27 Eylül 2011 Salı

“Asimilasyon bitti” Aldatmacası



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Başbakan Sayın Recep T. Erdoğan gözümüzün içine baka baka “Asimilasyon bitti” deyip, bizleri aldatmaya devam ediyor. Hâlbuki, yürürlükteki yasal mevzuatlar asimilasyona yönelik içeriklerle doludur.

Her şeyden önce mahkemeler “Türk Milleti Adına” kararlar veriyor. Bu mahkemelerde yargılanan Türklerin dışındaki azınlıklar için verilen kararlar ne kadar adil olabilir?

Halen her sabah ilköğretim okullarında “Türk’üm…” diye başlayan ve “Ne mutlu Tük’üm diyene!” cümlesiyle biten “Andımız”ı söylemeye devam ediyoruz.

Devletin birçok kurum ve kuruluşlarının ismi “Türk” olarak anılmaktadır. Hatta birçok vakıf, dernek vb. kuruluşların ismi de ırkçılığı çağrıştıran “Türk” ismiyle kurulmuşlardır. Türk Bayrağı, Türk Telekom, Türk Hava Yolları, Türk Silahlı Kuvvetleri, Türk Tabipler Birliği … gibi. Köylerimizin, beldelerimizin ve şehirlerimizin orijinal simlerinin hala iade edilmemesi de asimilasyonun boyutunu ortaya koymaktadır.

Öyle anlaşılıyor ki, “Türkiyeleşme”nin T’si bile ortada yok. Buna rağmen Başbakan; “Asimilasyon bitti” diye bizi kandırmaya devam ediyor. Tıpkı “mahkeme kararına saygılıyız” demagojisini yaptığı gibi.

ABD ve AB’nin baskısıyla azınlıklar konusunda birkaç kırıntı yasal düzenleme ile “Asimilasyon bitti” yaygarası yapılmaktadır. Artık halk bu tür aldatmacalara inanmamaktadır.

Denebilir ki; “halk bu tür aldatmacalara inanmıyorsa, o zaman bu günkü anketlere göre AKParti Hükümeti yüzde 52 oy nasıl alıyor?”

Maalesef alıyor. Çünkü karşısında gerçek alternatifler yaratılamadı.

Diğer taraftan genel başkan Kılıçdaroğlu’nun suyunu ısıtmak için hiziplerin birbirleriyle yarıştığı muhalefet partisi CHP ise, kendi iç sorunlarından dolayı AKParti Hükümetine muhalefet yapamamaktadır.

Başbakan ve yandaşları ise; Somali, Filistin, İsrail, Suriye, Libya, Kıbrıs üzerinden göstermelik çıkışlar yaparak gündemi kendi lehine çevirmek için halkı aldatabiliyor.

Başbakan’ın bu günkü duruşuyla Kürt sorunu başta olmak üzere ülkenin birçok önemli sorunlarına demokratik çözümler üretemediği, çözümden çok çözümsüzlük oyununu oynadığını artık hepimizin görmesi gerekir.

Öyle ise, ne yapmalıyız? Nasıl bir alternatif yaratmalıyız?

Her şeyden önce 12 Haziran 2011 seçiminden başarıyla çıkmış bulunan Emek, Demokrasi ve Özgürlük Bloku milletvekilleri mecliste bir an önce yerini almalıdır. Çünkü Kamuoyunda böyle bir beklentinin yaratıldığı yönünde ciddi belirtiler olduğunu düşünüyorum.

Blok bileşenleri genişletilmiş yeni bir oluşum için başlattığı çalışmalarını hızlandırmalıdır.

Bu defa Türkiye’nin tüm farklılıklarını kucaklayabilecek bir örgütlenmeye yönelmelidir. Bu örgütlenme sadece sol içindeki fraksiyonel örgütlerle sınırlı kalmamalıdır. Ülkemizdeki cinsiyetsel, sınıfsal, inançsal ve kültürel temeldeki demokratik kitle örgütlerini de kapsamalıdır.

Eğer alternatif olarak güçlü bir siyasi oluşum gerçekleşebilirse, ülkemizin içine düştüğü bu kan ve gözyaşı denizinden kurtulması mümkündür. Aksi halde kan ve gözyaşı deryasından meçhul bir geleceğe sürüklenebiliriz.
---------------

Web sitesi: http://www.gomanweb.net/

SURİYE’DE BAHAR OLACAK MI?



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Suriye Cumhurbaşkanı Beşar El Esad’ın yeğeni (kuzeni?) Rami Makhlouf’a (eşi ve çocuklarıyla birlikte) “devletin menfaatleri doğrultusunda” (17 Ocak’ta) verilen “Kıbrıs Cumhuriyeti Vatandaşlığı”-belki Türkiye karşıtlığından olacak!-Rum Bakanlar Kurulu’nca geri alındı. Gerekçe olarak Türkiye ile olan iyi ilişkiler gösteriliyor. Makhlouf’a alınan bu karar tebliğ edilecek ve onun da itiraz hakkı olacak.

Suriye Esad Hanedanı babadan oğula geçen faşist bir hanedanlıktır. Oğul Beşar ne kadar da Avrupai (giyim kuşam ve tüketim mallarında) gösterişler sunsa da halkını katleden bir katildir. Hiçbir gerekçe insana halkını katletme haklılığı vermez. Onun da iktidarı bırakacağı günler mutlaka gelecektir. Baas Partisi tek parti tek parti iktidarı yerine (oysa Suriye’de Baasvari çok sayıda çakma muhalefet partileri vardır) çoğulcu rejime geçerek makyaj yenilemek istiyor. Belki de Beşar Esad, Baas Partisi’ni bile harcayarak “iktidar”da kalmanın yollarını inşa ediyordur. Bu yollarda Beşar Esad’ın epeyce dostu vardır. Dostlarının en yakını (en başta geleni!) Türkiye’dir. Çünkü Kürt sorunu olan Suriye’nin de farklı bir uygulaması (Kürtlere özerklik tipi bir yönetim vermesi) Türkiye’deki Kürtleri etkileyecektir. Bu nedenle Türkiye (Recep Tayyip Erdoğan) elinden geldikçe-el altından(!)-kardeşi Esad’a yardım etmektedir. Bana kalırsa Beşar Bey bu kardeşine (Erdoğan’a) fazla güvenmesin: Çünkü bu kardeşi daha önce de kardeşleri Mübarek ve Kaddafi’yi de çarçabuk satmıştı.

Esad’ın diğer bir dostu İran’dır. İslami Cumhuriyet adına sığınmış faşist İran devleti de mezhepsel yakınlığın dışında, kendi Kürtlerine bir hak vermemek için, Suriye Baas Rejimi’ne desteğini devam ettirmektedir. İran diğer yandan ABD ile de anlaşarak (Türkiye ve Irak’ın dostluğuyla) Kandil’i ele geçirmeye çalışmaktadır. Tuhaftır ki Irak Kürt Federe Yönetimi de-ufak tefek tepkilerine karşın(!)-sessiz kalarak bu operasyona destek vermektedir. Irak (ve Kürt Federe Yönetimi?) iç tepkiler karşısında usulen-dostlar alışverişte görsün! tarzında-kendi topraklarını bombalayan, köylerini yıkan, yurttaşlarını öldüren Türkiye’yi protesto edebilmiştir.

Arapsaçı gibi bir politika uygulanmaktadır Ortadoğu’da. İsrail dahi Esad’ı istemektedir. Ve tuhaftır ki İsrail bu politikasıyla da İran’a destek sunmaktadır. Hepsinin ortak bir amacı ve anlaştıkları bir konu var: Kürtlerin Ortadoğu’da insandan sayılmaması! Diğer yandan Türkiye’nin bir “Bölgesel Güç” olma sevdası(?!) türemiştir. Türkiye-AB ve ABD’nin yönlendirmeleriyle-Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’yla da her tarafa zıplayıp duruyor. Çok sevdiği kardeşlerini-hatta ellerinden barış ödülleri aldıklarını dahi-satabilen özelliğiyle de Türkiye, diğer bir yandan Suriyeli Muhaliflerden “Ulusal Konsey” oluşturmaya çalışıyor. (Bunu da sözüm ona gizliden(!) İstanbul’da yapmaya çalışıyorlar.) Zaten daha önce de (Haziran’da) Muhalifler Antalya’da toplanmıştı. Çünkü “satış” başlamış olmalıydı. Kürtlerin yok edilmesi veya yok sayılması için ne kadar emperyal devlet, Ortadoğu ülkesi, insani kuruluşlar, Birleşmiş Milletler varsa hepsi işbirliği yapabilmektedirler. Çünkü Kürtler yeryüzünün lanetli topluluğudur! Bir ara lanetlenmiş topluluk Yahudilerdi ama şimdilerde Kürtler Yahudilerce de lanetlenmiş topluluk sayılmaktadırlar. Dünya bu konuda haklıdır(!) Kürtler konusunda Rumların dahi Kürtleri istemediğini düşünüyorum. Ve (Kıbrıs) Rum Bakanlar Kurulu’nun Esad Ailesine vatandaşlık verirken Esad Hanedanı’nın son “başkan” oğlunun da Kürtleri, Müslümanları, Dürzîleri, Hıristiyanları, Nusayrileri baskı altında tutan faşist bir lider olduğunu bildiğini düşünüyorum. Salt Türkiye Suriye’yi destekliyor düşüncesiyle vatandaşlık belgesinin iptalini doğru bulmuyorum. Daha insani (haklı) gerekçeleri olmalıydı. Doğru olan antifaşist olmaktır, anti sömürgeci olmaktır! Irklara, dinlere, dillere, kültürlere saygı duymaktır. Ve doğru olan işgallere karşı çıkmak, anti militarist olmaktır; barış’ı, demokrasi’yi, insan’ı ve insan hakları’nı savunmaktır.

19 Eylül 2011 Pazartesi

TÜFEK İCAT OLDU PUŞTLUK ÇOĞALDI!



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Şener Levent’in 24 Ağustos (2011) yazısı (Taş Devri, Tunç Devri, Puşt Devri) bana Köroğlu’nun “tüfek icat oldu mertlik bozuldu” sözünü hatırlattı(KKTC-Afrika Gazetesi). Yazısında Libya’nın petrollerine talip olan (aslında ganimet olarak değerlendirenleri kastediyor) ülkeleri sayıyor: İtalya, Fransa, İngiltere ve hatta taa Avustralya! Doğrusunu isterseniz diktatör Kaddafi’nin 42 yıllık hanedanlığını-hepsine yaptığım gibi-desteklemiyor(d)um. Çünkü böylesi iktidarlar, Taş-Tunç devirlerini yaşamış uygarlıklar tarihinde “komutan+rahip(din adamı)+yönetici” üçlemesi biçiminde “iktidar” olarak Tanrı’nın Yeryüzü Gölgesi’ni betimliyordu. Aslında salt Libya, Suriye, İran gibi diktatörlükleri suçlamak haksızlık gibidir. Türkiye’de olduğu gibi “iktidar üçlüsü”nün iktidar olduğu sözde demokratik ülkeler de vardır. Kaddafi bir zorba, diktatör, katil ve geldiği son aşama olarak da faşistti. Bakmayın siz gençliğimizde bu tip ülkeleri (3. Dünya Diktatörlükleri’ni) küçük burjuva diktatörlükleri olarak ilerici görürdük. Hayat bize bunun sol bir çocukluk hastalığı olduğunu öğretti.

Kaddafi, Beşar Esad ya da Mübarek’e göre daha dürüst(!) bir diktatördü. Onlardan daha az hırsızdı. Diğerlerinin daha büyük milyarderler olduğu ortaya çıkmıştır. Kaddafi bir petrol ülkesini yönettiği halde doğru dürüst bir şeyi olmayan Esad Hanedanı’ndan malvarlığı olarak daha zayıf. Çünkü petrol gelirlerinin büyük çoğunluğunu ülkesi için harcadı. Yurttaşlarına konut ve gelir olarak verdi. Yaşam seviyelerini yükseltmeye çalıştı. Yine de tüm bunlar bir zorbanın, zalimin iktidarını savunacağımız anlamına gelmez. Kaddafi gitmeli ve yerine demokratik bir rejim kurulmalıdır. Başlangıçta muhalefete kendiliğinden (iç dinamiklerle) çıkan bir hareket olarak sempatiyle baktım. Sonradan muhalefetin AB, ABD gibi emperyal ülkelerce piyon olarak kullanıldıklarını gördüm. NATO dahi devreye girdi. Binlerce insan-karşılıklı olarak-katledildi. Barış Ödülü’nü Kaddafi’nin elinden alan Recep Tayyip Erdoğan bile saf değiştirdi, Geçici Ulusal Konseyi’ni destekledi. Belki Libya ganimetinden pay koparırım düşüncesiyle ödediğimiz vergilerden toplanan iki yüz milyon doları(?) elden (yasal olmayan yollarla) Geçici Ulusal Konsey Başkanı (Kaddafi’nin eski bir bakanı olan) Mustafa Abdülcelil’e Ahmet Davutoğlu vasıtasıyla verdi.

Ortadoğu’da ve bu aralar Batı Afrika’dan Afganistan’a (hatta Çin Seddi’ne kadar) ABD jandarmalığına soyunan Türkiye ağabeylik, babalık, patronajlık görevleri yapmaya başladı. İsrail’e bile posta koyduk! Kürtleri bombalıyoruz! Her yaptığımızı nedense AB, ABD gibi ileri demokrasiler destekliyor. Yeniden yapılandırılacak Libya’nın konutlarını, yollarını, fabrikalarını biz yapacağız. Polis teşkilatını da biz eğiteceğiz. Petrolden de nasibimizi alacağız, işleteceğimiz kuyuları olacak. Özal’ın bir koyup üç alacağız zihniyeti yeniden yeşeriyor. Bu kadarını devler liginde adama yedirirler mi, bilmem! Bir zamanlar Arap Birliği zirvesine katılan Berlusconi’ye (petrol ve ticari ortaklıkları nedeniyle) elini öptürmüştü Kaddafi. Şimdi kaçacak delik arıyor. Ve en tuhafı AB, ABD, NATO bir diktatörü indirirken, diktatörün eski adamlarını yeni iyi insanlar olarak pazarlıyor. Arap Baharı denilen bu sözde devrimlerde diktatörler gidiyor ama yine eski rejimin adamları (ya da başka varsıllar) makyaj edilerek, demokrasicilik oyunlarıyla (reformlarla) gelişmiş ülkelerin çıkarlarına hizmet edecekler olarak iktidara getiriliyor. Libya ve diğer Arap ülkelerindeki isyanlar, kan, gözyaşı, ölüm ve yıkımlara karşın ileri ülkelerin petrol savaşından başka bir şey değildirler. Petrol uğruna piyon olarak kullanılanların ve haklı bir dava uğruna savaştığına inanların iradesi yerine, AB ve ABD gibi ileri ülkelerin iradeleriyle yeni iktidarlar kurulacaktır. Bu iktidarlar Kapitalist Modernite çağında Yeni Dünya Düzeni ile örtüşmektedir.

16 Eylül 2011 Cuma

Danimarka ’da Seçimi Kızıl Blok Kazandı!



Faiz Cebiroğlu

15 Eylül’de Danimarka’da yapılan genel seçimleri kızıl blok kazandı!

10 yıldır Danimarka’yı yöneten gerici sağ, nihayet son buldu: Sosyalist. Komümist ve yeşillerden oluşan ”Birlik Listesi” büyük bir başarı göstererek, Amerikan uşağı iktidara son verdi.

Bu seçimde, Danimarka tarihinde, bir değil, iki ”ilkeye” imza attıldı:


Birincisi: Danimarka’da ilk kez bir kadının başbakan olması.

İkincisi: Sosyalist ve komünistlerden oluşan “Birlik Listesi” yine genç bir komunist kadının, Johanne Schmidt Nielsen’in yorulmak bilmez mücadelesi sonucunda, oylarını üç kez artırarak, 4 milletvekilinden, 12 milletvekili çıkarmış olmasıdır.

Bu, bir zaferdir!

Bu, Danimarka ”Kızıl Blok” adına bir zaferdir.

Bu, Danimarka tarihinde bir zaferdir.

Zaferi kutluyoruz.

Bizler, üyesi olduğum , Komünistlerin Listesi, Birlik Listesi, bu zaferi ezilen halklar adına kullanacağız. Bu, bu bağlamda, 10 yıldır, Danimarka’yı, Amerika’ya teslim eden gerici sağ iktidarı ve yandaşlarına taviz vermeyeceğiz, demektir.

Vermeyeceğiz!

Yine bu bağlamda; tarihten silinmek istenen Kürt halkının sesi olan ”Roj Tv” yi kapatmak için büyük şantajlar yapan ve AKP’yi destekleyen bu Amerikan’cı ve sağcı iktidardan da hesap soracağız!

Hesap soracağız!..

Kızıl yola girdik. Aynı yol ve hatta yürüyoruz!

Yürüyoruz!

Yürüyüş devam ediyor!..

12 Eylül 2011 Pazartesi

12 Eylül 1980



Faiz Cebiroğlu

12 Eylül 1980:
Beş general, devleti ele geçirmiş.
Anadolu faşizm altında.
İnsanlar gözaltında
İşkencede
Sürgünde.

12 Eylül 1980:
Diyarbekir Zindan içinde.
Zindan yankı içinde:
”Direnmek yaşamaktır!”
Mazlum Doğan sesinde!

12 Eylül 1980:
Antakya, Asi nehrinde.
Kartal dağlarımız sis tutmuş.
Asi nehrimiz suskun içinde.

12 Eylül 1980:
Eşkiyalar devleti ele geçirmiş.
Anadolu faşizm altında.

-----------

 Aralık  1983

11 Eylül 2011 Pazar

Mazlum Doğan’ı Övmekten Ceza Almak



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Köylüm, ilkokul arkadaşım ve halk arasında “Çağdaş Kawa” olarak kabul edilen sevgili Mazlum Doğan’ı övmekten Tunceli Asliye Ceza Mahkemesi’nce 3000,_(üçbin) Lira adli para cezasına çarptırıldım.

Adı geçen mahkeme dört sayfalık gerekçeli kararında özetle; “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 9.maddesine göre Türk Milleti adına yargılama yetkisini kullanan bağımsız Tunceli Asliye Ceza Mahkemesi, sanık hakkında açılan kamu davasına ilişkin yaptığı açık yargılama sonunda, atılı suçu ve suçluyu övmek suçundan sanık Mustafa ELVEREN’in eylemine uyan TCK.nın 215/1, 43, 50/1-a, 52/2-3 maddeleri gereğince 3000 TL adli para cezası ile cezalandırılmasına, karar verilmiştir”

Kararın sonuç bölümünde ise; “…sanığa verilen adli para cezası miktarı, sanığın şahsi ve ekonomik durumu göz önünde bulundurularak takdiren TCK.nın 52/4 maddesi uyarınca taksitlendirilmesine yer olmadığına, ödenmeyen adli para cezasının hapse çevrilmesine, sanığa ihtarına…” diye devam ediyor.

Bu ikinci davadır. Sırada daha kaç dava olduğunu bilmiyorum. Yaklaşık 10 defadan fazla ifade verdim. Bunların hangilerinin dava safhasına dönüştüklerini ileride öğreneceğim.

Mahkemenin hukuka aykırı olarak verdiği bu karara karşı yasal süresi içinde Yargıtay’a gönderilmek üzere, temyiz dilekçesi hazırladım. Henüz taslak halinde olan söz konusu dilekçemde açıkladığım bazı hususları kısaca sizlerle de paylaşmak istiyorum;

“Türkiye’de ifade özürlüğü yoktur, kısıtlıdır, ifade özgürlüğü kurumlaşmamıştır. Türk siyasal hayatında resmi ideoloji çok önemli bir kurumdur. Siyasal hayatı belirleyen ve yönlendiren kurum resmi ideolojidir. İfade özgürlüğünü kurumlaştırmayan bir siyasal sisteme demokratik demek mümkün değildir.” (T.Demirer)”

Düşünce ve ifade özgürlüğünün bir toplumda kurumlaşması, demokrasinin, bilim ve sanatın temel koşuludur. (ag)

Savcılık iddianamesinde “suç”unu övdüğüm iddia edilen Mazlum Doğan PKK kurucusu iddiasıyla tutuklanmış ve tutuklu bulunduğu Diyarbakır Cezaevi’ndeki baskıları protesto etmek için 1982 yılının 21 Mart’ında bedenini ateşe vermek suretiyle hayatına son vermiştir. Yani 29 yıl önce aramızda ayrılan köylüm ve ilkokul arkadaşım Mazlum Doğan’ın yaşamından bahsetmek, O’na saygı göstermek suç sayılması vicdanlara sığmadığı gibi evrensel hukuka da uymamaktadır.

Sevgili arkadaşım Mazlum’un cenaze töreninde bulunamadım. Cenazesine -muhtemelen- ailesi, akrabaları, yakınları, köylüleri katıldı ve imam cemaate sordu: “Merhumu nasıl bilirdiniz?” Cemaat -yine muhtemelen- bir ağızdan yanıtladı: “İyi bilirdik.”

Bu durumda, Mazlum’a “helallik” veren cemaat, sizce “suçu ve suçluyu övmüş” müdür?

“Adalet, sadece adalet değildir; vicdansız adalet, adalet olamaz; adaletin vicdana olan ihtiyacı büyük ve belirleyicidir…”

Burada, tanıdığım, sevdiğim, köylüm ve arkadaşım olan insana ilişkin kanaatlerimi ifade ettiğim yani vicdani gerekliliklerimi yerine getirdiğim için “cezalandırılıyorum.”

Hiçbir kanun ya da “kanuni olduğunu iddia eden” bir düzenleme benden, vicdani kanaatlarımı ifade etmememi isteyemez! Bu tür düzenlemeler evrensel hukuk kurallarına aykırıdır.

O nedenle; düşüncelerimi, vicdani kanaatlerimi özgür biçimde ifade ettiğim için davanın “Düşünce ve ifade özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirilmesi gerekmektedir.

Evrensel demokrasinin ülkemizde bir an önce tesis edilmesi için demokrasi güçlerinin daha çok çaba göstermesi gerekmektedir. Başaracağımıza inanıyor ve diliyorum.

NOT: 1- Yukarıdaki bazı alıntılar benzer bir davada yargılanan yazar Sayın Temel Demirer’den aktarılmıştır. Sayın Demirer’in katkılarından dolayı kendisine teşekkür ederim.

NOT: 2- Dört sayfalık gerekçeli mahkeme kararını önümüzdeki zaman dilimi içinde sizlerle paylaşmaya çalışacağım.

8 Eylül 2011 Perşembe

Saatleri bir ömür ileriye aldılar...


                                                            
okayadil@hotmail.com

78’lilere

birden silahlar sustu
kim yendi yenilen kim
ya o nur yüzlü delikanlılar
genç kızlar ve erkekler
nereye gittiler
bir ikindi vakti nasıl
akşam oldular
II

birden şarkılar sustu
nergis kokularını şehre getiren
kır çocuklarının düşleri
panzerler altında ezildi
ne gazi unvanı verildi onlara ne şehit
körpe bedenlerde nişan yara izleri
III

birden radyolar sustu
saatleri bir ömür ileriye aldılar
siren seslerinin
postal seslerine karıştığı
karartmalı bir eylül akşamı
o çılgın delikanlılar sır oldular
hüzne boyandı şehir
sokaklar öksüz kaldı
bakışlar soldu pencerelerde

IV

o pencereler ki
hep bizi bekler
bizi severdi
gözlerimiz güneş
sözlerimiz tılsımdı
şifa dağıtır
pembeye boyardık duvarları
tanrı misafiriydik açık kollarla beklenen
V

sonra birden
saatleri bir ömür ileriye aldılar
tanklar ayak izlerimizi sildi
yıkıldı barikatlar
dağlar düz oldu
nehirler kan kızıl
stadyumlar hapishane avlusu
notalar milli marş

birden çocuklar sustu
saatleri bir ömür ileriye aldılar





MİLLİ BİRLİK VE KARDEŞLİK DESTANI


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Kürtleri teslim almak, ırkçı, asimilasyonist politikadan başka planı yok AKP’nin. Kandil’i bol bol bombalıyor/bombaladı/bombalayacak. Kandil ve PKK kamplarının çevresindeki yüzlerce köy bombalanıyor/bombalandı/bombalanacak: İnsansızlaştırılan bir bölge elde etmek istiyor AKP. Türkiye, İran, Irak, ABD ve Kürt Federe Yönetimi’nin işbirliği bu konuda olmasa(ydı) sivillerin ölümüne rağmen dünya bu operasyonlara göz yummazdı. Dünya demek ABD, AB, Rusya, Çin, Kanada ve Japonya demek! Ya da ABD’ye bile tek başına “dünya” diyebilirsiniz. AKP eşittir “devlet” oldu. Devletten nedense ırkçı Türkçülüğün esasları çıkartılamıyor. Hoş, Türkçülüğün esaslarını bir Zaza (Kürt) bulmuştu ya, hakları var! Kendini bu ülkenin sahipleri gören Beyaz Türklerdir(Kürt, Arap, Makedon, Kafkas, Balkan vs.). AKP rejimi, AB yolunda ilerlerken Baasvari bir rejim kurmanın formülünü buldu. Daha fazla özgürlük, demokrasi söylemlerini yeterli bulan AB, 80-100 sene iktidarda kalacak AKP Hanedanı’na evet diyor.

AKP on yıldır iktidardadır. Zeynel Abidin Bin Ali, Muammer Kaddafi, Hüsnü Mübarek, Hafız/Beşar Esad, Kral Abdullahlar gibi 50-100 sene iktidarda kalmayı istiyorlar. Ve tüm bunları AB tipi demokrasi adına yapacaklar(!) Adı bu rejimin ileri demokrasi de olsa-çok sayıda çakma muhalefet partileriyle de sistem desteklense!-aslında bu rejim bir monarşi, otokrasi veya diktatörlük değil midir? İktidarda olanla muhalefette olanlar da aynı devlet partisidir çünkü: Birden fazla da olsa bu partiler kılık değiştirmiş tek devlet partisidir(ler). Meğer AKP, bürokratik ve askeri vesayeti kıracağım derken, kendi otoriter (Ilımlı İslam’ı yani ABD İslam’ını) rejimini kurmak istiyormuş.

Rejimin yeni kalemşorlarının, bir ırkı ortadan kaldıracak düzeyde-hiçbir dinde ve mezhepte yer almayacak kadar!-gözleri dönebiliyor. Biz onları-dünya görüşleri, inançları ne olursa olsun!-akil insanlar bilirdik. Hüseyin Gülerce, “Yepyeni bir dönem var. Türkiye bu kez terörün belini kıracak!” diyor. Tercüme edeyim: “Tüm yöntemleri kullanarak PKK’yi (aslında Türkleşmek istemeyen Kürtleri demek istiyor!) yok edin!” Fehmi Koru ise Sri Lanka modeli(ni) öneriyor. Tercümeye gerek yok ama ben yine de edeyim: “PKK’yi ve bu arada tüm Kürtleri fiziki imhaya (soykırıma) uğratın!”

Ortada yol göstericilerin “kötü” ve aklın vereceği “iyi” düşüncelerin savaşı var. Bu savaşı bu iki düşünce tipi yönlendirecek. Erdoğan’ın (Birinci Yol) yeni konsepti (MGK konseptidir de!) kötü bir arkadaştır: Özel Harekâtçı Polislerle, Jandarma (Ordu) Özel Harekâtçılarla (yani JİTEM’le) eskiye oranla daha inceltilmiş operasyonlar yaparak [deşifre olmuş (göze çokça batmış) faili meçhule(!) girmeden, tutuklamalarla] inkâr ve imhaya tavan yaptırmak. Bu arada (en kıdemlileri ve kedileri dahi olmayan) eski tüfeklerden işbirlikçi Kürt devşirmek. MGK’de de şu özetleyeceğim cümlelerle vurgulanan bu açılıma(!) Milli Birlik ve Kardeşlik projesi diyebilirsiniz: “Var olan güvenlik ve otoritenin en güçlü şekilde hissettirileceği terörle mücadele yeni strateji ve yöntemlerle daha etkin, kararlı ve sonuç alıcı bir mücadelenin ortaya konulacağı vurgulanmıştır.” Yani kısacası demokratik Kürt siyasal mücadelesi ortadan kaldırılıyor. İkinci Yol: PKK ve Öcalan’ın Türk siyaseti ve akademisyenlerince biraz daha ayrıntılı incelenmesi(dir). Yeni Hükümet uzlaşmacı ve paylaşımcı bir tavır takınarak Kürt Sorunu’nu çözüme yardımcı olması gerekir. Hatta bunu-Kürtlerle mutabakatı beklemeden de-sırf AB’ye girebilmek için tek başına AKP yapmalıdır. Çünkü “Tarih” AKP’ye böyle bir görevi yüklemiştir. Görevini yapmayanı Tarih-her zaman yaptığını yaparak!-tasfiye edecek ve adını dahi anmayacaktır!

İÇ SAVAŞ POLİTİKALARI



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

AKP Genel Seçimleri milliyetçi-İslamcı çizgide sürdürmesine karşın %50 oy almıştı. Seçimin diğer galibi de AKP’yi bölgesinde yenen BDP idi. PKK’nin Silvan baskınından (12 şehit’ten) sonra “Ramazan ayını bekleyin!” dedi Başbakan. Bu, uygulayacağı şiddetin yanında BDP, DTK ve bazı STK’ları tutukla(t)ma anlamına da geliyordu. Murat Karayılan’ın devlet televizyonları ve ajanslarında İran’a yakalandığı haberi bir iki gün flaş haber olarak verildi. Normal değildi. ABD’nin organizasyonluğunda sağlanan Irak, Türkiye ve İran işbirliğiyle İran’ın Kandil’i ele geçirme operasyonu devredeydi. Kürt Sorunu karşısında (iki düşman) İran’la ABD dahi bir araya geliyordu. Bu da normal değildi. Kürt Federe Bölgesi’nin kendi topraklarını İran’a karşı korumaması da tuhaftı. Ama tuhaf olmayan bir durum vardı, o da “savaş” iki tarafça da yöntem olarak seçilmişti.

Olaylar Başbakanın konuşmasının dozunu artırmak zorunda bıraktı. “Ramazan’a hürmeten duruyoruz. Bıçak kemiğe dayandı. Bölücü terörle aralarına mesafe koymayanlar (BDP’yi kastediyor) da bedelini ödeyecekler. Açık söylüyorum, faturası ağır olacak.(14 Ağustos)” “Bu cinayet şebekesi (PKK) bertaraf edilecek. Meşruiyet çizgisine gelmek isteyenler (BDP’yi kastediyor) şimdiden pozisyon alsınlar!(16 Ağustos)” Ve nihayet Hakkari-Çukurca’da (17 Ağustos 2011) 8 asker şehit edildi. Bir korucu da öldürülmüştü. Başbakan’ın artık sevap-günah çizgisi kalmadı: “Ramazan’a hürmet kalmadı! Bundan sonra konuşulmaz, uygulanır!” Günlerce Türk uçakları PKK’nin kamplarını bombalamaya başladı. Ve bu arada Türk savaş uçakları Kandil’i vurayım derken biri altı aylık bebek olmak üzere dördü çocuk yedi günahsız kişiyi yolculuk yaptıkları otomobillerinde vurdu. Ölürken anne bebeğine sarılmıştı. Hani biz birilerine bebek katili filan diyorduk ya, işte o unvanı da elde ettik! Bu yazımı yazdığım anda bile Diyarbakır semalarını savaş uçakları yırtıyordu.

Başbakan 18 Ağustos’ta toplanan MGK’ye savaş konseptini kabul ettirdi. OHAL’e rahmet okutacak bir savaş planından söz ediliyor: Kırsalda operasyonlar (Özel Harekât Polis Timleri’yle Jandarma Özel Harekât Birlikleri) yoğunlaştırılacak ve özellikle Hakkari ve Şırnak’ta özel(!) operasyonlar yapılacak, sivil toplum örgütleri susturulacak. Adı konmasa da “Süper Vali” uygulamasına geçilecek.(Bazı korucular uzun bir zamandır Bölge’de kontra görevi yapıyorlar.) Başbakan’a akıl veren akil(?!) yazarlar vardı: Hükümetin, Sri Lanka’nın Tamil’e saldırısını örnek almasını öğütlüyorlardı. Ülkede zaten yer yer “linç” girişimleri yaşanıyor(du). Polis arabuluculuk dahi yapmıyor(du). Olanları benimsemek doğru olamazdı.

Başbakan Kürtlere “terör örgütü üyeleri” gözüyle bakamaz! Özel savaş birliklerinden medet umuyor: Onu bu konuda pohpohlayanların medyadan kazandıkları parayı merak ediyorum! Sık sık görüştükleri Öcalan’a tecrit uygulamaya başladılar, avukatlarıyla görüşemez oldu. AKP’nin yapmayı planladığı yeni anayasada Kürt sorunu çözümünde 12 Eylül Anayasası’nı aşacak bir niyeti yok. Başbakan’a yağ çeken gazete(ci)ler ona dostluk ettiklerini sanmasınlar. Taraf ve Emre Uslu, Hakkari’ye niye bu kadar düşman? Polis kökenli Uslu’ya göre PKK Hakkari’de “İkna Odaları” kurmuş. [Demek ki Hakkari’de AKP’nin oy almama nedeni bu olmalı(!)] Bayramdan sonra olacaklara (devlet terörüne) bahane yaratmaya çalışıyor Emre Uslu. Çoğu kez doğruları yazan Ahmet Altan bu seviyedeki kimi yazarlarının sihirbazlığına yol vermemesi gerekir(di). Sen “büyük” bir yazarsın Ahmet Altan, senin böyle kışkırtıcı tipli yazarlara ihtiyacın mı var? Neden gazeten (Taraf) AKP taraftarı durumunda, neden objektif yayıncılık yapmıyor? Oysa ben sırf seni okumak için Taraf’ı alıyorum.

1990’lara benzer bir konsept hazırlanıyor. 90’lar tekrarlanabilecek mi? Kürtler, Türkler buna müsaade edecek mi? %50 oy’(un)a mı güveniyorsun? İktidar niyetli gözüküyor: Kontra faaliyetleri, maskeli baskınlar, Jitem’in yaptığı gibi gerilla kıyafetleriyle köyleri basıp öldürmeler? PKK’nin de karşısına her çıkanı öldürmesi mümkün mü? Yine aydınlar, gazeteciler, yazarlar, işadamları kaçırılıp öldürülecek mi? “Ölüm Listeleri” hazırlanacak mı? Ya “Tutuklanacaklar Listeleri”? Yeni Mehmet Ağarlara, İbrahim Şahinlere, Korkut Ekenlere iş düşecek mi? Mehmet Ağarlara yüklü paralar vererek isimlerini listeden sildiren Kürt zenginlerin olduğunu gazetelerde okuduk. Bir eski özel harekâtçı her şeyi itiraf ediyor. Devlet (Hükümet) bu kadar çıldıracak mı? AKP bir savaş hükümetine dönüşmüş durumdadır. TSK’yı eline geçirmiş, Ergenekon’u Yeşil’e boyamış bir yönetim olarak-ne yazık ki!-savaştan beslenen bir iktidar biçimine dönüşmüş(tür). Eskiye dönüp bir baksın AKP, Mehmet Ağar nerede şimdi? Tansu Çiller nerede? İbrahim Şahin nerede? DYP diye bir siyasi parti (ve oyu) kaldı mı?