25 Şubat 2008 Pazartesi

AKP, ORDU ve ABD






‘ Eğer içerden yıkılmazsak, dışarıdan hiç bir güç bizi yıkamaz’ -Lenin

Yener ORKUNOĞLU /E-Mail: yorkunoglu@gmx.net

Siyasal olaylar nedeniyle gündem sürekli değişmektedir. Dolayısıyla AKP’nin iki gerekçesinin neden içeriksiz ve anti-demokratik olduğunu göstermeyi amaçlayan yazı ertelenmek durumunda. AKP’nin iki gerekçesini (‘Milli İradeyi temsil ediyoruz’ ve ‘Türban Sorunu özgürlük sorunudur’) başka bir zaman ele alacağım.





Daha önceki yazılarımda ABD’ye ve AKP’ye umut bağlamanın yanlış olduğunu elimden geldiğince anlatmaya çabaladım. Hatta bazen, siyasi eleştiri sınırlarını aştım. Ezen ulustan gelmekten kaynaklanan ve hoş olmayan sözler de kullandım. ABD mandacılığı ve AKP kuyrukçuluğu yapanlara eleştiriler yönelttim.





‘AKP’yi bekleyip görelim’ gibi bir mantığın kabul edilemez bir mantık olduğunu haykırmaya çalıştım. Çünkü ‘bekleyelim ve görelim’ demek kendinin seyirci konumunu getirmek demektir. Bu ise, siyasal alanda kendi elini kolunu bağlamak anlamına gelir. Kendi siyasal progamını askıya alan ve erteleyen bir siyasal anlayış, karşısındaki siyasal gücü (AKP) güçlendirmiş olur.
‘Bekleyelim, görelim’ anlayışının AKP’nin seçimlerdeki başarısında katkıda bulunmadı mı? DTP, AKP’yi siyasal açıdan teşhir edecek tutarlı bir çizgi izleyemedi. AKP’ye giden oylar AKP konusunda yaratılan ‘demokratik’ yanılsamasının sonucudur.








***
Bugün AKP, Türk Ordusu ve ABD arasındaki siyasal işbirliği en yüksek noktasına ulaşmış görünüyor. Bu arada AKP (kara hareketini fırsat bilip) türban konusunu sinsice yasallaştırdı.
Türk Ordusu PKK’ya karşı bir kara hareketi başlatmış bulunuyor. Bu hareketin bir analizi gereklidir. Tabii biz, askeri açıdan değil, siyasal perspektif açısından bir analiz yapmaya çalışacağız.



AKP ve Genelkurmay Başkanlığı arasında Kürt Sorununda bir anlaşma var: PKK’yı tasfiye etmek. Anlaşılan AKP, Genelkurmayın dümen suyunda giderken, Genelkurmay Başkanlığı da AKP’nin anti-laik politik faaliyetlerine göz yummaktadır.



Önce şunu saptayalım. PKK’yı doğuran, Türkiye Cumhutiyetinin inkarcı, anti-demokratik ve otoriter yapısıdır. Bu yapı aşılmadan Kürt sorunu çözülmeyecektir. Alman filozofu Hegel, Almanya gerşekleşen Luther’in yarattığı reform hareketi için şunları söylemişti: Reform hareketi Kilisenin bozulmasından çıkmıştır.



Kürt Sorunu ve PKK’yı yaratan, demokratikleşmeyi sağlayamayan devlet ve toplumdur. Dolayısıyla anti-demokratik ve otoriter devlet yapısının aşılması, demokratikleşmeden yana olan güçlerin siyasal ittifakını ve aktif eylemini zorunlu kılmaktadır.
Dolayısıyla sosyalistler açısından 2 şey önemlidir.



1. Harekete karşı Türk sosyalistlerinin açık ve kesin tavrı.
2. AKP-ORDU-ABD ittifakını bozacak, siyasal stratejininin daha büyük bir enerjiyle savunulması.








PKK, son hava saldırıları sırasında gerçekten kararlı bir tavır sergiledi. Bu tutum halk içindeki desteğini güçlendirdi. Elbette siyasal ve toplumsal ve askeri yaşamda hiç bir şeyin kesin garantisi yoktur. Yenilgi ve başarının da garantisi yoktur.


Türk ordusu, PKK’ye askeri açıdan küçük darbeler vurabilir. Ama önemli olan siyasal kazanımdır. Siyasal kazanım demek, emekçilerin bilinç ve davranışları üzerinde etkili olmak demektir. Dinsel ve milliyetçi söylemden arınmış ve demokratiklemeyi ve sosyal kurtuluşu merkeze yerleştiren bir siyasal hareket, emekçilerin siyasal bilincini geliştirebilir. Türk ordusu izlediği açık işgal politikası ile, kendi sosyal ve siyasal desteğini zayıflatmaktadır. Türk ordusunun yenilgisi, halkların çıkarına bir gelişme olur.


Lenin’ın güzel bir sözü var. ‘Eğer içerden yıkılmazsak, dışarıdan hiç bir güç bizi yıkamaz.’ Zor dönemde en önemli şey içteki sağlam birliktir.

24 Şubat 2008 Pazar

Bir Kitap: ABİDİN DİNO

















Prof. Dr. M. Şehmus Güzel’den 3.ciltlik çalışma:

ABİDİN DİNO


“...Anılara saygı gerek çünkü. Anılar uçup gitmesinler. Uçup gitmeden önce iz bıraksınlar..”


Üç cilt, yaklaşık binikiyüz sayfa,

KİTAB YAYINEVİ, İSTANBUL, 2008.

e-mail:kitap@kitapyayinevi.com
veya:canadol@kitapyayinevi.com
www.kitapyayinevi.com




arka kapak yazısı:

“İkiletmezdi. Kapıyı çalar çalmaz açardı Abidin. Daha açmadan ‘geldim, geldim!’ sesleri arasında. Beklendiğinizi anlatmak için. Girerken, ilk kez gördükleri de dahil, herkesi kırk yıllık arkadaşı gibi karşılardı. Hemen eşitlik sağlansın, aradaki buz dağları, olası buz dağları, bir anda eriyip gitsin diye. Abidin Dino işte böyle bir can arkadaştı...

Onunla dostluğumuz, 1980’li yılların ilk yarısında, haftada bir, on beş günde bir, ev atölyesinde ziyaretlerimle, düzenli bir biçim aldı... Abidin’le dünya kadar şey konuştum; 1789 Fransa Burjuva Devrimi’nden, Paris metrosuna, işçi grevlerinden, Türkiye’den en son haberlere, yakında yapacağı resim sergisinden yeni çıkan kitaplara, her konuda, her alanda…

Arkadaşlar, anılardaki arkadaşlar eksik olmazlardı. En başta ve elbette Nâzım Hikmet. Sonra Yaşar Kemal. Adanalı yıllardan İstanbul’a, oradan Parislere uzanan otuz iki kısım tekmili birden maceralarıyla.... Sohbetlerimizde Osmanlı’ya, Türkiye’nin 1930’lu yıllarına “uzanmalar” hiç eksik olmazdı. O zaman ‘davetliler’ arasında Pierre Loti’yi, Ostrorog ailesinin bütün fertlerini ve misafirlerini, Georges Simenon’u, Fikret Muallâ’yı ve diğerlerini bulabilirdik...










Abidin’den çok şey öğrendim. 23 Mart 1913’te İstanbul’da doğdu. 7 Aralık 1993’te Paris’te aramızdan ayrıldı. 80 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı. 20. yüzyılın en önemli tanıklarından biriydi... Ressamdır, heykeltıraştır, gazetecidir, karikatüristtir, yazardır ve saati gelince de şairdir Abidin. Birçok arkadaşının yapıtlarını Fransızcaya kazandıran bir çevirmendir de...

Resimleri hat sanatının, rüya dünyası ile kendi düşüncelerinin, düşünce dünyasının karışımıdır. Gerçekle yaşananın, dünyadan ve kendisinden gelenlerin gösterimidir... Yaşamın bütün belalarını tattı, yaşamın güzelliklerini es geçmeden. Hiçbir şeyi ihmal etmedi. Güzel yaşadı Abidin. Hiç ölmeyecekmiş gibi...





Abidin biraz da hepimizin öğretmenidir. Onunla dünya kadar sohbetimden, söyleşilerimden, izlenimlerimden ve değişik kaynaklardan, Abidin Dino için yazılanlardan, oluşturduklarımı sizinle paylaşmak istiyorum. Hem Abidin’i bir kez daha ve hep beraber anabilmek için, hem de ona bir arkadaşlık armağanı sunabilmek arzusuyla. Anılara saygı gerek çünkü. Anılar uçup gitmesinler. Uçup gitmeden önce iz bıraksınlar bir yere: İşte buraya, bu kitaba...”

ŞEHİD KAVRAMI ÜZERİNE



Demir Bilgin


Bir başka soru da şu: Kürdistan’da, Kürtlere karşı yapılan operasyonlarda ölen askerler, niye şehid olarak kabül ediliyor?..Bu askerler dini inaçları uğruna mı savaşa sürülüp kendilerini feda ediyorlar, yoksa bir halkın kimliksel varlığını ortadan kaldırmak için mi?..”


”…Oysa ki şehit (şehid) kavramı, dinsel bir kavramdır. Tanımı şudur: Dini inancı uğruna ölmek; dini inancı uğruna kendi feda etmek demektir…”

Bazen, şaşırıyorum. Bazen, Türkçede kullanılan kavramlara bakıp, çok şaşırıyorum. Onlarca kavramın, inanılmaz bir şekilde özünden boşaltılmasına ve gelişigüzel kullanılmasına, gerçekten çok şaşırıyorum. İşte Türkiye’de, Türkçede yanlış kullanılan bir kavram daha: Şehid kavramı.

Yazık. Çok yazık. Sosyalizmi, materyalizmi savunan insanların ”şehit” kavramını kullanmaları, gerçekten çok yazık. Oysa ki şehit (şehid) kavramı, dinsel bir kavramdır. Tanımı şudur: Dini inancı uğruna ölmek; dini inancı uğruna kendi feda etmek demektir. Bu kavram hem islam, hem de hiristiyan dinlerinde de kullanılıyor. İslamda, ”şehid”, hiristiyan dininde de ”martyr” (martir) olarak aynı anlamları ifade eder. Bu kavramın anlamsal kökü, ”martyros” tur. Grekçedir. Tanıklık, demektir: inancın tanıklığı, tanrının büyüklüğü ve doğruluğudur.

İslama dönersek, şehid kavramı, islam inancı ve doğruluğu yolunda ölmek, kendini bu yolda feda etmek, demek oluyor. Bu anlamda, şehid ya da şuhâde şudur: Allahtan başka Allah yoktur. Muhammed Allah’ın resulüdür.

Bu anlam doğrultusunda, ”eşitlik, ortaklık ve özgürlük” yolunda ölen yoldaşlarımız, hangi mantıkla ”şehid” olarak kabül ediliyor? Sosyalizm inancı yolunda düşenler, neden ve niçin, ”şehid” olarak kabul edilsin? Bunların şehidlikle ne ilgisi var?

Bir başka soru da şu: Kürdistan’da, Kürtlere karşı yapılan operasyonlarda ölen askerler, niye şehid olarak kabül ediliyor?

Bu askerler dini inaçları uğruna mı savaşa sürülüp kendilerini feda ediyorlar, yoksa bir halkın kimliksel varlığını ortadan kaldırmak için mi?

Şimdi bu şehid tanımı doğrultusunda kalarak, Kürdistan’da ölen askerlere, ”şehid” demek, islama da hakaret olmuyor mu?



Üzerinde durulması gereken sorular bunlardır.

Birde diğer taraftan, ulusal bağımsızlıkları için kendilerini feda edenler var, bunları nasıl tanımlamak gerekiyor?

Bu, bu yolda mücadele eden hareketin proğramına ve dayandığı ideolojiye göre değişir. Bugün hem Lübnan, hem de Filistin’de bir çok kuruluş kendilerini islam dinine bağlı hareketler olarak tanımlıyor. Örnek olsun, Hizbullah (Allah’ın Partisi), ölen militanlarını ”şehid” olarak kabül ediyor. Keza, Filistin’deki bir başka islami hareket, kendini, ”Şehid Kassem Tugayı” olarak adlandırıyor.

Bu gibi kuruluşlar, bağımsızlık mücadelelerinde, islam inancıyla kendilerini feda ediyor, bu inaçla ”şehid” olduklarını kabül ediyorlar. Buda, yukarda tanımını yaptığım ”şehid” kavramına uygundur. Burada herhangi bir tuhaflık yok.

Bu durum Kürd hareketleri için de geçerli. Bugün Kürdistan’dan mücadele eden ve farklı ideolojilere sahip olan bir çok hareket vardır, parti vardır. Dinsel hareketler olduğu gibi, dine dayanmayan hareketler de vardır. Bunlar da, ulusal bağımsızlık savaşlarında kimi kendilerini ”şehid” olarak kabûl ediyor, kimileri de, ”ulusal kahraman savaşçıları” olarak adlandırıyor.

Burjuvazinin ”yer, zaman ve mekana” göre islami kavramları kullanıp, bu alanda ”sahtekârlık” yapması, anlaşılır bir durumdur. Zaten bu yüzden, Türkiye’de, kemalist ideolojinin tek başına devleti ayakta tutmasına yetmediği için, burjuvazi, çoğu zaman, ikiyüzlüce ve sahtekârca islami kavramlara da ihtiyaç duyuyor. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi döneminde, Kenan Evren, bir yandan Necmettin Erbakan’ı hapse atması, diğer yandan, Türkiye’nin tüm illerinde konuşmalarını Kuran Süreleriyle süslemesi, bu sahtekârlığın bir örneğidir! Bu, anlaşılır bir şeydir.

Oysa ki, sosyalistlerin, sosyalizmi benimseyenlerin, ideolojilerine temelden zıt olan bir kavramı, şehid kavramını savunmalarını haklı çıkaracak hiç bir yön yoktur. Zira, ideolojimiz dinsel değil, bilimseldir. Bilimsel sosyalizmdir.

Evet; solcular arasında yaşanan bu kavram kargaşalığına son vermek gerekiyor. Bilimsel sosyalizmi savunanların, kavramları çıkış tarihinden ve özünden boşaltıp, gelişigüzel kullanmalarına, artık son vermek gerekiyor.

ADİLOŞ BEBEM









Ahmed ARİF



”…Doğdun
Üç gün aç tuttuk

Üç gün meme vermedik sana
Adiloş Bebem




Hasta düşmeyesin diye
Töremiz böyle diye

Saldır şimdi memeye
Saldır da büyü


Bunlar
Engerekler ve çıyanlardır



Bunlar
Aşımıza ekmeğimize
Göz koyanlardır

Tanı bunları
Tanı da büyü

Bu namustur
Künyemize kazınmış

Bu da sabır
Ağulardan süzülmüş

Sarıl bunlara
Sarıl da büyü.”

22 Şubat 2008 Cuma

Zamana Direnen Şiir ve Sözler: Mamak mektupları


Adil Okay / adilokay@hotmail.fr


ve seyirci kalanlardan beklediğimiz, en azından utanmalarıdır…’ Brecht


Mamak mektupları sergileniyor. Mamak kadınlar koğuşundan yazılmış ve ‘sakıncalı’ bulunarak el konulmuş, 26 yıl sonra sahibini arayan mektuplar. 12 Eylül darbesinin zindanlara tıktığı 650 bin insanın çığlığı, çeyrek asır sonra kulaklarımızı tırmalıyor. Nereden çıktı bu mektuplar, bu çığlık diyoruz. Tam unutmuşken, gömdüğümüzü sanmışken anılar mezarlığına, nereden çıktı. Gözlerimiz yanıyor. Kulağımız çınlıyor. Mektuplardaki mısralar, notalar bizi alıp o günlere götürüyor.






Zamana direnen şiirler vardır, sözler, semboller. İşte bu mektuplarda zamana, zindanlara, zulme direniş var. Umut var. Yaşama sevinci. Mektuplardaki güller solmamış. Güvercinler yaralı ama yaşıyor. Mısralar hâlâ ok gibi zindanların duvarlarını ve zamanı aşıp kalbimize saplanıyor. Hele hele türkü söylemenin, ıslık çalmanın bile yasak olduğu zindanlarda notaların önemini anlıyoruz mektuplarda. Oya gibi işlenmiş notalar sembollere dönüşmüş. Hâlâ türkü söyleyebiliyoruz, türkülerimizi ve marşlarımızı unutmadık diyorlar. Aklıma Victor Hara geliyor. Aynı dönemde Şili’de zindanda türkü söyleyen, bu nedenle elleri kesilip öldürülen Victor Hara. Ve faşizmin diğer kurbanları.

Acılar yarıştırılmaz biliyorum. Ama 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce cezaevinden firar etmiş bir insan olarak ben, darbe sonrası cezaevlerinin, hele hele Mamak ve Diyarbakır zindanlarının nasıl birer insan aklının anlamakta zorlanacağı zulüm evlerine dönüştüğünü bizzat yaşayan tanıklardan öğrenince, ‘ben de işkence gördüm, mahpus yattım’ demeye utanıyorum.

12 Mart bir tragedya, 12 Eylül ise bir soykırımdır diyen Haydar Ergülen’e katılıyorum. Ve bu ‘soykırım’ karşısında aydınların-yazarların çeyrek asırlık suskunluklarını anlamakta zorlanıyorum. Evet, biliyorum ki kapitalizm sadece solu ezmemiştir, edebiyata da ölümcül bir darbe indirmiştir. Birkaç örnek dışında, hem yazarlar hem okurlar bu dönemi yok saymışlardır. Bu erozyon, suskunluk bu gün de devam ediyor. Ümit ediyorum ki Mamak mektupları insanları geçmişle yüzleşmeye götürür. Elbette 12 Eylül kurbanları ah vah istemiyor. Acınmak istemiyor. Kaybolan yıllarının hesabını istiyor. Bir dönemin ve suçluların yargılanmasını istiyorlar. Biz diyorlar, 146/1 den yani anayasal düzeni silah yoluyla değiştirmekten yargılandık. Yıllarca Nazilerin toplama kamplarını çağrıştıran zindanlarda yattık. Peki, ama bizim yapmak isteyip yapamadığımızı, yani anayasal düzeni zorla değiştirmeyi, yapanlar, neden ellerini kollarını sallayarak geziyor. Onlar Kenan Evren ve çetesi ve işkencecileri 146/1 den yargılanmalı değil mi?




12 Eylül mezaliminden kurtulanların bir bölümünün ömrü sürgünde geçti. Ya cezaevlerinde her gün işkence görenler. Ölen ve öldürülenler? Yıllar sonra şartlı tahliye yasasıyla dışarı çıkanların yaşadığı travma? Kaybettikleri gençlikleri ve sağlıkları? Bunları kim anlatacak? Ve nasıl? O insanların birer rakamdan ibaret olmadığını, hayatta iken duyguları, özlemleri, heyecanları, sevdaları olan, yaşamayı bizim kadar hak eden insanlar olduğunu ne zaman anlayacak-anlatacağız.

Yukarıda da söylediğim gibi, bir avuç insan yazıyor, çiziyor, belgesel hazırlıyor. Ancak sesleri duyulmuyor. Türkiye’nin hatta dünyanın tanıdığı yazar, şair ve sanatçıların büyük çoğunluğu bu konuya, darbeden sonraki on yıla, 1980–1990 arası döneme değinmiyor. Yok sayıyor. Değinenler de birkaç istatistikî bilgi verip sonra da ya topyekûn inkâr yolunu seçiyor ya da sadece solun yaptığı hataları anlatıyor. Yani ‘gibi’ yapıyor, gerçeğin çok küçük bölümünü, buzdağının görünen yüzünü gösteriyorlar. Darbe kurbanı insanları arka plan- aksesuar- meze olarak kullanmaya devam ediyorlar.

Demem o ki, bu ülke geçmişiyle hesaplaşmadığı, darbeciler yargılanmadığı, 12 Eylül tutsaklarının itibarları iade edilmediği, örneğin Ankara’nın ortasına darbe kurbanlarının anıtı dikilmediği sürece de kanamaya devam edecek.

Sonsöz: Soner Önder’in, Avusturalya’nın Aborjinlerden yüz yıl sonra özür dilemesi üzerine yazdığı güzel yazıda söylediği gibi: ‘Travmanın oluşumunda, “katilin” yaptığı eylemi inkar etmesi kadar, olaya tanıklık eden “üçüncü kişi/toplum ve devletlerin” suskunluğu belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu nedenle “tanınma, kabul ve özür” gibi tarihi adımlar, travmatik bir tarihi sona erdirip yeni bir dönemin kapısını aralamaktadır. (…)Dün gözyaşlarını dökmekten utanmayan siyah bir Aborjin’dim… Yüreğimin yarası bir nebze iyileşiverdi. Hrant Dink’in eşinin söylediği gibi “acılarla akraba” olmaktan bir an çıktım. Ama ne yazık ki yüreğim halen yaralı, halen post-travmatik sancılarla kuşatılı… Bir “özür” için yalvarmıyorum, sadece hakkım olanı istiyorum. Yüzyıl gecikse de… Hakkım olanı!’

Dünya'da Yok Olan Aramice’yi Konuşuyorlar.


Murat Altunöz

Hz İsa’nın dili olan Aramice konuşan halk, hayatlarından memnun olduklarını dile getirdi.

Hz.İsa ve annesi Hz.Meryem'in 16 yıl yaşadığı ve halen Hz İsa’nın dilini konuşan Malula Köyü turistlerin akınına uğruyor.



Suriye’nin başkenti Şam'a 56 km. mesafedeki Hıristiyan köyü Malula'da halen yoğun olarak Hıristiyanlar yaşamaktadır. Hz. İsa'nın konuştuğu dil olarak bilinen ve bugün tamamen unutulmanın sınırına gelmiş "Aramice" isimli antik bir dil kullanılmaktadır.





5 civarında kilise, yanı sıra iki camisi olan Malula Köyünde, Hıristiyan ve Müslümanlar yıllardır aynı çatı altında yaşama devam ediyor. Dağların eteklerinde kurulan Malula Köyüne her yıl binlerce yerli ve yabancı turist, köyü merak edip ziyarete geliyor.

BİZ KARDEŞİZ, BİZİ KİMSE AYIRAMAZ

Malula’da yaşayan vatandaşlar iki etnik grubun yıllarca kardeşçe yaşadığını ve hayatlarından memnun olduklarını ifade ederek; “Dünya’nın bir çok yerinde savaşlar oluyor, insanlar birbirlerini öldürüyor. Biz ise Malula’da kardeşçe yaşıyoruz. Başka Amerika olmak üzere çok sayıda bizi sevmeyen ülke bizi bölmek bizim aramıza fesat karıştırmak için uğraştı ama başaramadı. Biz hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar hayatımızdan memnunuz, bir arada yaşamayı biliyoruz.”şeklinde konuştular.
-------------------------------------------
MURAT ALTUNÖZ-ÖZEL
http://www.antahaber.tr.cx/
-------------------------------------------

LATİFE TEKİN’E YANITLAR VE OLANLAR






Bülent Tekin

“...Doğrusu türban özgürlüğü sözde bir demokrasi davası gibi İslamcıların ABD ve Avrupa’nın desteğiyle elinde salladığı sahte bir özgürlük bayrağı olmuştur. Türban bugün-sayısını tam bilmiyorum ama-20 milyon Kürt kökenli yurttaşımızın hak ve özgürlüklerinden daha çok önemsenir bir öncelik olmuştur.”


Hürriyet’te (14.01.2008) Ayşe Arman’ın yazar Latife Tekin’le yaptığı röportajda-Tekin’in-“Türban” ve “Kürt Sorunu” üzerine söyledikleri oldukça ilgimi çekti. Yazar Türban’la Tülbent’i-Anadolu kadınının taktığını-kendi mantığı içinde mukayese ediyor ve türbana-sırf sarılış biçimi olarak-karşı çıktığını ve türbanın özgürleşmeyi engellediğini söylüyor. Türban kadını koruyamaz diyor: Tıpkı gece karanlığında türbanlı ya da açık saçlı bir kadının aynı tehlikeyle karşı karşıya kaldığı gibi. (Bu olaya biraz daha bilimsel bakmalıydı ve daha güzel anlatmalıydı diye düşünüyorum.)


Röportajda Latife Tekin-annesinin Kürt olduğunu söylüyor-“Orhan Pamuk’un ‘Kürtlerin trenine atladım’ diye bir lafı vardır, ben o trenden indim! Çünkü benim için bu ahlaki bir meseleydi, içinde gerçekten yer almadığım bir hareketin, mücadelenin sözcülüğünü yapmam, Kürtlere ayıp etmiş olurdum.(…)” şeklinde-böylesi-sözler söylüyor bir yazar (aydın) açıklığıyla(!)


Latife Hanım, kadını, yılanın kadına zorla elma yedirişine ve kadının da elmayı erkeğe yedirmesine dinler açısından; kültürel geçmişi nedeniyle de Sümerlere götürmesi bir araştırma konusu olabilir ama yılanın (iblis) buna neden olması-dinlere-suçu bir başkasına yükleme veya ötekinin salt emirleri uygulayan biri haline getirebiliyor. Belki bunu-aslında çok ta tartışmamız gerekiyor ya!-anlıyorum; ama kadın bu işte çok mu günahsız? Neden iki defa köle olmak istiyor? Bunu irdelemesi gerekirdi diye düşünüyorum. Erkeğin kaburga kemiğinden yapıldığını iddia edenlere karşı kadınlar kendiliğinden ikinci sınıf olmuyor mu? Burada bir ezen-ezilen ilişkisi; varsıl-yoksul ilişkisi seziyorum. İnsanlar imparator olmak için bırakın türbanı, kafalarına-inandırabilirlerse-tahtadan korumalık bile takabilirler? Bizim görevimiz de doğruları anlatmak olmalıdır! Bu ancak çok samimi bir tavırla olabilir. Bence kadın ve erkek eşitliği-feministliği kastetmiyorum!-insana en yakışanıdır. Yeter ki insanı başkalarına köle yapan oyunları bozabilelim: Bu bazen türban, bazen bıyık, bazen sakal, zaman zaman altın, gümüş, ara ara ben, sen, o, annemiz, babamız dahi olabilir? Eşitlikçi olmayı anlatabiliyor muyuz? Burjuva bir yaşamımızla söylediklerimiz uyuşuyor mu? Biz gerçekten eşitlik mücadelesinin neferleri miyiz? Önemli olan bu! Kürtleri ya da başka bir ırkı savunmak için mutlaka Kürt olmak gerekmez. Ezilen kimse -kadın mı, Kürt mü, Türk mü, Etopyalı mı,-hiç fark etmez-aydınların sorumluluğundadır diye düşünüyorum. O trene binmek zorundasınız? O trenden inerseniz gözünüzü bazı şeylere kapayanlardan olursunuz, inandırıcı olamazsınız! Eğer anneniz babanız aynı ırktan bile olsa-salt o ırk için değil tüm ırklar için-tüm ırkların ezilenleri, kimsesizleri, garipleri, sessizleri ve sahipsizleri için sesimizi yükseltmeliyiz! O sesi yükseltirken de ödül mödül düşünmeyeceğiz. Sesimizi salt gerçekler için, daha güzel bir dünya için yükseltmeliyiz. Sizi de anlamaya çalışıyorum Latife Tekin. Çalışmalarınızda başarılarınızın devamını dilerim.

Latife Tekin’in kadının içinde bulunduğu (türban) durumu açıklamada en fazla kullandığı motif erkeğin şeytan anlayışıdır. Yani lanetlenmiş yaratık olmasıdır. Bizim de her iki konuda (Türban ve Kürt Sorunu) söyleyecek bir iki sözümüz var Latife Hanım’a-tabii ki bir yazar arkadaşı olarak: ABD imparatorluğu-eski derebeylikler yerine-artık kendine bağlı kent devletleri kurmaktadır. İslam coğrafyası da bu alanın içinde(dir). Amerikan menfaatleri ve işbirlikçileri çeşit çeşit argümanlarla desteklenmektedir.





1 YTL nasıl oluyor da 1 ABD dolarına eşit olabiliyor? Türkiye ne üretiyor: Petrol mü, maden mi, altın mı? Teknolojimiz Japonya’nın mı üstünde?

Bir dayanak emperyalist para çevrelerince payanda edilmektedir. İttihatçılardan bu yana modernizmin (Batılılaşma) öncüleri olan ordunun yerini artık dinciler almaktadır(doğrusu askeri eğitim ve silahlanma yönünde yenilikler getirmişlerdir)? Hepsi birer demokrasi havarisi kesildi. (Ordunun eline verilen sanki bir oyuncakla onu BBG tipi bir gözetlemeye ve PKK kamplarını bombalanmayla oyalamaktadırlar. Gözetle ve vur! Oysa din devleti, şeriat tehlikesi uslardan sökülmüştür.) Artık roller değişiyor: Batılılaşmanın (demokrasi) bayrağını ülkemde İslamcılar taşıyor. Hiçbir aydının bir iki metrelik kumaşla (türbanla) davası olmaz. Doğrusu türban özgürlüğü sözde bir demokrasi davası gibi İslamcıların ABD ve Avrupa’nın desteğiyle elinde salladığı sahte bir özgürlük bayrağı olmuştur.






Türban bugün-sayısını tam bilmiyorum ama-20 milyon Kürt kökenli yurttaşımızın hak ve özgürlüklerinden daha çok önemsenir bir öncelik olmuştur.

21 Şubat 2008 Perşembe

Mersin kamuoyuna: Nükleer çöplük olmayın!










Adil OKAY


Türkiye’de her yıl enerji iletiminde, 5 milyon dolar kayboluyor. Nükleer lobilerin, nükleer santral hayalini gerçekleştirmek isteyen AKP hükümeti, ilk nükleer santrali Mersin’de kuracak. Bununla ilgili ihalenin bu hafta içinde yapılması planlanıyor. Hükümet ayrıca, Sinop’ta da Nükleer Geliştirme Merkezi kuracak. Bu merkezde araştırma reaktörleri, yakıt üretim ve eğitim tesisleri yer alacak.” ANF


Mersin Akkuyu mu yoksa Sinop mu derken, sanki mutlaka yapılması gerekirmiş gibi ‘Nükleer santral yapılacak kurban hangi kent olsun’ tartışmaları yapıldı. Mersin Akkuyu gündemden düşmüş, Sinop öne geçmişken Sinoplular nükleer cadı kazanına karşı önemli bir mücadele yürüttüler: ‘Nükleeriniz sizin olsun, Sinop bizim.’





Ve bu gün sessiz sedasız Mersin Akkuyu’ya nükleer santral yapma kararı alındı. Mersinliler uykuda yakalandı. Tabi bir de son çeyrek yüzyılda apolitizmin yaygınlaştığını, insanların duyarsızlaştığını, çevre bilincinin oluşmadığını düşünürsek, kamuoyu oluşturmanın kolay olmadığını biliriz. Ama buna rağmen Türkiye’de bu konuda duyarlı örgütler, aktivistler, bilim insanları var. Şimdi dayanışma zamanı. Öncelik Mersinlilere, Akkuyu’da yapılacak nükleer santralle başlarına talih kuşu mu konduğunu, yoksa bu santralle çocuklarını kanserli bir gelecek mi bekleyeceğini örneğin Çernobil’i yeniden anlatmak gerekiyor. Enerji, yenilebilir enerji, nükleer enerji farkını ve uluslararası kapitalist şirketlerin bizim gibi ülkelere, batının artık terk etmeye başladığı geri ve tehlikeli teknolojiyi sadece ve sadece kâr amacıyla pazarlamaya çalıştığını anlatmak gerekiyor. Bu tehlike sadece -bu konuda duyarlı olan- çevrecilere, solculara yönelik bir tehlike de değil üstelik. Mersin ve civarındaki milyonlarca insan ve doğa için bir tehlike.







Mersin üzerinde uluslararası oyunlar

Greenpeace örgütü başkanı Dr. Thilo Bode, nükleer endüstrinin Türkiye üzerinde büyük bir baskı kurduğuna dikkat çekerek, nükleer santral yapılması halinde bunun bedelinin ağır ödeneceğini bildirdi.

Pek çok ülkenin nükleer santrallerden vazgeçmeye başladığı bir dönemde Türkiye’nin nükleer enerji planlarının kabul edilemez olduğunu söyleyen Bode, İsveç’in nükleer santrallerden vazgeçtiğini, İtalya’da yeni santral yapımlarının dondurulduğunu, Fransa’da nükleer santralsiz bir gelecek tartışmasının sürdüğünü hatırlattı. Türkiye’nin geleceğin enerjisini satın aldığını düşünürken, aslında geçmişin teknolojisini satın aldığını vurguladı. Türk hükümetinin bu politikayla taş devrine döneceğini belirterek, GREENPEACE ‘nin enerji politikasının nükleer enerjiye ve fosil yakıtlara dayanmayan politikalar olduğunu ifade etti. (1)


“ABD’de 1978, Almanya’da 1982, Kanada’da 1978 yılından beri nükleer santral siparişi verilmiyor, Fransa da 1997 yılından itibaren 2010 yılına kadar nükleer programını askıya aldı. Japonya’nın Monju kentinde 1997’de, Tokaimura kentinde 1999’da yaşanan kazalar nedeniyle halk, nükleer santrallere karşı çıkmaya başladı. Kanada’da 13 Ağustos 1997’de 21 adet Candu nükleer santralinden 7’si, ABD’li ve Kanadalı uzmanlarca yapılan denetimlerde yetersiz, tehlikeli bulunduğu için kapatıldı. Avusturya’da yapımı 1978’de tamamlanan Zwentendorf Nükleer Santralı, referendumda ‘hayır’ sonucunun çıkması nedeniyle hiç çalıştırılmadan kapatıldı. İsveç, 1980 yılında yapılan referandum sonucunda elektriğinin yüzde 46’sını karşıladığı nükleer santralleri 2010 yılında kapatma kararı aldı. Rusya, etkileri hâlâ devam eden Çernobil faciasından sonra onlarca santral projesinden vazgeçmek zorunda kaldı.”(2)


Nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yazman: ‘Nükleer reaktörden çıkan yanmış atıkların, kazadan beladan uzak bir şekilde 250 bin yıl saklamamız gerekiyor. (…) hiçbir bürokrat-teknokrat çizmeden yukarı çıkmamalı, 250 bin yılın kefili olmaya yeltenmemelidir. hiç kimse nükleer santrali Türkiye için ‘teknik bir zorunluluk’ olarak göstermesin. bu bir siyasi seçenek ve karar. (3)


Hadi Mersin Akkuyu’ya nükleer santral kuruldu diyelim. Beş on yıl sorunsuz enerji üretti. peki ya atıklar. Nükleer çöplük. kaç nesil toprağımızı, çocuklarımızı, torunlarımızı tehdit edecek çöplükler ne olacak.







Nükleer santraller kimin için

İlk nükleer santralın 2012’de işletilebileceğini açıklayan TAEK Başkanı Okay Çakıroğlu, ‘Türkiye bütün rüzgâr ve hidroenerji potansiyelini kullanabilse bile 2020 yılında enerji açığı çeker. Nükleer santral enerjide hem en ucuz hem de en çevreci çözüm,’ dedi...”(4)


Sonra da... “2020’ye kadar Türkiye’nin enerjiye 128.5 milyar dolarlık yatırım yapacağını ifade eden Güler, “Nükleer santral yapımında öncelik özel sektörde olacak,”(5) diye ekliyor...

Özel sektörün yani kapitalistlerin gözü aydın! Sanki Hiroşima, Çernobil yaşanmamış gibi...

Yeniden başladılar... Seslerini giderek yükseltiyorlar...

“Neden” mi?

Elbette özel sektörün yani kapitalistlerin sömürüsü için...(6)
Ya da “Nükleer enerji lobileri yıllardır ellerinde kalan ve kendi ülkelerine kurmak istemedikleri nükleer reaktörleri pazarlamak için uğraşıp durmaktadırlar. Zaman zaman sözde ‘bilim’ insanlarını zaman zaman da basındaki yazarları devreye sokarak nükleer enerjinin ‘gerekliliğini’ topluma dayatmaya çalışırlar” da ondan...

Radyasyon ve atık sorunu, dünyanın nükleer santrallerden vazgeçmesinin en önemli nedenleri arasında yer alıyor. Nükleer santrallerden çıkan atıkların saklanması, imhası için lisanslı bir depolama alanı bulunmuyor. Bir nükleer santralın normal çalışması esnasında etrafına radyasyonun çok düşük bir oran olmasına karşın insan vücudu üzerinde ciddi hasarlara yol açtığı artık biliniyor. Nükleer santralın çalışması sırasında veya kaza sonrasında açığa çıkan radyasyon, besin ve solunum yolu ile canlılara geçiyor. Canlı hücreleri meydana getiren atomları ve molekülleri iyonize ederek yapılarını bozan radyasyon, DNA’ların da kimyasal yapısını bozuyor. Nükleer santrallerin çevresinde yaşayanlarda görülen kanser vakalarında yüzde 400’lük bir artış yaşanırken genetik mutasyonlar nedeni ile normal olmayan doğumlar, lösemi gibi hastalıklar artmaya başladı.







Mersin nükleer çöplük olacak

‘Nükleer santrallerin dünü bu günü ve yarını’ başlıklı konferansında, Kanada Nükleer Dikkat Projesi Vakfı araştırma müdürü David H. Martin, Akkuyu’ya inşa edilmesi düşünülen reaktörün her 1,5 yılda 2 bin ton yüksek düzeyde radyoaktif atık üreteceğini belirtip, bu atıkların binlerce yıl boyunca saklanmak zorunda olduğunun altını çizerek, “kanada kendi atıklarına çözüm üretemedi. Türkiye de çıkan atıklara Kanada ve diğer ülkeler gibi çözüm üretemeyecek.” diyor. (7)

“Nükleer santrallerle ilgili bir diğer sorun da radyoaktif atıklar. Ortalama 1000 megavat gücü olan bir santral, yılda yaklaşık 27 ton yüksek düzeyli, 250 ton orta düzeyli, 450 ton düşük düzeyli atık üretiyor. Bu atıklar ve tükenmiş yakıt çubukları, 20 yıl boyunca reaktörün içindeki veya yanındaki havuzlarda bekletiliyor. Atıkların güvenli bir şekilde depolanacağı alanlar bulunmaması risk oluşturuyor.”(8)


Greenpeace örgütü başkanı Dr. Thilo Bode, Nükleer endüstrinin can çekiştiği bir dönemde Türkiye’nin can simidi olduğunu, Türkiye’nin üzerinde nükleer endüstrinin ticari baskısı olduğunu vurgulayarak, santrali yapan firmaların ortaya çıkacak atıklarla ilgilenmediğini anlattı. Türkiye’ye nükleer santral kurulması durumunda, uluslararası firmaların Türkiye’yi radyoaktif atıklarının –çöplüklerin- merkezi yapacaklarını altını çizdi.

Greenpeace Akdeniz Enerji Kampanyası sorumlusu Hilal Atıcı, ‘Planlanan nükleer enerji kapasitesi Türkiye’nin gelecekteki enerji ihtiyacının yüzde 5’inden daha fazlasını karşılamayacak... Bu durumun tek sonucu eski, tehlikeli ve pahalı teknolojilerin Türk insanını çıkmaz bir yola sürüklemesi olacak. Nükleer enerji, tehlikeli kazalar, rutin radyoaktif salımlar ve hiçbir şekilde ortadan kaldırılması mümkün olmayan radyoaktif atıkların ortaya çıkması gibi büyük riskler taşır. Bir nükleer enerji santralinin yapımı kadar sökümü de çok pahalıdır, milyar dolarlara mal olur’ diyor.

TTB’nin hazırlamış olduğu nükleer dosyada nükleer üretimle ilgili şu veriyi de dikkatle okumamız şart: ‘Türkiye’de nükleer santraller için yeterli uranyum bulunduğu öne sürülüyor. Oysa, yaklaşık 9.000 ton civarında çok zengin olmayan ve yurtdışında zenginleştirilmesi zorunlu olan bir uranyum rezervimiz var. Bu da, 1.000 mw’lık bir nükleer santralın ancak yıllık ihtiyacını karşılamaya yetebilir. Sonuç olarak yakıt ve teknoloji olarak dışa bağımlılığımız devam edecektir’...”(9)


Sonsöz:

Greenpeace örgütünün açıklamasına göre, Türkiye enerji bakanı nükleer atıklar konusunda bilgisiz. Nükleer santrallerde böyle bir sorun olduğunu bile bilmiyor. Alman hükümetleri; ülkedeki protesto eylemlerinden çekindikleri için nükleer çöpleri büyük paralar vererek başka ülkelere yolluyor.

Peki Türkiye ne yapacak. Nasılsa kendi çöpümüzü kabul edecek bir ülke bulamayız, bulsak da paramız yok, oldu olacak nükleer çöplük olalım da para mı kazanalım diyecek?

Ya Mersinliler?


Not: Temel Demirer’in ‘Nükleer çılgınlık eşiği’ adlı çalışmasından ve ‘YDD kıskacında çevre ve kent’ (Ütopya yayınevi) adlı kitaptan yararlanılmıştır.


(1) Temel Demirer, Nükleer çılgınlık eşiği.
(2) Özlem Güvemli, “Türkiye ‘Ölüme’ Koşuyor”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2006, s.9.
(3) Cumhuriyet, 26 Nisan 1998, s. 18.
(4) Okay Çakıroğlu, “Nükleer Enerji Çevrecidir”, Radikal, 9 Mart 2006, s.4.
(5) “Nükleerde Öncelik Özel Sektörde Olacak”, Radikal, 6 Mart 2006, s.15.
(6) YDD kıskacında çevre ve kent. Ütopya yayınevi. Ankara. 1999.
(7) David H. martin, emek, 21 Mart 1988, s. 12
(8) Özlem Güvemli, “Atık Sorunu Çözümsüz”, Cumhuriyet, 22 Şubat 2006, s.9.
(9) Uğur Biryol, “Nükleer Yalanlar”, Radikal İki, 5 Mart 2006, s.10.

19 Şubat 2008 Salı

”KOSOVA BAĞIMSIZLIĞI HAYIRLI OLSUN!”




BİR OKUYUCU MEKTUBU: KOSOVA BAĞIMSIZLIĞI HAYIRLI OLSUN!


Ali Emin İleri


Evet; Nihayet, Kosova bağımsızlığın ilan etti. Kutlu ve hayırlı olsun!

Hak, haktır. Nüfusla ilgisi yok. Herkes özgürce, ”kendi kaderini tayin etme hakkına” sahiptir.

Ben, dünyadaki tüm halkların, ”kendi kaderlerini, kendileri tayin etmesinden” yanayım. Bana göre, önce bağımsız olmadan, bağımsızlğı yaşamadan, ”enternasyonalistleşmek” savı, boş bir iddiadır. Hele hele, özel mülkiyetin insanları ayırdığı ve parçalara böldüğü bir sistemde, öz-bağımsızlık olmadan, enternasyonalistim demek, hem boş bir sav, hem de iktidarı ele geçiren sahte özgürlükçülerin ekmeğine yağ sürmek oluyor. Bunun bu olduğu, tarihten silinmek istenen Kürtlerin durumu bizlere gösteriyor.

Evet, ne güzel, 2 milyon Kosovalı bağımsızlığını ilan ediyor! Peki 15 – 20 milyon Kürt, bağımsızlık bir yana, hâlâ kendi dilini kullanmak hürriyetine sahip değildir! Bu nasıl oluyor?!



İşin daha grotesk tarafı var: Kürtleri tarihten silmek isteyen Türkiye, Kosova bağımsızlığını, ilk tanıyan ülkeler arasında yer alıyor!

Almanya da ”asimilasyon insanlık suçu” diyen, Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 8 yaşındaki bir Kürt çocuğu hakkında, Kürtçe olarak; ” Babamı özlüyorum” yazdığı için hakkında soruşturma açıldığını görmezden geliyor. Aklı sıra insanları ”manipüle” ediyor!

Peki, bundan daha büyük bir ahlaksızlık olur mu?

Peki, Kürtleri ezen, onları tarihten silmek istenen mentalitenin temsilcisi olmaktan daha büyük bir ahlaksızlık olur mu?..

Değerli Blog yönetici ve okuyucuları;

Haklı ve hakkı olan Kosova’nın bağımsızlığından yanayız, ama ya Kürtler?..

Bunları ve selamlarımı iletmek istedim.

Tüm blog yöneticilerine en üstün başarılar.

18 Şubat 2008 Pazartesi

BİREY LAİK OLMAZ, DEVLET LAİK OLUR İDDİASI



Yener ORKUNOĞLU / E-Mail: yorkunoglu@gmx.net

Laiklik, özgür bireyi ve toplumu şart koşar. Laiklik, insan ve toplumun özgürleşmesidir. Dolayısıyla, laiklik özgür bireye dayanır. ‘Laik birey’ demek, insanın kul olmaktan çıkıp, birey olması demektir.”

Siyasal İslamın ileri sürdüğü üç gerekçe var:

1. Birey laik olmaz, devlet laik olur!

2. Türban hakkı bir insan hakkıdır. Türbana özgürlük, bir özgürlük istemidir.

3. Oy çoğunluğuna bakarak, biz ‘Milli İradeyi’ temsil ediyoruz!

İleri sürülen bu üç gerekçenin içi boş olduğunu göstermeye çalışacağız. Bu yazıda ilk gerekçeyi ele alacağız. Diğer iki gerekçe başka yazılarda ele alınacak.

‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ düşüncesi, laikliği reddedenlerin, laikçileri köşeye sıkıştırmak için iyi düşünüp ortaya attıkları bir iddia. Bu iddiayı çok yönlü bir şekilde ele alıp incelemek gerekir. Çünkü bu iddia etkisiz hale getirilmeden, Siyasal İslamın gücünü kırmak mümkün değildir. AKP’ye karşı olanların bu konuda geniş ve derin bilgiye ihtihaçları var. ‘Atatürk Cumhuriyeti’nden dem vurmak, tepkinizi açığa vurabilirsiniz. Ama iddiaya karşı akılcı gerekçeler getirmez. Oysa akılcı gerekçelere ihtiyacımız var.

‘Birey laik olmaz, devlet laik olur!’ iddiasının neden içi boş olduğunu, neden laikliği reddeden bir anlayış olduğunu ortaya sergilemek gerekir. Bir köşe yazısı çerçevesi içinde, bu iddianın boş olduğunu ortaya koymaya çalışacağım.

‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ cümlesi, ilk bakışta doğru gözükür. Ama kazındığında altından teolojinin gizlenmiş bir ifadesi olduğu sonucu çıkar. Çünkü bu düşünce, laik-olmayan bireylerle laik devleti kuşatma stratejisidir. Dolayısıyla ‘birey laik olmaz, devlet laik olur’ tehlikeli bir düşüncedir. Bu mantığa göre, bireylerin laik-olması gerekmez. Bu düşünce, laikliğin altını oymaktadır.



İlkin laikliğin gerçek anlamını ele alalım. Laiklik, Aydınlanma felsefesi ve onun özgürlük anlayışı ile geldi. Ne demek laiklik? Özgürleşmek demektir. Neden ve hangi şeyden özgürleşmek? İnsan aklına sınır koyan, dinsel dogmalardan özgürleşmek! Aydınlanma felsefesi, insanın tanrıya ve kilisiye kul olmaktan kurtulması için özgürlük istemiştir. Demek ki, ‘laiklik’ demek insan aklının dinden özgürleşmesi demektir. Laikliği, aklın özgürleşmesinden başka türlü ele almak yanlış bir yaklaşımdır.


Laiklik, özgür bireyi ve toplumu şart koşar. Laiklik, insan ve toplumun özgürleşmesidir. Dolayısıyla, laiklik özgür bireye dayanır. ‘Laik birey’ demek, insanın kul olmaktan çıkıp, birey olması demektir. Kutsal kitapların kurallarına göre değil, özgür insan aklının ilkelerine göre kurulmuş devleti kabul eden insan laik bireydir.


Birey laik olmaz devlet laik olur, düşüncesi yanlış bir laiklik anlayışına dayanır. Siyasal İslam’ın güçlenmesine katkıda bulunan olgulardan biri kemalizmin eksik laiklik anlayışıdır. Dolayısıyla Siyasal İslamın, siyasal, ideolojik gücünü kırmak, kemalizmin yanlış laiklik anlayışını eleştirmekle ele ele yürümeli.


Kemalizm, laikliği çok sınırlı bir şekilde ele aldı: Laikliği, insanın dinsel doğmalardan özgürleşmesi olarak değil, siyasal bir sorun olarak kavradı. Laikliği, esas olarak, devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılması gibi dar açıdan ele aldı. Laikliği yalnızca devletin tutumuna indirgedi. Oysa laiklik, hem bireyi hem de devleti ilgilendirir. Çünkü esas olarak, insanın ve toplumun dinsel ideolojiden özgürleşmesidir.


Eğer birey laik değilse, devletin laik olması içi boş bir iddiadır. Bu nedenle, ‘devlet laik olur, birey laik olmaz’ eksik ve yanlış bir düşüncedir. Evet, ‘devlet laik olur’ düşünce doğrudur, ama ‘birey laik olmaz’ düşüncesi yanlıştır. Neden mi? Nasıl ki, demokratları olmayan bir ‘demokrasi’ düşünülemezse, laik bireyleri olmayan laik bir devlette düşünülemez. Bir toplumun bireyleri, demokrat fikirlere sahip değilse, bu toplumdan demokrasi gelişebilir mi? ‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ düşüncesi, Siyasal İslamın bir tuzağıdır. Bireyleri laik olmayan bir toplumda, gerçek laik devlet nasıl olabilir! Ama maalesef bu tuzağa düşenlerın sayısı çok. Bu ise Türkiye’de kafaların ne kadar az özgür olduğunun bir ifadesidir.


Eğer biri, ‘ben laik değilim, müslümanım’ diyorsa, bu iki anlama gelir. Birincisi, bu kişi, aklı özgürleşmiş bir birey değil, aklını İslam dinine teslim eden bir kuldur; İkincisi, bu kişi, laik devleti ve toplumu tanımayan biridir.




Devlet, hem laik, hem de müslüman olmaz. Çünkü devlet, bir dinden yana tavır takınamaz. Tüm dinler karşısında nötr olmalı. Tüm dinlere karşı eşit mesade durmalı. Oysa birey açısından durum biraz farklıdır. Yani birey hem laik, hem de (isterse) müslüman olabilir. Ama bunu iyi anlamak gerekir. Birey, laik devletin dışında yaşamıyor, laik devletin bir parçasıdır. Bu anlamda laik devletin bir vatandaşı olduğu ölçüde birey laiktir. Ama birey özel bir kişi olarak, dinsel inanca sahip olabilir. Bu demektir ki, devlet ve toplumla ilişkilerinde birey laiktir, özel alanda ise dinsel düşünceleri olan bir müslüman olabilir. Buraya kadar anlattıklarımız tutarlı bir demokrat görüşlerdir.


Tefeci-Bezirganların önemli bir özellikleri var: Sinsi strateji izlemek. AKP, sinsi staretejisi ile kafası karışık entgellektüeleri şaşırttı. Bazıları uyanmaya başladı. Biz günaydın diğelim bu kafası karışmış entellektüellere!

17 Şubat 2008 Pazar

Türkiyeli Yazarlar Suriye’ye Çıkarma Yaptı..



Türkiye ile Suriye arasında yapılan kültür ve sanat dostluk protokolü, her yıl bir önceki yıla oranla daha fazla gelişmeye devam ediyor...




Bu kapsamda, Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu ve beraberinde çok sayıda yazar, şair ve sanatçı Suriye’ye çıkartma yaptı.

Grubun ilk durağı olan İdlip Valisi Atıf El Neddaf ile bir araya gelen Türkiye heyeti, iki ülke arasındaki ilişkiler hakkında görüş alışverişinde bulundular.

Yapılan görüşmede konuşan Türkiye Yazarlar Sendikası Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu; İki ülke arasında başlayan kültür sanat ve edebiyat alanındaki dostluğun her alanda pekiştiğini ve her yıl daha da ileriye gittiğini söyledi.

KOMŞU ÜLKE İLE ÖNEMLİ AŞAMALAR KAYDETTİK

Başkan Karasu, Suriye ile tarihi bağlarının derin olduğunu belirterek; ”Bizler iki dost ülke olarak ticaret, sanayi dışında kültür ve sanat anlamında da çok önemli yol kat ettik. İki ülke yazar ve şairleri arasında yapılan çok sayıda protokol ile iki kardeş halkın birbirine daha fazla yakınlaşmasına neden oldu. Bizler edebiyatçılar olarak; Suriyeli edebiyatçılarla birlikte geçmişte olduğu gibi gelecekte de çok sayıda başarıya ortak işe imza atacağımıza inanıyorum” şeklinde konuştu.

NEDDAF: YAZAR ÖRGÜTÜNÜN ÜYELERİNİ SURİYE’DE AĞIRLAMAKTAN DOLAYI ÇOK MEMNUNUM

Daha sonra söz alan İdlip Valisi Atıf El Neddaf, iki ülke arasındaki bu dostluğun en üst seviyeye inançlarının tam olduğunu ve yazar örgütünü Suriye’de ağırlamaktan memnun olduklarını söyledi.

El Neddaf, basın mensuplarının sorularını da yanıtlayarak; Hatay için çok önemli olan ve Amik ovasına hayat verecek olan Dostluk Barajının tamamlanması için çalışmaların tüm hızıyla sürdüğünü söyledi.

El Nedaf; Dostluk barajı için Türkiye’den bu ay içerisinde Suriye’ye bir heyetin geleceğini ve bu heyetin çalışmaları sonucunda barajın son durumu hakkında bilgi vereceklerini söyledi.
İki Kardeş ülkenin her alanda birlik olması gerektiğine vurgu yapan El Neddaf; ”Bizler iki kardeş ülke olarak sosyal kültürel ve ticari anlamda ilişkilerimizi geliştirmeliyiz. Bunun için daha fazla çalışmalıyız. Önümüzdeki yıllarda da var olan projelerimizle daha sıkı ilişkiler kuracağız” dedi.

Yazarlar İdlip’te eğlendi….



Suriye’nin İdlip kentinde; İdlip Valiliğinin konuğu olan Türk yazarlar Arapça ve Türkçe Muzik eşliğinde eğlenerek, güzel saatler geçirdiler. Türk yazarlar ayrıca, Suriye’de, Suriye’li yazar Meryem Hayberk, Ali Akle Orsa, Abdulkadir El Evset ile bir araya gelerek, edebiyat ve iki ülke arasında ilerisi süreçlerde yapılacak çalışmalar hakkında bilgi alışverişinde bulundular..

---------------------------------------
Haber: Murat Altunöz
http://www.tysantakya.tr.cx/
http://www.antahaber.tr.cx/
----------------------------------------

”BOZKURT” SEMBOLU ÇALINTIDIR!




Sevra KURTULUŞ


Türkiye’de ülkücülerin kullandığı, bozkurt sembolu çalıntıdır!

Gecekondu Türkiye’sinde zaten kendine özgü birşey yok. Bulunmaz.


Osmanlı Devleti ve devamı olan Türkiye’de kendine özgü bir yapı, bir parça bulmak, gerçekten zordur. Yok.

Böylesi bir yokluk ve zorlukta yazılan resmi tarih, hiç kuşkusuz, abartma ve uydurmalarla dolu olacaktır. Budur.

Böylesi bir yokluk ve zorlukta yazılan ve bizlere okutulan resmi tarih, yalanlarla doludur:

Kökenimiz konusunda yazılanlar, uydurmadır.

Tarihimiz ve Anadolu’ya gelişimiz konusunda yazılanlar, uydurmadır.

Bunlar, başka yazılarda ele alınacak ve yazılacaktır.

Basit bir örnek: Türkiye’de kullanılan resmidil, Türkçeye bir bakalım: Dil, son derece yapay ve başka dillerden alınan kelimelerin toplamından oluşmuştur.(1)

Bunlar doğaldır. Gecekondu kurulur gibi kurulan Osmanlı Devleti ve devamı Türkiye Cumhuriyeti’nde, bunlar doğaldır. Böylesi kuruluşlarda kendine özgü bir yapı ya da kurum bulmak mümkün değildir. Kuruluşta kullanılan tüm kurumlar…hepsi, daha önce ve başka ülke ve devletlerde kullanılmıştır. Başka ülkelerin tarihlerinden ya da tarihin enkazcılarından resmi tarih oluşturmak veya yazmak, pek kolay olmuyor! Bu da açıktır.

Açığa çıkan şu oluyor: Osmanlı Devleti ve devamı Türkiye Cumhuriyeti’nde tarih, abartma uydurma ve yalanlarla doludur. İşte bir örnek: Ülkücülerin kullandığı bozkurt sembolu!

Azıcık tarih bilgisine sahip olanlar, bu sembolun “çalıntı” olduğunu zaten bilir / biliyor. Doğaldır; gecekondu kurulur gibi kurulan Osmanlı Devleti ve devamı Türkiye Cumhuriyeti’inde, zaten, kendine has bir şey bulmak, mümkün değildir. Bu da bellidir

Tarihimiz abartma ve uydurmalarla dolu dedik. Budur. Bozkurt masalı da “masaldır”. Uyduruktur:



Roma mitolojisindeki Romus ve Romulus kardeşleri emziren dişi kurttan esinlenerek, “Türk’ü Ergenekondan çıkartan bir bozkurt masalı uydurulmuştur. Oysaki bu “masal” bizlere, Balkan, Kafkas ve Kırımdan ithal edilmiş ve Türkler tarafından savunulup, desteklenmiştir.

Sembollere gelmişken şunu eklemekte yarar var:

Türkmenistan’ın milli sembolu, atdır.

Kırgızistan’nın, kartaldır.

Ve Çeçenlerin bayrağında ”asena” vardır. Ve bu bozkurt sembolu, Çeçenlere aittir!


Bu sembol, Türkiye’ye nasıl girdi?


Bu sembolu Türkiye’ye ithal eden “gagauz” Türkleridir. Gagauz Türkleri hem Hiristiyan, hem de balkanlarda yaşamaktadırlar. Bu anlamda, dişi kurt mitolojisinin merkezi Avrupa oluyor. Bu bağlamda, bozkurt sembolu Türklere Avrupa’dan geliyor ve “çalıntıdır!” (2)

Bu da doğaldır. Zira gecekondu Türkiye’sinde kendine özgü bir şey bulmak, zaten mümkün değildir!..
-----------------------------------------------
Notlar:
(1) Bakınız, Faiz Cebiroğlu. Eylemsel Yetke: „Abartma ve Uydurma“. Sayfa: 105. Yoğunluk Yayınları, Eylül 2007.
(2) Bakınız, Ahura Akgül, Roja Kurdi.
------------------------------------------------

15 Şubat 2008 Cuma

OTUZÜÇ KURŞUN (*)




Ahmed ARİF



Bu dağ Mengene dağıdır

Tanyeri atanda Van'da
Bu dağ Nemrut yavrusudur
Tanyeri atanda Nemruda karşı
Bir yanın çığ tutar, Kafkas ufkudur

Bir yanın seccade Acem mülküdür

Doruklarda buzulların salkımı

Firari guvercinler su başlarında
Ve karaca sürüsü, Keklik takımı...



Yiğitlik inkar gelinmez

Tek'e - tek doğüşte yenilmediler
Bin yıllardan bu yan, bura uşağı
Gel haberi nerden verek
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzuç kan pınarı

Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...


Ahmed Arif'in şiirini şu dizelerle sonlandırmak, daha uygundur:

”Vurun ulan,
Vurun,

Ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm,
Karnımda sözüm var
Haldan bilene.”

---------------------------------------------------------------------------

(*) 30 Temmuz 1943 günü akşamüstü, Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsü, gözaltında tutuldukları sınır karakolundan alındılar ve içlerinden 32’si kırsal bölgede kurşuna dizilerek öldürüldü. Katliamdan kurtulan tek kişi, bir taşın arkasına gizlenmiş ve cinayetleri başından sonuna kadar izlemişti.
33 kişiyi sorgusuz sualsiz kurşuna dizdirmek suçundan yargılanan emekli Orgeneral Mustafa Muğlalı. Genelkurmay Askeri Mahkemesi'nce 20 yıl hapis cezasına mahkum edildi.
Bu hazin ve utanç verici katliamı, Ahmed Arif'in "Otuzüç Kurşun"adlı şiirinde dile getiriyordu. Nedense, paylaşmak istedim.

14 Şubat 2008 Perşembe

AŞKIN İSTERİK ÇIĞLIKLARI











Bülent Tekin

Nedense kanıt (belge) olarak bize kalmış aşk ve sevgi üzerine yazıtın “bir erkek ve genç kız” arasındaki aşkı betimleyen dizeler olmadığıdır. Bu Sümer tableti (şiir gelin tarafından söylenmiştir) bir kralla ona layık seçilmiş gelinini betimler:

“Güvey, canımın içi,/ Gönül açar güzelliğin, bal gibi tatlı,/ Aslan, canımın içi,/ hoştur güzelliğin, bal gibi tatlı.// Beni esir ettin, titreyerek önünde durayım,/ Güvey, yatak odasına götür beni,/ Beni esir ettin, titreyerek önünde durayım,/ Aslan, yatak odasına götür beni.// Güvey, seni okşayayım,/ sevdalı okşayışlarım baldan daha tatlıdır,(…)Güvey, şafağa değin uyu evimizde,/ Yüreğin, bilirim yüreğinin nerede sevindiğini,/ Aslan, şafağa değin uyu evimizde.(…)” Bu şarkının Sümer inancına göre “kutsal evlilik” ayini denen ve her yılın ilk gününde yapılan şarkılı, müzikli, danslı şölende(bu şarkının söz ettiği kral Şu-Sin’dir) kralın bereket oluşsun diye aşk ve doğurganlık tanrıçası İnanna’nın rahibelerinden birisiyle evlenmesi sırasında seçilmiş gelin tarafından söylendiği tahmin edilir.



Yine bir başka tablette,-kendini kral Şu Sin’e adamış kadının-Şu-Sin’e yazdığı aşk şarkısı Kutsal Kitap’taki (Kitabı Mukaddes)“Neşideler Neşidesi”ni çağrıştırır:

“Saf olanı doğurdu o, saf olanı doğurdu o,/ Saf olanı doğurdu kraliçe[kral Şu-Sin’in annesi], saf olanı doğurdu Abisimti[kral Şu-Sin’in annesi]/ Saf olanı doğurdu kraliçe.(…)Ey güzel uzuvlarla süslü (kraliçem)/ Ey..başlı (kraliçem), kraliçem Kubatum[kral Şu-Sin’in eşi]/ Ey..saçlı (efendim), efendim Şu-Sin,(…)Allari [bir aşk şarkısı]-söylediğim için, efendi bana armağan verdi,/ Altından bir kolye, lapis taşından mühür, efendi bana armağan etti,(…)Tanrım, şarap dolduran genç kızın tatlıdır içkisi,/ İçkisi gibi tatlıdır dölyatağı da, tatlıdır içkisi,(…)”

Her ne hikmetse ilk aşk ve ilk sevgili sıradan insanları değil de, seçilmişleri kapsıyor. Ve ne tuhaftır ki-tıpkı bugün gibi-erkek (kral) kadına (sevdiğine) pahalı armağanlar veriyor. O ilk aşklar bile mutlaka bir yerinden çıkara bağlanıyor. Bu düğüm şimdilerde değil, o ilk insandan, binlerce yıl öncesinden atıldı. Kadını, aşkı, sevgiyi bize öğreten-ancak onu tapınağa da hapseden-tanrıça İnanna oldu.



Ve işe çamurdan, balçıktan başlarsak kutsal kitaplarda Âdem ve Havva’dan söz etmek gerekecek: “(…)Rab Tanrı Âdem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu üfledi. Böylece Âdem yaşayan varlık oldu. Rab Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Âdem’i oraya koydu.(…)Ona, ‘Bahçede istediğin ağacı yiyebilirsin’ diye buyurdu. ‘Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme(...)’(…)Rab Tanrı Âdem’e derin bir uyku verdi. Âdem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapladı. Âdem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Âdem’e getirdi.(…)Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi, o da yedi.(…)Rab Tanrı kadına, ‘Çocuk doğururken sana çok acı çektireceğim’ dedi. Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın. Seni o yönetecek.’(…)Böylece Rab Tanrı,(…)Âdem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu.(…)”(Kutsal Kitap, Yaratılış,2-3)

Kur’an’ın A’raf süresinde de cennetten çıkarılma anlatılır. “(…)‘Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.’(…)Derken şeytan,(…)onları kandırarak yasağa sürükledi.(…)Allah dedi ki: ‘Birbirinizin düşmanı olarak inin (oradan). Size yeryüzünde bir zamana kadar yerleşme ve yararlanma vardır.’ Allah dedi ki: ‘Orada yaşayacaksınız, sonra da öleceksiniz ve oradan (mahşere) çıkarılacaksınız.’(…)”

Böylece kutsal kitapların anlatımıyla da, kadının (sevgilinin) erkekten daha alt pozisyonda ve bağımlılığında olduğu deklere edildi. Yasak meyveyi yiyen (yediren) kadın acı içinde çocuk doğuracaktı.

Denir ki 14 Şubat öyküsü 3.yüzyılda-barbar zihniyetli-Roma İmparatoru II.Claudius’un (Marcus Aurelius Claudius Augustus Gothicus) asker gereksinimi için evlenmeyi yasaklamasıyla başlar. Sevgililer şaşkın ve acı içindedirler. Birbirlerinden uzakta, ümitsiz bekleyişlerle, artık acı içinde ölmektedirler. Bu yasaya uymayan-daha sonra Aziz ilan edilecek-papaz Valentine yine kendisi gibi düşünen (Aziz) Marius’la birlikte gençleri gizlice evlendirir. İmparatorun haksız olduğunu anlatır. Tutuklanır Valentine. Hapishanede onu bir gardiyan kızkardeşi kör Julia sık sık ziyaret eder. Amacı gözlerinin açılmasıdır. Valentinus ona doğayı, bilimi, aritmetiği ve Tanrı’yı anlatır. Kadını yaşamaya yönlendirir böylece. Kadın görmek için dua eder. Valentinus, “Tanrı bizim için en iyi olanı yapar, yeter ki buna inanalım.” der. Ve bir sabah gözlerinde aydınlık belirtileri olur Julia’nın. Haykırır :




“Valentinus görüyorum, görüyorum!” Valentius ona dualarına devam etmesini telkin eder. Ancak ertesi gün (14 Şubat 270) Valentinus’un ölüm emri gelir. Ve o gün, yaptıklarından(!) dolayı sopayla dövülerek öldürülür(kafasının kesildiği şeklinde iddialar da var). Valentinus, Julia’ya öğüt dolu bir not bırakır: Tanrı’ya yakın olmasını öğütlemiştir. Ve notun altını da “Senin Valentine’ından” diye imzalamıştır. İşte bu not bugün Sevgililer Günü olarak kabul edilen 14 Şubat’ta yollanan milyonlarca (tebrik) kartın nedenidir.

Memê Alan ve onun adaptasyonu Mem û Zin öyküleri de sevgi, doğruluk, temiz ilişkiler, fedakârlık ve direniş ruhlarını içerir. Bunlar da birer Kürt aşk ve sevgi destanlarıdır. Ehmedê Xanî’nin 1686’da-Cizre’ye gelerek-Mem û Zin’i 1695 yılına kadar yazdığı söylenir. Ehmedê Xanî Mem û Zin’i yazarken olayların örgüsünde hemen hemen Memê Alan’dan esinlenerek aynı argümanları kullanmıştır. Aşk, sevda zordur, çetindir, direnilmelidir; kavuşmak belki de ölüm sonrasına kalır…



Kadın-erkek eşitsizliği yazının bulunması sonrasında, kutsal kitaplarla başlamıştır. Bugün açlık, yoksulluk, savaş, işsizlik, borçlanma gibi nedenlerle milyonlarca kadın fuhuşa zorlanıyor. Sosyalist sistem çöküp mafya bozuntularının eline geçerken geriye Nataşa bırakmıştır. Tek kutuplu dünya ve burjuva kapitalist düzeni fuhuşu, eşitsizliği ve sömürüyü yaratan tek nedendir. (Almanya’da “fuhuş” yasalarla serbest bırakılmıştır. Suç değildir.)

Ülkemizde de Sevgililer Günü’nün-ki parası olanlar kutluyor-kutlansa bile sevgi amaçlı olması olanaksızdır. Bu kutlama, töre cinayetleri, namus anlayışı(!), açlık, kimsesizlik, fuhuş ve kadının ikinci sınıf insan sayılmasını temizleyemez. 14 Şubat’lar salt komprador burjuvazinin ürettiği malları saymaya yarıyor. Yani aşk diyorsan, burjuva aşkı; gerisi yok.

Trilyonlarca alışveriş böylesi yoksul ülkenin/ülkelerin gerçek resmi değildir. Kredi kartları, bonus kartlar, çek, hisse senedi, altın, kapitalizmin ve emperyalizmin keskin kılıçlarından başka bir şey değildir. Sevgililer Günü bir hediye alma yarışı olarak tanımlanabilir. Medyanın reklâm olarak ticaret burjuvazisinin emrinde olduğu bu günlerde aslında kutlan(ıl)an temiz sevgi (aşk) değil, kompradorların satılan metalarıdır. Memuru, işçisi açlık ve yoksulluk sınırı içinde olan bir ülkede bu israfın sevgiyle bir ilintisi olamaz. Olsa olsa kocaman bir ayıp olur! Uluslar arası Af Örgütü-ben her ne kadar bu tip örgütleri samimi bulmasam da-burjuva sevgililerin birbirine hediye ettiği elmas takılar için Sevgililer Günü’nü bir denetim günü olarak kabul ediyor. (Kapitalist ve emperyalist ülkelerde satılan takıların, “Angola, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Liberya ve Sierra Leone gibi ülkelerdeki kanlı elmas ticaretinden elde edildiğinden kaygılıdır.)

Aşk, sevgi, sevgili, hayat gibi tutkuları bize hatırlatan Sevgililer Günü gibi furyalar (aslında Anneler Günü, Babalar Günü de bu işin dışında tutmakla ayıp ediyorum ya!), büyük bir telaş içinde geçen günlerimizde bedenlerimizden zırıldayan duygu (vicdan) seslerini bizlere duyumsatmazken; çek, senet, kredi kartı, bono, borsa, altın düzenini yaşatanların bizler(in) olduğunu emperyalizm gördükçe cezbeye giriyor. Çünkü biz ona ömür boyu böbürleneceği tapınaklar inşa ediyoruz.

Bu nasıl bir gündür ki, hâlâ ülkemizde-kolaylıkla-bir Alevi bir Sünni’yle, Bir Müslüman bir Hıristiyan’la veya bir Yezit kızı bir Müslüman gençle evlenebiliyor mu? Evleneceklerin aydın olması yetmiyor, toplumun kabullenmesi ağır basıyor bu konuda.
Cumartesi Anneleri’nin, Kürt annelerinin, Türk annelerinin ağladığı bir yaşamda kadının isterik çığlıklarını biz hâlâ elmasta, altında, süs eşyasında buluyoruz. Bu ayıp hepimize yeter!

Ah, ah! Bizim bir “ana”ya ihtiyacımız var. Bu işleri bir vuruşta yerle bir edecek bir anaya… Bir kadın bu olmalı. Ana olan bir kadın… Ancak bir kadın önleyebilir erkeklerin, kadınların böylesi bir hazzını. Çocuk doğuran bir kadın ancak anlar ölümü, öldürmeyi, baskıyı, eşitsizliği, onursuzluğu… Ancak bir kadın söndürebilir bu kadar yalanı dolanı, erdemsizliği, paranın kirli alevini!

---------------------------------------------
Kaynak: Esmer Dergisi, Şubat 2008
---------------------------------------------

13 Şubat 2008 Çarşamba

"Milli Birliği Sağlamak, Laikliği Korumak”






Sosyolog. Dr. İsmail Beşikçi


”…Dinsel akımlar, daha çok, devletin denetimindedir. Devlet, bu akımları denetim altında tuttuğu, istediği yönde gelişmesini sağladığı için, laikliğin büyük bir tehdit altında olduğunu düşünmek doğru değildir. Hizbullah’ın kışlalarda eğitildiğini, yurtsever Kürtlere saldırısının teşvik edildiğini hatırlamak yeter. Kürt hareketini engellemek için, Kürt hareketinin kitleselleşmesine engel olmak için İslami akımlar Kürt hareketine karşı kullanılabilmektedir. Örneğin devletin Kürt illerinde ve Batı illerinde laiklik çerçevesindeki uygulamaları farklıdır. Batı’da, “laiklik elden gidiyor” diyerek AKP’yi engellemeye çalışan resmi görüş, Kürt illerinde bizzat bu akımları teşvik ediyor, olabilir...”



”…Günümüzde resmi ideolojinin çok önemli iki boyutu var. Milli birliği sağlamak, laikliği korumak. Milli birliği sağlamak söz konusu olduğu zaman, Kürt sorununun baskı altında tutulmasını gerektiren bir anlayış egemen oluyor. Laikliği korumak söz konusu olduğu zaman ise, İslami akımları, bu arada bu akımların bir parçası olduğu düşünülen AKP’yi engellemek önemli oluyor. İşte bu noktada yakıcı olan sorunun Kürt sorunu olduğunu yine vurgulamak gerekiyor. Dinsel akımlar, daha çok, devletin denetimindedir. Devlet, bu akımları denetim altında tuttuğu, istediği yönde gelişmesini sağladığı için, laikliğin büyük bir tehdit altında olduğunu düşünmek doğru değildir. Hizbullah’ın kışlalarda eğitildiğini, yurtsever Kürtlere saldırısının teşvik edildiğini hatırlamak yeter. Kürt hareketini engellemek için, Kürt hareketinin kitleselleşmesine engel olmak için İslami akımlar Kürt hareketine karşı kullanılabilmektedir. Örneğin devletin Kürt illerinde ve Batı illerinde laiklik çerçevesindeki uygulamaları farklıdır. Batı’da, “laiklik elden gidiyor” diyerek AKP’yi engellemeye çalışan resmi görüş, Kürt illerinde bizzat bu akımları teşvik ediyor, olabilir…

22 Temmuz 2007 seçimlerinde, AKP, Kürtlerin yaşadığı alanlarda çok oy aldı. Hatta, Kürt illerinde de birinci parti oldu. Daha önceki seçimlerde, bölgede, Demokratik Toplum Partisi ve öncülleri birinci parti oluyordu. Bu durum artık değişti. AKP bölgede Kürtlerin daha çok oyunu alan parti oldu. Bu sürecin yaşanmasında, seçim kampanyası sırasında, CHP’nin ve MHP’nin anti-Kürt söylemleri, CHP-MHP koalisyonu gibi senaryoların yarattığı endişeler de rol oynadı. Durum ne olursa olsun, AKP’ye oy vermiş olan Kürtlerin, Kürt sorununun çözümü konusunda AKP’den bir şeyler beklediği açıktır. Bu taleplere cevap veremeyen AKP’nin sorunlarla karşılaşması kaçınılmazdır. AKP hep, karşı oldukları olguları, karşı oldukları süreçleri dile getirmektedir. Örneğin, “etnik milliyetçilik”e karşıyız diyor. Siyasal ve toplumsal sorunda, sadece, karşı olunan durumları, ilişkileri vurgulamak, sorunun çözümü konusunda açılım sağlamaz. Sorunun çözümü konusunda, neye taraftar olduklarını, nasıl bir çözüm önerdiklerini de belirtmeleri gerekir. Örneğin, “kendi anadilimle, Kürtçe’yle eğitim görmek istiyorum” diyen Kürtlerin bu taleplerine cevap vermek gerekir. Bu talepleri artık “şuna karşıyım, buna karşıyım” diyerek savsaklamak, duymazlıktan gelmek olası değildir. “Etnik milliyetçiliğe karşıyız” diyen başbakanın, Hakkari, Adana, Mersin, Ağrı gibi yörelerde, DTP’nin gösterdiği bağımsız adayların, “bin umut adayları”nın, seçilmesini engellemek için, bazı seçim çevrelerinde, “açık oy-gizli sayım” olayları konusunda da konuşması gerekir. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin birçok projesinin geri dönmesi, yine, ancak, “etnik milliyetçilik” temelinde değerlendirilebilir.



Türkiye, Kürt sorununun çözümü konusunda ciddi bir adım atmıyor. Sorun içte olduğu halde, sorunun kaynağı olarak sık sık, AB’yi, ABD’yi, “Kuzey Irak’taki aşiret reisleri”ni suçluyor. Bu koşullar altında, Türkiye’de, AB ve ABD karşıtlığının yükselmesi kaçınılmazdır. Bu da 60. hükümetin programında saptanan hedeflere ulaşmada, aykırı bir ortam yaratır. AB’nin, Türk siyasetindeki bu anti-Kürt tutumu ciddi ve etkili bir şekilde eleştireceği kanısında değilim. Ama bu noktadan hareket ederek, Kopenhag kriterleri yerine getirilmedi diye, birliğe katılım görüşmelerini engelleyeceği açıktır.

Bu çerçevede, Orhan Miroğlu’nun, Radikal 2 de yayımlanan yazılarının dikkate değer olduğunu düşünüyorum. “Mersin Seçim Vakası” (5 Ağustos 2007), “Bir Dönem Kapanırken” (12 Ağustos 2007), “Barbie Bebek Demokrasisi” (19 Ağustos 2007) yazıları, “çok demokratik geçti” denen seçimlerin çok farklı bir boyutunu gündeme getirmektedir. Batman milletvekili M. Emin Ekmen, “Güneydoğu’de Değişen Siyaset” (26 Ağustos 2007) yazısında, Orhan Miroğlu’nu eleştirmektedir, cevaplamaya çalışmaktadır. Fakat, M. Emin Ekmen’in eleştirileri ve cevapları pek ikna edici değildir. Orhan Miroğlu’nun, “AKP, DTP ve Seçimler” ( (2 Eylül 2007) yazısı daha açıklayıcı ve ikna edicidir.

2006 yılında ve 2007 başlarında, Kürt illerinde, çeşitli yerlerde sellerin yarattığı doğal afetler meydana geldi. O günlerde, Dünya Bankası ve Avrupa Birliği, felaketzedeler için çeşitli yardımlar yapmışlar. Bu yardımlar, zamanında felaketzedelere dağıtılmamış. Bu yardımlar, Batman tekel ambarında tutulmuş. Bu yardım malzemeleri, AKP Batman il örgütünün valiliğe verdiği listeler doğrultusunda, seçim öncesi, oy karşılığı olarak halka dağıtılmış… Bu da Kürtlerin nasıl yönetildiği, daha doğrusu kötü yönetildiği konusunda dikkate değer bir olgudur. İnsanı hüzünlere gark etmektedir. Ama, Kürtleri önce köylerini yakıp yıkarak, yerinden yurdundan ederek açlığa mahkum ekmek, sonra da bu tür yardım malzemeleriyle idare etmek, sürgit devam edecek bir politika değildir. Bu yardım malzemelerinin, AB ve Dünya Bankası kaynaklı olduğunu da unutmamak gerekir …

Seçimlerde 1 milyon 200 bin civarında geçersiz oy kullanıldığı görülmektedir. Bunlar daha çok Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları alanlarda kullanılan oylardır. Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın, sık sık karşı olduğunu belirttiği “etnik milliyetçilik” tam da budur. Seçimlerden önce AKP’nin ve CHP nin, ortak tutumlarıyla, bağımsız adayların da seçmen oy pusulasında yer almaları sağlanmış, bu, seçmenler için özellikle güçlük çıkaran bir konu olmuştur. Bağımsız Kürt adayların seçilmesini engelleyici bu tutum tam da “etnik milliyetçi” bir tutumdur. Sadece Mersin ‘de 18.600 oy iptal edilmiştir. Oyları iptal edilen seçmenlerin çok büyük bir kesimi, “bin umut adayları”na oy verecek olan seçim çevrelerinde gerçekleşmiştir. Orhan Miroğlu’nun, sadece, 150 civarında bir eksikle seçimi kaybettiği düşünülürse bu ilişkiler daha kolay bir şekilde kavranılabilir.”

------------------------------------------------------
Kaynak: Esmer Dergisi, Sayı: 34, Ekim-Kasım 2007
------------------------------------------------------

11 Şubat 2008 Pazartesi

إلـى أمّــي


أحنُّ إلى خبزِ أمّي



وقهوةِ أمّي



ولمسةِ أمّي



وتكبرُ فيَّ الطفولةُ



يوماً على صدرِ يومِ





وأعشقُ عمري لأنّي




إذا متُّ



أخجلُ من دمعِ أمّي




خذيني، إذا عدتُ يوماً



وشاحاً لهُدبكْ



وغطّي عظامي بعشبِ



تعمّد من طُهرِ كعبكْ



وشدّي وثاقي..



بخصلةِ شَعر..





بخيطٍ يلوّحُ في ذيلِ ثوبكْ


عساني أصيرُ إلهاً




إلهاً



أصيرُ


إذا ما لمستُ قرارةَ قلبكْ!


ضعيني، إذا ما رجعتُ



وقوداً بتنّورِ ناركْ



وحبلِ الغسيلِ على سطحِ دارِكْ


لأني فقدتُ الوقوفَ


بدونِ صلاةِ نهارِكْ




هرِمتُ، فرُدّي نجومَ الطفولة





حتّى أُشارِكْ



صغارَ العصافيرِ


دربَ الرجوع..



لعشِّ انتظاركْ..




------------------------------------




ANNEME

Mahmud DERVİŞ

Annemin ekmeğini özlüyorum.
Ve annemin kahvesini.
Ve onun dokunuşunu.

Ve çocukluğumun anıları,
İçimde büyüyor,
Günden güne.

Ve ömrüme aşık oluyorum.
Çünkü ölürsem,
Annemin gözyaşlarından
Utanırım.

Ve bir gün geri gelirsem, anne,
Al beni, başörtüne oya yap!
Ve kemiklerimi çimenlerle ört.
Şu üzerine bastığın çimenlerle.
Ve senin basışlarınla
Tertemiz olan çimenlerle.

Bir tutam saçınla bağla beni.
Birleşelim.
Elbisenin arkasından sürükleneyim.
Kudretli olurum.
Ölümsüzleşirim.
İlah olabilirim,
Eğer kalbinin derinliğine dokunabilirsem!

Eğer dönemezsem;
Beni tandırına yakıt yap anne!
Ve beni,
Bahçendeki çamaşır ipi yap!

Gündüz kıldığın namazdan uzakta.
Senden uzakta.
Dayanıksızlaştım…Ayakta duramıyorum.

Yaşlandım.
Çocukluğunun yıldız ”haritasını” geri ver bana!
Geri ver ki,
Kuşların ötüşüne eşlik edeyim.

Dönüş yolum
Beklediğin yerde… Kuş yuvasında!..
------------------------------------------
Arapçadan çeviren: Faiz Cebiroğlu
------------------------------------------