30 Nisan 2012 Pazartesi

BİZ (N)ASIL İNSANLARIZ?




Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Bizler daima kulak kesiliriz, onlar daima yalan kıvırırlar. Yalanın bini bir para onlar için! Ama biz anlamayız, ne çok idealist insanlar deriz. Birimiz, “Bakın ne yalan kıvırıyorlar!” demeye görsün keskin bir öfkeyle yanıtını alırız birisinden. O birileri, “Atın ölümü arpadan gelsin!” idealistvari laflar ederler. Boşunadır onlara laf yetiştirmemiz. İçimize bir kurt düşer ama boşunadır. Malın gözü adamlarla aşık atamayız, bu zaten besbellidir. Bizi görünce de şapur şupur öpüşmeleri sağlam. Her zaman bizden çok demokrat ve insan haklarıcı sözler etme âdetleri vardır. Ya bu tür manzaralara İslamcı (burada asla İslam’ı kastetmiyorum!) politikacılarda çok rastlarız. Bunlar antisiyonist olduklarını, Müslümanları çok sevdiklerine de yemin billâh ederler. Fakat bakarsınız ki İsrail’le birlikte Konya’da manevra yaparlarken Siyonist İsrail devleti Gazze’de katliam yapmıştır. Sessiz kalırlar tıpkı tüm dünya gibi. Ama gün gelir, en kral kabadayılıklarını yalandan da olsa gösterirler. Bu kez Filistin, Gazze filan derler. Asla Kürtlere yapılanlar yoktur kafalarında, diğer(ler)ine zaten terörist filan demişiz zaten. Biz bunu da yutarız, çünkü işimiz budur!

Biz Filistin’de (Gazze’de) Hamas’ı, Lübnan’da Hizbullah’ı ve hatta Afganistan’da El Kaide’yi onaylamayız, değil mi? Bazen vücutlarını paramparça eden intihar girişimlerini de insanlık dışı , “terörizm” filan sayarız ya? İnsanları sinekler gibi öldürmeye bahane arayan İsrail faşizmine veya başka bir işgalci güce gerekçe yarattığı için de akıllıca saymayız, değil mi ha? Fakat nedense bizdeki bazı İslamcı politikacıların çalıp çırpma yolundaki gayretlerini takdir ederiz(!) Çünkü onlar teröristleri iyi tanırlar. Aslında bulunmaz insanlarız biz! Nereden bizimki gibisini bulup getirebilirler? Bizimkiler yüzü gözü zifoslar içinde kalmış hırsızlık ustalarını en demokrat, en akıllı ve zeki gösterme derdinde. Ve hatta Avrupacı görünürler, antimilitarist filan da geçinirler, darbe karşıtı oldukları da söylenir. Çünkü karşısındaki muhalefet ırkçı, orducu ve İttihatçı’dır. Ne kadar çok din, ,iman diyorlarsa o kadar çok ziftlenmenin olduğunu saklayabiliyorlar ya, helal olsun dememek elde değil! Her kılığa girmeleri çok kolaydır.

Bizimkiler böyle biat eden, sorgulamayan, onlara kulluk eden candan insanlar isterler. Zaten biz öyleyizdir. Tümen tümen bulurlar bizler gibisinden. Onlar da ne muhterem insanlardır ama! Bu dünya bizimkilere cennet olmalı, öbür dünya da yurttaşlara (yoksullara), değil mi ya? Feleğin çemberinden geçmiş bu adamlar artık her türlü yalanları kıvırıyor. Biraz kendinden utanan biri dinlerse hangi deliğe gireceğini bilemez durumuna düşer. Ama biz kimden söz ediyoruz, malın gözü adamlardan, değil mi? Bu adamlar yedi dile destan abrakadabra yalanlarıyla (burunları uzamadan!) yalanlarına devam edebiliyorlar ya! Yoksa bu ülkenin üzerinden kötülük kasırgası mı geçti de tüm iyilik nüvelerini mi yok etti? En malın gözü düzenbazlara taş çıkartırcasına iş çeviren bu tip insanların Allah bilir nasıl düşünceleri vardır? Onların bizler hakkındaki iyilik(!) planlarından korunmak için defalarca ve fırsat buldukça Allah’a dua etmeliyiz.

Bu tip anasının gözü insanların zenginleştiği ülkede Kürtlere uygulanan asimilasyon ve yok etme anlayışı; fakirlik, fukaralık, yokluk, eziklik gerçekleri bir demokratik Türkiye palavrası içinde kamufle ediliyor.

23 Nisan bayramı bu ülkede kutlanırken TSK’nın katlettiği 19 Roboskili çocuğu da içine kattı mı? [Uludere’de (Roboski’de) TSK uçakları 34 Kürt’ü bombaladı ve bu konuda bir suskunluk var!] Pozantı Cezaevi’nde ırzına geçilen Kürt çocukları bu bayram içinde sayıldı mı acaba? Ama ülkenin televizyonları ve gazetelerinin çoğu, bu bozuk sistemden çöplenmek dışında bir şey yapmıyorlar. Devlet ve medyanın halkı uyutup afyonlaması salt ırkçı (Türkçü) ve dinci (asla İslam’ı kastetmiyorum!) politikacılara yaramaktadır. Medyanın bir kısmı korku adına gerçekleri söylemiyor, dünyanın gördüğü haberleri görmezden geliyor. Medyanın korkusu, yazarların, aydınların susması adaletli ve özgür günleri işaret etmiyor. Bu suskunlukların demokratik hukuk devletinin AB standartlarında inşa edilmesinde ya da demokratik bir yaşamın oluşmasında yararı olamaz.

Oysa biz sevinç yaşamak istiyoruz. Mutlu insanlara öykünerek biz de çevremizde mutluluk yaratalım isteriz. Masallarda anlatılan toprakları altından, suları gümüşten köylerde yaşamaktan bahsetmiyoruz. Böylesi bir dünya belki hayallerin ötesindedir ama bu ülkede Türklerin ve Kürtlerin aynı haklara sahip olmalarını-eğer istersek!-sağlayabiliriz. Dindar Müslümanların gönüllerince giyinmelerini ve özgürce ibadetlerini isteyebiliriz. Başka dinlere veya mezheplere inanların ve hatta ateistlerin din, vicdan ve düşünce özgürlüklerini savunabiliriz. Yoksulluğun ve zulmün olmadığı bir yaşam isteyebiliriz en azından. Ve en azından insana yakışır bir gelecek düşleyebiliriz.

-----------

Özgür Haber:
http://www.ozgurhabergazetesi.com/makale.asp?makaleno=815

29 Nisan 2012 Pazar

Musa Ağacık’a Yanıt Ve Sisteme Dair-2-




Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
elverenmustafa@hotmail.com

12 Nisan 2012 günü birçok internet sitesinde yayınlanan; “Musa Ağacık’ın Eleştirisine Yanıt Ve Sisteme Dair” başlıklı makalemden dolayı Sayın Ağacık’ın yeni sorularıyla karşılaştım.

Sayın Musa Ağacık’ın ikinci kez gönderdiği mesajı şöyle; ”…80 yıllık Cumhuriyet tarihinde GERİ dönüşü simgeleyen pekçok dönem var. Kimi tarihçiler, sosyal bilimciler; İNÖNÜ'nün 40'lı yılları içeren tekli iktidarından başlatıyor, kimi, BAYAR - MENDERES'le somutlaşan DP iktidarıyla 'GERİ DÖNÜŞÜ' başlangıç sayıyor.. 61 Anayasasının kısmen yeşerttiği özgürlük ortamının ardından gelen Demirel iktidarı, 12 Mart muhtırası, Ecevit'in güçsüz koalisyonu, MC, 12 Eylül darbesi, Özal, Demirel, Tayyip.. Tüm bu dönemlerin özde Cumhuriyet'in idealist ruhuyla bağdaşmadığı bilindiği halde, buna rağmen tüm negatifliği Cumhuriyet'e fatura etmek hangi ETİKLE bağdaşıyor?”

Anladığım kadarıyla, Sayın Ağacık şunu demek istiyor; Her iktidarın dönemine göre Cumhuriyet değerlendirilmelidir. 40’lı yıllardan başlayıp günümüze kadar olan dönemleri ayrı ayrı ele alınmalıdır. Toptancı bir mantıkla Cumhuriyet’i eleştirmek ve olumsuzlukları ona fatura etmek etik mi? Diye soruyor.

Sayın Ağacık,

Mevcut Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu güne kadar hangi dönem doğru dürüst demokratik özellikleri içinde barındırmıştır? 1923 / 30-40-50-60-70-80-90-2000 ve bu gün…

Şimdi bu dönemleri tek tek ele almak bir makaleye sığmaz, ancak bir kitap konusu olabilir. O nedenle dönemlere girmeden kendi düz mantığımla sizin deyiminizle toptan bir anlayışla açıklamak daha doğru ve yerinde olacağı kanısındayım.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu güne kadar taşıdığı militarist özelliklerini aynen koruduğunu, bu günkü AKParti iktidarının yaptığı gibi geçmişte de bazı iktidarlar tarafından Atatürk’ün mavi olan gözlerini günün koşullarına göre başka renge boyatıp yeniymiş gibi halklara yutturmuşlardır. Bunu sadece ben söylemiyorum, bir çok aydın yazar ve akademisyenler de yazmaktadırlar.

Diğer taraftan, sembolik olarak bir sistemin adı cumhuriyet olması yeterli değildir. Bence o sistemin nitelikleri önemlidir. İslam Cumhuriyeti, Laik Cumhuriyet, Demokratik cumhuriyet, sosyalist cumhuriyet… İsterseniz bir de muz cumhuriyetini ekleyelim!

Esas Konumuz “laik” olduğu ileri sürülen Türkiye Cumhuriyetidir. Ben Sayın Ağacık’ın önceki eleştirilerini de göz önüne alarak, daha çok sistemin eğitim politikasını irdelemeye çalışacağım.

“Türkiye’de devlet 24 Temmuz 1923’te Lozan’da kuruldu, rejim ise 29 Ekim 1923’te Ankara’da”(1)

“Devlet 1920’lerde Mustafa Suphiler şahsında solu, 1924 anayasasıyla birlikte Kürtleri, daha sonra da Mehmet Akif ve Said-i Nursi şahsında da İslamcıları tasfiye etti” (2)

1923 tarihinden bu güne kadar imam hatip mektepleri ile din ve diyanet konusunda fazla bir şey değişmediğini görüyoruz. Osmanlı’da var olan ve Cumhuriyetin kuruluşundan kısa bir süre sonra tekrar kurulan İmam hatip okullarını biri açıyor öbürü kapatıyor. Aç-kapa modeli günümüzde de devam etmektedir.

Bu sistemde; Atatürk’ün hayatını ve Gençliğe Hitabet’i, İstiklal Marşı ile Andımızı öğrencilere papağan gibi ezberleten öğretmen en iyi öğretmendir.

Şimdiye kadar din derslerinde bazı dualarla sınırlı olan ayetler yerine bundan sonra Kuran’ı Kerim’in tüm mealini, Muhammed’in binlerce hadislerini de bu kategoriye ekleyebiliriz.

Dolayısıyla sorgulayan, düşünen ve kendini bağımsız ifade etmek isteyen bir öğrenci tipini bu sistemde yetiştirmek mümkün değildir.

Bu sistemin tornasında demokrat nitelikli öğretmen de çıkmaz. Geçmişte Köy enstitülerinden birkaç tane nitelikli öğretmenin yetişmesi kaideyi bozmaz.

Bu sistemde Yetişen;

Atatürk, vatan-millet-Sakarya, din-iman adına Ermenilere, Rumlara ve PKK üzerinden dolaylı olarak Kürtlere küfreden öğretmenleri,

Malum gecede “Ben Kürtçe bir klip yapacağım…” dediği için ırkçı güruh tarafından Cumhuriyetin Onuncu Yılı Marşı’ eşliğinde linç edilmek istenen Sevgili Ahmet Kaya’nın kasetlerini ayaklarıyla çiğneyen sözde solcu Kemalist öğretmenleri,

Eline kocaman bir sopayla derse giren ve Atatürk ile ilgili sorulara yanıt veremediği için korkudan altına kaçıran birinci sınıf öğrencilerini ceza olarak tuvalete göndermeyen öğretmenleri,

Ramazan’da oruç tutmuş gibi yapan, inanmadığı halde cumadan cumaya Camiye giden Alevi, solcu ve sosyalist olduğunu söyleyen öğretmenleri,

Tanıdım.

Bu durum dün de böyleydi, bu gün de aynısıdır. Yukarıda da belirttiğim gibi ufak-tefek değişimler kaideyi bozmaz.

Bu sistemde iktidar gücünü elinde tutanlar Türkler dışındaki halkların dilini, kültürünü diri diri mezara koyup, üstüne betonu yıktılar. Birileri de geldi bu sisteme kafa tuttu kültürlerin üzerindeki betonu kırdı. Halen de kırmaya devam ediyorlar.

Hal böyleyken;

Hakları gasp edilmiş kürdün yanında yer almak ille de Kürt olmak gerekmez.

Gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminde baskı altında tutulan ve yıllardır uğradığı haksızlığa karşı mücadele veren Alevilerin yanında olmak için Alevi olmak gerekmez.

Ezilen emekçilerin yanında yer almak için sosyalist ya da komünist olmak da gerekmez.

Mustafa Kemal’in büstüne dışkı süren birisine karşı çıkmak için Atatürkçü olmak gerekmez.

Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Öyle ise, bence önce insan olmak gerekir.

Önce insanım, sonra sosyalistim, Kızılbaşım, Kürdüm.....

Sayın Ağacık,

Tüm bu olumsuzluklara ve zorluklara rağmen bir araya gelip güç birliği yaparak, Türkiye Cumhuriyeti’ni evrensel insan hakları ve hukuku (benim söylemimle Evrensel Demokrasi) çerçevesinde demokratikleştirip, halkları ortak paydalarda buluşturabiliriz.

Hepimiz kendimizden biraz fedakarlık yapmalıyız. Gelin bu konuda hep birlikte ortak vatan için kafa yorup, daha gerçekçi çözümleri üretelim.

Artık kan, göz yaşı ve kaos görmek istemiyorsak, var olan krizi daha da derinleştirmeden ortak çözüm için hemen kolları sıvamalıyız. Aksi halde yarın çok geç olabilir.

29.04.2012

NOTLAR:

1. Baskın Oran-15.04.2012 / Gomanweb
2. A.Öcalan-Nisan/2010-Görüşme Notlarından



28 Nisan 2012 Cumartesi

ZİNDANDA AÇAN ÇİÇEKLER: İÇERİDEKİ DELİ DALGALAR

Adil Okay
 okayadil@hotmail.com


Edebiyat deyince aklımıza önce roman, öykü ve şiir gelir. Sonra da akımlar. Klasik, modern, realist, sürrealist, dadacı v.d… Ve bu akımların ülkemiz edebiyatına yansımaları olan 1. Ve 2. Yeni, Garip akımı, Toplumsal gerçekçilik, İmgeci gerçekçilik v.b. Bir de alt başlıklar olarak: Politik edebiyattan, Hapishane Edebiyatından, 12 Mart romanından, 12 Eylül edebiyatından söz edebiliriz. Hangi akımdan yazarsa yazsın yazar –şair, yaşadığı dönemin tanığı ve vicdanıdır deriz. Ya da öyle olmasını umarız. Bu saptama neo-liberalizm döneminde türeyen eklektik bir akım olan post-modernizme kadar bir gerçeklikti. Ancak 12 Eylül faşist darbesinden sonra yaratılan korku ikliminde ve aynı süreçte gelişen post-modern zamanlarda “edebiyat” önemli ölçüde kamunun vicdanı olmaktan çıktı. Neo-liberalizmin sanatı ve sanatçıyı “piyasa” yapmasından etkilenen yazarlar, eserlerinden gerçekliği ve insanı çıkardılar. Bu duruma direnen ve toplumcu çizgiyle -estetiği de ihmal etmeden- üretmeye devam eden yazar ve şairlerimiz halen var. İyi ki de var. Ancak fincancı katırlarını ürküten, ‘kral çıplak’ diyen çocukları sevmeyen zebaniler, onları zindanlara doldurmaya devam ediyor. Onlar da o zor koşullarda, F tiplerinde bile düşmana inat üretmeye ve bize ışık vermeye devam ediyorlar.

 İşte bu gün elime geçen öykü kitabı onlardan biri: “Kıyıya Vuran Dalgalar.”  9 Öyküden oluşan kitabın yazarları (biri hariç o da yeni çıkmış) halen içeride. Öncelikle  Dışarıda Deli Dalgalar  grubuna teşekkür ediyorum, bu kitabı hazırladıkları için. Dışarıda Deli Dalgalar da ne ki… diye soranlara bir not düşeyim. Bu grup 5 yıl kadar önce ülkemiz hapishanelerindeki siyasi tutulularla dayanışmak amacıyla kurulmuş bir vatandaş inisiyatifi. Daha birkaç ay önce çılgınca bir işe giriştiler ve zindanlara 10 bin kitap yollama hedefini önlerine koydular. Kapı kapı gezip kitap topladılar ve mapuslara ulaştırdılar. Ve yıllardır bitmeyen mektuplaşmalar, dayanışmalar… grubun en son üretimi bu öykü kitabı olmuş. Hepsi 90'lı yıllardan beri hapishanede olan 11 öykünün yazarlarının isimleri şöyle: Dilek Öz, Sami Özbil, Murat Saat, Edip Yalçınkaya, Naif Bal, Diyadin Turhan, Nibel Genç, Mustafa Ağcakaya ve kendisi aynı kuşaktan olsa da şu an "dışarıda" olan Sibel Öz.

Kitabı hazırlayan Sibel Öz, öyküler ve yazarları hakkında şunları yazıyor: “İçeriden" hayata bakış, belki her zaman merak konusu. Ancak öyküler, hayatın kıyısından değil, tam içinden yazılmış. Yazarları ununu eleyip eleğini asmış olmadıklarından öyküler de hala hayatla hesaplaşmakta ve bu nedenle gerçek anlamda yaşayan figürlerle örülmüş.”[i]

 Öyküleri okuduğumuzda Sibel Öz’e hak veriyoruz. Elbette içeride üretilenler bir kitaba sığmaz. Daha geçen ay sonlanan 2. Yılmaz Güney Kültür ve Sanat festivali şiir seçkisinde jüride yer almış, içeriden mapusların yolladığı yüzlerce şiiri beğenerek okumuştum. İçlerinden ödül alanlar da oldu. Öykü yarışmasında da beğeni toplayan, ödül alan öyküler vardı. Yine halen zindanda olan Uluslar arası jüriler tarafından ödüllendirilmiş karikatüristler de var.

Kitabın ilk öyküsü, Sami Özbil'in ‘Eksik Bir Şey’ adlı öyküsü. "Eksik Bir Şey, aslında siyasi tutsakların bu kitapta ve bu kitapla söylemek istediklerini de özetliyor. ‘Hayatta biz eksiğiz’ diyor doksan kuşağı. Seksen sonrası baskı ortamında toplumun en ufak demokratik kıpırdanışına izin vermemek adına katledilen, işkencelerden geçirilen, kaybedilen doksan kuşağından hayatta kalan ve eli kalem tutanlar, hayata borçlu oldukları hikayeleri anlatmışlar kitapta.”[ii]

 Örneğin ben 1980 öncesi zindanı tanıyan, F tiplerini yaşamayan eski bir mahpusum. İçerideki yazarlardan Mircan Karaali’nin, ‘Gorki’nin Gitarı’  ile Sami Özbil’in ‘Soluk Soluğa’ adlı romanlarındaki F tipleri betimlemelerinden çok şey öğrendim. F tipleriyle ilgili yazdığım bir yazıda: “F tipi denilen hücreleri, ölüm odalarına” benzetmiştim de bana yazıştığım mahpus arkadaşlar karşı çıkmışlardı. “Biz demişlerdi F tiplerinde de düşmana inat yaşıyor ve üretiyoruz.” Ben de bu söylemimi düzeltmiştim.

 Kapitalizm belki maske değiştirdi ama onun insanlığa ve doğaya saldırısı ve tahribatı hala sürüyor. Savaşlar, işgaller, sömürü, daha çok kâr için doğanın katledilmesi sürüyor. Umut ve ütopya sorunu başladı. İnsanlarda “başka bir dünya mümkün” diyecek umut ve ütopya kalmadı. Bu umudu ve ütopyayı besleyenler de azınlığa düştü. Ve onların da birçoğu zindanda. O nedenle şimdilerde, “hâlâ mı toplumcu edebiyat” diye burun kıvıran “eleştirmenler” çoğaldı. “Sanat, politika dışı - tarafsız olmalıdır”, diye vaaz verenler çoğaldı. Oysa bizzat onlar politika yapıyor. Kapitalizmi, var olan sistemi savunarak politika yapıyorlar. Her baskı döneminde egemenlerin kalemşorları olan yazar ve sanatçılar olmuştur. Bu dönem biraz çoğalmış görünüyorlar hepsi o kadar. Ama dışarıdan olduğu gibi içeriden de itiraz sesleri geliyor. “Biz varız ve yaşıyoruz” diye haykıran insanların sesleri. İşte o seslerden bazıları “Kıyıya Vuran Dalgalar’da toplanmış: O sesler, “Eksik Bir Şey”, “Kanaat, Tevekkül ve Karıncalar”, “Kar Yangını”, “Elhamdüllilah Çok Şükür”,  “Herkes Gitmişti”, “Ben Annem ve Komşu Kadın”, “Herkes Gibi”, "Leylak Sokak", "Meryem'in Oyuncakları",  "Bir Dilim Güneş", "Kırmızı Şapkalı Kadın" adlı öyküler aracılığıyla içeriden dışarıya dalga dalga taşıyor… Zindanların, F tipi hücrelerin demirlerini, duvarlarını yarıyor ve bize ulaşıyor.

 Sahi biz artık doğum günlerinde veya misafirliğe giderken kitap armağan etmeyi unutmaya başladık değil mi? İşte size fırsat, davetlere icap ederken eliniz boş gidemezsiniz ya. İki adet “Kıyıya Vuran Dalgalar” alın. Biri sizin için, diğeri hediye edilmek üzere. Tamam “imkanı olmayan” bir tane alsın. Okusun sonra armağan etsin.

 Burcu Ballıktaş’tan bir alıntıyla bitiriyorum: “Sizin de özgürlüğü elinden alınanlar adına bir itirazınız varsa alın bu kitabı, okuyun derim... Ve hatta daha da güzeli okuduktan sonra siz de bir delilik yapıp içeriye postalarsınız, fena mı olur?”

 Nisan 2012                                                                                                                   

 Künye: Kıyıya Vuran Dalgalar. F tipi Öyküler. NotaBene yayınları. Nisan 2012. Ankara.

Ajansı / 25 Nisan 2012 Çarşamba

[1] A.G.Y.




[i] Sibel Öz, Etkin Haber Ajansı / 25 Nisan 2012 Çarşamba
[ii] A.G.Y.

21 Nisan 2012 Cumartesi

ÇOCUKLUK İŞGAL ALTINDADIR!



Faiz Cebiroğlu

Türkiye’de çocuk olmak, zordur. Türkiye’de Kürt çocuğu olmak, daha da zordur. Zorluk, ikidir: Birincisi, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zorluk. İkincisi, hem otoriter eğitimin, hem de ”Kürt” olmanın verdiği zorluk. Bu, çifte zorluk oluyor. Çifte zorluk, birleşiyor, tekleşiyor. Tekleşen bu zorluk, çocuklar için zulüm oluyor. Tekleşen bu zorluk, çocuklar için işkence, hapis ve ölüm oluyor. Tekleşen bu zorluk, Adana / Pozantı oluyor. Tekleşen bu zorluk, Adana / Pozantı Cezaevi’inde taciz ve tecavüz oluyor.

Bu zulümdür; bir yandan otoriter eğitimin verdiği zulüm, diğer yandan Kürt olmanın yarattığı zulüm: Çocuk olmak yasak. Anadil yasak. Kimlik yasak. Kürt olmak yasak. Diline, kimliğine sahip çıkan Kürt çocuğu olmak yasak...Burada, Türkiye’de, herşey yasak. Burada, Türkiye’de, herşey işgal altındadır. Burada çocuklar, hem fiziki, hem de psikolojik olarak işgal altındadır.

Burada çocukluk, işgal altındadır.

Burada duygular, işgal altındadır.

Burada kimlik, işgal altındadır.

İşte böylesi bir sistem ve ortamda, daha 7 – 10 yaşlarındaki “işgalin çocukları”, polis panzerleri altında eziliyor. Diline, kimliğine, duygu ve öz-değerlerine sahip çıkmaya çalışan “işgalinin çocuklarına” gaz bombaları atılıyor, kafalarına, öldürülesiye, dipçiklerle vuruluyor.

İşte böylesi bir sistem ve ortamda, çocukların boyunlarına ip geçiriliyor; böylesi bir sistemde çocuklara cinsel taciz ve tecavüz yapılıyor.

Zulüm mü, budur. Türkiye’de çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak, zulümdür. Zulüm, budur.

Türkiye’de çocuklara yapılan budur. Türkiye’deki “tek resmi dil, tek resmi ideolojinin” eğitimi ve bu eğitimin yarattığı ”terbiye”, budur. Zulümdür.

Zulümdur, zira burada, otoriter eğitim altında, çocuk sevgisi olmaz. Yoktur. Zulümdür.

Burada hem otoriter eğitimden, hem de varlığı inkâr edilen bir halkın, Kürt halkının çocuğu olmak, zordur. Zulümdür.

Zaten, genelde, otoriter eğitim ve bunun yarattığı “terbiye", çocuğu daha baştan ”sosyal olmayan” bir varlık olarak kabûl ediyor. Bu şu demek oluyor: ”Sosyal” olmayan çocuk, sosyal olması için, ”otorite” sahibi olan kişilerin sözlerini dinlemesi gerekiyor. Bu norma karşı çıkmak ta zulüm oluyor: Ailede, anne / baba dayağı, ilkokullarda başlayan öğretmen dayağı, karakollarda polis dayağı, Cezaevleri’nde cinsel taciz ve tecavüz, jandarma dayağı, evde, sokakta, tarlada açık infaz, linç, demek oluyor.

Otoriter ülkelerde ve bu ülkelerin ”otoriter eğitiminde” çocuk olmak, ne yazık ki, budur: Zulümdür.

Türkiye’de, Türkiye otoriter eğitim sisteminde çocuk olmak, hele hele Kürt çocuğu olmak, ne yazık ki, budur: Zulümdür.

İşte böylesi bir sistemde Kürt, Türk, Arap, Laz, Ermeni ve diğer Anadolulu çocuklar, işkence görüyor. Böylesi bir eğitim sisteminde onlara hapis cezaları veriliyor. Böylesi bir sistemde çocuklara tecavüz ediliyor, öldürülüyor…

Otoriter eğitimin bakış açısı, budur. Zulümdür!

Zulüm, zulümdür, ama Türkiye’de zulüm ikidir. Bir, var olan otoriter eğitimden kaynaklanan zulüm. İki, hem otoriter eğitimin, hem de ”Kürt” olmanın verdiği zulüm.

Türkiye’de, otoriter eğitimin bakış açısı, ne yazık ki, budur. Zulümdür!

Ne yazık ki, bu zulüm, bu otoriter bakış açısıyla, çocuklarımız cinsel tacize uğruyor, tecavüz ediliyor; bu bakış açısıyla çoçuklarımız dövülüyor, işkence görüyor, öldürülüyor; bu bakış açısıyla çocuklarımıza onlarca yıl hapis cezaları veriliyor...

Bir düşunün, böylesi bir bakış açısını desteklemek için Türkiye’de, atasözleri dahi icat edilmiş / ediliyor: “Ağaç yaşken eğilir.”, ”Çocuğunu dövmeğen, dizini döver” gibi.

Açıktır; böylesi otoriter eğitim sisteminden, Türkiye’de, çoğu zaman, "işkenceciler" yetişiyor. Bu çocuk bakış açısından, zalim ve acımasız ”insanlar” çıkıyor.

Bu otoriter eğitim sisteminden, Kenan Evren gibi faşistler çıkıyor: ”Bu çocukları asmayıp, besleyecek miyiz?” diyen, 17 yaşında çocuk Erdal Eren’i idam eden, Kenan Evren tipi faşist ve çocuk katilleri çıkıyor.

Böylesi eğitim sisteminden, “çocukta olsa, icabına bakarız” diyen ve şu an Başbakan olan Receb Tayyip gibi insanlar çıkıyor. Böylesi eğitim sisteminden, Cizre’de 10 yaşındaki Şükrü Bağan’ın kafasına gaz bombası atan; 16 yaşındaki Yahya Menekşe’yi panzerle ezen; 14 yaşındaki Seyfi Turan’ı acımasızca dibçikle vuracak kadar “vahşileşen insan” tipleri çıkıyor...

Bu tesadüfi değildir. Bu, ne yazık ki, “tek resmi dil, tek ideolojiyle” beslenen Türk otoriter eğitim sisteminin bir sonucudur. Ve ne yazık ki, bu sistem ve gelenek devam ediyor. İşte, dünden bugünlere uzanan bu gelenekle, Türkiye’de, çocukluk devresi işgal altında tutuluyor. Bu gelenekle, duygular ve insan kimliği işgal altında tutuluyor. Buradan hareketle çocuklara fiziki ve psikolojik cezalar veriliyor.

Peki böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, insanlara - hele hele çocuklara - ”hoşgörü” ile bakmaları beklenir mi?

Böylesi bir otoriter eğitimle yetişenlerin, Kürt çocuklarına sevgiyle yaklaşmaları beklenir mi?

Elbette hayır!

Açıktır, Türkiye’de çocuklara uygulanan zulüm, buradan kaynaklanmaktadır.

Türkiye’de, Kürt çocuklarına uygulanan bu çifte zulüm, buradan kaynaklanmaktadır.

Tüm bunlar Türkiye’de var olan yanlış eğitimin ve sistemin sonucudur…

Artık, yaşadığımız bu çağda, çocukluk için, insanlık için son derece utanc verici olan bu işgalci eğitime son verilmelidir.

Zamanı gelmiştir; artık, Kürt, Arap, Ermeni, Laz ve tüm Anadolu halkları, anadillerinde duygularını ifade etmeli; eğitim / öğretimini yapabilmeli ve özgürce kimliğini yükseltmelidir, diyoruz.

Bu yazının “ilk sonuçları” oluyor. İlk sonuç, gelecek için ilk adım demektir.

Artık, gecikmeden ve korkmadan böylesi ilk adımları atmak, hem insana saygı duymanın, hem de insan olamanın ilk tanımı oluyor…

Yetti artık! Türkiye’de çocuk olmak, zor olmamalıdır.

Yetti artık! Türkiye’de, Kürdistan’da Kürt çocuğu olmak, zulüm ve ölüm olmamalıdır.

18 Nisan 2012 Çarşamba

Musa Ağacık'ın Eleştirisine Yanıt Ve Sisteme Dair‏



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
elverenmustafa@hotmail.com

Deneyimli gazeteci-yazar Sayın Musa Ağacık’ın iki ayrı mesajından alıntı yaparak özetlediğim aşağıdaki eleştirisine bir göz atalım.

“..Kemalist' eğitim sistemini ayaklar altına alan açıklamalar yapıyor, yazılar yazıyorsunuz… Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç'un kimliğinde şekillenen bir ''Cumhuriyet Eğitim Anlayışı'na yönelik… Düşüncelerinizi doğrusu merak ediyorum.”

Sayın Ağacık her ne kadar eleştirinin devamında; “Kuşkusuz Atatürk'ün de eleştirilecek pek çok yanlış uygulaması var” dese de, birkaç siyasetçi ve bürokratın yaptığı devlet hizmetlerini temel alarak o sistemin demokrat ve laik olduğunu ima etmesi bana pek mantıklı gelmiyor. Tek tek şahısları örnek vererek bir sistemin iyi veya kötü olduğunu söylemek zaten doğru bir yöntem de olmaz.

Dönemin Milli Eğitim bakanlarından Mustafa Necati, Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç eğitimle ilgili olarak kaliteli hizmetler vermiş olabilirler. O tarihlerde bu şahıslar tarafından teşebbüs edilen veya yapılan yenilikler elbette olumludur. Ancak, onların bu olumlu yanlarına bakıp, o rejimin baskıcı olmadığını söyleyemeyiz.

Hocaların hocası Sayın Fikret Başkaya’nın dediği gibi; “Elbette eğitilmiş olanlar arasından az da olsa içinden çıktıkları sınıfa ihanet etmeyenler de çıkabiliyor. İyi ki de çıkıyor, aksi halde durum daha da vahim olurdu...”(1) Değerli Hoca’nın bu tespitine katılmamak mümkün mü? Fikret Hoca’nın bu tespiti aynı zamanda Sayın Ağacık’ın eleştirilerine yanıt niteliğinde olduğunu düşünüyorum.

Eğitilmiş olanlar arasından çıkanlardan biri de Yargıtay eski başkanı Sayın Sami Selçuk olduğunu düşünüyorum. Sayın Selçuk’un şu tespiti her şeyi daha net açıklıyor. “Türkiye'de tarih kitapları 'Şeriye ve Evkaf Vekaleti'ni kaldırarak laikliğe adım attı' diye yazılıyor. Hayır, kaldırılmadı. Adları değiştirildi. Şeriye Vekaleti'nin yerine Diyanet İşleri Başkanlığı geldi, Evkaf Vekaleti'nin yerine de Vakıflar Genel Müdürlüğü geldi. Dikkat ederseniz, bunların her ikisi de bir bakana, siyasetçiye bağlandı. Bu da tıpkı Özel Mahkemeler gibi bir ad, etiket değiştirme; bir aldatmaca! Türkiye devlet örgütlenmesi açısından teokratik bir ülkedir. Hem Şeriye Vekaleti hem de Efkaf Vekaleti var. Osmanlı'dan hiç bir farkı yok!” (2)

Sayın Selçuk’un bu tespiti “Türkiye laiktir laik kalacak” diyenlerin yüzüne şamar gibi çarpıyor.

Bence Kemalist sistem ile AKParti (Sayın Ağacık’ın deyimiyle AKPOKRATÖR) sistemi birbirine zıt değildir. Tam tersine birbirine daha çok yakındırlar. Benzerlikleri de çoktur.

Bu sistemin en önemli özelliklerinden biri; kendinden olmayanı ötekileştirmek, muhaliflerini yok etmek, iktidarını baskı ve öldürmeyle sürdürmektir.

Bu gün hala bu özelliğini korumaktadır. Sadece renk değiştirmektedir. Kemalizm’in mavi olan gözlerini yeşile boyatıp yeniymiş gibi piyasaya sürüyorlar. Bunu daha önce de çeşitli renklere boyayıp piyasaya sürmüşlerdi. Örneğin; Bayar-Menderes, Gürsel-İnönü, 12 Mart yönetimi, Ecevit-Erbakan, Demirel-Türkeş-Erbakan, 12 Eylül yönetimi, Çiller-Erbakan-Demirel, Ecevit-Yılmaz-Bahçeli, şimdi de Erdoğan…

İşte sistem bu gün aynı şekilde devam ediyor. Geçmişte olduğu gibi bu gün de bazen koltuk ve çıkar paylaşımı nedeniyle kendi aralarında kavga edebilirler. Bu kavgalar sonucunda bazı makyajların yapılması gerçeği değiştirmiyor.

Geçmişte olduğu gibi bu gün de;

-Müslüman ile dinsiz ya da Müslim ile gayrimüslimin veya Alevi ile İslam’ın eşit olduğunu söyleyebilir miyiz?
-Bu sistemde Kadın-erkek eşitliğinden söz edilebilir mi?
-Bu resmi ideoloji (Diyanet) tarafından halkların sosyal yaşamında referans olarak gösterilen İslam Peygamberi Muhammed eşitlikçi miydi? (Hiç kimse Muhammed’in deveden inip, köleyi bindirmesi masalına sarılmasın)
-Emek-sermaye çelişkisi var mı?
-Sosyal yaşamla ilgili birçok alanda Diyanet İşleri Başkanlığı Kurumu üzerinden Şeyhülislam Recep fetva veriyor mu?
-Türk ile Türk olmayan eşit midir?

Bu soruları daha da çoğaltmak mümkündür.

AKParti kongrelerinde Atatürk ile Başbakan Erdoğan’ın portreleri büyük bez afişte yan yana asıldığını herhalde fark etmişinizdir. Bence birbirine çok yakışıyorlar. Hatta ikisinin arasına Muhammed’in portresini de koyarlarsa Kemalizm’i daha iyi ifade eder.

Bunların yok birbirlerinden farkı. Biri İslam bankası diğeri de Türk bankasıdır. Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren sermayelerini birleştirip TÜRK-İSLAM bankası adını almışlar. Sonuçta her ikisi de bankadır ve sermayenin yanındadırlar. Bunlardan herhangi birisinin emekten yana olduğunu söylemek en hafif deyimle saflık olur. (Atatürk’ün zorunlu olarak kurduğu bazı devlet işletmelerini kimse bize devletçilik diye yutturmasın)

-Dün İstiklal Mahkemesi kararıyla Pirim Seyit Rıza’yı asanlar,
-Mustafa Suphi’yi Karadeniz’de boğduran, Sabahattin Ali’yi öldürenler,
-Diyarbakır Zindanı’nda Mazlum Doğan’ı yakanlar,
-Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da… Alevileri katledenler,
-Din derslerini anayasal zorunluluk haline getirenler,
-Oruç tutmadığı için insanlarımızı katledenler,
-Yazarlarımızı ve bilim adamlarımızı katledenler,
-Bu gün de binlerce gazeteci ve siyasetçiyi zindanlara koyanlar,

bu sistemin bizzat kendisidir.

Sadece aktörleri değişmiştir. Gerici yobazlar maşadır, araçtır.

İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Özel Yetkili Mahkemeler arasında fark var mı? “Al birini vur ötekisine”

Çünkü bu sistem sahte dinci, sahte ülkücü, sahte sağcı, sahte solcu bizzat kendisi üretti ve katliamlarda kullandı. Çünkü bu mirası Osmanlı’dan devraldılar. Bu ülkede vatan-millet-Sakarya deyip, her şey devletin bekası için yapılmıyor mu?

Bu sistem AKParti ile sadece renk değiştirmiştir. İktidardaki kardeşler sadece kayıkçı kavgasını yapıyorlar. İşte birkaç örnek;

-Kürtlerin ve Alevilerin en küçük demokratik istemlerini “bölücülük” olarak nitelendiren Atatürkçü Düşünce dernekleri şu anda neden hiç sesi-soluğu çıkmıyor?

-Maçta, düğünde, “şehit” cenazesinde, bağıranlar ve evlerine astıkları Türk Bayrağı ile mahallesini kırmızı-beyaz renge çeviren “Müslüman Türk” milletine ne oldu?

-Atatürkçülük adına parti kapatmada birbirleriyle yarışan ve Türkiye’yi bir parti mezarlığına çeviren emekli Anayasa Mahkemesi üyeleri ve Yargıtay başsavcıları bu gün neredeler?

-Sosyalistler, Kürtler, Aleviler, devrimciler katledilirken, cezalandırılırken bu Kemalist geçinenler o günlerde neler yaptılar?

-Meşhur mahkemenin meşhur savcısı ve üyeleri tarafından hukuksuz bir biçimde verdikleri kararlarla Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle gibi birçok DEP milletvekilleri yıllarca zindanlarda çürütülürken Kemalist geçinen “vatanseverler” bu gün iktidarda olanlarla birlikte hareket etmediler mi?

Sıra kendilerine gelince ciyak ciyak diye bağırmaya başladılar. Hani “dinsizin hakkında imansız gelir” derler ya, öyle bir şey oldu galiba.

Artık çok geç!

Hitler dönemindeki papazın durumuna düştüler. Bundan sonra kimseyi yanında bulamazlar.

Şu son günlerde demokratik sivil toplum kuruluşlarının kullandığı çok güzel bir slogan vardır. “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner” bu slogan güncelliğini bu gün de koruyor.

İşte baskıcı Kemalizm’i gerici İslam dinciliğiyle harmanlayıp TÜRK-İSLAM adı altında bize Atatürkçülük veya “ileri demokrasi” diye yutturmaya çalışılan sisteme karşı mücadele etmek durumundayız.

En azından "Eşit yurttaşlık hakkı için laik ve demokratik bir ülke istiyoruz" diyenlerle birlikte hareket etmek gerekir.

Ancak, ben kendi payıma sosyalist demokrasinin oluşmasından yanayım. Bunun için mücadeleme kesintisiz devam edeceğim.

KAYNAKLAR:

1. http://www.gomanweb.net/yazarlar-menusu/34-fikretbaskaya/13724-fikret-bakaya-eitim-reformu-neden-ve-kimin-cin-.html
2. http://www.demokrathaber.net/guncel/su-anda-kimse-bana-yargi-bagimsiz-dedirtemez-h8121.html

Devlet ve Patron Suç Ortaklığı: İş Cinayetleri!




Adil Okay
okayadil@hotmail.com

Öğle buğusunda gün alnacında
Gün alnacında
Irgatlar oturmuş zeytin ekmeğe
Zeytin ekmeğe…”


İş cinayetleri dur durak bilmiyor. Gün geçmiyor ki yeni bir iş cinayeti haberi duyulmasın. Kimi gazetelerin üçüncü sayfasında geçiyor ölen işçilerin adları. Kimi TV kanalları da “lütfen” duyuruyor. Neyse ki “ana akım medya” denilen, hükümet ve sermaye yanlısı basının dışında muhalif basın var. Onlardan öğreniyoruz, “çağ atlayan”, sermaye ihraç eden ülkemizdeki patron-devlet işbirliği sonucu gerçekleşen iş cinayetlerini.

Daha birkaç gün önce Aşkale’de, saatlerce kurtarılmayı bekleyen 5 TEDAŞ işçisinin, donarak suya gömülüşlerini dehşet içinde izlemiştik. Devletin helikopterlerinin yarım saatte varabileceği bir uzaklıkta, tam üç saat, donmuş gölün ortasında devleti bekledi işçiler. Ama heyhat ne helikopterler kalktı pistinden, ne devlet erkânı yerinden. Yine bu ay Adana’da 10 işçinin baraj gölünde kaybolduklarını duymuştuk. Esenyurt’ta yangında ölen 11 inşaat işçisi, Tuzla’da bir gemide yaşanan patlama sonucunda ölen iki tersane işçisi, pencere silerken 10. Kattan boşluğa düşüp ölen ev işçisi, Elazığ’ın Maden ilçesinde çıkan hortum nedeniyle ölen 6 inşaat işçisi, Adana’da çocuklarını ısıtacak odun parası bulamadığı için kendini asan anne. Ve bu gün de Maraş’tan geliyor acı haber. Kot taşlama atölyesinde dört işçi patlama sonucu hayatını kaybetmiş. dokuz işçi de yaralanmış. Bunlar son bir ayın bilançosu. Bu yazıyı hazırlarken bir iş kazası daha düşüyor ajanslara: “Bursa’da vinç devrildi. Bir işçi öldü, dört işçi aralandı.” Raporlara göre ülkemizde her 7 dakikada bir iş kazası meydana geliyor ve her 10 saatte bir işçi “kaza” sonucu hayatını kaybediyor.

İş güvencesizliği! yasalaşıyor

“(…)yasalaşan 4+4+4 düzenlemesi ile yoksul emekçi çocuklarının küçük yaşlarda “stajyer” ya da “çırak” olarak işçiliğe adım atması hükümeti kesmemiş olacak ki, TBMM’ye sunulan yeni İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu Tasarısı ile 16 yaşından küçük çocukların ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklayan düzenleme kaldırılıyor. Tasarıda ayrıca, kadınların da tehlikeli ve ağır işlerde çalışmasının önü açılıyor. Tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 2011 yılında en az 619 işçinin iş cinayetinde yaşamını yitirdiğini açıkladı. 2012’nin ilk üç ayına baktığımızda bu hızla giderse 2012’de bu rakamın çok daha üzerinde işçinin iş cinayetine kurban gideceğini söyleyebiliriz. En fazla ölüm, inşaat ve yol iş kolunda yaşanıyor. 14 yaşının altında 11, 15-17 yaş Aralığında 17, 18-27 yaş Aralığında 102, 28-50 yaş aralığında 235 ve 51 yaş üstünde 66 işçi yaşamını yitirmiş.”

Devlet erkânına sesleniyorum: Beyler, hanımlar, bu dünya öküzün boynuzunda durmuyor, işçilerin-emekçilerin ellerinin üzerinde yaşıyor. Onlar sayesinde hasat; ekmek, et, yumurta, süt. Onların sayesinde yapılabiliyor uçak, tren ve otobüsler seferleri. Onların sayesinde elektrik, enerji, arabalar, oyuncaklar… Ya işçiler-memurlar, ya siz, kendi sınıflarınızdan insanların, iş arkadaşlarınızın, yoldaşlarınızın, iş cinayetlerinde katline daha ne kadar sessiz kalacaksınız. Günümüz dünyasında daha az emekle, daha çok üretme olanaklarına rağmen, insanlık hâlâ neden günde sekiz saat çalıştırılıyor? Ve neden iş güvenliği yok. Bu soruları ne zaman yüksek sesle soracaksınız?

Teknolojik gelişmeden kim nemalanıyor

Dünyada, özellikle son çeyrek asırda, birbiri peşi sıra aklın sınırlarını zorlayan teknolojik devrimler yaşandı. İnternet, cep telefonları, DNA - genlerin çözümü, canlı kopyalama vb... Balta girmemiş orman kalmadı. Dünyanın en uzak köşesindeki hammadde kaynaklarına değin ulaşıldı. Üretimdeki verimlilik alabildiğine arttı. Sermaye sınıfı kârını katladı. Sosyal sınıflar arası uçurum derinleşti. Çalışanların hakları ve gelir düzeyi ise bu gelişmelerle aynı oranda artmadı. İşçiler, memurlar, teknisyenler, bürokratlar hâlâ günde sekiz saat çalışıyor, çalıştırılıyorlar. Kimi ülkelerde (Türkiye’de bazı işkollarında) işgünü sekiz saati de geçiyor. Oysa insanlar bu gelişmelere paralel olarak, daha az -örneğin günde dört saat- çalışarak aynı ücreti almalıydı. Bu da ancak daha adil bir üretim ve bölüşüm koşullarında mümkün olabilirdi.

Bunlar kimilerine göre ütopya sayılıyor. “Artı-değer, emek sömürüsü, sermayenin, kâr daha çok kâr için insanı ve doğayı katletmekten kaçınmaması” ve diğer saptamalar, sözünü ettiğim bu “kimilerine” göre eskidi, modası geçti. “El emeğine gereksinim kalmayacak, artık insanlık ve ülkemiz çağ atladı, bilişim sektörü mutluluk getirecek, tarihin sonu, yaşasın kapitalizm, küreselleşme” diyenler, bu gün kapitalizmin dünya genelinde girdiği krizden sonra suspus oldular. Elbette sorunlar çözülmedi. İşçiler iş kazalarında, iş cinayetlerinde ölmeye devam ediyor. Emekçi çocukları savaşlarda ölmeye devam ediyor. Bizim başbakanımız savaş çığırtkanlığına devam ediyor. Ülkemizde çeyrek yüzyıldır devam eden adı konulmamış savaşı durdurmak, Kürt sorununda çözücü adımlar atmak yerine, Suriye’ye de saldıralım diye haykırıyor. Irak’a, Libya’ya ağababalarınız saldırdı da ne oldu. Hangi demokrasi, hangi istikrar, hangi refah sağlandı. Olan yine emekçiye, mülksüze, işsize ve çocuklara oldu. Savaştan kaçacak parası olmayan bir buçuk milyon sivil katledildi. Milyonlarca insan evsiz kaldı.

Katil Kim

Yıllar önce Tarsus'ta, hemzemin geçitte bir tren, işçi taşıyan bir kamyonu biçmiş, onlarca tarım işçisi hayatını kaybetmişti. Yollara ırgatların zeytin ekmekleri saçılmıştı. Bu kaza üzerine trenlerde güvenlik sistemi tartışıldı. Bariyer sorunu v.b. Ve o ölen onlarca işçi, onların geride bıraktıkları çocukları unutuldu. Bu işçiler sigortalı mıydı, tazminat ödendi mi? Sorulmadı. Hiç kimse o işçilerin kamyonla taşınmasını eleştirmedi. 'Kamyonla işçi taşımak insanlık dışı bir uygulamadır, katliama davetiye çıkarılıyor, işçilerin canının değeri yok mu', denmedi. Diyenlerin de sesi duyulmadı. Bu konu hakkında “Devlet kazası ve Katil Kim” başlıklı bir yazı yazmış ve şu soruları sormuştum: Katil trendi. Olmayan bariyerdi. İşçilerin şansı yoktu. Öyle mi? Ya o işçileri çalışmaya kamyonla götürüp getiren patronların suçu yok muydu? Ya o işçileri kamyonun arkasında görüp müdahale etmeyen trafik polislerinin yani devletin suçu yok muydu? Ya o işçileri kış soğuğunda, yazın kavurucu sıcağında kamyonların arkasında, hatta traktörlerin römorklarında görüp tepki göstermeyen bizim suçumuz yok muydu?

Evet, tekrar soruyorum katil kim? Ve bu iş cinayetleri ne zaman sona erecek?

2 Nisan 2012 Pazartesi

Dinci İle Ateist Arasındaki Fark


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
elverenmustafa@hotmail.com

“Türk” eğitim sistemi; bireyleri ve halkları değil, kutsal devlet anlayışını esas alan özelliklere sahiptir. Zaten başına “Türk” sözcüğünü yerleştirmekle yıllardır Türkiye halklarına ırkçılığın dayatıldığı bilinen bir gerçektir.

Geçmişten günümüze kadar ülkemizde hem ırkçı ve hem de dinci eğitim hep vardı. 1980 öncesinde seçmeli olarak okutulan din dersinde de, 12 Eylül askeri darbesinden sonra zorunlu hale getirilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde de Muhammed’in hayatı ve Kuran’la ilgili çok sayıda ders konuları vardı. Bu gün de aynı şekilde devam etmektedir.

Aslında Kayseri usulü bir durum söz konusudur. Al Kemalizm’i boyatıp Ak Kemalizm olarak tekrar piyasaya sürüyorlar.

 Halen okullarda okutulmakta olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitabında Muhammed’in hayatı gerçek olarak anlatılmıyor. Yani, Muhammed’in 13 tane karısının olduğu, bunlardan birisini (Ayşe’yi) 9 yaşındayken aldığını gerçeği hiçbir zaman ne Al ne de Ak Kemalizm sistemi tarafından yazılmaz. Daha öncekiler gibi Kuran ayetlerinin Muhammed’e nasıl indiği konusundaki masalları bol bol işleyeceklerdir.

Merkeziyetçi devlet eliyle Türk-İslam formatındaki eğitim sistemi başarılı olması mümkün değildir. Türkiye farklı kültürlerden ve farklı sınıflardan yani farklılıklardan oluşmuş bir ülkedir. Dolayısıyla merkeziyetçi, tekçi, dayatmacı eğitim sistemi iflas etmiştir.

Mevcut sistemde ben Müslüman dinciyim dediği için birinin tehdit edildiğini ya da öldürüldüğünü hiç duydunuz mu? Ama, ben dinsizim dediği, 9 yaşındaki bir kız çocuğuyla evlenen peygamberi eleştirdiği için (ben de dahil) bir çok yazar ve aydın tehdit mesajları almakta ve hatta bazıları öldürülmüşlerdir. Katledilen Turan Dursun ve Bahriye Üçok ilk aklıma gelen aydınlarımızdır.

Hiç kimse Kemalizm’i ateistlik olarak bize yutturmasın. Mustafa Kemal Atatürk kendisi ateist olabilir. Ancak, ben Mustafa Kemal Atatürk’ün ateist olduğunu düşünmüyorum. Bu gün Türkiye’nin resmi ideolojisi haline gelen Türk-İslam sentezini ve devlet yönetiminin her kademesinde İslam dinini kullanmak suretiyle ülkenin başına bela eden Kemalizm sistemidir.

İster ulusalcı Kemalist, ister liberal, ister komünist olsun, inanmadıkları halde eğer dini inancı çıkar ilişkileri için kullanıyorlarsa ateist olmaları doğru değildir ve kabul edilemez. Zaten ateist olanlar genellikle bilim adamları, yazarlar-çizerler gibi aydınlardır.

AKPartili bir milletvekili cami temelinin açılış töreninde “Ateist gençlerin vatana, millete, ailesine ve kendisine faydası olmaz. Dindar insandan zarar gelmez. Ateistlerden zarar gelir...” demiş. Hangisinin vatana-millete yararlı-zararlı olduğunu bir örnekle açıklamak istiyorum.

Ateist Aziz Nesin, dinci Necmettin Erbakan ile milliyetçi mukaddesatçı Alparslan Türkeş’i gözümüzün önüne getirelim ve bir karşılaştırma yapalım.

 Necmettin Erbakan: Yıllarca halkı ve çevresini dinle uyutup, din ticaretinden elde ettiği söylenen büyük serveti ölümünden sonra çocukları tarafından paylaşılamıyor. Mahkemede hesaplaşıyorlar.

Başbakan Tayip Erdoğan da gelecekte aynı akıbete uğrarsa hiç şaşırmam.

Alparslan Türkeş: Yıllarca halkı milliyetçilik ve mukaddesatçılık ilacıyla uyutup, ölümünden sonra çantasından çıkan milyonlarca döviz ve üzerine kayıtlı milyarlarca değerindeki mülkleri miras paylaşımında çocukları anlaşamadılar. Sanırım çocukları ve eşi mahkemelik oldular.

Aziz Nesin: Solcu, ateist olduğunu hiçbir zaman gizlemedi ve ölümüne kadar cesurca bu değerleri savundu. Yazdığı kitaplardan kazandığı parayı yoksul çocukların barınması ve eğitimi için harcadı. Fikirleri güncelliğini hala koruyor.

İşte dinci ve milliyetçiler ile ateistler arasındaki fark çok net olarak anlaşılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tek tip insanlardan oluşmadığını, farklı kültürlerden ve sınıflardan meydana geldiğini artık hepimiz biliyoruz.

Öyle ise, iflas etmiş olan bu eğitim sistemini devlet tekelinden çıkarıp, yerel yönetimler aracılığıyla bölgenin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmeli ve güncellenmelidir. Devlet sadece denetim görevini yapmalıdır.

En azından AB standartlarına getirmek mümkündür.