29 Nisan 2008 Salı

İman Gücüyle Siyaset Yapma Mahareti


Abdulkadir Ulumaskan

ulumaskan@hotmail.de



“AKP, Türkiye’de hiç bir önemli sorunu çözememiştir ve çözüm öneriside yoktur.
Ne halkın refahını artırmada ve ne de Türkiye’nin en önemli ve temel sorunu olan Kürt sorunu konusunda hiç bir çözüm ve alternatifi yoktur...”


Yerdeki siyasilerden umudu kesilen insanlar, çözümü daha çok yukardaki Allahtan bekleyip göğe yöneliyorlar. Türkiyede böyle yoğun bir yönelim var.
Yukardakinin temsil canbazlığı ve ticaretini de AKP ve Erdoğan yaptığından toplumun önemli bir kesimi ona oy vermey başladı.

İşte AK Partinin tüm marifet ve gücü budur. Yoksa sorunlara çözüm bulduğundan değil, umut ticaretini iyi yaptığı içindirki oy alabiliyor. Tayyip Erdoğan partilerinin kapatılma davasına karşı miletvekilerine: „Bu oylarımızı artıracaktır.“ Diyor.

İşte Türkiye’de siyaset budur. iktidar kapatılmaya karşı oyları artar diye sevinirken, alternatif olma güc ve yeteneği olmayan ana mühalefetteki Baykal da sesiz sedasız AKP kapatılırsa benim oylarım artar diye ellerini oğuşturyor. Çünkü ne iktidarın, ne
de muhalefetin çözüm yetenekleri yoktur. Çözüm ve çözümsüzlüğün tek adresi genelkurmaydır.



Halk genelkurmaya güç getiremese de gizli bir tepki ve isyanını ancak oylarıyla dışa vurabiliyor. Yani ordunun yönetimini protesto ederken, iman gücü yardımıyle kendisininde orduya karşıymış imajini veren AKP devreye girerek oyları çalarak atı alıp üsküdarı geçiyor. Ama o kadar da ileri değil, at iktidarda olsa da dizginlar ordunun elindedir. Zaten geçmişte kendileri de “ iktidarsiz iktidar” olduklarını itiraf etmişlerdi.

AKP somut alternatif projeleriyle iktidara gelmiş değildir.

Türkiye’de hiç bir önemli sorunu çözememiştir ve çözüm öneriside yoktur.
Ne halkın refahını artırmada ve ne de Türkiye’nin en önemli ve temel sorunu olan Kürt sorunu konusunda hiç bir çözüm ve alternatifi yoktur. Hata Erdoğan tutarsızca, kendi kendisiyle çelişerek bazen Kürt sorunu yok bazen de bu sorunu tanıyorum ve devletinde bu konuda suçları vardır, diyor.

Son bir kaç seçim döneminde Türkiye’deki halk mecburen seçim kumarı oynuyor.
Hiç bir siyasi parti ve kişiye inanancı olmadığından kumar oynamaya başlayarak ya bu parti birşeyler yaparsa diye oy vermiş ama hiçte tuturamamıştır.
Sonra maddi umutlar tükenince iman gücüne yüklenerek Erdoğan ve partisine başvurmak zorunda kalmıştır.



AKP 12 Eylül kültürünün sonucudur ve bundan 12 Eylülcü zihniyetin yakınma ve öfkelenmeye hakkı yoktur.

ZatenTürkiyede secim yok, secmek zorunda bırakmak vardır. Bu insanları alternatifler yarartma değil, onun yerine yaratılmış alternatiflere zorlamadır.

Buna karşı AKP nin bir çözüm gücü ve cesareti olmadğından sefilleri oynayarak ikinci dönemi olan seçimlerde mağduriyet edebiyatı yaparak halkın vicdanını sömürerek oylarını % 47 lere çıkarmştır. Yoksa Ak partinin yaptğı 47 lik bir şey yoktur.


AKP halk karşına çıkarak radikal çözüm vaadiyle seçilmiştir.


Çözüm gücü olmayanlar, iman gücüyle işi götürerek halkı kandırıyorlar.

AKP nin ekonomik politikasinda da bir başarı ve marifeti yoktur. Tek marifeti halkı önce aç bırakıp, ardından da bir çuval patates veya makarna vererek, oy vermesi için Kuran`a el bastırmasıdır. Özellikle Kürdistan’da bunu hilebazliğıyla iyide oy topladı.

Mevcut siyasilerden tümüyle umudu kesilen toplum, ilahi bir gücün gelip onları kurtarmasını beklerken bu işin taciri AKP ortaya çıkarak oyları toplayip götürüyor.
Ancak unutulmaması gereken, asıl sorunun çözümü gökte değil, yerdedir.

Devrimci muhalefetin görevi, göklere yönelmiş umutları yere indirerek ayakları üzerine oturtmaktır. Yerdeki devrimci muhalefetin toparlanarak kendini göstermesi ve yerdeki sorunun çözümünün de yerde olduğunu kanıtlayarak, iman gücünün bu dünyada değil öteki dünyanın çözümü olduğunu halka anlatmasıdır. Bunu nasıl olacağını herhalde ben değil kendileri bilmelidir.Yoksa Erdoğan gibileri bu işi sahte iman gücüyle daha çok götürecek ve ilerici, devrimci demokratlarda sadece buna seyirci olmakla yetineceklerdir…

Dönem, emek, barış, demokrasi ve insan haklarından yana olan tüm ilerici güçlerin, ezilmiş, parçalanmış ve dağıtılmış güçlerini birleştirerek, Erdoğan gibi sahtekarlara meydanı boş bırakmamaları dönemidir. 29 Nisan 2008

27 Nisan 2008 Pazar

Öcalan: AKP çözüme yanaşmıyor



"… Biliyorsunuz Vehbi Koç 1900'lerde iki bakkalla başladı, sonrada bir dev haline getirildi. Kimse iki bakkalla tek başına bu kadar büyüyemez. Yine araştırdım Türkiye'deki büyük holdinglerin çoğunda Yahudi desteği vardır, bu desteği almadan büyüyemezsiniz. Beş adet Kürt holdingini de inceledim, bunlar da Yahudilerden, yani bahsettiğim anlayıştan icazet almıştır. Bunlar Antep, Malatya, Diyarbakır ve diğer Kürt illerinde de kurdurulacaklar ve böylece denetimlerini sağlamış olacaklar. Bu bölgelerde bulunan Kürt işbirlikçiler üzerinden bunu gerçekleştiriyorlar. Ben işbirlikçi Kürt kişiliğini çok iyi tanıyorum, para için yapmayacağı şey, satmayacağı değer yoktur..”


”…ABD, Ortadoğu'da Kürtleri denetimine alarak, Farsları, Arapları ve Türkleri dizginlemek amacındadır. Kürtleri denetime almak, Ortadoğu'yu dizginlemek, Ortadoğu'yu denetime almak demektir. Ben bu oyunları gördüm, ABD'nin denetimine girmedim, kendimi ve PKK'yi kullandırtmadım…”



İSTANBUL (25.04.2008)- 2002'den beri iktidarda olan AKP’nin Kürt sorununda çözüme yanaşmadığını belirten Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, “AKP ya radikal demokratizme yönelecek ya da kısa zamanda bitecek” dedi. Öcalan, Ilısu barajı projesine de dikkat çekerek tarihi kültürün yok olduğunu kaydetti.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, 23 Nisan'da avukatlarıyla yaptığı görüşmede Türkiye'nin tarihsel sorunlarına ve Kürt sorununa ilişkin çarpıcı açıklamalarda bulunduğu öğrenildi. Edinilen bilgilere göre Öcalan, Yahudilere ilişkin yapmış olduğu değerlendirmeyi bu hafta da sürdürdü: "Daha önce Yahudilerle ilgili yaptığım değerlendirmeler nedeniyle antisemitist olduğum iddia ediliyormuş. Bunları tahmin etmiştim. Ben bunu niye söylüyorum; Yahudilerin birçok ülkedeki iktidarlara müdahale etmesini kabullenemiyorum. Yahudilerin iktidarla olan ilişkilerini iyi çözümlemek gerekiyor. Ben bunları görüyorum, elimde bazı veriler var, bunları ifade ediyorum. Tarihe de bakıldığı zaman Yahudilerin iktidarlar üzerindeki etkisi görülecektir. Hürrem Sultan, Kanuni'ye en büyük oğlunu, Şehzade Mustafa'yı, idam ettiriyor, boğdurtuyor. Hürrem'in Mustafa'yı boğdurtması büyük bir olaydır. Bu kadar etkilidir yönetimde. İktidar için babasına oğlunu öldürtüyor. Ester'i biliyorsunuz, o da Yahudi kökenlidir. Sokullu Mehmet Paşa'nın şüpheli bir ölümü var. İyi incelendiğinde Ester'in rolü görülecektir. Cem Sultan olayı da bu açıdan ele alınmalıdır. Bu dönemde iktidarla yakın ilişkileri vardır. 1826 II. Mahmut döneminde de iktidarda etkililer."


YAHUDİ DEVLETİ SELANİK’TE KURULACAKTI

Öcalan, Yahudilerin Mustafa Kemal'in doğum yeri olan Selanik'te planını şöyle yorumladı: "Yine Osmanlı'nın son döneminde Mustafa Kemal'in çevresindeki Yahudiler, Selanik'i alma konusunda ısrarlıydılar. Nedeni de 1500'lerden günümüze Selanik'te ciddi bir Yahudi nüfusunun bulunmasıydı. Hatta bugünkü İsrail Devleti'nin Filistin toprakları yerine Yahudilerin çoğunlukta olduğu Selanik'te kurulması planlanılıyordu. Bunlara Sebataistler de deniliyor. Mustafa Kemal'e Selanik'in de topraklarına dâhil edilmesi için baskılar yapılıyordu. Bunları iyi görüp iyi anlamak gerekiyor. Dr. Nazım onlar Mustafa Kemal'in etrafını sarmışlardı. En yakın arkadaşı Ayıcı Arif'i suikastle öldürerek mesaj vermişlerdi. Mebus Galanti, Mustafa Kemal'in tanrılaşması, İsmet İnönü'nün de peygamberleşmesi düşüncesini yaratan ve yayandır. Şu andaki Baykal aynı anlayıştadır. Bu anlayışı devam ettiriyor. Hürriyet gazetesinde geçen 'Türkiye Türklerindir' anlayışıdır bu. Bazıları kökenlerini Hazar Türklerine dayandırıyor ama Hazar Türklerinin inancı Yahudiliktir. Diğer yandan MHP var. MHP'nin milliyetçiliği, Ziya Gökalp ve Nihal Atsız'ın -ki Nazım kadar hapis yatmış- sosyolojik milliyetçilik kavramı, ırkçılığa dayanıyordu. Bu anlayış Türkeş'le devam etti. Ancak Türkeş'in ölümünden sonra Bahçeli'yle birlikte devlet milliyetçiliğine dönüştü."

Süleymen Demirel'in 'masonluk' belgesi

SÜLEYMAN DEMİREL MASONDUR

"Almanya'da Hitler'i yaratan Yahudilerdi" diyen Öcalan, "Bunlar tarihteki olaylar. Yine Anadolu'da bu anlayış, İslam dışındaki unsurların, Ermeni, Rum, Süryanilerin Anadolu'dan silinmesinde rol oynamıştır. Celal Bayar ve Adnan Menderes'in durumunu biliyorsunuz. Celal Bayar hakkında da idam kararı verilmişti ancak Menderes'i idam ettiler, Celal Bayar idam edilmedi. Nedenini kaç kişi biliyor? Ben araştırdım, Celal Bayar, ilkokulu Alliance denen okulda okumuştur. Bu okul Edirne'dedir ve bu okula sadece Yahudiler gidebilmektedir. Yani Celal Bayar'ın Yahudi kökenli olduğunu öğrendiler, bu nedenle idam edemediler. Ancak Adnan Menderes'i idam ettiler, kendisi tarih bilgisinden yoksun, sığ düşünen basit bir liberal Türk'tür. Benzetme yapmak gerekirse Karamanoğlu Mehmet Bey gibi saf bir Türk'tür. Adnan Menderes'in o dönem Rusya ile ilişkileri vardı, Rusya'ya kaçmayı planlıyordu, bunu Amerika'ya söyledi. Amerika bunu istemiyordu, bu nedenle kaçamadı. Adnan Menderes, Rusya'ya kaçamayınca üç ay sonra idam edildi. Biliyorsunuz Süleyman Demirel de masondur, aynı zamanda oportünisttir, darbelerle gitti geldi ama hala varlığını devam ettiriyor. Fransa Kralı XVI. Louis, giyotinle öldürüldü. Yine Saddam da XVI. Louis gibi vahşice öldürüldü. ABD, İran'ı Iraklılaştırabilir. Bunlar tarihi olaylar. Tarih bilmenin önemi bu şekilde de ortaya çıkıyor. Günümüzde de benzer şekilde iktidarlar üzerinde etkileri devam ediyor" diye konuştu.

TARİHİ KÜLTÜR YOK OLUYOR

Öcalan, şöyle devam etti: "Finans'la ilgili boyutu da önemlidir. Biliyorsunuz Vehbi Koç 1900'lerde iki bakkalla başladı, sonrada bir dev haline getirildi. Kimse iki bakkalla tek başına bu kadar büyüyemez. Yine araştırdım Türkiye'deki büyük holdinglerin çoğunda Yahudi desteği vardır, bu desteği almadan büyüyemezsiniz. Beş adet Kürt holdingini de inceledim, bunlar da Yahudilerden, yani bahsettiğim anlayıştan icazet almıştır. Bunlar Antep, Malatya, Diyarbakır ve diğer Kürt illerinde de kurdurulacaklar ve böylece denetimlerini sağlamış olacaklar. Bu bölgelerde bulunan Kürt işbirlikçiler üzerinden bunu gerçekleştiriyorlar. Ben işbirlikçi Kürt kişiliğini çok iyi tanıyorum, para için yapmayacağı şey, satmayacağı değer yoktur. GAP'ın suyu niye sadece Harran'a veriliyor? Bu politikaların sonucu. Böylece su üzerinde denetimlerini güçlendirecekler. İşte Yahudi şirketler üzerinden barajlar yapıyorlar. İşte Zeugma ve Halfeti gitti, sıra Hasankeyf'te. Bu baraj için trilyonlar harcanıyor. Ancak üç kasaba 99 köy Ilısu barajı altında kalacak. Bu baraj için beş milyar dolar getirisi olacağı söyleniyor. 99 milyar çarpı 99 milyar getirisi olsa ne olacak? Bu kasaba ve köyler benim için paradan çok daha önemlidir. Tarihi kültür yok oluyor."



ANTİSEMİTİST DEĞİLİM

"İşte ben bunları görüp ifade ediyorum, kabullenemiyorum, kabul etmiyorum, doğru bulmuyorum" diyen Öcalan, "Daha önce de söylemiştim, Yahudi halkı da Ortadoğu halkıdır ve bu coğrafyada özgür ve demokratik şekilde yaşama hakkına sahiptir. Ben bunları söylerken bütün Yahudileri, bütün Yahudi halkını kastetmiyorum. Yahudiler içerisinde bir klik var, onları kastediyorum. Benim söylediklerim Yahudi halkına değil, egemen olan bu kliğin, bu dar grubun yürüttüğü anlayış, politika ve uygulamalara yöneliktir. Bu antisemitistlik değil, tarihsel ve güncel gerçekleri ifade etmektir. Antisemitist olduğum yönündeki ifadeler tamamen safsatadan ibarettir" şeklinde konuştu.


PKK NEYİ İSTİYORSA ONU YAPSIN

Öcalan, ABD'nin Ortadoğu'daki oyununu şöyle değerlendirdi: "Birinci Dünya Savaşı'yla dünyanın yarısına, İkinci Dünya Savaşı'yla dünyanın tamamına hâkim oldular. Kürtler, Ortadoğu'da önemlidir. ABD, Ortadoğu'da Kürtleri denetimine alarak, Farsları, Arapları ve Türkleri dizginlemek amacındadır. Kürtleri denetime almak, Ortadoğu'yu dizginlemek, Ortadoğu'yu denetime almak demektir. Ben bu oyunları gördüm, ABD'nin denetimine girmedim, kendimi ve PKK'yi kullandırtmadım. Dürüst olmak tek başına yeterli değildir. İç ve dış siyaseti iyi bilmek gerekiyor. Çünkü orası Ortadoğu'dur, dikkatli olmak gerekiyor. Arap siyasetçilerinin ne mal olduğunu biliyorum. Suriye'deyken yeterince tanıdım onları. Kendi kararlarını kendileri vermeliler, kendi stratejilerini, kendi siyasetlerini belirleyebilmeliler. PKK neyi istiyorsa onu yapsın. Ama bunun için iç ve dış siyaseti iyi bilmesi ve çözmesi gerekiyor. Bana bağlı olmak yeterli değil, önemli olan beni anlamaktır. Dağdaki gerilla için de bu böyledir. Savcılık bana hücre cezası için kâğıt göndermiş, PKK'ye talimat verdiğim iddia ediliyor. Hayır, ben PKK'ye talimat vermiyorum. PKK, kendi bildiği yolda kendi kararlarını kendisi verir. Beni kullanmasınlar ki zaten kullanamazlar ben buna da izin vermem. Kardeşim de kullanmak istedi, başaramadı, sonunda ihanet etti."

MOSSAD PEŞİMDEYDİ…

ABD'nin PKK üzerindeki oyunlarına da değinen Öcalan, şunlara dikkat çekti: "Kaçanların durumları biliniyor. KDP ve YNK'ye sığındılar. Onların denetimine girdiler. Güneyli güçlerin milliyetçi bir çizgide bulunmasında Yahudilerin etkisi vardır. KDP ve YNK denetimine girmek Amerika'nın denetimine girmektir, hiçbir fark yoktur. Sonrasında birçok kişiyi de peşlerinden götürdüler, bunların bir kısmı KDP ve YNK içinde üst düzeyde görev de almışlar. İşte KDP, YNK kadınla, kızla, parayla, imkânla onları kendine bağladı. Böylece PKK'yi kendi içlerine aldıklarını ve PKK'yi bu şekilde bitirecekleri yönünde Amerika'ya mesaj verdiler. Tam emin değilim ama kaçanların ABD ile ilişkide olabilecekleri kanaatindeyim. Bazıları da Avrupa'dalar, onların denetimindeler. PKK'yi bu şekilde denetim altına almaya ve bitirmeye çalıştılar. Ama ben bunları gördüm engel oldum. Benim üzerime niye bu kadar geldiler sanıyorsunuz? Ben, bu oyunları gördüm ve oyunlarını boşa çıkardım. Bingöllülere karşı bir mahcubiyetim de var, Tayhan Bingöllüydü. Suriye'den sonra Rusya'ya giderken MOSSAD peşimdeydi, bunun farkındaydım, amaçları beni denetimlerine almaktı, onlardan kaçtım. Sonrasında İtalya'da da etrafım kuşatılmıştı. Bunların Türk ajanı olduğu safsatadır. O dönemde Yunan Hükümeti zaten bir kukla Hükümetti. Yunanistan'dan Nairobi'ye geçtikten sonra Nairobi'de tak tak sesler geliyordu, fotoğraflarımı çekiyorlardı, bunlar da yine MOSSAD elemanlarıydı. Uçakta kafama vurup yere yatırılınca çok da şaşırmadım, ne şoka uğradım ne de tepki verdim, zaten yapılacak bir şey de yoktu. Sonra da kaldırdılar beni, sonrası televizyonda gördüğünüz görüntüler."

AKP KÖR DİNCİLİĞİ TEMSİL EDİYOR

Öcalan, Türkiye'deki siyasal krizi şöyle yorumladı: "Türkiye'de darbeler iktidarı devam ediyor. 9 Mart (71) darbesi bir de 12 Mart (71) darbesi var. Türkiye bu iki darbenin denetimindedir. Baykal-CHP, 9 Mart darbesini temsil ediyor, AKP-Erdoğan ise 12 Mart darbesini temsil ediyor, Deniz'leri tasfiye, idam ettiler. Öte yandan da 12 Eylül darbesi var, devam ediyor, buna daha sonra değineceğim. CHP'nin temsil ettiği kör milliyetçiliktir, AKP'nin temsil ettiği ise kör dinciliktir. Her iki anlayışın da Türkiye sorunlarını çözemeyeceği açıktır, ikisi de çıkmaz yoldur. Hasan Cemal'in Darbeler Günlüğü diye bir yazı dizisi vardı, ben bir tanesini okuyabildim. Bu konulara değiniyor, ancak çok yeterli değil. Baykal, AKP kendi derin devletini yaratmaya çalışıyor, diyor. Evet doğrudur ancak diğer yandan da Baykal'ın kendi derin devleti var, bunu korumaya çalışıyor. Bu iktidarlar 2002'de kapalı, zımni olarak anlaşmışlardır hatta bu açık da yapılmış olabilir. Bunların birbirlerine üstünlüğü yok, birbirlerine galip gelemiyorlar, bazen biri bazen de diğeri üstün gelebiliyor. Bir tahterevalli misali bazen biri bazen öbürü iktidara gelerek halk üzerindeki egemenliklerini sürdürmektedirler. Birinin (AKP) küresel sermaye ile ilişkileri var diğerinin (CHP) de statükocu ve devletçi gelenekle ilişkisi var. Bunların savunduğu laisizm aslında Yahudi kökenli bir kavramdır."

BARIŞ ÇABALARININ ÖNÜ KESİLDİ

Öcalan, barış çabalarına ilişkin de şunları kaydetti: "'93'ten günümüze barış çabalarını sürdürdüğüm biliniyor. '90'ların başında Turgut Özal'ı çok ciddiye almamıştım, bir kandırmaca olabileceğini düşünüyordum. Ancak sonradan Turgut Özal'ın ciddi yaklaştığını ve önemli bir devlet adamı olduğunu anladım. Daha sonra Erbakan'la mektuplaşmalarımız oldu. Özal'da yaptığım hataya düşmemek için Erbakan'ı ciddiye aldım. Mektuplaşmalarda çözüm talepleri konusunda üzerime düşeni yapacağımı belirttim. Turgut Özal'a yeterince tanımadığım şansı aynı hataya düşmemek için bu sefer Erbakan'a fazlasıyla tanıdım. Ancak bu süreçte 28 Şubat darbesiyle kesildi. Yine '99-2000 yılları arasında askeri kanattan Kıvrıkoğlu-Aytaç Yalman ekibi benimle görüşmeler gerçekleştirdiler. Hatta askerin hassasiyetini de dikkate alacağımı belirtmiştim. Ancak başaramadılar. Bu sürecin de önü kesilmiş oldu. Yalçın Küçük bir yazısında Kıvrıkoğlu-Aytaç Yalman ekibinin Özkök'e karşı oldukları belirtiliyor. Yine Bülent Ecevit'in çözüm ve diyalog yönünde çabaları vardı ama bu da başarılı olamadı."


AKP’YE SON ÇAĞRI

"2002'den günümüze AKP iktidardadır. Ancak AKP iktidarı bir türlü çözüme yanaşmıyor" diyen Öcalan, AKP için şu vurgulara dikkat çekti: "Gelinen aşamada AKP bir yol ayrımındadır; AKP ya radikal demokratizme yönelecek ya da kısa zamanda bitecek. Zaten AKP hakkında açılmış olan kapatma davası devam ediyor. Demokratik radikalizme yönelmesi biraz zor görünüyor. AKP'den rica ediyorum bu sorunu çözelim. Ben buradayım isterseniz beni öldürebilirsiniz ama söylediklerimi dikkate almak zorundasınız. Yarın da MGK toplantısı yapılacak, umarım diyalog-uzlaşı kararı çıkar. AKP'ye bu benim son çağrımdır; Benim şu anda PKK üzerinde hala gücüm var, söz geçirebilirim ama böyle devam ederse, sorun çözülmezse PKK beni dinlemeyebilir. Gelin ben sağlıklıyken, gücüm de yerindeyken bu sorunu çözelim. Çözüm için bu kadar heyecanlı olmamın nedeni, gençlerin yaşamını yitirmesidir, benim için asker, gerilla fark etmez, insanların ölmemesi önemlidir."

SORUNU KENDİ ARAMIZDA ÇÖZELİM

Öcalan, 23 Nisan vesilesiyle şu mesajı verdi: "Bugün 23 Nisan. Bu vesileyle ilk Meclis'i anıyorum. O dönemde Mustafa Kemal bağımsızlıkçı ve özgürlükçü bir çizgideydi. Neye karşı bağımsızlık? İngilizlere karşı. Gelin Mustafa Kemal'in 1920'lerdeki ilk Meclis konuşmasını referans alalım. Sonrasında yaptığı çözüme yönelik birçok konuşmasını referans alalım. Bu temelde bu sorunu çok geç olmadan çözelim. Aksi halde bu sorunu başka devletler kullanır; Yunanistan, Ermenistan, ABD, Çin, Rusya ve diğer devletler bu konuda söz sahibi olurlar. Amerika'nın soruna ilişkin çözümü de henüz net değil, bilinmiyor, bekleyip göreceğiz. Aynı zamanda AKP, İslam ülkeleriyle yakın ilişkiler geliştirip, ABD karşısındaki pazarlık gücünü artırmaya çalışıyor. Örnek olarak sana Suriye'yi veririm ancak karşılığında şunları alırım demek istiyor. Şafak gazetesinde okudum; AKP Irak'a girdiği için kapatılma davası açıldığı yönünde iddialar var, bu doğru olabilir. Avrupa da siyasal çözüm diyor. Bunu tek başına değil, Amerika istediği için yapıyor. İki taraftan Türkiye'yi sıkıştıracaklar. Ama ben diyorum ki bunlara gerek yok. Gelin bu sorunu karşılıklı, kendi aramızda çözelim."

ANTİ TEKEL VE BARIŞ İLKELERİ

Öcalan, "Türkiye için gerekli olan anti tekel, demokrasi ve barış ilkeleri etrafında bir araya gelecek Demokratik Cumhuriyet Kongresi'dir. Türkiye'deki Sol hareketi Küresel Sermaye'nin kuşatmasını çözemiyor, emekçilerin sorunlarını çözemiyor. Küresel sermaye sahipleri, şirketler, tekeller bire beş kazanırken memurun maaşı artmıyor, işçinin emekçinin maaşı artmıyor, azalıyor. DTP de bu konularda halkı eğitip bilinçlendirmelidir. Türk Solu, küresel sermayenin bu oyunlarını görebilmeli Kürtlerle bir araya gelebilmelidir" diye konuştu.

Öcalan, Çatı Partisi çalışmaları için şunları belirtti: "Türkiye'deki emek örgütleriyle sendikalarla bir araya gelerek işçinin ve emekçilerin sorunlarına çözüm bulmalılar. Sendikalara da sesleniyorum, bu çatının içinde yer almalılar. Böyle bir birliktelik sağlanılıp Alternatif Demokratik Hükümet tarzında çalışırlar. Bunu sağlarlarsa yüzde yirmilik bir oy alabilirler ve bunun sonucunda Kürt sorunuyla beraber Türkiye'de birçok sorunun çözümü dayatılır, sorun çözülür. Bu durumda emekçinin bir olan maaşı üç olur. Anti-tekel, demokrasi ve barış ilkeleri etrafında ortak çalışma başarıya götürür."

Öcalan, “DTP kapatılsa dahi, kendi demokratik oluşumları, kurumları etrafında çalışmalarına devam edebilirler. Türkiye'deki Demokratik Toplum Projemiz Güney için de geçerlidir, kendi koşullarına bu projeyi uyarlayabilirler. Yine Akademi'yi Güney için de söylüyorum. Çalışmalarını güçlendirip, derinleştirebilirler, başarılar diliyorum. Aynı şey Suriye için de geçerlidir, İran'da PJAK var. PJAK'ın gelişme koşulları vardır ve diğer parçalara göre daha fazladır” diye belirtti.

KADINLAR BİLİNÇLENDİRİLMELİ

Öcalan, kadınlar için de şunları söyledi: "Toplantı yapmak önemli ama toplanmak, konuşmak yeterli değil, pratik olmayınca, kadınlar eğitilmedikçe, bilinçlenmedikçe bunlar fazla anlam ifade etmez. Ben bunlar yapılmasın demiyorum ama önemli olan özgürleşmeye yoğunlaşmaları ve özgürleşmeleridir. Ben daha önce de Akademiyi söylemiştim. Akademi de onlarca kadın eğitilmelidir, kadınlar bilinçlendirilmelidir. Cezaevinden çıkan arkadaşlar, kadınların eğitimleriyle ilgilenmelidir. Kayapınar'daki park üzerinden bunu geliştirsinler. Bu parkta yemek şeyleri yaparak, bağış ve dayanışmayla ekonomik sorunlarını da çözebilirler. Cezaevlerinden bana gelen mektuplar vardı. Zeki oldukları anlaşılıyordu, ancak salt seviyorum demeyle olmaz, basit kalır. Öfkeleniyorum, sanırım şimdi çıkmışlar, neden kadınların eğitimleriyle ilgilenmiyorlar. Kadınlar kültür sanat faaliyetlerine önem vermeli, kendilerini geliştirmeli, her alanda spor yapmalı, spor takımları kurmalı, kendilerini bedensel olarak güçlendirmeliler. Fiziksel ve ruhsal gelişmeleri önemlidir.

Öcalan son olarak, "Cemşit Bender yaşamını yitirmiş, başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Gazeteleri düzenli alamıyorum. Arada bazı gazeteleri vermiyorlar. İdare getirilmediğini iddia ediyor. Cezaevindeki arkadaşlara, kadınlara, halka selamlarımı iletiyorum" dedi.

Kaynak: ANF NEWS AGENCY

26 Nisan 2008 Cumartesi

DİLLERİN ÖLÜMÜ











Faiz CEBİROĞLU

Şu an dünyada yaklaşık olarak 7 bin kadar dilin varlığından bahsedilmektedir. Rakamlar kesin değil. Kesin olmamasının nedeni, hâlâ “dil” ile “dialekt” ara­sındaki ayrımın tam netliğe kavuşmamış olmasındandır. Bazı dilbilimcilerine göre, ayrı dialektler ayrı bir dil oluşturmakta, bazılarına göre değil. Tartışmalar sürüyor.

İskandinav ülkelerinden örnek vermek mümkün: İsveç, Norveç ve Danimarka dilleri. Bazı dilbilimcilerine göre, İsveççe, Norveççe ve Danca tek dil, bazılarına göre üç faklı dildir.

Ama böylesi ince tartışmalar paralelinde, dünya dillerinin yarısı kadar kaybolma, ölme tehlikesiyle karşı karşıya oldukları bir gerçeği vardır. UNESCO’nun yaptığı araştırmaya göre, her 10 dilden 9’unun (yani 5 bin 400) yaşadığımız bu yüzyılda kaybolup gideceği, yani öleceğidir.




1994 yılında çıkan: “Atlas of the World’s Languages” kitabı, dünya dillerine ilişkin, bugüne kadar, en kapsamlı dil-atlasıdır. Kitap-Atlas, Christopher Moseley & R E Asker (ed) tarafından hazırlanmış; 374 sayfalık olup, 113 haritadan oluşmaktadır.

Şu an tehdit altında 497 dil bulunmakta; bu dilleri konuşanların sayısı 50 kişinin altındadır. İlginç olan, Danimarka büyüklüğünde, (5 milyon) olan, Papaua Niugini’de halk 830 dil konuşuyor olmasıdır. Yine bu kitap-atlas’ta diğer ülkelerden ve konuşulan dillerinden geniş bir şekilde bahsedilmektedir.

Açıktır; dilin, dillerin kayboluşu, hem kimliğimizin, hem de dillerimizi asimile etmek isteyen hâkim dillere, bir bakıma, teslim bayrağı çekmek demektir.

Reddetmek gerekir. Reddediyoruz!

Evet; halkın kültürel, ruhsal, entelektüel yaşamları dil aracılığıyla başkalarına iletiliyor. Hikâye, efsane, tören, destan, konuşma tekniği, günlük selamlaşma, karşılıklı konuşma stili, neşe, çocuklarla konuşma tarzı, özel ifade alışkanlıkları, davranış ve duygularımız… Hepsi dil, öğrendiğimiz dille ilişkilidir. Dilin, dillerin ölümü, bu değerlerin ölümü demektir; kültür mirasının ve bilimin ölümü demektir. Dilin ölümü; dün ile ilgili tüm kazanımların kaybolması, ölmesi demektir...


Dilerin hızlı bir şekilde, tükendiği biliniyor; ama bunu önlemek için, nedense, herhangi bir faaliyet yapılmıyor. Yapılmıyor! Son öğrendiğime göre, Kanada, Kızılderili ve Eskimo dillerini korumak için bazı girişimlerde bulunduğudur. Sevinçtir!

Dilleri ölmekten kurtarmak, herkesin görevidir.

Sesimizi ve dillerimizi yükseltelim!

Dil ezilmesine hayır diyelim!

Bu, dünü bugüne, bugünü de yarına bağlayacak yaşam tarihimizdir; sahip çıkalım!

21 Nisan 2008 Pazartesi

Murat Altunöz’ün Beklenen Kitabı 'Kırılgan Zamanlar' Çıktı…







Murat ALTUNÖZ


2002 Ocak ayında başladığımız yolculuğumuza 7 yıldır devam ediyoruz. Karalama Dergisi, ülkenin koşullarına göre bazen inişler ve çıkışlar yaşamamıza rağmen her geçen gün dergimizle daha da büyüyoruz.

Karalama Dergisi olarak;
Şair Nevruz Uğur ve Halil İbrahim Yıldız’ın kitaplarından sonra Karalama’nın Kurucusu ve halen Editörü olan Murat Altunöz’ün Kırılgan Zamanlar adlı kitabını yayımladık.
Geçmiş zamanların, kırılmış, yalnız ve hüzünlü dizelerinde bulduk kendimizi,
Her dize de bir direniş, bir sürgün, bir ayrılık ve özlem var.


Murat Altunöz’ün Şiirleri Kırılgan Tarihimizi anlatır.
İncinmiş, geç kalmış haylaz çocukların yürekten söylediği şarkılar gibidir
Mutlaka bir dizede biz varız,
Çünkü Kırılgan Zamanlar
Bizim tarihimizin şiiridir.

Karalama Dergisi haylaz, düşleri çalınmış çocukların özlemlerini kavgalarını ve hüzünlerini yayınlamaya devam edecektir.

Murat Altunöz Kimdir ?

1977 yılında Antakya’da doğdu.
Gazetelerde yazdığı yazılar, çalıştığı sol dergiler ve Devletle bir türlü barışamamaktan dolayı yıllarca, çeşitli dönemlerde tutsaklıklar yaşadı. Sürgüne gitti, sürgün’deyken gazeteciğe başladı. Yerli ve yabancı çok sayıda Ajans,Tv ve Gazetede çalıştı. Halen Hayatını gazetecilik yaparak sürdürmekte.Şiirleri; Türkiye çapında çıkan edebiyat dergilerinde yayınlanmaktır.

Murat Altunöz, Türkiye Edebiyatçılar Derneği, Antakya Aalen Kültür Sanat Derneği, Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Antakya Gazeteciler Cemiyeti üyesi olup evli ve Dicle İdil adında bir kızı vardır.

Karalama Dergisi
------------------------------

Blogun notu: EYLEMSEL YETKE blog yönetimi olarak, Murat ALTUNÖZ'ü KUTLARIZ!

19 Nisan 2008 Cumartesi

ANALİZ ve YORUM ÜZERİNE

Fadıl ÖLMEZ

Bireysel gelişimin yok edilmeye çalışıldığı bir dönemdeyiz. Açıktır. Böylesi bir dönemde insan, ”topyekûn” olarak gelişemiyor. Bu da açıktır. Topyekûn gelişmek bir yana, insan, ”insancık” hale getiriliyor. İnsancık insan, tekellerin kurbanı olan insandır. Yani, ”yabancılaşan” insandır.





Yabanclaşmak, insancık olmak demektir.

Yabancılaşan insan, kendini geliştirmeyen insan oluyor. Bu da açıktır. Geliştirmek bir yana, burada insan, daha önceleri sahip olduğu tüm değerleri kaybeden insandır. Yani tekeller dünyasının insanı oluyor. Yani ”insancık” oluyor! Yaşadığı tekelci düzenin kurbanı oluyor.

Böylesi bir dönemde, yazar, şair, romancı, müzisyen… çoğalır, çoğalıyor. Böylesi dönemde, ”analizci” ve ”yorumcu”lar da çoğalır, çoğalıyor.

Yazar, şair ve romancılar bir yana, Türk medyasında “taht” kuran onlarca, sözümona, ”analizci” ve ”yorumcu” çıktı, çıkıyor. Güzellik yarışmasına katılan genç kızları, kıskandırırcasına, bunlar, ”uzman analizci” olarak, Tv kanallarında ”sevimli” süratlarını hergün bizlere gösteriyorlar. Bizlere, sözümona, ”siyasi dersler” veriyorlar!


İşte böylesi bir dönemdeyiz. İşte böylesi bir Türkiye’deyiz.

Kavramların özünden boşaltıldığı ve anlamsızlaştırıldığı bir Türkiye’de, kavramları yeniden tanımlamak, zorunluluk oluyor. Bizlere düşüyor. Sayımız az da olsa, Türkiye Medya Çölünde, ”umut vahaları” olmak zorundayız. Buyuz.


Bireysel gelişimin kurutulmaya başlandığı bir Türkiye’de, ”vaha olmak” zorundayız. Türkiye medya çölünde ”serap” değil, ama doğasal fenomen olarak ”vaha” olmak zorundayız. Buyuz.

Türkiye’nin basın çölüne, ve de bu çölleşmeye karşı, ideolojik kavgamız sürecektir, sürüyor. Kavramları, gerçek anlamına kavuşturmak için, mücadelemiz sürecektir, sürüyor. Ama önce ”analiz” nedir? ”Yorum” nedir? Buradan başlayalım.

Analiz, Grekçe ( Yunanca) ve anlamı; bir olguyu, bir bütünü, tahlil etme, ayrıştırmadır; yani, parçalara ayırma esasına dayalı bir bilimsel metod oluyor. Bu anlamdan yola çıkarak, analiz sözcüğünü şöyle de tanımlamak mümkün:

Her hangi bir şeyi, olguyu, inceleme, çözümleme ve öğrenmedir. Bir nokta daha açığa çıkıyor:

Analiz, inceleme, öğrenme ve bunu kitlelere sunmanın “ayrıntısı” oluyor.

Bu tanımlamadan yola kalkarak, daha analizin ne olduğunu bilmeyen, ama Türkiye’de mantar gibi çoğalan bu, sözümona, analizcilere şunları sormak zorundayız:

Analiz edilen ya da edilmesi gereken olgu, nedir, nasıl oluştu? Olgunun tarihi / dünü ve bugünü?.. Olguyu olgu yapan ne?.. Bu, bir.

İkincisi, analiz edilen edilen çelişkiler, neden çelişki olmuş?

Üçüncüsü, çelişkilere vesile olan kişiler nasıl tasvir ediliyor? Tek yönlü, “resmi ideolojiye” gore mi, yoksa, objektif bir şekilde mi?..Analizde geçen kişilerin “tutkuları” nasıl anlatılıyor?.. Kişiler, sahip oldukları düşüncelerinden dolayı “manipüle” ediliyorlar mı?..

Dördüncüsü, analizin vermek istediği mesaj ne? Tek yönlü mü, yoksa var olan olguyu inceleyen, tahlil eden ve böylece başkalarına ulaştıran bir objektif tahlil mi?

Gerçekçi bir analizci olmak için, önce böylesi bir bakış açısına sahip olmayı gerektiriyor. Zorunludur. Zira analiz yapmada ahlak ve dürüstlük, böylesi bir ortamda kendini gösterir.

Analiz, objektif bir şekilde yapılan inceleme ve ayrıntıları, yorumlamaktır.

Yorum, var olan olgunun, bütün yönleriyle anlaşılması oluyor.

Peki var olan olgu yanlış anlaşılırsa?

Yerinde bir sorudur. Gerçekten, olgular, çoğu zaman ”yanlış” anlaşıldığı için, yanlış yorumlanıyor. Bunu gidermenin yolu, tekrar, analiz edilen olguya gitmek, onu bütün elementleriyle tekrar gözden geçirmek ve tabir caiz ise, olguyu tekrar tahlil etmekten geçiyor.

Tekrar olacak. Olsun: Yorumdan önce, var olan olguyu bütün yönleri ile analiz, yani tahlil etmeyi gerektiriyor. Zorluyor. Burada soruulması gereken şu:
Var olan sorun ne? Sorun, neden sorun olmuştur? Niçin sorun olmuştur?

Analiz, böylesi bir çerçevede masaya yatırılır, incelenir. Bunun yorumu ve de çözüm yollarına ilişkin formüller ileri sürülür.

Gerçekçi ve doğru analiz budur, bu olmalıdır.

Gerçekçi yorum budur, bu olmalıdır.

Akılcı ve yol gösterici analiz / yorum budur, bu olmalıdır.

Ama, insan gelişiminin durdurulmaya çalışıldığı bir Türkiye’de, objektif analizci ve yorumculara rastlamak zor. Çok zor.
Çöller Türkiye’sinde, analizci ve yorumcu değil, ancak tekeller krallarının onlara yazdığı ve okumaları için zorladığı, kuşbeyinli insancıklar var. Kavgamız bunun içindir. Kavgamız, tekellerin yarattığı böylesi sürüler düzenine karşı bir ”kahramanlık” kavgası oluyor.

Kavgamız, Türkiye’nin basın, yayın ve genelde ”Medya Çölüne” çevrilmesine karşı olan bir kavgadır.

Evet, şimdilik, sayımız azdır, ama Türkiye medya çölünde ”umut vahaları” olmak zorundayız.

18 Nisan 2008 Cuma

غزّة ليلا - Gazze Geceleri

Filistin'den









ماجد أبوغوش - macid ebu goş










غزّة ليلا




غزّةأينَ مَضى النومُ
هذهِ الليلة ؟
الأحلامُ لم تأتِ
الطائراتُ تُطلقُ النارَ
على الأغاني !

الريحُ حارقةٌُ هذه الليلةْ
والنوافذُ تطلُّ على الموتِ
والدَّم واضح !

الموتُ مرَّ من هُنا
وكانت رائِحتُه
خانِقةْ !

غزّة
حتى يعودَ الموج
إلى حبّةِ الرَّمل !

غزّة
سيروي لنا الذّئبُ
ما أسرَّ بِه لَه
القَمَر !

غزّة
الدَّمُ وَحْدَه يُقاوم !











Macid Ebu Goş
Gazze Geceleri...

Gazze,
Bu gece
Uyku nereye gitti?
Rüyalar da gelmedi.
Ve uçaklar
Şarkılara ateş ediyor!

Ve karayel yakıcı bu gece
Ve pencereler ölüme bakıyor.
Ve kan ortada. Açık.

Ölüm buradan geçti.
Ve kokusu boğucuydu.

Gazze,
Dalgalar tekrar dönecek
Kum tanelerine kadar.

Gazze,
Kurt bizlere anlatacak
Ayın ona etkisini!

Gazze,
Kan, tek başına direniyor!
----------------------
Arapça’dan çeviren: Faiz Cebiroğlu

17 Nisan 2008 Perşembe

Ergenekon istisna değil kuraldır




















Prof. Fikret Başkaya


“... Neden İttihatçı darbeden [1908] yüzyıl sonra gündemi hâlâ devlet çeteleri, parti kapatmalar, v.b. işgal ediyor? Rejimin niteliğine dair kafa karışıklığından kurtulmadan bu sorunun cevabını vermek mümkün değil. Kafa karışıklığından kurtulmanın yolu da resmi ideolojiden, resmi tarihten ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan kurtulmakla mümkün. Ancak radikal bir perspektife sahip olanlar, bilinci resmi ideoloji, resmi tarih ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma tarafından zehirlenmemiş, sömürgeleştirilmemiş, dumura uğratılmamış olanlar, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir edebilirler...”


Türkiye’de olup-bitenleri anlamanın yolu, resmi tarih ve resmi ideolojiden bağımsızlaşmış, Avrupa-merkezli de olmayan bir yaklaşımla mümkün. Tarihsel geri planı dikkate almayan yaklaşımlarla mevcut durumu bilince çıkarmak, olup-bitenleri anlamak mümkün değil. Sorunları bilince çıkarmanın yolu kaynağa inmeyi gerektiriyor, oysa resmi söylem veya geçerli ideolojik anlayış, şeylerin kaynağına inmeyi engellemek üzere kurgulanmış durumda... Neden İttihatçı darbeden [1908] yüzyıl sonra gündemi hâlâ devlet çeteleri, parti kapatmalar, v.b. işgal ediyor? Rejimin niteliğine dair kafa karışıklığından kurtulmadan bu sorunun cevabını vermek mümkün değil. Kafa karışıklığından kurtulmanın yolu da resmi ideolojiden, resmi tarihten ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan kurtulmakla mümkün. Ancak radikal bir perspektife sahip olanlar, bilinci resmi ideoloji, resmi tarih ve Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşma tarafından zehirlenmemiş, sömürgeleştirilmemiş, dumura uğratılmamış olanlar, görüntüyle gerçek arasındaki uyumsuzluğu teşhir edebilirler. Zaten radikal olmak demek, şeyleri kökeninden ele almaktır denmiştir... Öyleyse olup-bitenler kimin için ne anlama geliyor? Tartışmalar neyi gizliyor? Gerçek bir tartışma ortamı neden yaratılamıyor? Böyle kısa bir yazıda bu soruların cevabını vermek elbette kolay değil ama yine de bir özet denemesi mümkündür. Eğer geçerli hâkim perspektifin dışına çıkabilirseniz, şeyler, olaylar, toplumsal süreçler, velhasıl yaşananlar size bambaşka görünecektir... Perspektif değiştiğinde önünüzde yeni ufuklar açılacaktır.

Bir toplumsal/siyasal olayın anlamı, ekseri onu kimin hikaye ettiğinden bağımsız değildir. Bir askerî darbeyi, darbeciler ve sözcüleriyle, darbeye maruz kalanlar ve onların organik aydınları aynı şekilde anlatmazlar. Elbette bu darbeye dair iki farklı gerçek olduğu anlamına gelmez. Egemenin söyleminin egemen kılınması için, ezilenlerin söyleminin etkisizleştirilmesi gerekir. Aksi halde ilişki tersine dönecektir. 1908 İttihatçı darbesi veya 1923 Kemalist darbe [ikinci ittihatçı darbesi de diyebilirsiniz] hep darbeciler ve sözcüleri tarafından anlatıldı. Dolayısıyla darbelere dair gerçek söylenmedi, söylenmesinin önü resmi tarih, resmi ideoloji ve sayısız yasaklar ve müeyyidelerle kesildi. Bu yüzden Türkiye’nin yakın tarihinin tam bir yalan çöplüğü olduğunu söylemek abartma değildir. Üzerinde durulması gereken önemli husus da, nasıl olup da resmi gerçeğin bunca yıl varlığını sürdürdüğüdür. İlginç bir şey de bu durumla Türkiye’deki entellektüel azgelişmişlik arasındaki karşılıklı belirleyicilik ilişkisidir...

Yüzyıllık geleneği anlamak

Osmanlı imparatorluğu kendi iç çelişkileri ve emperyalist kapitalizmin aşındırması sonucu güç kaybına uğruyordu ama yönetici sınıf aşınmanın mahiyetini anlamakta, bilince çıkarmakta yetersiz kalıyordu. Önce ‘kötü gidişten’ şanlı geçmişi, ‘nazam-ı âlemi’ ihya ederek kurtulma girişimi söz konusu oldu. Böyle bir şeyin imkânsızlığının anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. Zira, birincisi bu güne ait sorunları düne ait yöntem ve araçlarla çözmek mümkün değildir –tarihte geriye dönüş yolu kapalıdır-; ikincisi de arzulanır bir şey değildir. Başa dönmenin mümkün olmadığı anlaşılınca, meydan okumayı göğüslemek için Avrupa’dan bazı kurumlar, mekanizmalar ve söylemler ithal etme yoluna gidildi. Fakat çelişik olarak yenilikler yeninin, yeni ve farklı bir şey yapmanın değil, eskiyi yaşatmanın hizmetindeydi.

Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılmasında bu durum kritik bir öneme sahiptir. Yeniliklerin misyonu Eski Rejimi [Ancién Régime densin] yaşatmaktı. Dolayısıyla tam bir ilişki tersliği söz konusuydu... Avrupa-merkezli ideolojik yabancılaşmadan yakayı kurtarmadan olup-biteni anlamak mümkün değildir derken kastettiğim budur. Modern kurumlar, söylemler ve mekanizmalarla, eski vücuda giydirilmiş yeni elbiseler gibiydi. Elbiseyi giyen olduğu gibi kalmıştı veya kayda değer bir değişime uğramamıştı. Bunun anlamı, Türkiye’nin tarihinde bilinen anlamda bir modernite devriminin ve aydınlanmanın yaşanmamış olmasıdır. Ortalıkta ne Eski Rejime meydan okuyan yeni ve farklı bir sosyal sınıfın baskısı ve dayatması, ne de onun politik programını temsil eden bir muhalefet hareketi vardı. Yeniliklerin, reformların, Tanzimatın, Islahatın, Meşrutiyetin, Cumhuriyetin gerisindeki güç ve iktidar odağı hep aynıydı ve yegâne kaygısı varolanı değiştirmek/dönüştürmek değil, Eskiyi [kutsal devleti] yaşatmaktı. Dolayısıyla modern kurumlar, mekanizmalar ve söylemler sanılanın aksine yeninin değil, eskinin hizmetindeydi.

Osmanlı imparatorluğunda farklı, yeni, orijinal bir paradigmayı temsil eden bir muhalefet hareketi, sistemin temelini değiştirme, devleti dönüştürme kaygısı taşıyan ideolojik/entellektüel/kültürel muhalif akımlar hiçbir zaman ortaya çıkmadı. Neden çıkmadığının tahliline burada girmemiz uygun değil. Muhalefet her zaman bir iç muhalefetti. Türkiye’nin yakın tarihinin anlaşılması bakımından bu durum son derecede önemlidir. 1908 de bir darbeyle anayasal monarşiyi [meşrutiyeti] dayatan İttihatçıların amacı, yeni ve farklı bir şey yapmak değil, varlığı tehlikeye giren imparatorluğu, kendileri için kutsal olan devleti kurtarmaktı. Aslında devleti kurtarmak, kendilerini kurtarmak demekti... İttihatçılar dışındaki diğer “muhalefet odakları” için de aynı şey söz konusuydu. Muhalif oldukları Padişahla aralarındaki fark paradigmatik bir fark değil, yönteme dairdi. Dağarcıklarındaki de şöyle ifade edilebilirdi: Padişah devleti yeteri kadar koruyamıyor ancak biz koruyabiliriz... Böylesi bir anlayışın geçerli olması demek, ortada yeni ve farklı bir şey olmaması demektir. Başka türlü ifade edersek Nizam-ı Cedid’le başlayan süreçte devletin niteliğinde, yönetim zihniyetinde, devlet/toplum sınıfları ilişkisinde bir dönüşüm ve değişiklik hiçbir zaman söz konusu olmadı. Osmanlı devletinde köklü bir devlet-halk yabancılaşması geçerliydi, ilişkinin yönü devletten topluma doğruydu, bilindiği gibi halk tebaa idi. Devlet ve yönetenler katında bir değişiklik olmadı ama bütün bu zaman zarfında kimi yeni kurumlar, mekanizmalar ve söylemler ortalığı kapladı ve söz konusu ‘yenilikler’ Eski Rejimin üstünü örtmek, yanılsama yaratmak içindi veya öyle bir işlev gördü. Kapitalist modernitenin ürünü olan kurumsal yapıların, mekanizmaların ve modernliğe [moderniteye değil] aşırı gönderme yapan söylemlerin işlevi, Batı burjuva toplumlarındakinden farklıydı. Mesela bizdeki parlamento hiç bir zaman bilinen anlamda bir parlamento olmadı. Devlet dışı [eski rejim dışı densin] güçlerin bir kazanımı değildi... Egemen elitin elinde bir meşrulaştırma ve yönetim aracıydı.

İttihatçılar 1908’i izleyen bir dizi darbeler ve suikastlerle [31 Mart ve Mahmut Şevket Paşa suikasti, vb.] 1913 yılına gelindiğinde iktidar üzerinde tam bir denetim sağladılar. Bağnaz bir dikta rejimi kurdular, hertürlü muhalefeti ezdiler, kendileri dışındaki herkesi düşman ilan ettiler. Aslında II. Meşrutiyet denilen, bilinen anlamada bir meşruti yönetim kurmaktan çok, Padişahı by-pass eden askeri bir darbeydi. İzleyen dönemin anlaşılması bakımından büyük önem arzeden bir husus da, gizli örgüt olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmesine rağmen gizli örgüt olarak kalmasıdır. En azından örgütün Merkez-i Umumisi gizliliğini korumaya devam etti. Bunun anlamı iktidarın sadece görünen yöneticilerden ibaret olmaması veya ikili bir yapının mevcudiyetidir. İttihatçılar Birinci emperyalistler arası savaşın ardından yaklaşık beş yıllık [1918-1922] bir belirsizlik ve bocalama döneminin sonunda, 1923 de bir darbeyle rejimin adını Cumhuriyet olarak değiştirdiler. Nasıl 1908 gerçek anlamda bir meşrutiyet rejimine denk gelmiyorduysa, 1923’te cumhuriyete benzemiyordu ama resmi söylem, harikalar yaratıldığını, yepyeni bir çağın başladığını, vb. söylemekten geri kalmadı... 1923 sonrası tipik bir dikta rejimiydi. Tüm modern kurum, söylem ve mekanizmalar, ‘ilkeler ve inkılaplar’, diktatörlüğü takviye etmek içindi. Eğer mutlaka bir modernleşmeden söz edilecekse, modernleşen toplum değil devletti. Bu zaman zarfında devlet/hükümet/parti özdeşliği olduğu için, benim asıl devlet partisi [ADP] dediğim odağa [iktidarın görünmeyen kanadı] pek iş düşmedi. Cumhuriyet denilen dönemde de devlet/halk ilişkisinin yönü ve mahiyeti değişmedi, imparatorluk döneminde geçerli olan yabancılaşma devam etti ama bir farkla: yönetici cumhuriyet eliti halkı adam etmek istiyordu. Başka türlü söylersek, kendi suretinde bir toplum yaratmak istiyordu... Bu bakımdan kendi halkını sömürgeleştiren bir rejim söz konusuydu.

Kemalist yönetici bürokrasi, Avrupalı sömürgecilerin yaptığının bir benzerini gerçekleştirmek istiyordu. Bu sorun üzerinde önemle ve ısrarla durmadan yaşanan süreci yetkin bir tarzda kavramak mümkün değildir. İttihatçıların birinci iktidar dönemi 1908’den yaklaşık 1946-50’ye kadar devam etti. İkinci emperyalistler arası savaşın sonunda hem dünyanın manzarası değişmiş hem de mevcut haliyle dikta rejimini sürdürmek zorlaşmıştı. İç ve dış faktörlerin diyalektiği yeni bir yönetim üslubunu dayatıyordu. Halkı bütünüyle siyasi sürecin dışında tutmak artık eskisi kadar kolay değildi. Halkın sürece dahil edilmesi için kapı azıcık aralanmalıydı... Bu aşamada tam bir muvazaa olan “çok partili sisteme” geçildi. Aslında birden çok partinin kurulmasına izin verilmişti. Artık izinle kurulan-kurdurulan partiler dönemi açılmıştı. İşte Asıl Devlet Partisi [ADP] bu yeni dönemde tekrar önem kazandı. 1946 da bir muvazaa [danışıklı döğüş] sonucu kurulan Demokrat Parti, 1950 seçimlerinde ezici çoğunluk sağlayıp hükümet kurdu. İttihatçıların bir kesimi yeni partinin yöneticileriydi. 1950-1960 döneminde Demokrat Parti [DP] üst üste üç seçim kazandı ve bu zaman zarfında kitlelerin sınırlı da olsa sürece dahil olması Asıl Devlet Partisini [ADP] kuşkulandırdı. ‘Ayak takımının’ işe fazlaca karıştığını düşünüyorlardı. Güdümlü muhalefetin güdümlü olmaktan çıkma ihtimali ‘memleketin sahiplerini’ telaşlandırmıştı. Bilindiği gibi insan iradesi işe karıştığında, güdümlü hareketlerin her zaman güdümlü olmaktan çıkma potansiyeli vardır. Aslında 1950-60 onyılı Asıl Devlet Partisi [ADP] için bir ‘deneme dönemiydi’. Demokrat Parti’nin Adnan Menderes hükümetinin baskıcı yöntemlere başvurması bahane edilerek 27 Mayıs 1960 da yapılan darbe, 1946 da aralanan kapının biraz daha kapatılması içindi... Gerçi Menderes hükümeti 1958 sonrasında baskıcı yöntemlere daha çok başvuruyordu ama bu asla bir darbe gerekçesi olamazdı. Asıl önemli olan bağnaz bir özgürlük ve demokrasi düşmanı olanların bu durumu bahane etmiş olmalarıdır. Zira, İttihatçı geleneğin adamları hiç bir şeyden özgürlük ve demokrasiden korktuğu kadar korkmazlardı... (1)

Kulisten yönetmek

Halkın sürece dahil olmasının önünü kesmek, değilse sınırlamak, kuliste kalarak yönetmeyi sağlayacak bir yapı ve işleyiş oluşturmak üzere harekete geçildi. Öyle bir kurumsal yapı ve işleyiş oluşturmalıydı ki, bir daha darbeye gerek kalmasın... Elbette böyle bir şey mümkün değildir zira insan iradesi [toplumsal dinamik] işin içine giriyor. Cuntacılar ayak takımının işe karışmasını engellemek üzere bir dizi kurum oluşturdular: MGK, Senato, Anayasa Mahkemesi, Tabii senatörlük, Kontenjan senatörlüğü, Devlet Planlama Teşkilatı [DPT], ordu iç hizmet tüzüğünün bir maddesi kanun haline getirilerek ordunun darbe yapması nerdeyse yasal hale getirildi... Bütün bunlar seçimle gelen hükümetlerin iktidar olmasını engellemek içindi. Böyle bir kurumsal-ideolojik ortamda varolan siyasi partilerle Asıl Devlet partisi arasında bir tür müteahhit/ taşeron ilişkisi veya işbölümü oluşmuştu. Siyasi parti hükümeti ancak kendisine bırakılan işlerle ilgilenebilirdi. Mesela Kürt sorunuyla ilgilenmeleri yasaktır. O Asıl Devlet Partisinin ilgi alanındadır... Seçim kazanıp hükümet kuran bir siyasi partinin bu durumunu sürdürebilmesi için kendini Asıl Devlet Partisi‘nin üslubuna uyumlandırması gerekiyor. Aksi halde bir darbeyle tasfiye edilmekten veya oyun dışına atılmaktan kurtulamaz... Velhasıl 1961 anayasasıyla gelen kurumsal yapılar ve mekanizmalar demokrasinin değil, Asıl Devlet Partisinin kulisten yönetmesini sağlayacak kurum ve mekanizmalardı. Sol hareket anayasadaki bazı maddelere bakarak, anayasayı demokratik bir anayasa olarak görme eğilimindeydi, dolayısıyla kurulan tuzağın farkında değildi. Kaldı ki bir yasanın niteliğini belirleyen içerdiği kimi maddeler değil, kimin tarafından nasıl yapıldığı, arkasında hangi gücün bulunduğudur... Nitekim öyle olduğunun anlaşılması için fazla zaman gerekmedi. 1971 darbesiyle anayasadaki kimi ‘fazlalıklar’ temizlendi, 12 Eylül 1980 cuntasıyla da anayasa tümden çöpe atıldı.

Anayasayı yapan da, çöpe atan da memleketin sahipleriydi. Fakat, gerisinde Asıl Devlet Partisinin bulunduğu cuntacılar muratlarına bir türlü eremediler, kuliste kalarak yönetmeleri mümkün olmadı. Yaklaşık onar yıllık aralarla kulisten sahneye çıkmak zorunda kaldılar. 1960 darbesiyle kurulan tuzak 1971 darbesiyle ama asıl 12 Eylül’le iyice takviye edildi. 12 Eylül cuntası siyaseti nerdeyse yasaklamıştı.

Darbeci, komitacı, çeteci, komplocu geleneğin krizi veya ‘ateş en çok dumanı sönerken çıkarır’...

İkinci emperyalistler arası savaş sonrasının dünyasına her ne kadar ‘hür dünya’ dense de, gerçek durum farklıydı. Emperyalist blokun lideri ABD önce komünizmin yayılmasını durdurmayı, sonra da çökertmeyi amaçlayan, ‘çevreleme veya kuşatma liberalizmi’ denilen bir jeostrateji izliyordu. Bu amaçla elinin ulaşabildiği her yerde Gladio olarak da bilinen kontr-gerilla örgütleri, cinayet müfrezeleri, ölüm mangaları, vb. oluşturuyor ve/veya teşvik ediyordu. ‘Radikal’ saydığı Üçüncü Dünya Rejimlerini çökertmek için CIA aracılığıyla darbeler tezgâhlıyordu. 1950 sonrasında tam bir ABD uydusu ve NATO üyesi olan Türkiye, bu sürecin dışında değil, tam da göbeğindeydi. Zaten köklü bir darbeci, komitacı, komplocu ve provokasyoncu gelenek geçerliydi. ABD’nin söz konusu stratejisi, Türkiye’de Asıl Devlet Partisinin manevra alanını iyice genişletmişti. Özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türkiye, bir tür ‘faili meçhul’ cinayetler ve katliamlar cumhuriyeti’ haline gelmişti. Fakat, 1980’li yılların sonunda birincisi Sovyet sisteminin çökmesi [soğuk savaşın sona ermesi], ikincisi de neoliberal ideolojinin ve politikaların kesin hakimiyet sağlaması, Asıl Devlet Partisi veya memleketin sahipleri için ‘olumlu dış konjonktürün’ ortadan kalkması demekti. Nitekim 28 Şubat [1997] darbesinin bir tür ‘yarım darbe’ oluşunu açıklayan söz konusu dış konjonktürdü. Fakat Asıl Devlet Partisinin işini zorlaştıran sadece dış konjonkürün aleyhe dönmesi değildi. Memleketin sahiplerinin varlığını ve iktidarını aşındırıp/tehdit eden iki unsur daha vardı: Kürt hareketi ve Politik İslam. Bu üçünün diyalektiği, yüzyıllık dönemde ilk defa ayrıcalıklı elitlerin varlığını ve statüsünü aşındırma istidadı taşıyor. Kürt hareketi ve Politik İslam rejimin daha çok teşhir edilmesini sağlarken, neoliberal küreselleşme de devleti yeni dönemin ihtiyaçlarıyla uyumlandırma yönünde baskı yapıyor. Devleti sadece sermayenin çıkarını gözeten bir yapı ve işleyişe kavuşturmak istiyor, dolayısıyla geleneksel devlet yapısını ve zihniyetini dönüştürüyor. Devletçi/bürokratik eliti asıl bulunması gereken zemine çekiyor: sermayenin ayak işlerine koşulmak... Taşlar yerinden oynadıkça birilerinin altındaki taşlar da kayıyor... Son 3 - 4 yılda darbeci eğilimlerin, çetelerin, Cumhuriyet mitinglerinin, 367 kepazeliğinin, ‘dijital darbenin’, şurda burda patlayan/patlamayan bombaların, üniversitelerde provokasyonların, vb. yeniden sahneye çıkması memleketin sahiplerini saran korkunun bir tezahürü. Bu sefer iktidarlarını, ayrıcalıklarını ve statülerini kaybetmekten gerçekten korkuyorlar ve korkuları yerinde... Asıl devlet partisi cephesinin sözcüleri sıklıkla Türkiye’nin hiçbir dönemde olmadığı kadar iç ve dış tehditlere maruz olduğunu söylüyorlar. Elbette bu söylem tartışmalıdır ama ayrıcalıklı, dokunulmaz-dokunulamaz elitlerin iktidarının ve statüsünün ilk defa tehdit altında olduğu kesin... Bir Arap atasözü: ateş ençok dumanı sönerken çıkarır der...

Devlet hukuku veya ‘adalet mülkün temelidir’...

1982 tarihli cunta anayasasının dibacesindeki ikinci maddede “Türkiye cumhuriyeti... bir hukuk devletidir” deniyor. Hukukçular, politikacılar, devlet ricalinin yükseklerindekiler, akademisyenler, herşeyi bilen köşe yazarları da aynı fikirde... Ağızlarını her açtıklarında Türkiye’nin ‘demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti’ olduğunu söylüyorlar. Elbette TC’nin bir hukuku var ve bu dünyada hukuku olmayan bir devlet mümkün değildir. Fakat nüanse edilmesi gereken bir şey veya ilişki tersliği var: hukuk devleti yerine devlet hukuku demek daha uygun... Eğer Türkiyedeki rejim gerçekten hukuka uygun bir işleyişe sahip olsaydı devletin önüne bir niteleme sıfatı koymaya gerek olmazdı. Doğrusu hukuk devleti değil, devlet hukukudur. Fakat Türkiye’de standart devlet hukukunun ötesine geçen bir şey var: geçerli hukuk sistemi daha çok asıl devlet partisinin hukuku... Aksi halde hükümet partisine karşı bir araç olarak kullanılmazdı... Elbette hukuk, devlet hukuku olmaya devam ettikçe onun hangi odak tarafından kullanıldığı o kadar önemli değildir. Gün Zileli’nin isabetli bir şekilde işaret ettiği gibi, hukuk ve adalet zaten aynı şey değil: “... adalet canlıların, bireylerin bilinci ve vicdanıyla, hukuk ise devletlerin ve iktidarların çıkarlarıyla belirlenir. Bu yüzden de bu ikisi bırakın aynı şey olmayı, birbirinin tam zıddıdır”.[2] Kelli felli adamlar, süslü püslü kadınlar AKP’ye yönelik kapatma davasının ‘hukukî mi yoksa siyasî mi’ olduğunu, bıkıp-usanmadan tartışıp duruyorlar. Neyi tartıştıklarının farkındalar mı? İnsanlarla alay mı ediyorlar yoksa söylediklerine gerçekten inanıyorlar mı? Durum doğrudan devlet hukukunu, dolayısıyla siyaseti angaje eden bir şey olduğuna göre... Aslında doğrusunu Eskiler söylemiş: “Adalet mülkün temelidir”. Bunu hukuk devletin temelidir şeklinde okuyabilirsiniz. Velhasıl devletlerin hukuka, insanların da adalete ihtiyacı var...

İttihatçı geleneğin geçerli olduğu Türkiye’de halkı siyasi sürecin dışında tutmak esastır. Söz konusu geleneğin adamları [aralarında kadın yok gibidir] en çok özgürlük ve demokrasiden korkarlar. Aslında bu yerinde bir korkudur zira halk işe karıştığında, ayak takımı dedikleri siyasi sürece dahil olduğunda, ayrıcalıklarını ve dokunulmazlıklarını kaybedeceklerini gayet iyi bilirler. İşte bu yüzden darbeler, siyasi cinayetler, komplo ve provokasyonlar, muhtıralar, vb. her zaman gündemdedir. Bürokratik/yönetici elit ‘kendi’ halkına tam bir sömürgeci gözüyle bakar ve öyle davranır. Dolayısıyla Ergenekon bir istisna değil kuraldır. ‘Ergenekon operasyonunun’ nasıl sonuçlanacağını görmek için geriye dönük onlarca, yüzlerce örneğe bakılabilir zira tarihsel ‘miras’ ne yazık ki, çok zengin ama son birkaç yılın üç örneğini hatırlamak yeter: Şemdinli suçüstüsü, Hrant Dink cinayeti ve Nokta Dergisi skandalı. Şemdinlide neler olduğunu, Hrant Dink davasının nasıl seyrettiğini, darbe günlüklerini yayınladığı için derginin ve genel yayın yönetmeni Alper Görmüş’ün başına gelenleri hatırlamak, rejimin niteliği ve ‘hukuk devleti’ denilen hakkında yeterli fikir veriyor. Asıl İktidar odağı olan dokunulmazlara dokunuluncaya kadar Ergenekon varlığını sürdürecek ama artık yolun sonuna gelinmekte olduğunu söylemek mümkün. Zira, hem dünya artık eski dünya değil, hem de ayak takımını aldatmak eskisi kadar kolay değil...
------------------------------------
[1] Rejimin niteliğine ilgi duyan okuyucu Yediyüz, Paradigmanın İflası ve Reel Atatürkçülük adlı kitaplarla, ozguruniversite.org’daki güncel yazılara bakabilir.
[2] Bkz: Gün Zileli, ozguruniversite.org güncel yazılar.

Kardelen 16 Nisan 2008

IRKÇILIĞIN ELİ BENZİN KOKUYUR, YÜZÜ ÖLÜM

PARİS’TEN BAKIŞ









Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL


Son aylarda, son haftalarda, son günlerde Almanya Federal Cumhuriyeti’nde, Fransa Cumhuriyeti’nde, Danimarka Krallığı’nda, Hollanda Krallığı’nda ve Avrupa Birliği (AB) üyesi devletlerin diğerlerinde de neredeyse her gün ırkçı bir saldırı, bir cinayet, bir kundaklama (yani bilerek ve can alıcı olmasını arzulayarak veya enazından mala mülke zarar ziyan vermesi isteğiyle yakmak, yani kasıtlı yangın çıkarmak) meydana geliyor.

Daha birkaç gün önce Danimarka’nın başkentinde Deniz Özgür Uzun isimli bir çocuğumuz öldürüldü.Deniz onaltı yaşındaydı : Daha istediği kadar futbol oynayamadan, arzuladığı kadar maç seyredemeden, gençliğini yaşayamadan, hayata doyamadan, Deniz öldürüldü.

Saldırılar sürüyor.

Bu bağlamda teşhisimizi doğru ve yerinde koymak gerekiyor : Bu saldırıların ve kundaklamaların altında yatan belaların isimleri ırkçılıktır ve yabancı düşmanlığıdır. Ve her ikisi de AB devletlerinin yasalarına ve hatta kiminin Anayasa’sına göre BİRER SUÇTUR.

Irkçılık veya yabancı düşmanlığı, burada özel olarak dikkatinizi rica ediyorum, « düşünce » değildir, birer suçtur. Ve AB üyesi devletlerin özel yasalarında öngörülen cezalara çarptırılırlar. Çarptırılıyorlar da. Fransa’daki ırkçı siyasetcilerin zaman zaman siyasi haklarına belli bir süre için son verildiğini, para ve kimi kez hapis cezaları aldıklarını artık herkes biliyor : Irkçılıktan ve/veya yabancı düşmanlığından yargılandıktan sonra.

Irkçı siyasetciler herşeye karşın, yasaların olanaklarından yararlanarak ve gerçek ırkçı yüzlerini saklayarak VEYA SAKLAMAYA ÇALIŞARAK ırkçılık ve yabancı düşmanlığı « zehirini » siyasete ve topluma « mal etmenin » yollarını arıyorlar. Seçimlere katılıyorlar. Seçim kampanyalarında radyo ve televizyon gibi araç gereçlerden yararlanıyorlar. Ve propagandalarını yapıyorlar : Belediye meclislerinde, il özel idarelerinde, bölge meclislerinde, millet meclislerinde, varsa senatolarda ve nihayet Avrupa Parlamentosu’nda temsilcilere sahip olabiliyorlar.

Bunlara koşut bir biçimde, bazen bu tür ırkçı siyasi partilerle elele, kolkola ve bazen açık siyaset yapanlarla yarışarak, gizli olduklarını iddia eden küçük ve son derece tehlikeli kümeler ise zaman zaman « daha radikal » olduklarını ispat etmek için saldırılar düzenliyorlar : « Yabancı »ların evlerine, işyerlerine, tapınaklarına, mezarlıklarına saldırarak, bireyleri yaralayarak ve kimi zaman öldürerek kendi kendilerine « puan kazandırmak » istiyorlar. (« Yabancı » sözcüğünü tırnak içine koyuyorum : Çünkü ırkçılar için esmer olan herkes veya en basit bir şekilde « kendisine » benzemeyen herkes « yabancı »dır.Yani yasaların veya genel konuşma dilimizin alışkın olduğu « yabancı » tanımları ırkçılar için geçerli değildir.) Çünkü bu tür küçük kümelerin de kendi aralarında bir tür « ligi » bulunuyor. Yaptıkları saldırılara göre belli bir « güç kazandıklarını » iddia edebilecek kadar geri zekalı ve henüz insanlaşmamış « hayvanlardır » söz konusu olan.


Bu yaratıklar bir yerde « Parlamentolar sizinse sokaklar bizimdir ! » demek istiyorlar. Polis, elbette bir devletten diğerine değişen bir etkinlikle ve polislerin bizzat kendi eğilimlerine göre, kendi araştırmasını yaparak suçluları bulmaya çalışıyor. Bu saldırıların hangi saiklerle yapıldığını ortaya çıkarmaya çabalıyor. Ancak ırkçıların « kendi liginde » saldırıyı ve/veya cinayeti kimin veya kimlerin yaptığı biliniyordur. Çünkü her saldırgan saldırısından sonra mutlaka kendi işaretini de bırakıyor. Böylece saldırıyı « üstleniyor » ve saldırıyı kimin yaptığı « duyuruluyor ».

Irkçılık ve yabancı düşmanlığı belaları sadece sokakta kalmıyorlar. Bu belalar, yukarıda değindiğim gibi, siyaset sahnesinde kendilerini ırkçı ve zaman zaman da aşırı sağcı partilerle göstermeye çalışıyorlar.

Anımsatmak isterim : Daha birkaç yıl önceye kadar Almanya’daki « Cumhuriyetçiler » isimli « siyasi parti » seçimlerde yüzde on kadar oy toplayabiliyordu. Daha sonra oy oranı yüzde ikiye kadar düştü. Bugün başka isimlerle bu tür siyasi partiler Almanya’daki kimi « land » Meclis’inde temsilciye sahip.

Fransa’da 2007 ve 2008 seçimlerinde FN’in (Milliyetçi Cephe) oy oranı azaldı.Ancak bu partinin seçmenleri buharlaşıp uçmadılar.Hem birçoğu yine FN’e ve adaylarına oy verdi. FN oyların % 5-6’sını yine toplayabiliyor. Bugün bu partinin hala 2 milyon kadar seçmeni var. Kimi « Bölge Meclis »lerinde temsilcileri bulunuyor.Kimi belediye meclislerinde de…Bu Fransa gibi « İnsan Haklarının Beşiği » olmakla övünen bir ülke için yüzkarasıdır.

FN seçmenlerinin kimiyse FN « programını » kısmen benimseyen fakat bunu fena halde saklamaya çalışan Sarkozy’inin peşine takıldı. Sarkozy’nin Mayıs 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesi ancak bu sayede mümkün olabildi. Hemen şunu da anımsatmalıyım : Sarkozy cumhurbaşkanı seçildikten sonra Le Pen’i Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda kabul etti.Böylece Fransa’da 5. Cumhuriyet tarihinde (1958’de Charles de Gaulle’ün şaibeli bir biçimde önce başbakanlığa getirilmesi sonra cumhurbaşkanı seçilmesi ve yeni bir Anayasa ile oluşturulan cumhuriyet) ırkçı bir siyasetciyi kabul eden İLK VE ŞİMDİYE KADAR TEK CUMHURBAŞKANI ünvanını da kazandı.

Bugün Fransa’da oyların % 45-50’sini klasik sağ veya aşırı sağ alıyor. Kırk kadarını sol ve yeşiller.Kalan %10 kadarı ise ırkçılara gidiyor : FN ve benzeri birkaç küçük partiye. Mart 2008’de yapılan belediye seçimleri ile il özel idareleri seçimlerinde denge sol lehine değişse bile milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ırkçılar klasik sağın kazanması veya yitirmesinde etkili olabiliyor. İşte bu nedenle Sarkozy öteden beri ırkçıların oylarına gözlerini dikti.Ve hem bu oyları kendisine çekebildiği için hem de bizzat kendisi de onların kimi saçmalıklarına yeşil ışık yaktığı için ırkçıların da bugünkü iktidara ortak olduklarını söylemek mümkün.

Bugün Almanya ve Fransa’da ırkçıların siyasi yelpazede yerleşik olarak varlıklarını sürdürdüklerini görüyoruz.Irkçı partiler batı tipi demokrasilerin yüzseksen derecelik siyasi yelpazesinde sıfır derecede yer alıyorlar. Aşırı sağ 5 derecede. Klasik sağ on derece ve sonrasında. Fark çok değil ama yine de fark var. Ancak kimi konularda klasik sağ ve aşırı sağ sıfır noktasına kadar iniyorlar. Ve işte orada ırkçılarla buluşuyorlar. Örneğin yabancılara yönelik saldırılarda.

Bu konuda iki örnek vermek istiyorum :

Birincisi Fransa’dan : FN’in yıllardır barbar bağırdığı « Ulusal Kimlik Bakanlığı », Sarkozy tarafından hemen Mayıs 2007’de kuruldu. İsmi kısaca şudur : « Ulusal Kimlik ve Göç Bakanlığı ». Ve hükümetteki ilk gününden bu yana Sarkozy’nin çocukluk arkadaşı ve en yakın dostu Bakan (Adını yazmıyorum) « kağıtsız yabancılara » karşı akıl almaz bir tutuklama ve sınırdışı etme faaliyetine girişti. « Kağıtsız yabancılar » veya sadece « Kağıtsızlar » ( « les sans papiers ») ile Fransa’da oturma ve çalışma kartı olmayanlar tanımlanmak isteniyor.

Cumhurbaşkanı Sarkozy ve burada adı geçmeyen Bakan « Yılda enaz 25.000 kağıtsız yabancı sınır dışı edilecek » gibi bir kotayı hedefleyerek yola çıktı. Böylesi bir rakama ille ulaşmak isteyince neler mi oluyor ?

« Kağıtsız yabancı»ların devam ettikleri lokantalara, kahvelere, « otellere » (tırnak içinde : Çünkü bunlara otel diyebilmek için bin şahit lazım), evlere polis baskınları düzenleniyor. Ve hem de nasıl baskınlar : Sanırsınız tepeden tırnağa silahlı haydutların yakalanması için baskın düzenleniyor. Oysa topu topu diyelim iki diyelim beş veya on « kağıtsız » yakalanacak ( !!) Ve bu akıl almaz polis baskının gürültüsü ve şiddeti sonucunda « polise yakalanıp sınır dışı edilmektense ölmek daha iyidir » diyerek kaçmaya çalışanlar, kaçarken düşüp ölenler, üçüncü veya beşinci kattan atlayarak ölenler veya intihar edenler pek çok : Lütfen anımsatmama izin veriniz : Birkaç ay önce Marsilya’da sınırdışı edilmek üzere « depot »da (gözaltında) bekletilen genç bir Türk intihar etti. Birkaç ay önce Çinli bir anne kendisini pencereden atarak intihar etti.Ve 4 Nisan 2008’de yani daha birkaç gün önce 29 yaşında genç bir Malili polis baskını üzerine Seine Nehri’nin bir kolu olan Marne Nehri’ne atlayarak intihar etti…Evet akıl alacak gibi değil ama bugün Fransa gibi « demokrasinin kalesi » olmakla övünen bir devlette kimi insan « yabancı » diye, « kağıtsız » diye « kovalanıyor » ve polis korkusu sonucu ölüyor…

Peki bu amaçıyla inanılmaz derecede ölçüsüz polis baskınlarının ve apaçık polis şiddetinin anlamı ne oluyor ? Sokaklardaki çok afedersiniz hayvanların veya haydi ağzımızı bozmayalım insanlıktan nasibini almamışların ırkçı saldırılarına, yabancı düşmanlıklarına Devletten gelen bizzat Devletin yabancı düşmanlığı da eklemleniyor.

Bu ikisinin ortak noktası nedir ? CAN ALMAK. Şiddetle, polis baskınlarıyla, polis korkusu salınarak ve adam öldürmekle bu sorunlar hiç bir zaman çözülemedi. Çözülmesi de mümkün değil.

Hem neden Fransızların ve Almanların ellerini kollarını sallayarak gidip gelebildikleri eski Fransa veya Almanya sömürgelerinden (Fransa dışında yaşayan ve çalışan yani oralarda yerleşik Fransa Cumhuriyeti vatandaşı sayısı 3 milyon kadardır.Turistleri saymıyorum.) çocuklar buralara gelemesinler ? Geldikten sonra oturma ve çalışma kağıtları yok diye neden SUÇLU KONUMUNA KONULSUNLAR ?

İkinci örneğim Almanya’dan : Die Zeit ve Der Spiegel Almanya’daki « yangınların » ille kundaklama olmadığını ileri sürüyorlar.Ve bu vesileyle Avrupa’da yayınlanan Türkçe yayın organlarıyla polemige girişiyorlar.Pes ! Hele bu iddialarını ispat etmek için « Son zamanlardaki yangın sayılarının Almanya’daki yangın ortalalamalarına » uygun olduğunu ileri sürmeleri. İnsan birazcık utanır. Belki bir veya iki yangının nedeni başka bir şey olabilir. Bunu polis araştırması sonucunda öğreneceğiz. Ama artık çok açık ki kundaklamaların altında yatan saik ırkçılıktır. Yabancı düşmanlığıdır.

Dahası adı geçen pek ünlü ve sağcı ve zaman zaman aşırı sağcı ve burada görüldüğü gibi apaçık ırkçı olduklarını maalesef hiç bir zaman saklayamayan yayın organları bu yangınların neden SADECE Türkler en başta yabancılara ve esmerlere ait evlere, işyerlerine ve Müslümanların camilerine yönelik olduklarını açıklayamıyorlar. Oysa tam ZAMAN’ıdır AYNA’yı kendilerine ve kendi toplumlarına çevirmelerinin.

16 Nisan 2008 Çarşamba

Yerel Çeteleşmenin Boyutu...

HATAY'dan







Murat ALTUNÖZ

Ülkemizde yıllardır çetelerden bahsedilir. Keza Susurluk çetesi ile gün yüzüne çıkan, en büyük çetenin ardından,Türkiye'de çok şeyler değişti. O gün Susurluk'ta ortaya çıkan çete ile devletin arasındaki bazı insanların çetelerle iş birliği yaptığı tam anlamıyla kesinleşmiş oldu.

Çeteleşme yıllar sonra Ergenekon operasyonuyla tekrar gündeme geldi. Eskiden bildiğimiz mafya sistemi çökmüş artık daha organize ve daha profesyonel bir hal alan almıştır.Bazı yazarlar, Emekli Polisler ve Emekli askerlerinde içinde bulunduğu yeni bir yapı ortaya çıktı.

Aslında bu tür çeteleşmeler yıllardır hep ülkemizde vardır. Ama bu hafta benim bahsetmek istediğim yerel çetelerdir. malesef son yıllarda ciddi anlamda yerel çeteleşme ve Organize suçlarda bir çoğalma vardır. Zaten Hatay il Emniyet Müdürü Osman Çapalı'da bu konuya dikkat çekerek " Bireysel suçlar artık organize suçlara kaymıştır" demiştir.

Geçen yıl malesef Dursunlu Beldesinde bir grup çete elemanı köy ortasında akrabalarımın da içinde bulunduğu halka saldırarak birinin ölümüne birinin ise ağır yaralanmasına neden olmuştur.

Nedense olaydan 2 yıl geçmesine rağmen halen faillerin başı yakalanmadı.

Şimdi bir kaç sorum olacak:

· 17-18 yaşlarındaki gençler otomatik silahları nereden buldu ?

· Bu silahları onlara kim sattı ?

· Bu silahları almak için bu insanlar paraları nerden buldu ?

· Devlet, neden bunu daha önce önleyemedi ?..

Malesef geçtiğimiz haftalarda, Hatay, Harbiye'de, bir çeteye haraç vermediği için öldürülen Seyfettin Karadaş’ın cenazesine katıldım. Gerçekten de Harbiye'de son dönemler başlayan bu çeteleşme her geçen gün daha da büyümekte.

Ama Harbiye'deki çeteleşmeye karşı halk ortak bir tavır almaya başladı, bu çok sevindirici bir durum. Böylesi ortak çalışmaların, tüm Hatay'a yayılmasından yanayım. Çeteleşmenin önüne, ancak böyle geçilebilir, diye düşünüyorum...13. Nisan 2008

----------------------------------------------------------------

* Murat Altunöz'ün notu: Pazartesi günü “Kırılgan Zamanlar” adlı kitabım Piyasaya çıkıyor.

** Faiz’in notu: Çok sevgili kavga arkadaşım Murat Altunöz’ü “Kırılgan Zamanlar” kitabı vesilesiyle kutluyorum!..

*** fotograf : dursunlu.com

-----------------------------------------------------------------------

Erdoğan’ın „Bismillah“ diye ilk geri adımı


Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de



Gelişmiş tüm dünyada, herkes ileri adımlar atmaya çalışırken, Türkiye’de , başta sermaye çevreleri olmak üzere, belli başlı, sözde sivil kurum ve kuruluşlar bir araya gelmiş, nasıl geri adım atılacağının yollarını arıyor hep birlikte. Yerinde saymakta ileri değil geri sayıldığı için, zaten geri adım, „gerisin geri“ gidiliyor, demektir. Bu geri gidişin amacı ise derin devletin ilerlemesinden başka bir şey değildir.

Türkiyede toplum ve insanlar devlet için var olduğundan ve bu devletin gerçek sahibi de derin devlet olduğundan, onu ilerletmek için herşey meşru ve mübahtır.

Türkiyenin sözümona aklı-selimleri : “ Herkes bir adım geri atsın.” deyip bu geri adımın adını da koymazken, aslında derin ile yüzesel devletin uzlaşmasını istiyordu. Ve bunu başarmış gibi görünüyorlar. Ancak bu tek taraflı bir geri adım atmadır. Ergenekon yerinde saysa dahi, geri adım atan AKP’nin karşısında ilerilemiş olacaktır.

Galiba Tayyip Erdoğanın “Geri adım atmam” diye kabadayılığa başvurunca, daha işin derinliği ve vahametini kavrıyamamıştı. Yok eğer biliyorduysa, o zaman bu külhanbeyli narası geçmişteki kabadayılığının yalancı blöf alışkanlığından kalmış olsa gerek. Yoksa önce horozlanıp, bunun arkasını getirmeden, kendi kendisini rezil etmenin ne alemi vardı ? insanın başkası tarafından rezil edilmesi ayrı, ama kendi kendisini rezil etmesi başka bir rezalettir.

Ergenekon çetesinde ucu Doğu Perinçk’e kadar uzanan, ama askeri ucuna pek dokunulmayan derin devlet; derin devlet ile AKP ‘nin demokrasi mücadelesi değil çeteleşmiş derin ile derin olamayan devletin çatışmasıdır.




Bu ekonomik anlamda ise TÜSiAD ile MÜSiAD arasındaki egemenlik ve çıkar kavgasıdır. Tabiki işin arkasındaki orduyu gözardı etmemek kaydıyla..

Ak Parti kapatılma davasının açılması öfkesi ile Erdoğan ilkin Kasımpaşalı kabadayılığı ile :
“Kimse hukuku siyasete alet edemez !” derken, şimdi de : “ Hukuk kendi işini yapıyor.” diyerek imana geliyor.

Erdoğan ve partisinin derin devletin derin mahkemesi tarafından kapatılacağı ya da cezalandırılacağı ihtimali giderek ağılık kazandıkça, Türkiye’de siyaset yapma gerçeğini kavradıkça mütabakat adı altında : “ Bismillah” diyerek ilk geri adımı atmış bulunuyor.

Kapatılma durumunda AKP nin meseleyi referanduma götürme cesaretinin olacağını sanmıyorum. Çünkü % 47 değil, % 100 lük bir çoğunlukla da kazansa, derin devletin derin korkusundan buna girişemiyeceğini düşünüyorum. Buna da : “ toplumu germemek adına “ diyecektir.

İşte Tayyip Efendi’nin ilk “Bismillah” lı geri adımı böylece atılınca herhalde gerinin de gerisi gelecektir. Ancak bu geri adımlar “Bismillah” ve “Allahım izniyle” geri atılacağı için herhalde kendi tabanı da bunu yadırgamaz, hoşgörü ve mağduriyetle anlayacaklardır.

Çünkü “Bismillah” diye başlayınca, münafıklık ta yaparsa, seçmenine bunun fetvasını bularak izah edecek ve bu sadık seçmende, Erdoğan “Bismillah” dediği için kendisini mahzur ve mazlum görecek ve böylece bir parça oyu da artacaktır.

Türkiye’de siyaset artık böyle mağduriyet edebiyatı ve “Bismillah”lar ile yapılıyor ve maalesef tutuyor da. Türkiyede siyaset üretemiyenler, ya Allahın temsilciliğine soyunur ya da ordunun gücüne sarılırlar!.. 12 Nisan 2008

12 Nisan 2008 Cumartesi

BİREYSEL GELİŞİM ÜZERİNE DERSLER (*)






Faiz Cebiroğlu





Ders: II

Her gelişim, karşılıklıdır. Her gelişim ve değişim, inter-aksiyondur.

Tek başına gelişme olmaz. Tek başına değişme olmaz. Tek başına hiç bir şey olmaz. Aslında tek başına diye bir şey de olmaz!

Bu söylediklerimin önermesi şu oluyor:

Eğitim, karşılıklı ve sosyal bir süreçtir.

Görüyorsunuz, salondayız. Yüz yüzeyiz. Birlikteyiz. Birlikte öğreniyoruz. Birlikte bilgileniyoruz.

Bu şunu gösteriyor: En küçük bir eğitim dahi, en azından iki kişiden oluşuyor. Nasıl mı?

Bakın, okuduğumuz kitaplar, birileri tarafından yazılıyor. Gazeteler, makaleler… Çoğu zaman, bunları yazanlarla yüz yüze değiliz, ama gene onlarla, fikirleriyle birlikteyiz. İster yüz yüze olsun, isterse yazdıkları yazılar yoluyla olsun, gene onlarla ve onların haberi olmadan fikirleri ile birlikteyiz. Birlikteyiz. Bu, bir.

İkincisi, burada, Danimarka’da eğitim, sosyal bir sürecin eğitimi oluyor. İşte, bir aradayız ve zaten birlikteyiz. Biliyorsunuz; tartışmalarımız, grupsaldır. Değişik konulara yönelik olan projeler, grupsaldır. İmtihanlara girmek, grupsaldır… Bu şu demek oluyor: Bizler başkalarıyla birlikte yer alarak, yani ”kollektif” bir şekilde gelişiyoruz. Bu çok önemlidir. Bu sosyal değeri yaratan, yaşatan ve günümüze kadar sürdüren, hangi toplum modeli olursa olsun, bu çok önemli ve savunulması gerekiyor. Zaten savunuyoruz. Zaten, özelde buradaki eğitimi, genelde bu eğitime cevap veren böylesi bir ”ortakçı toplum” için, mücadele ediyor ve bunun ”kalıcılığını” savunuyoruz. Zaten kavgamız da bunun içindir. Bütün kavgamız, beraberce gelişmek ve böylece bireysel olarak ”özgür” olmak içindir!

Öğrenci arkadaşlarım;

Unutmamak gerekiyor; bireyi tüm yönleri ile geliştirmek için verilen kavga, aynı zamanda uluslararası bir kavgadır. Parentez açıyorum; ben bu kavga yüzünden sürüklendim; önce Ortadoğu’ya, daha sonraları buraya, Danimarka’ya, ulaştım. Ama ne ilginç, kavgamız burada da devam ediyor. Gerçekten ne ilginç, ”ortakçı toplum” için, mücadelemiz, hâlâ devam ediyor.

Bireyi geliştiren ”ortakçı bir toplum” için verilen kavgada ”coğrafya” önemli değil. Önemli olan, Ezen ve ezilen dünyada, bizi ezenlere, bizleri ”sürüleştirmek” isteyenlere karşı birleşmek ve ortaklaşa mücadele etmektir. Bir parantez daha açıyorum: Ben, biliyorsunuz, birey gelişimin durdurulduğu bir ülkeden, buraya geldim. Burada bunları sizlere söylemek, hem çok ilginç, hem de kavgamızın uluslararası yönünü gösteriyor. Bu şu demektir: Bireysel gelişim ve kurtuluş kavgamız, genelde uluslararası bir kavgadır. Bunu somut bir şekilde göstermek ve bütünleştirmek gerekiyor. Bu kavgayı, sürekli güncele ve uluslararası alana taşımak gerekiyor…

Konferans salonundan birisi bana, ”daha fazla bilgi” ile ”daha iyi bilgi” arasındaki farkı sormuştu. Soru çok ilginç ve yararlıdır. Şimdi bu soru üzerine uzun uzun düşünme fırsatı bulmadan şunları söyleyebilirim:

”Daha fazla bilgi” verdiğimiz eğitimin temel prensipleri arasında görmemiz gerekiyor ve zorunludur. Ama ”daha iyi bilgi” daha fazla bilgiden biraz da ayrılıyor. ”Daha iyi bilgi” aldığımız çok yönlü bilgiden oluşan bir niteliktir. İleri, daha ileri için rol oynayan, bireyi değiştiren ve geliştiren bir niteliktir. Niteliksel sıçramanın ifadesidir. Budur.

Arkadaşlarım;

Eğitime bakın, grupsaldır. Grupsal çalışmalar, daha fazla bilgiye kaynaklık ediyor. Bu yolla yaratılan bilgi zenginliği, ”daha iyi bilgiyi” yaratmaya da vesile oluyor. Görülüyor, ”daha iyi bilgiye” gene kollektif bir çabanın yolundan geçiyor.

Öğrenci arkadaşlarım;

Sizlere bunları ifade ederken, kafamda iki tez oluştu. Bu tezleri açmadan sizlerle de paylaşıyorum:

Bir: Eğitmek, kendini de geliştirmek demektir.

İki: Öğrenmek, kendini de geliştirmek demektir.

Bu tezlerimi bir sonraki derste açacağım.


Ama şimdi geriye kalan zamanda sizlere önemli tespitlerde bulunacağım:

Eğitimin birinci amacı, insanı bütün yönleri ile geliştirmektir. Bütünlüklü gelişim;

Bir: Duyu organlarının geliştirmesi
İki: Devinimsel gelişim
Üç: Duygusal gelişim
Dört: Sosyal gelişim, ve
Beş: Bireysel gelişim, oluyor.

Bireysel açıdan kendini geliştiren insan; duygularını geliştiren, ”kimlik elde eden”, ”ben neyim?” sorusuna cevap veren insandır. Böylesi sorulara yanıt veren insan, ”özdeğer” ve ”özgüvenle” dolu insan, oluyor.

”Nasıl bir toplum?” ve ”nasıl bir eğitim?” insanı böylesi bir aşamaya getirir? Sorulması ve yanıtlanması gereken soru budur.

Değişik toplum ve eğitim modelleri vardır. Burada üç bakıştan sözetmek mümkün:

1) Otoriter toplumlardaki otoriter eğitim
2) Demokratik toplumlardaki demokratik eğitim
3) Liberal ya da ’bırakınız yapsınlar- bırakınız geçsinler’ modele uygun olan eğitim.

Bireysel gelişime en iyi yanıt veren model, hiçkuşkusuz, demokratik toplumlardaki ”demokratik eğitimdir”. Böylesi toplumlarda birey, karşılıklı olarak yetişir. ”Aile – çocuk” , ”öğretmen – öğrenci” ilişkisi, karşılıklıdır. Her iki kesimde ”bireysel gelişime” katkıda bulunmak için vardırlar.
Böylesi bir toplumda insan, dışsal değil, içsel bir iradeyle gelişiyor.

Arkadaşlarım; bir de, bu modele karşıt olan, otoriter toplumlardaki eğitimin yarattığı insana bakalım:

Bu modele göre, birey, yeteneksiz, pasif ve a-sosyal olarak görülür. Böylesi toplumda insan, önce ailesinin ve daha sonra öğretmen ve diğer yetişkinlerin kotrolu ve disiplini altındadır. Burada bireyin gelişiminden ziyade, bireyin, “söz dinleyen”, “herşeye evet” diyen ve “ uslu” olan bireyden bahsetmek mümkün...

Evet, bireysel gelişim; demokratik toplumlarda, demokratik eğitimle şekillenen, diyalogla oluşan bir süreç oluyor.

Bir sonraki derste buluşmak üzere…

--------------------

(*) Danimarka’daki öğrencilere verilen derslerden

ERGENEKON (T)ARZI













BÜLENT TEKİN
Ergenekon’u bulan ve onu ilk kez sembol olarak oturtmak isteyen Cumhuriyet döneminin önemli yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu’dur (1889-1974). O, “Ergenekon” başlığını, Kurtuluş Savaşı döneminde yazdığı makaleleri (1929’da) bir araya topladığında koydu. Bu davranış bir bakıma Kurtuluş Savaşı’yla yeni Türk devletinin ortaya çıkışını sembollüyordu.

Oysa bu mitolojik efsanenin eski çağları içeren anlatımına kaynak olabilecek bilgiye Arap tarihçi Reşidüddin Fazlallah’ın (1248-1318) “Camiü’t-Tevarih”inde rastlanıyor. İlhanlılar döneminde yaşamış olan Reşidüddin bu efsaneye Moğol kökenli olarak not düşüyor. Ünlü tarihçinin notuna göre bu efsane Hunların (Türklerin) yendiği bir toplumda anlatılıyor. Bir efsane komşu toplumdan alınsa bile eğer o ulusun kökenini, yaşama sevincini belirtiyorsa önemlidir diyoruz. (Düşmanlar Türklere saldırıyor, on günlük bir savaş sonunda düşman yeniliyor. Fakat bir gece baskını hilesi ile bu kez Türkler kılıçtan geçiriliyor. Az sayıda kalan Türkler sarp bir dağlık alan saklanıp orada çoğalıyorlar. Yeniden doğmak istiyorlar ama çıkışı bulamıyorlar. Bir demirci ustası, kocaman körüklerle demirden dağları eritiyor ve bir çıkış buluyor. Bu kez onlara yol gösteren Börteçine adlı bir erkek kurttur. Ve Türkler böylece tüm dünyaya yayılırlar.
Efsane bu!

Ergenekon’u-Yakup Kadri’nin uyarlamasıyla-açıklamak Cumhuriyet Türkiye’si için daha önem kazanır:1.Dünya Savaşı’nda Türkler galip geldiler ama mağlup sayıldılar. Osmanlı İmparatorluğundan arda kalan topraklarda yaşıyorlar. Bu zorlu bir yaşam olarak düşünüldü devlet yöneticilerince. İşte bu şartlarda Ergenekon örgütü bu ülkede (Türk İntikam Tugayı adıyla da) hep oldu. Tıpkı bir kurt gibi ehlileşmeden saldırdı. Görev bu sanıldı. Oysa Ergenekon’dan beklenen yaşama keyfi ve var olmaydı. Bir mozaik toplumun yaşadığı Türkiye’ye-illegalitede-devletin sanki gerçek temsilcileriymiş gibi sahiplenmek büyük bir tehlike ve maceradır. Faili meçhuller, bombalamalar, darbeler ülkenin beklediği gelecek değil(dir). Ama Amerikancı Ilımlı İslam düzeni de öyle…

Karanlık işleri yapan-herkimse!-lanetlenmelidir. Kendini hukukun, cumhuriyetin, demokrasinin üstünde gören herkes… Masum insanları öldüren teröristtir. İsterse bu Ergenekon ya da gizli bir ilişki olsun. Aydınlar, demokratlar, yurtseverler bu suça ortak edilmemelidirler. Bu işlerin üzerine giderken de iyice araştırılmalıdır. İster sevin/sevmeyin İlhan Selçuk gibi muhalif yazarları faşist çetelerin içinde göstermek girişimlerinin başka bir hesabı var gibi geliyor bizlere. Faşist ve mafyavari çeteleri temizleyeceklerin elleri ve geçmişleri temiz olmalıdır düşüncesindeyiz. Bu iş, belediyeleri soyup soğana çevirerek milyon dolarları olanların işi olmamalı herhalde.