle sevdim(…)sevinçten uçardım hasta oldum mu,/Kırkı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a/Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi oğluyla!/Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,/Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu,(…)Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Hakkını yemeyelim Can Yücel’in, salt “baba”sını sevmedi tabii. “Neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz?” sorusuna şöyle bir yanıt vermiş: “Anneme olan sevgimi yazacak kadar şair değilim!” Ama biz eşini çok sevdiğini biliyoruz Can Yücel’in: “Bir eşi olmalı insanın/Rüzgâr onun kokusun getirmeli,/Yağmur O’nun sesini/Akşam onu görecek diye, pır pır etmeli yüreği,/Ayakları birbirine dolaşmalı heyecandan eve dönerken,/…Cennetten köşe almışçasına/Sevdiği, sakındığı, bakmaya kıyamadığı…(…)

Biz bu Ağustos sıcağında Şair’i anmak için yazımızı yazdık. 12 Ağustos 1999 gecesi ölen şair o şimdi Datça’da yaşıyor. Güler Hanım’la her karşılaştıklarında selamlaşıyorlar. Bir selam da biz çakalım!

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Somali’den İngiltere’ye yalanlar ve gerçekler...


Adil Okay
okayadil@hotmail.com

”İngiltere’de siyahların ayaklanma nedeni postmodern ‘çokkültürcülük’ politikasının iflasının, neoliberalizmin derinleştirdiği eşitsizliğin, işsizliğin, aşsızlığın ve bunun müsebbibi olarak ‘ötekilerin’ dışlanmasının yarattığı nefretin sonucudur. Somali’deki açlığın nedeni ve asıl suçlu da kuraklık değil, yoksul ülkeleri nükleer ve kimyasal çöplük haline getiren emperyal güçlerdir.”


Somali’de çocuklar açlıktan ölüyor. Dünya ‘liderleri’ yardım çağrısı yapmaya başladılar. Tayyip Erdoğan’da hemen koroya katılıp, insan yüzünü gösterme gayretine girdi. Uzun yıllardan beri, Avrupa’da çeşitli yardım örgütleri Afrika’da açlara destek kampanyası açar ve yapacakları yardımların vergiden düşüleceği notunu eklerlerdi. Bir zamanlar yaşadığım Fransa’da, dönem dönem kapıma gelen, ciddi olduklarını düşündüğüm kuruluşlar aracılığıyla, ‘Deniz Yıldızı’ öyküsünü düşünerek, yardım kampanyalarına katıldığım olmuştur. Karşılığında gerçekten teşekkür ve vergi iadesi belgesi almıştım. Tabi o zaman da, kapıma gelen idealist - gönüllü gençlere anlattığım gibi, bu yardım kampanyalarının aslında ‘günah kefareti - fitresi’ olduğunu bilmekteydim. Angelina Jolie’nin Afrikalı bir yetimi evlat edinmesinin, Afrika’ya yardım olmayacağını bildiğim gibi. O yardım kuruluşlarında gönüllü çalışan merhametli insanların emeğini de küçümsemiyordum. Bizdeki, yöneticileri hırsızlıktan yargılanan bir STK olan ‘Deniz Feneri’nden daha şeffaf yapıları vardı. Şeffaf olmayan, o yardım kuruluşlarının destek aldığı devletlerdi. Örneğin Fransa’nın uzun yıllar kendi ülkesinde, kendi karasularında değil, neden yeni Zelanda açıklarında, eski sömürge kıyılarında deniz altı nükleer denemeler yaptığını, zehirli atıklarını gömdüğünü, suları ve toprağı kirlettiğini ve oralarda yaşayan yoksul insanların başına kanser illetini sardığını kimse sorgulamıyordu. Türkiye’de olduğu gibi az okunan muhalif basının da sesi duyulmuyor, hiçbir televizyon kanalında da bu konularda bir program yapılmıyor, yapılsa da gece ikiden sonra yayınlanıyordu. L’humanite’nin yanı sıra ara sıra Le Monde, Liberation gibi günlük gazetelerde gerçeği yazan bir gazeteci ile karşılaştığımız da oluyordu.

Somali’de açlığın nedeni kuraklık değildir

Gazeteci Pınar Öğünç,10 Ağustos 2011’de Radikal’deki köşesinde Somali konusunda altına imza atacağım bir yazı yazmış. ‘Somali İkiyüzlülüğü’ başlıklı yazısında, oradaki açlığın nedeninin sadece kuraklık olmadığını, emperyalist ülkelerin ve onların İMF, Dünya Bankası gibi kurumlarının baş suçlu sayılabileceğinin altını çizmiş. “Somali’de 1970’lerde, 1980’lerin başında ara sıra yaşanan kuraklığa rağmen bu ülke açlıktan kırılmıyordu da sonra ne oldu? (..) 1991’de hükümet devrilmeden az önce Amerikan petrol devlerinin ülkeye nasıl konuşlandığını soralım. 80’lerde İMF ve Dünya Bankası’nın aldığı tedbirlerle Somali tarımının nasıl bitirdiğini biri anlatsın sonra. (…) İklim olarak zaten dezavantajlı konumda olan bu kırsal ekonominin suyun ticarileşmesi ile ne hale geldiğini tasavvur edin. (…) kınanan radikal İslamcı El Şebab örgütünün Suudi Arabistan bağlantılarını, batılı istihbarat kuruluşlarından aldığı desteği hiç araştırmayalım mı? (…) Yardım etmek için derisinin minicik kaburga kemiğine yapışmasını beklediğiniz o kız çocuğunun babası, iki yıl önce üzerine Giresun firkateynini yolladığınız bir korsandır. Çok uluslu şirketler sularındaki balığı bitirmiştir, hükümet boşluğunda alemin radyoaktif, kimyasal atığı kıyılarına dökülmüştür. Tek şans haydutluk kalmıştır belki önünde…” diyor Pınar Öğünç, ben devam ediyorum, o çocuğun amcası, dayısı, abisi şimdi umutsuzluk içinde, nefret ve intikam hırsıyla Londra’yı ateşe vermeye çalışmaktadır.

Üzerinde güneşin batmadığı imparatorlukta neler oluyor


İngiltere’de örgütsüz siyahların ayaklanması, Avrupa’nın postmodern ‘çokkültürcülük’ politikasının iflasıdır. Neo-liberalizmin derinleştirdiği eşitsizliğin, işsizliğin, aşsızlığın ve bunun müsebbibi olarak ‘ötekilerin’ işaret edilmesinin yarattığı nefretin sonucudur. On yıllardır alttan alta kanayan yara dikiş tutmaz olmuş, İngiltere’nin göçmen işçi politikası iflas etmiştir. Neo - liberal - emperyal politikalar, AB’ni ideal toplum modelleri olarak savunanların söylediğinin aksine, ne İngiltere emekçilerine, ne göçmen işçilere yarar getirmiştir

Londra’da dedelerinin köle olarak çalıştırıldığını, ata topraklarının yüzyıllarca koloni - sömürge olarak yağmalandığını bilen gençler kimlik bunalımı da yaşamaya başlayınca ayaklanmışlardır. Kaybedecek fazla bir şeyleri olmayan patlamaya hazır kimi Siyah gençler için bir intikam fırsatı doğmuştur. Bu gün yaşananlar, İngiltere’nin emekçi ve göçmen işçi düşmanı politikasına karşı, çoğu İngiliz vatandaşı olmuş siyah gençlerin, bilinçsizce sağa sola saldırmaları ve bir kısmının tüketim kültürünün etkisiyle yağmaya yönelmesidir. Zira onlar da reklamların, “alın, alın daha çok alın” çağrısından, kapitalizmin “tüketiyorum o halde varım” şiarından etkilenerek büyümüşlerdir. Ayaklananların hepsi söylendiği gibi işsiz, güçsüz, haydut veya yağmacı (homojen bir grup, çete üyesi) değildir. Örneğin gösteriler sırasında gözaltına alınanlar arasında 43 yaşındaki organik gıda aşçısı Fitzroy Thomas, 19 yaşındaki Açıkhava opera görevlisi Nan Asante, 24 yaşındaki yüksek lisans öğrencisi Nathasha Red, 21 yaşındaki hukuk öğrencisi Maroune Rouhi de vardır. Tabi vurgulamakta yarar var, bu ne örgütlü, ne programlı bir ayaklanmadır. 2005’te Paris’te ayaklanan Arap gençler gibi. 2005’te ayaklanan Arap gençleri, Paris’te burjuvazinin sembolü sayılan Champ Elysée’ye ulaşamamış, zenginleri rahatsız edememişlerdi. İngiltere’de ayaklanmaların hedefi de büyük burjuvazinin yaşam alanları olamadı, tepkiler ‘ötekiler’in mahallesiyle sınırlı kaldı. Kaldı ki ayaklanmalar o fildişi saraylara ulaştığı takdirde, İngiltere de eleştirdiği Suriye’den aşağı kalmayacak, tanklarını yollayıp demokrasiyi askıya alacaktır. Hatırlarsanız Fransa’da 2000’li yıllarda kamyoncuların grevleri, yol kesme eylemleri (yani barışçıl gösterileri bile) sermaye cephesini rahatsız ettiği için ordu yardıma çağrılmış, neredeyse sıkıyönetim ilan edilmişti.

Bir zamanlar ‘Tarihin sonu’, ‘Medeniyetler çatışması’ tartışmaları çok gözdeydi. Kapitalizmin artık kader olduğunu, en iyi sistem olduğunu bize yutturmak isteyen uyduruk filozofların bu teorileri tartışılıyordu. ‘Tarihin ve ideolojilerin sonu’ tezinin mucidi Fukuyama, Irak işgalinden sonra ‘yanılmışım’ deyip özeleştiri verdi, Bush’u terk edip muhaliflerinin safına geçti. Zamanında Vietnam savaşı propaganda grubunun şefliğini de yapmış olan Huntington’un ‘Medeniyetler çatışması’ tezi, İslam-Hıristiyan dünyasının çatışması olarak algılandı. Aslında Hungtington, kapitalist dünyadaki kaosun, asimilasyon veya çokkültürcülük politikalarıyla değil, daha zalim uygulamalarla, hatta bir tarafın yok edilmesiyle son bulabileceğini açıklamaya çalışıyordu. Liberaller de bu teorilerin özünü, “sosyalizm öldü, kapitalizm kaderdir, demokrasi verelim” babında yorumladı. Bu yazarlar Los Angeles’teki, Paris’teki, İngiltere’deki ayaklanmaları küçümsemiş, Somali’deki kıtlığın nedenlerini, ekolojik felaketlerin sorumlularını yani dünyayı yeni ortaçağa dönüştüren kapitalizmin suçlarını görmezden gelmişlerdir.

Evet, Somali’ye yardım edelim. Halklar arası dayanışma örneği sergileyelim. Ama bu gerçekleri de bilelim ve anlatalım.

----------

Web sitesi: http://www.adilokay.com/

DEVLETİN KEMAL BURKAY AÇILIMI...



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Ben çocukluğumda Kürtlüğü Kemal Burkay’dan, komünistliği ise TKP’nin “Bizim Radyo”sundan öğrendim. İlk Kürtçe gazeteyi Dersim’in köy muhtarlarına gönderen PSK’nin başkanı Kemal Burkay’dı.

Bu gün ise, TKP’nin en ulusalcı parti konumunda olduğunu görmekteyiz. Her fırsatta “federasyon” tezini savunan PSK de, “demokratik özerklik” veya “demokratik cumhuriyet” tezini bile kabul etmeyen, aynı zamanda AKParti hükümetinden medet uman kurucusu ve eski başkanı Kemal Burkay’dan başkası değildir.

Alevi Kürt olan Kemal Burkay’ı Ramazan Ay’ında Türkiye’ye getirilmesi AKParti Hükümeti tarafından ülkemiz için “hayırlara” vesile olacağı mantığıyla planlandığı anlaşılmaktadır. Yani devletin yeni bir “açılım” politikası daha yürürlüğe konulmuştur. Bu açılım girişimini “Devletin Kemal Burkay Açılımı” olarak adlandırabiliriz.

Otuz bir yıl sürgünde yaşadıktan sonra havaalanında uçağın kapısında devletin üst düzey resmi memurları tarafından karşılanan Tuncelili Kemal Burkay’ın ilk icraatı; “bölücü değilim, benim bir kedim bile yok, ama Apo’nun ordusu var…” türünden inciler döküp, Apo’ya karşı olmakla övündü.

Daha öncesinde de “Apo devletin işbirlikçisidir, ajandır… vs” diyen Burkay, her ne hikmetse bu gün devlete yaranabilmek için takiye yapabiliyor. Apo yapınca “ajan”, Burkay yapınca “hizmet” oluyor. Öyle mi? Bu olay Apo karşıtı diğer Kürt liderlerin kulağına küpe olsun.

Diyarbakır’da 86 bin oyla bağımsız milletvekili seçilen Hatip Dicle’nin milletvekilliğini düşürüp, yerine AKParti’den seçime giren ve 22 bin oy alan bayanı yerleştiren YSK kararını iştahla hazmeden Başbakan, bayram değil seyran değil neden Tuncelili Kemal Burkay’ı öpüyor? Sayın Kemal Burkay da medyada AkParti hükümetine övgüler düzüyor.

Tüm bunlar AKParti Hükümetini de aşan bir devlet politikası olduğunu söylemek daha gerçekçi olur. Belki Milli Güvenlik Kurulu’nda görüşülüp alınmış bir karar da olabilir.

Böylece AKParti hükümeti Tuncelili Kemal’in cemaline hayran olup, onun sayesinde bir “ileri demokrasi” hamlesini daha yaptı. Pardon, yutturdu!

Öyle anlaşılıyor ki, sırada Şıwan Perwer ve diğerleri var. Şıwan Perwer için büyük bir konser de organize edebilirler.

Şıwan bu konserde on binlerce kişiye Kürtçe şarkılarını söylerken tam o sırada Anadolunun yoksul halkların çocukları olan “şu kadar askerimiz ‘Şehid’ oldu” gibi korkunç bir haber yayılırsa, yani tıpkı Kürt sanatçı Aynur Doğan’ın başına geldiği gibi sahnede yuhalanırsa, ya da çatal-bıçak-kaşık-tabak fırlatırlarsa ne yapacak? Bunun böyle olamayacağı garantisi var mı?

Kendi ülkesindeki yangını görmemezlikten gelen, Suriye’deki yangını kendi iç meselesi olarak gören milliyetçi-muhafazakâr bir başbakandan demokratik açılımlar beklemek bence hayaldir.

Keşke ben yanılayım, bu başbakan ülkeyi evrensel demokrasi düzeyine çıkarsın. Keşke ben yanılayım ve binlerce kez özür dileyip, yetkililere aynı oranda teşekkürler edeyim. Hiç sanmıyorum.

Her şeye rağmen AkParti Hükümeti yeni bir “açılım” daha yaptı. Devletin bu yeni “Açılımı” hepimize hayırlı ve uğurlu olsun.

web site: http://www.gomanweb.net/

YEŞİL ORDU...




Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Yazımın başlığından kimse-sosyalizmden esinlenmiş-Çerkez Ethem’in ordusundan söz ettiğimi anlamasın. Bahsettiğim Yeni Türk Ordusu’dur. 30 Ağustos terfilerini belirleyecek YAŞ (Yüksek Askeri Şura) toplantısı öncesi Genelkurmay Başkanı ve üç kuvvet komutanı’nın istifa etmesi sonucu bir gecede-istifa etmeyen tek kuvvet komutanı olan-Jandarma Genel Komutanı Necdet Özel Kara Kuvvetleri Komutanlığına ve vekâleten de Genelkurmay Başkanlığına atandı. Deniz’leri, Mahir’leri öldüren bir ordunun bir gecede tepetaklak olmasına üzülmedim. Bu ordu zaten halkın ordusu hiç olmadı. [Daha önce de Şeyh Sait’leri, Seyyit Rıza’ları, yüz binlerce Kürt’ü ve hatta kendi Başbakanlarını (Adnan Menderes’leri) katletmişti.] Kurmay heyetiyle birlikte Meşrutiyet öncesi ve Cumhuriyet’ten bu yana oligarşik zümrenin ve plütokrasinin iktidar bekçileri oldular. Yani uygarlıklarda oluşan “iktidar”ın “komutan, yöneticici, din adamı” üçlüsünden bir ayağı olmayı daima muhafaza ettiler. Bu anlamda Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, Ergenekon, Balyoz, Jitem, Donanma, Islak İmza, İnternet Andıçı vs. davalarından yargılanan muvazzaf ve emekli subayları (generaller de bunun içinde) koruyamadığı için istifa etti. Aslında beğensek de beğenmesek de –kendi düşüncelerine göre!-en iyisini yapmıştır. Bu kadar katil askerleri koruma adına dahi olsa erkekçe (yürekli) davranmıştır.

Kendi halkını ve Kürtleri katleden Saddam Hüseyin de-tüm canavarlığına ve faşistliğine rağmen-hakkını verirsek, ölüme erkekçe gitmiştir. Faşist Saddam ölümü gülerek karşılamıştır. Tüm faşistliğine ve katilliğine rağmen General Kenan Evren-intihar ederim(!) blöfünü yapmışsa da!-ölümden elinden geldiğince kaçmıştır. Bizim burada karşılaştırdığımız faşistlerin cesaretidir. Bizler desteklemediğimiz, yerdiğimiz ve hatta nefret ettiğimiz yürekli insanlara da yeri geldiğinde hakkını vermeliyiz. Öyle dava arkadaşlarımız olmuştur ki bir menfaate, bir makama, bir paraya bizi satmışlardır. Hele zor ve şiddet karşısında tırsıp bizleri suçlamışlardır. Koşaner kendi düşüncesi gereği dava arkadaşlarının isteği doğrultusunda davranmıştır diye düşünüyorum. Binlerce Kürt’ü bir günde katleden faşist Saddam, Kürt yargıç karşısında dahi tırsmamış kendi ipini kendi çekmiştir. Bu anlattıklarım inanç ve cesaretle ilgilidir.

Başbakan’ın (yani AKP’nin) bu YAŞ’ta yaptığı demokrasi mücadelesi değildir. Bu YAŞ’taki kavganın temeli yeni oluşturulacak rejimde (Yeşil Demokrasi) ordunun yeni rejime angaje edilmesi, TSK’nin “AKP’nin Ordusu” yapılmasıdır. Artık bu ülkede kendini “devletin asıl sahibi” gören milliyetçi-İslamcı klik AKP’dir. Bu son durum itibariyle Necdet Özel başkanlığındaki TSK, iktidarın paylaşılması konusunda (Kürtleri temizlemeyi bana bırak! şartıyla) İmam’ın Ordusu’nun emrine girmeyi kabul etmiştir. Keşke askeri vesayet yıkılsaydı, keşke polis-asker devleti yıkılsaydı! Bu ülkede artık bir numara Polis’tir(Emniyet’tir). TSK olacağı kadar madara olmuş ve kurtuluşu teslim olup İmam’ın Komutası’na girmeyi kabul ederek paçayı kurtarabilmiştir. Vesayet demokrasisini kıracağız şiarıyla %50 oy alan AKP, bu gücünü otokrasi yaratmada kullanacağa benziyor. 17 bin Kürt’ü öldüren bir TSK yönetiminin (Jitem, Korucu, İtirafçı, Hizbulkontra, Polis) Milli Savunma Bakanı emrinde dahi olsa bir otokratın (Tayip Erdoğan’ın) emrinde görev yapması demokrasinin özü açısından neyi değiştirecektir? Polis gücünü (Allah var, MHP’li polisler hâlâ direniyor!) Gülen Hoca’nın emrine geçiren AKP Hükümeti, TSK ile anlaşarak Gülen Hoca’nın Askerleri’ni yetiştirmenin yolunu açmıştır. Tevatür edilir ki Gülen Hoca’nın komutanları da İslam’dan önce-daha çok-milliyetçidirler. Necdet Özel’in 7. Kolordu Komutanıyken Şırnak’ın Ballıkaya (Bilika) Köyü yakınında (11 Mayıs 1999 gününde) 20 PKK’linin “kimyasal silahlar”la öldürüldüğü operasyonu komuta ettiği görüntüleri ajanslara (ve You Tube’e) düştü. Kimyasal silahları kullanmanın bir suç olduğunu herkes bilmektedir. Alman Sol Parti şimdiden bu konuyu kendi parlamentosuna götürmüş durumdadır.

Bir gecede bir generali birkaç makam atlatarak Genelkurmay Başkanı yapabilen AKP, görünen odur ki AB, ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla (Irak, Suriye, İran, Japonya, Kanada, Rusya) ülkemizde demokrasi maskeli bir otokrasiyi oluştururken bizlere, AB tipi demokrasiyi getirdim, diye alkış tutturacaktır. Ancak benim bildiğim bundan böyle bu ülkede Polis’in emrinde bir TSK ve onların karışımından bir “Yeşil Ergenekon” var olacaktır. (Bakmayın böyle yazdığıma: Yanılmayı gerçekten çok isterim!) Allah hepimizi korusun!



7 Ağustos 2011 Pazar

ÖLÜM ADASI...


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Norveç’in yüreği 22 Temmuz 2011 (Cuma) günü iki yerden bıçaklandı. Bu vuruşları yapan, başkent Oslo’da Hükümet Binası’na yapılan bombalı saldırıda 8 ve sonra da Oslo’ya 40 kilometre uzaklıkta buluna Utoya Adası’ndaki İşçi Partisi gençlik kollarının kampına elindeki silahla önüne çıkan 68 kişiyi tarayarak öldüren faşist, aşırı sağcı ve Hıristiyan Anders Behring Breivik’ti. Aşırı sağcı (ırkçı ve şovenist) bir parti olan Popülist İlerleme (İlerici?) Partisi üyesiydi canavar. Çok şükür ki bizdeki faşist partiler “hareket mereket, bereket, muhafazakâr, çalışma malışma, birlik mirlik” gibi isimler alarak Avrupa’dakiler gibi “ilerici, nasyonal sosyalist, özgürlük, halkçı” gibi ilk bakışta sol parti iması vere(bile)cek isim hırsızlığı yapmıyorlar. [ 82. vilayetimiz KKTC’de “hareket”i adamlar “adalet” yapmış(tı). Nasıl bir adalet’se(?!)]

Kendini bir tür Haçlı Askeri gibi gören (ve belki de Tapınak Şövalyeleri’nin günümüzdeki şövalyelerindendir) bu yobaz Hıristiyan, faşist Breivik meğer 15-16 yaşlarındaki çocukları Avrupa’yı Marksizm’e ve İslam’a karşı savunmak için öldürmüş. Çarçabuk yakalanıp mahkemeye çıkarılan bu cellât, yaptığının gaddarca olduğunu kabul ederken “gerekli olduğu”nu vurgulamadan edememiş. Yani ülkeye ihanet ettiğini düşündüğü İşçi Partisi’ne önemli bir darbe vurarak daha fazla gelişmesini önlemek istemiş. 76 kişiyi öldüren bu faşiste verilecek ceza ile bizim (çocuk?) faşistimiz Ogün Samast’a verilen ceza hemen hemen aynı(22 yıl). Gerçi Norveç AB üyesi değil ama-işte biz böyle bir hukuk sistemi olan AB’ye girmek için her türlü (dans) figürlerimizi yaparken Dünya’nın Cenneti’ne gireceğimizi düşünürüz. Baksanıza Allah aşkına: Çocuk Mahkemesinden yediği 22 yıllık cezayla Ogün Samast bu azılı faşistin yanında “Melek” kaldı. Üstelik Cellât’ın beş yıldızlı otelin yanında halt ettiği bir hapishanede kalma olasılığı da çok büyüktür. Norveç Ceza Yasası’na göre bu adam(!) tüm Norveç’i de katletse alacağı ceza 22 yıldı(r)(birkaç yıl da artırılabilir belki). Avrupa’nın ve AB’nin bizdeki rejimden bin kat daha refah bir sistem sunması yadsınamaz. Ancak bu olay bilimin ve siyasetin mutlak olmadığını, mevcut doğruların büyük hataları içerdiğini (ya da gizlediğini) göstermiştir. AB, ABD, Kanada, Japonya neoliberal kapitalist küreselleşme, sermaye için sınırsız sömürü, yağma, talan sunarlarken aslında küresel oligarşinin ve plütokrasinin sitemleri olduklarını bize bu olayla hatırlattılar. Dolayısıyla gerçek dünyada barış, adalet ve eşitlik diye bir şey mümkün değildir. Baksanıza AB’ye, hemen hemen iktidar partilerinden sonra ikinci büyük partiler faşist (ırkçı) partilerdir. Bunların iktidara gelmeyeceğine dair bir protokol (vahiy?) var mıdır? Bu partiler yabancı Müslüman göçmenleri “modern çağın (Kapitalist Modernite’nin) yeni barbarları” olarak damgaladılar.

Breivik bu saldırıda yalnız değildir. Arkasında güçlü bir örgüt var(dır). Bu örgütün de temeli tüm Avrupa’daki faşist partilerdir. Saldırıdan önce internete attığı 1516 sayfalık “2083: Bir Avrupa Bağımsızlık Bildirgesi” yargılama sürecinde kullanacağı bir malzemedir(Manifesto’dur). Katilin Manifestosu Türk ve İslam düşmanlığına karşın oldukça tuhaf bir durumda Kürt dostluğunu içeren bölümler içermektedir: Türkiye Cumhuriyeti’nin Latin Alfabe’ye geçtiği 1 Kasım 1928’den 10 ay sonra Kürtçe yasaklandı yazılmıştır. 1937-1938 yılları arasında modern Türkiye tarihinde en büyük Kürt ayaklanması yaşandı. 50 bin Türk askeri ayaklanmayı bastırdı, 40 bin Dersimli öldürüldü bilgisi yine bu Manifesto’da var. Manifesto’nun teorisi (kullandığı ifadelerin nerdeyse tamamının) bombalı mektuplarla ABD’de 20’ye yakın kişiyi öldüren matematikçi Theodore John Kaczynski’nin (unabomber) “Sanayi Toplumu ve Geleceği” kitabından alındığı tahmin ediliyor. 1942 doğumlu olan Kaczynski bir matematikçi, anarşist teorisyen ve eylemcidir. Tartışmalı bir mahkeme sürecinden sonra ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı. Kaczynski de Manifesto’sunda “Sanayi Devrimi’nin insanlığın başına gelen büyük bir felaket olduğu”nu yazar ve Amerikan sosyal demokratlara büyük eleştirilerde bulunur. Ve Ezcümle Türkleri, Kürtleri, Norveçlileri, Müslümanları, Hıristiyanları, Yahudileri sevmek/sevmemek(nefret etmek), korumak/kovmak, övmek/sövmek veya cezalandırmak bu faşistlere düşmez. Dikkat ederseniz Ermeni yurttaşımız Hrant Dink’i katleden faşist çocuk(?!) Ogün Samast, Breivik’in yanında mağdur kaldı zavallıcık, neredeyse Ogün’e sen bir meleksin diyeceğiz(!)

1 Ağustos 2011 Pazartesi

ÖLMEK VE ÖLDÜRMEK!



Mustafa Elveren – (Em.Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com


Aile içinde, çevremizde, sokakta insanların birbirleriyle yaptıkları tartışmalarda: “Vallahi öldürürüm seni!”, “Gebertirim lan!” Ya da sohbetlerinde; “ölümü gör”, “Senin için ölürem” gibi söylemlerine çokça rastladığımız bir olgudur.

Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihini yazanlar hep ölmek ve öldürmek konularına ağırlık vermişlerdir. Yani Osmanlı tarihi de, Türkiye Cumhuriyet tarihi de ölmek ve öldürmek üzerine kurgulanmış kanlı savaşlarla doludur.

Yine Dünya’da yaşanmış ve yaşanmakta olan dinlerin tarihleri de kanlı savaşlarla dolu olduğu bilinmektedir.

Böylesi bir tarihe ve dine sahip olan ülkelerin halkları bir arada barış içinde yaşama şartlarını her geçen gün olumsuz yönde etkilemektedir. Ne yazık ki, ölmek ve öldürmek kültürü çok yaygın bir biçimde ülkemizde devam ediyor.

Ölmek ve öldürmek, bu iki sözcüğü yazarken bile çok rahatsızlık duymaktayım. İnsan haklarıyla insandır. İnsanın en kutsal şeyi yaşam hakkıdır. Bu hakkın başka bir insan tarafından yok edilmesi kabul edilemez.

Ne yazık ki, hala ölmenin ve öldürmenin önüne geçemedik.

Dillerinde ölüm sözcüğünü eksik etmeyenler ülkesini de, halkını da insanı da sevemezler. Esas amacımız şehit olmak değil, yaşamak ve yaşatmak olmalıdır. Kendisine aydınım diyen her kesin bu gerçeği iyi kavraması gerekir.

Silvan’da Temmuz sıcağında kavrularak hayatını kaybeden 20 gencimizin ölümünü engelleyememenin çaresizliği ve üzüntüsü içinde olduğumuzu bir aydın olarak itiraf etmek durumundayım.

Öyle anlaşılıyor ki, takunyacılar ile postalcıların iktidar kavgası daha uzun süre devam edeceğine benziyor. Siyah postal baskısından kurtulmaya çalışırken, yeşil postalın altına girmek üzere olduğumuzu da belirtmeliyim. “Al birini vur ötekisine” mi? “Denize düşen yılana sarılır” mı?

Munzur Festivali ve Mazlum Doğan

Ölmek ve Öldürmek amacıyla Dersim’de askeri operasyonlar hızla devam etmektedir. Buna rağmen Mazlumların diyarı Dersim’de “11.Munzur Kültür Ve Doğa Festivali” İl ve İlçelerde oluşturulan festival komiteleri tarafından belirlenen proğramlar çerçevesinde start aldı. Bu satırları yazdığım sırada festivalin başarılı bir şekilde devam ettiğini öğrenmiş bulunaktayım.

Geçen yılki etkinlikle ilgili yazdığım makalede; “Köylüm ve arkadaşım Mazlum Doğan bu festivalde unutulmamalıdır. Pirim Seyit Rıza gibi Mazlum’un da heykeli Dersim’e dikilmelidir…” mealinde bir şeyler söylemiştim. Bu söylemimden dolayı Tunceli C. Savcılığı hakkımda soruşturma açmıştı. Akabinde dokuz soruşturma daha başlatmıştı. Bunların bir kısmı dava safhasına dönüşmüş durumdadır. Birkaç davaya savunma da gönderdim.

Bu yılki yani 2011 yılı festivalinin programını inceledim, ancak yine sevgili Mazlum Doğanla ilgili her hangi bir etkinliğe rastlamadım. Bu tür festivallerin programları çok geniş ve farklı siyasi görüşlerin ortak çabalarıyla hazırlandığını düşünüyorum. O nedenle Mazlum ile ilgili herhangi bir etkinliğin programda yer almamasını yadırgamıyorum.

Ancak, gün gelecek sevgili Mazlum’un heykeli hem Dersim’de Pirim Seyit Rızanın yanına ve hem de doğduğu Goman Köyü mezrası olan Seydan’a mutlaka dikilecektir. Bu arzum ve temennim gerçekleşmesi için çalışacağım.

Ölmek ve öldürmek yerine yaşamak ve yaşatmak, kin ve nefret yerine sevmek ve sevilmek, baskı ve zulüm yerine hak ve özgürlüklerin olduğu bir Dünya dileğiyle….

ŞEREFLİ (ŞAM)PİYONLAR-(İ)KİN(CİLİK)LER(!)

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Şike operasyonunun en iyi kadrosu ve en iyi oynayan Fenerbahçe ile başlaması manidardır. Ancak bu ülkede futbol endüstrisi (futboldan fahiş para kazanma yolları) nedeniyle şike vardır. Geçmişte de oldu, bugün de var. Fener’in bu sene diğer takımlara göre çok iyi olduğu yadsınamaz. Fener bu sene şampiyonluğu hak etti. Alex dahi tek başına bir şampiyondur! Ama AB kriterlerine göre bir futbol istiyorsak, bu operasyonu bekleyeceğiz. Mafya tüm ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de futboldan payını alıyor. Oyuncu transferinde dönen %20 (belki de daha fazladır?) komisyon ücretleri ya da yüz bin TL’ye alınan bir futbolcuyu beş milyon dolar olarak gösterip, oyuncuya kısmen bir miktar (sus payı) verilmesi gibi.

Bir Metin Oktay ya da Lefter Küçükandonyadis o gariban halleriyle ölümüne futbol oynadılar. Onların Jaguar’ları olmadı! Futbol ahlakından bahsediyorum. Ancak operasyon, AKP’nin FB’yi Ergenekon yerine koyan bir operasyon olmamalıdır. Şikeyse, bunu Türkiye’de yapmayan takım kalmamıştır. Adlarını yazmak istemem. Kısacası tümü şike yaptı. UEFA ve FİFA’nın derhal savcılık aşamasında devreye girip operasyonu izlemesi gerekir. Ben TFF’ye güvenmiyorum. Başbakan’ın arkadaşlarından TFF’ler olmaz. Bunlar özerk ve bağımsız kurullar olmalılar.

Geçen yıl Bursa’nın şampiyonluğunu kimse sorgulamadı. Anadolu takımları(!) bilerek, isteyerek Bursa’ya yenildiler. Üstelik bir kısım-azınlık ta olsa-taraftarı “IRKÇI ve KÜRT DÜŞMANLIĞI” tavrıyla Diyarbakırspor’u Süper lig’den düşürttü. Kimse tık demedi. Geçen yıl Beşiktaş son maçta Bursa’dan puan alsaydı FB şampiyon olurdu. Maç ayarlanmıştı ve barış(ma) adına maç verildi. Trabzon da son maçta FB’ten bir gol yeseydi yine (FB) şampiyon olurdu. Trabzon’u kimse sorgulamadı. Bursa şampiyon oldu. Bu operasyonun İslami, dinci, Yeşil Ergenekonvari bir operasyon düşüncesiyle yapılmış olmasını istemem. Ancak Mafya’nın eli futboldan çekilmelidir. Bu ülkede yeni bir sayfa açılacaksa futbolda da temiz sayfa açılsın. Bunu destekliyorum. Ama derin devletin (artık derin AKP devleti diyebiliriz) bir operasyonu olacaksa kabul etmiyorum. Gelin o halde 18 takımı da düşürelim. Hatta 1., 2., 3.liglerdekileri de! Hatta mevcut futbolcuların-gelin!-hepsinin lisansını iptal edelim. Tüm kulüp yönetimlerini lağvedelim. Var mısınız?

Eğer GS, BJK, FB, Trabzonspor, Bursaspor vs. kulüpler başkanlarına (yöneticilerine) illegal iş yapma kamuflâjı sağlıyorsa engelleyelim. Yasalarla bunlar engellenir. Futbol endüstrisini kumarhaneye, bahis’e, şikeye açan aslında Vahşi kapitalizmin ta kendisidir. Her kulübün başına geçen adam çok kısa sürede milyoner oluyor. Diyarbakır gibi takımlarda oldu, her gelen takımı borçlandırdı. Oysa gelenlerin meteliği yoktu. Giderken milyonları oldu. Bazı takımların başlarına geçenler maçları sattılar. KKTC’de oynanan (Türkiye’de illegal kabul edilen) “bahis” oynadılar. Beş milyon dolar yatırdılar tek maça. Kendi takımlarına mağlup ol dediler. Karşılığında bir haftada (yani bir maçta) on milyon kazandılar. Tabii başkalarının adına kolonları yatırdılar. Bunları SAVCI sorgulayacak mı? Kendi takımını kullanarak milyar dolarları olan gizli zenginlerimiz oldu. Hem de taşrada (Anadolu’da)! Yoksa Aziz Yıldırım’la mı yetinilecek? Ya da bir iki kurbanla mı?

Bu ülkede 1990-2000 yılları arasında GS defalarca şampiyon oldu. Nerdeyse tüm Diyarbakırlı çocuklar Galatasaraylı oldu. Çünkü Abdullah Öcalan, “Galatasaraylıyım!” demişti. Gençlerin siyasetle uğraşmaması ve dağ’a çıkmalarını önünü almak için devletin kendisi GS’yi defalarca şampiyon yaptı. BJK’nin derin adamı ve başkanı Süleyman Seba o dönemler “ŞEREFLİ İKİNCİLİKLER”den söz etti. Yani Devlet’in Bekası adına(!) Diyarbakırlılar yeter ki terörist olmasınlar ama GS’li olsunlar: Sarı-Kırmızı ve Yeşil Saha? Size neyi hatırlatıyor?

OHAL dönemlerinde Diyarbakır-bilerek!-1. Lig’e çıkartıldı. Çünkü gençler PKK’li olmasın, futbolcu olsun! Derin devlet ya da en doğrusu DEVLET bunu böyle istemişti. Sonra ne oldu? Bursa’ya, Diyar’ı düşürün! denildi. Ve Kürtler saha dışı kaldı! Helal olsun böyle devlete! Şimdi soruyorum: GS’yi üst üste şampiyon yapan Fatih Terim miydi, DEVLET miydi? BJK’yi ŞEREFLİ İKİNCİLİK’lerde tutan kimdi? MİT mi(ydi)? Birisi bana açıklasın. Ve SAVCI mutlaka bunları sorgulamalıdır. Artık YÜZLEŞELİM! Geçmiş’i bugüne kadar araştıralım? 1965’ten önceye kadar? Hatta 1907’leri istiyorsanız? Gelin araştıralım! Öyle “Türkiye Kupası” iade etmelerle ya da Çarşı’vari kahramanlık bildirileri ile olmaz!

14 Temmuz’da (Diyarbakır) Silvan İlçesi kırsalında 13 askerimizin şehit edilmesine üzüldüm. Allah rahmet etsin ama çeşitli iddialar var. Açığa çıkarılmalıdır. Deniliyor ki (TSK diyor): “El bombasının çıkardığı yangında öldüler.” Zaten ölen PKK’liler de yanmış. Tuhaf bir durum değil mi? Bir el bombasıyla orman tutuşur ve bunlar hemen alevin içinde yanarlar mı? Denir ki (Köylüler ve Korucular diyor): Uçaklarımızdan ve helikopterlerimizden ormana bomba atılmış. Böyle iddialar var. Yangını kim çıkardı, acaba “barış”ı istemeyenler kimlerdir? Uçakların ya da helikopterlerin attığı lav tipi bombalarsa herkes yanar! Maalesef doğrular bize anlatılmıyor ve bize sadece dram kısmı anlatılıyor. Gerçek nedir acaba? Bölgemizde her gün-operasyonlardan dolayı-çatışmalar devam etmekte olup karşılıklı ölü sayısı anbean artmaktadır. Neden bir taraftan Öcalan’la müzakere edip “Barış Komisyonu”nu kuruyorsunuz, sonra da operasyon yapıyorsunuz? Garibanların çocukları ölmüyor mu? İnsan kendi topraklarını bombalar mı? Türk Ordusu’nun yaptığı doğru mu? Nasıl Silvan Dağları’nı bombalar? Tunceli (Dersim) Dağları bombalanmıyor mu? Ayıp değil mi? Düşman toprakları mı buralar? Türk Ordusu kendi topraklarını bombalayamaz: Uluslararası suçtur! Kendi askerini mayınla havaya uçurup PKK’nin üzerine atan Türk Ordusu değil miydi? Bir sorun varsa çözün! Başbakan Erdoğan’ın yeni İçişleri Bakanı’na bir bakın! 13 şehit eylemiyle ilgili şu söylediklerine bakın: “Herkesin aklını başına alması gerekiyor. Bu ülke özgürlüklerin alabildiğince var olduğu ve doya doya yaşandığı bir ülke!” Böylesine bir şahsı nasıl Bakan yaparsınız? Özgürlüğün tanımını bilmeyen bir şahsı ne hakla Bakan yaparsınız? Bu ülkede onlarca gazeteciniz hapislerde olduğunu bu Bakan bilmiyor mu? Bu devletin polisinin hâlâ işkence yaptığından haberi yok mudur? Bu ülkede şimdilerde dahi faili meçhullerin yaşandığından bihaber midir? 17 bin faili meçhulün(!) dosya kapağı henüz açılmadı bile? Bakan bunlardan habersiz görünüyor. Yeni kabine bu tip insanlarla doluysa çok mutlu(!) olacağız demektir. AB’ye girmeye ne gerek var efendim, zaten doya doya özgürlükleri yaşamıyor muyuz(?!) AYIPTIR BE(!)

Bu şehit edilme olayını ERGENEKONVARİ bir eylem sonucu yapıldığını düşünüyorum. Biri insanları bombayla yakıyor. Ve insanlar kaçamıyor! El bombası en fazla (askerler çatışmada yan yana durmayacaklarından) 2-3 kişi öldürür. El bombası 13 askeri yakar mı? Genelkurmay’ı “sivil savcılık” mutlaka dinlemelidir, bunu sorgulamalıdır. Diğer taraftan DTK tek başına Demokratik Özerklik ilan edebiliyor. Bu doğru tavır değildir! DTK böyle bir kararı tek başına vermemeli. Daha “Demokratik Özerklik” nedir, bilinmiyor. Eğer Kürtlere bir “statü” verilecekse TC devletiyle birlikte olmalıdır bu. TC ile anlaşmadan öyle kendi başına karar almak ve istediğin gibi yürürlüğe koymak hatalı davranışlardır. Bu saatten sonra kimse tek başına karar veremez, ne devlet ne DTK! Bir uzlaşma, bir aklıselim yol(u) bulunmalıdır. İstemler ete kemiğe bürünmeden neler ilan ediliyor? Nasıl geçerli olacak? Türk halkını nasıl ikna edeceksiniz? Birlikte ve isteyerek her şey olmalıdır. Öyle bir yol izlenmeli ki, MHP dahi ikna olmalıdır? Bunun yolu bulunmalıdır. Sözde “eylemsizlik” var. Ya eylemlilik hali olsa ne olurdu? Bu savaşın böyle sürmesini kimse isteyemez. Artık “gizli(!)” oyunlara da son vermek gerekir. Hatip Dicle’nin yerine hırsızlamasına atadığınız vekili İnsan Hakları Komisyonu’na getiriyorsunuz? Oya Eronat hırsızlamasına vekil tayin edilmiştir. Başbakan’ın onu derhal istifa ettirmesi gerekir. Bu, “Barış” için iyi bir başlangıç olabilir. Muhatap olarak Kürtlerin (DTK, BDP, PKK ve Öcalan’ın) istemleri de ete kemiğe bürünmelidir. Ve verilecek statü karşılıklı rıza ile olur. Karşılıklı rıza olmadan barış doğmaz. Hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük gözetilerek evrensel değerleri kabullenmek gerekir.

551 VEKİL(!)




Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

%50’lik bir oy alışına karşın-yani her iki kişiden birinin oyunu alan-AKP ve Recep Tayyip Erdoğan demokrasi anlayışından ve hoşgörüden uzak olduğunu-ezbere konuştuğundan olmalı!-çarçabuk gösterdi: “Muhalefet ister (Meclis’e) gelsin, ister gelmesin fark etmez!” Bu düşünce ancak diktatör(lük)lerde ve tek partili rejimlerde (Suriye Baas Partisi gibi) olur. Suriye de bir cumhuriyettir! Ve çok sayıda (bizdeki gibi) çakma muhalefet partisi vardır. Ve her zaman seçimleri %100’lere varan oylarla Baas Partisi ve Esad Hanedanı kazanır. Bu gidişle bundan böyle de ülkemizde seçimleri %50-70-90-100’lere varan oylarla AKP ve Erdoğan (Başbakan ya Devlet Başkanı sıfatlarıyla) kazanacaktır. Bunu söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Hanedan’da Erdoğan olmasa onu temsilen bir benzer zihniyet olacaktır mutlaka. Sanırım Başbakan Erdoğan da AB, ABD, ileri demokrasi, özgürlükler diyerek-AB, ABD ve bilumum ülkelerin desteğini alarak-ülkeye Baasvari bir demokrasi getirme düşüncesindedir. Zaten gençliğinde İslami faşist diktatörlüklerin peşinde koşan bir kişinin-büyük bir evrim geçirmemişse!-kolay kolay demokrat, insanhaklarıcı olması pek olası değildir.

Şu an Parlamento’da hak’ka ve hukuk’a göre [Türkiye kanunlar devletine göre demeyeceğim(!)] Hatip Dicle’yle 550 milletvekili vardır. Ancak hırsızlamasına bir operasyonla [kanunları(!) kullanarak!] AKP, Hatip Dicle’nin yerine bir atama (Oya Eronat) yaptırmıştır. Fiilen şu anda Meclis’te 551 Milletvekili bulunmaktadır. Zaten Türkiye bir hukuk devleti olsaydı, ya da bu ülkede demokrasi olsaydı, bu haliyle genel seçimler geçersiz sayılır ve seçimler yenilenirdi. Çalıntı oylarla vekil kazanma zihniyetinde olan bir Başbakan’ın bu ülke için büyük hayalleri yoktur, olamaz da. Büyük hayalleri olanların hırsızlıkla, hileyle, hurdayla, kumpasla işi olmaz. Büyük hayalleri olanlar tarihe not düşenlerdir. Unutulmayacak olanlardır. Teorileri ve pratikleriyle (iyilikleriyle) insanlara daha güzel bir dünya bırakanlardır. Seksen bine yakın oy almış Hatip Dicle’nin yerine “atama” ile (seçimle değil!) bir AKP’liyi vekil yapanların büyük hayalleri olamaz! Bu tip insanların ufukları çok dardır, her zaman onların küçük hayalleri vardır. Bu tiplerin büyük hayalleri kişisel, ailesel, cemaatsel (grupsal) yükselmelerle ve güçlenmelerle ilgilidir. Belki %50 oyla ve halkın dezenformasyona uğramış beyni (yıkanmış beyni) ile ve markurtlaşmış haliyle devlet başkanı olabilirsiniz! Partiniz de bundan böyle AB, ABD ve bilumum ülkelerin desteğiyle 50-100 sene iktidarda kalabilir. Ama siz bu ülkeye bu zihniyetle, çalıntı oylarla, hırsızlama operasyonlarla hakkı, hukuku, adaleti, eşitliği, demokrasiyi getiremezsiniz! Ama dilerim bir gün vicdanınızı dinler ve o hiç dilinizden düşürmediğiniz Allah’ın gazabından korkarsınız! Tabii ki sözlerim gerçekten (İman’dan) Allah’a inanan ve sorgusundan korkanlar içindir.

Milletvekili Yemin Töreni’nde Devlet Bahçeli ve MHP “İYİ ÇOCUK”u oynadılar. Oysa Hatip Dicle’ye yapılan haksızlığa MHP’nin ilk karşı çıkmasını isterdim. “Türkiye Barışı” adına çok önemliydi. Oysa o(nlar) kendi Balyozcusuna (tutuklu vekiline) dahi sahip çıkamadı. İYİ VE USLU ÇOCUK’u oynayarak bir “AFERİN”i hak ettiler! Biz de onlara bir “Aferin(!)” diyelim. CHP, Yemin Töreni’nde egoizmi oynadı. Ergenekoncuları yemin etse, gerisi vız gelir tırıs giderdi! Oysa ülkemizdeki bu genel seçimde (aslında ülkemizde demokrasi, seçim, seçme-seçilme hakkı yoktur!) demokrat olmanın kıstası Hatip Dicle’ye sahip çıkmaktan geçer. Dilerim BDP, taktiksel ve stratejiksel söylemleriyle, Hatip Dicle’yi satmaz! Benim Hatip Dicle’ye bakış açım ilkesel bir duruştur. Aynı haksızlık bir MHP’liye yapılsaydı aynı tavrı gösterecektim. Hırsızlamasına yöntemlerle bir MHP’linin oylarıyla bir AKP’li ve hatta bir BDP’li vekil atansaydı aynı duyarlılıkla karşı çıkacaktım. Türkiye, Cumhurbaşkanımızın mecburi bir müdahalesiyle bu olayı kısmen belki atlatacaktır. Ancak-bir kez daha!-bu ülkede ifade özgürlüğü, insan hakları ve azınlık haklarının güvence altında olmadığı ortaya çıkmıştır.