29 Eylül 2008 Pazartesi

SAYIN DOKTOR İSMET TURANLI'NIN ÇELİŞKİSİ





Mustafa Elveren - Em. Öğrt.

Herkes yaşamında hatalar yapabilir. Önemli olan hata yapmamak değildir, yapılan hatadan fark ettiği anda geri dönmektir. Aynı hatayı bir daha tekrar etmemektir. Geçen hafta yazdığım "'Bölücülük' ve 'Yandaşlık'" başlıklı yazımda "birileri Muhammed'in kuyruğuna, buna karşılık birileri de M.Kemal'in kuyruğuna yapışmışlardır." cümlesindeki "kuyruk" sözcüğünü kullanmakla, bana gelen uyarılar sonucunda önemli bir hata yaptığımı fark ettim. O nedenle, cümleyi "Birileri Muhammet'in eteğine, buna karşılık birileri de M.Kemal'in eteğine yapışmışlardır." şeklinde düzeltme yapmak ihtiyacını hissettim. Yaptığım bu hatadan dolayı herkesten özür diliyorum.

Gomanweb'te yayınlanmak üzere Sayın Dr. İsmet Turanlı tarafından gönderilen ve şu anda sitede yayınlanan "Dengir Fırat İle Kemal Kılıçdaroğlu Düeti" başlıklı yazısını okuyunca, Sayın Turanlı'nın da benzer bir hata yaptığını düşünüyorum.

Kemal Kılıçdaroğlu'nun Tuncelili ve Alevi Kürt olması ile Dengir Fırat'ın da Adıyamanlı suni Kürt olması neyi değiştirir? Her ikisi de kendi çıkarları çerçevesinde Devlet'i kullanmışlarsa, al birini vur ötekisine. Mir Dengir Fırat'ın Sayın Turanlı'nın akrabası olması nedeniyle, O'nu savunmasını hoş görebilirim. Ancak; "Kemal bey Tuncelili alevi kürtlerinden. Hatta bir rivayete göre SKK genel müdürü iken yüzlerce akrabası alevi kürtlere iş vermiş, ihale vermiş,.." şeklindeki ifadelerini hoş görmek mümkün değildir. Bu mantık Kürdler arasında resmi ideoloji tarafından yaratılan çelişkilerin derinleşmesine hizmet eder.

Hırsız hırsızdır. Hırsızın Alevisi, Müslüman'ı, Hıristiyan'i, dinsizi, Kürd'ü, Türk'ü, Lazı, Çerkezi mi olurmuş? Kemal Kılıçdaroğlu'nun Kürt Alevi, Mir Dengir Fırat'ın da Müslüman Kürd olmasının hiç bir önemi yoktur. Zaman Gazetesi'nin yaptığı hatayı Sayın Doktor'un da yapması, doğrusu içime sindiremiyorum. Bu tür söylemler, kürdler arasında ayrışmaya hizmet ettiğini düşünüyorum. "Yandaşlarına", "yakın çevresine", "akrabalarına" ve benzeri sözcükleri kullansaydı daha doğru olurdu. Özellikle Alevi Kürtler sözcüklerini kullanmakla, Doktor'un çok büyük bir hata yaptığını düşünüyorum.

Gomanweb yazarlarından Teman Dep ismiyle yazan Sevgili Feyzi Hoca'nın bu konuda yazdığı kısa bir yazıyı bu sayfaya aktarmak istiyorum;

"Dengir Mir Mehmet Fırat; Sünni Kürd. Ali Kemal Kılıçdaroğlu; Alevi Kürd. Biri Sayın Erdoğan'ın topuzu, diğeri Sayın Baykal'ın Çekici. Günlerdir ikisini vuruşturuyorlar. Konular da ne konu ama? Sanki Türkiye'nin can alıcı konuları! Ve Kürdler arasında mezhepsel olarak, tabi dolaylı yoldan kırgınlıklar yaratılıyor. Baykal ile Erdoğan da pohpohluyor. Tabi bunların koltukları şiştikçe şişiyor. Yani alavere dalevere KürD Mehmet ile KürD Ali nöbete. Haydi iyi nöbetler."
Sevgili Doktor İsmet Turanlı umarım Teman Dep'e hak verecektir. Aslında, Sayın Dr. İsmet Turanlı'nın bu güne kadar Tunceli yerine hep Dersim dediğini biliyorum. Bu defa Tunceli demesi sanırım unutkanlığından kaynaklıdır.

Yukarıda da açıkladığım gibi, Doktor'un bu cümleleri bilinçli olarak kullandığına inanmıyorum. Anladığım kadarıyla, iyi niyetle kurduğu cümlenin böyle kritik bir anlam taşıdığını fark etmemesinden kaynaklanmıştır.

Sayın Doktorum! Siz ki, bir çok yazılarınızda Kürdlerin birlikte hareket etmediğinden yakınıyor ve üzüldüğünü söylüyorsunuz. O zaman "Bu ne lahana turşusu, bu ne perhiz?" özdeyişini size hatırlatmak durumundayım.

Toplumsal barışa hizmet etmek istiyorsak, bu tür polemiklerden kaçınmak zorundayız. Umarım bu hataları bir daha tekrarlamayız. Sanırım bir dine inanmamak, o dinin mensuplarının bayramını kutlamaya engel değildir. Bu vesile ile emek, barış, özgürlük ve demokrasi çerçevesinde müslümanların Ramazan Bayramını kutlarım.


E-Posta : mustafaelveren@gmail.com

WEB: http://www.gomanweb.com/

29.09.2009 / Gomanweb


--------------------------------------------------------------------------------

Dengir Fırat İle Kemal Kılıçdaroğlu Düeti

Dr. İsmet Turanlı

Televizyonda bu iki siyasinin kapışması hakkında fikirleri sorulan ağır başlı vatandaşların dile getirdikleri yorumlar arasında bana da en ciddi geleni, "Dünya çok ciddi tarihi bir ekonomik kriz yaşanırken, bireysel problemler ile milyonları meşgul etmenin yeri olmadığı" kanaatıdır.

Meseleye ikinci derecede daha olumlu bakan yorumcular ise demokratik terbiye ve kültür yönünden bu karşılaşmanın faydalı ve örnek olabileceği kanaatını serdetmişlerdir.

Bana tebabet hayatım esnasında hiç de nadir olmayan bekaret muayenesi için baş vuranlar olmuştur. Çoğu kere anne ve babası ile gelen genç kızlara kızlık zarının zedelenip zedelenmediğini tesbit etmem istenmiştir. Ben evvela o genç kızlara muayene olup olmadıklarını sorar, onların rızası olup olmadığını öğrenmeğe çalışırdım. Şayet bir kızcağız muayene olmak istemiyorsa onun başından bir hadise geçtiğini tahmin etmemek zor değildi. Yok eğer muayene olmasında bir mahzur görmüyorda, hemen muayene odasına geçip soyunurlardı. Ben de o zaman daha muayene etmeden anne babaya kızlarında merak edilecek bir durum olmadığını söylerdim. Çünkü kendine güvenen bir insan muayeneden çekinmezdi. Bu tecrübemi anlatmamın sebebi Dengir FIRAT şayet bir haksızlık yapmış olsa idi iddialara cevap vermek dahi istemez, münazaraaya çıkmak cesaretini göstermezdi. Yani Dengir Fırat’ın hesap vermeyeceği bir durum yoktu.

Bu ithamlar ilk defa gazetelerde yayınlandığında FIRAT defalarca basın açıklaması yapmış, dedikoduların suiniyetli bir gümrük memurunun bilincli olarak, çarpıtılarak ortaya atıldığını ifade etmiştir. Bir milletvekili olan Kemal beyin o doğrulamaları dikkate alarak mecliste FIRAT’a şahsen sorması nezaket icabı mümkündür. FIRAT’ı ve indirekt AK partyiyi töhmet altında bırakmak gibi bir suiniyetle hareket ettiği aşikardır. Lüzumlu belgeleri de tetkik edip ondan sonra bir şüphesi varsa basına beyanatta bulunabilirdi. Öyle yapmıyor, basında ayni hataya düştü, hem suçlayan, hem de yargılayan pozisyonuna soktu. FIRAT ise sadece müdafaa pozisyonuna sokulmuş. Bu konstellasyon peşinen yanlıştır. Hala basında , hatta manşetlerde suçlayıcı, yargı infazı yapan büyük gazeteler, tabiati ile Doğan medya gurubu var. MENAS şirkeinin avukatının hakikatleri ortaya koyan belgeleri çarpıtarak, yahut eksik bir tarzda manşet yapan yüzsüz, AYDIN DOĞAN’a göbekleri ile bağlı , yalanları ortaya çıkınca ne derecede küçüleceklerini hesaba katmayan köşe yazarları var. Kemal bey hakikaten MÜFTERİDİR. Dengir Fırat’ın yaptığı hata onu mahkemeye vereceğine, ciddi ciddi karşısına alıp münazaraya girişmesidir. Hayret ettiğim o ki Kemal bey de hakaretlere boyun eğiyor ve mahkemeye müracaat etmiyor. Bana kalırsa sebebi yalancı olduğunu biliyor.

Ekletan bir misal:

Fırat dekontları göstermesine rağmen diyorki Kemal bey bu ödemelerin satış tarihinde yapılmasına rağmen hisse satışı karşılığı olduğunu nerden bilelim. Ben yüzde yüz eminim ki Fıratla satın alan arasında bir satış mukavelesi yapılmıştır. Sui niyet eseri bu dekontların satışa ait olmadığını iddia ettiği zaman neden bir basın sözcüsü ona şu suali sormuyor.Yani Fırat bedeva mı devretti hisselerini? Fırat çok zengin olduğu için, elbetteki aptal olmadığından, devrettiği kişiye hibe etmiş oalbilir. Peki bu yüzbinlerce dolara karşı ne satmış olabilir? Belki sui niyetli, Abdulhamid'in JURNALCİSİ karekterindeki şahsiyetsiz zat diyebilirki Fırat uyuşturucu karşılığında bu parayı almış olabilir. Fırat’ı hayali ticaretle sorgulayan basın mensuplarının çoğu yorumlarında Fırat’ın uyuşturcu ile alakası olamayacağını ifade ediyor ve hele hele BARON deyimini yakışıksız buluyorlar. Gerçi Kemal beyin bütün ifade tarzı polemiklerle dolu olmasına rağmen bazı zayıf karakterli köşe yazarları mal bulmuş mağribi gibi onu Baykal’a rakip olmakla da lanse etmeğe başladılar. Laiklikle, turbanla, anayasa mahkemesi ile, askeri darbe tehditleri ile bir türlü oylarını artıramıyan CHP şimdi sadece yolsuzluk dosyaları ile bir yere varacağını zannediyor ki Çankaya belediyesi ile kendi saflarında da korruption iddiaları ortaya çıkmaya başladı.

Bir yabanci trasport firmasının şöförü uyuşturucu ile yakalanıyor ve hatanın kendisinde olduğunu itiraf ediyorsa hala Fırat’ı bu çirkin hadise ile ilişkilendirmeyi yapanların ahlaksız olduğunu söylüyor ve bu ithamımı red edenin beni mahkemeye vermesini rica ediyorum.

Diğer ithamları ayni dütte Fırat’ın sarih bir şekilde açıklamaması zaafı olarak telakki edildi. Halbuki o defalarca kendisinden özür dilenmesi gerektiğini vurgulayarak hiç bir suçu olmadığına inandığını deklere etmek gayretinde idi. Ortağının, yani Menas Şirketi'nin belgelerle izah ettiği gibi Kemal Bey yalan değil, yanlış konuşmuştur. Bunu bilerek yapmıştır. Çünkü asıl maksadı CHP'nin prensip olarak yaptığı karalama taktiğini sürdürmesindendir. AK parti maalesef tarihten ders almamış. Menderes'i de çileden çıkaran İnönünün o hırçın politikasının CHP politikacıları tarafından tekerrür ettiğinin farkında değiller. CHP nin her kışkırtmasına AK partililer muhatap hissederlerse yıkımları uzun sürmez. Türkçe'de bir laf vardır…. Ürer kervan yürür demesi lazım. AK partinin ve yoluna, hizmetlere devam etmesi garekir. Türkiye'nin başinda çok ciddi problemler var. CHP bir gün olsun bir prıblem hakkında müsbet bir teklifte bulundumu? Bunun bilincinde halk. OBAMA diyorki. Şu anda USA kriz içinde iktidarla birlikte çözüm aramamız lazım. Cari açık almış yürümüş. Enflasyon tırmanmakta, büyüme tersine istikamette, dünyadaki ekonomik krizin bize yansımasının önünü nasıl alırız.? Kürt sorunu olduğu yerde duruyor. Erdoğan'ın Diyarbakır'da söyledikleri lafta kaldı. Hergün üç beş şehit cenazesi bayrağa dolalı geliyor. Bütün bunlar yanlız iktidarın yanlız halledeceği problemler değil. Muhalefetin de kafa yorması, beynine eziyet etmesi gerktiğini vatandaş söylüyor. Alevi meselesi, AB uyum yasaları,12 eylül askeri anayasanın çekilmez olduğu herkesçe kabul ediliyor.CHP nerlerde. Bir şöförün uyuşturucuya alet olması Türkiyenin büyük problemi gibi lanse edilmesi acizlik eseridir. Türkiye'nin uyuşturucu köprüsü olduğu, bununla nasıl savaşılacağını CHP teklif etse alnında öper , en yüksek oyu bu millet ondan mahrum kılmaz.

DENGİR ne demektir? DENG Kürdçe'de SES demektir. GIR da BÜYÜK anlamına gelmektedir. Yani DENGİR Kürdçe bir sözcük olup, BÜYÜK SES demektir. Adıyaman senatörlüğü yapmış olan, Adalet Partisi genel kurul üyeliği ve Demokrat parti devrinde Adıyaman milletvekilliği yapmış olan rahmetli abim Sırrı Turanlı, Dengir doğduğunda teklif etti ve babası dayım Ali Fırat’ta bu ismi verdi. İsminin yanında bir de MİR olduğunu Dengir'in milletvekili olmasından sonra ortaya çıktı. Meğer nufus cüzdanında isminin yanında bir MİR MEHMET yani büyük dedemizin ismi yazılı imiş.

Bir başka hakikat bu mevzu ile ortaya çıkmış bulunuyor. Kemal bey Tuncelili alevi kürtlerinden. Hatta bir rivayete göre SKK genel müdürü iken yüzlerce akrabası alevi kürtlere iş vermiş, ihale vermiş, SKK 7 sene zarfında düzeltmemiş bataklığa sürüklemiş. Bir takım yolsuzluklara sürüklemiş. Mersindeki gümrük memuru Fırat’ı şahsen suçlamak için gayret göstermiş. Fırat’ın evvelki beyanlarında dile getirdiği bir suçlamayı bu sefer izah etmedi. Bu gümrük memurunu niye şikayet ettiğini maalesef açıklamadı. Halbuki bu gümrük memuru sui niyetle CHP olmanın karakteri ile Fırat hakkında öküz altında buzağı arama karalama kampanyası yürütmüştür. O şahısta Diyarbakrli bir Kürttür. Dengir Fıratta bir kürt ailesinden gelmektedir. Yani asırlardır tekerrür eden bir durum ortadadır. Kürtler Türklerin oyununa gelmekte.1806 da Baban isyanından bu yana, Şeyh Sait da, Dersim isyanında kürt aşiretleri Türklerin nifak siyasetine alet olmuş bir birlerini yemişlerdir. Talabani Barzani senelerce dövüşmüş. İlk defa birliktelik sağlayınca Irakın en üst pozisyonlarını yakalamışlardır. Türkiye'de çok iyi yetişmiş kürt siyasiler, edebiyatcıları, sanatkarları, ilim adamları vardır. Maalesef birlikte hareket etmiyorlar. Birbirlerini yiyorlar. Korucular kürt kökenlidir. Kürdü kürde kırdırmağa Türk siyaseti devam ediyor. Kürtlerle alay edercesine.Birbirleri ile uğraşacaklarına ayni değerdeki Türk meslektaşları ile münasebtlerini kuvvetledirseler birlikte yaşamın formülü gerçekleşmiş olur. Bir Kamuran İnan kürtlere küskün. Sebebini sorduğumda bana şunu söyledi. Adalet partisi başkanlığına aday olduğumda Jürt delegeler bana bir tek rey vermedi Demirel'i destekledi dedi. Bu izahatlarım ne Türklerin ne de Kürtlerin hoşuna gider. Ama ben doğru bildiğimi söylemekten çekinmem.

Almanyada‚ anadilde eğitime müsade etmemk insanlık suçudur diyen Erdoğan Türkiyede Kürtlerle alay edercesine iki dilde eğitim olmaz diyor. Başbuğ dağdakilerini indiremiyoruz diyor. Sebebinin anadilde eğitim olduğunu bilmeyecek kadar aptalmı? Korkunç bir ifade Genel kurmaydan. Bayram taaruzuna geçiyoruz. Kuzey Irak'ta yani Güney Kürdistan'daki Kürtleri bombalamak, bayramlaşmak için bayram taaruzuna geçiyoruz diyorlar. Buna çok üzüldüm.

Dengir Fırat’ın yanlız Kemal beyi değil yargısız infaz yapan bütün doğan gurubu gazeteleri mahkemeye vermesi gerekir. Basın temsilcilerine izahat vermesine hiç hacet yok. Enerjisine, sinirlerine yazık ediyor. CHP’nin kışkırtmalarına Demokrat parti devrinde olduğu gibi muhatap olmaktan surati katiyyede kaçınması lazım.


Antalya,29.09.08

29.09.2008 / Gomanweb

LİBERALİZMİN HEGEL DÜŞMANLIĞI





Yener ORKUNOĞLU

Son bir yıldır Alman Klasik felsefesi üzerinde çalışıyorum. Kant (1724-1804) ve Hegel (1770-1831) gibi Alman filozoflarını anlamaya çalışıyorum. Lenin, ‘Hegel anlaşılmadan Marx anlaşılamaz’ diyordu. Bu nedenle daha uzun zaman Hegel üzerinde çalışacağım. İncelemelerimin sırasında liberal düşünürlerin Hegel’e olan düşmanlığı gözüme çarptı. Son dönemlerde sol-liberalizm ve liberalizmin eleştirisine yönelik yazılar yazdığımdan bu konuda burjuva toplumuna içerden eleştiri yönelten Hegel’in düşüncesini paylaşmak istedim.

Büyük Alman filozofu Hegel uzun dönem büyük suçlamalara maruz kaldı. Kimi düşünürler (Rudolf Haym) 1857 yılında yayınlanan ‘Hegel ve Yaşadığı Çağ’ adlı eserinde onu ‘Prusya gericiliğinin teorisyeni’ olarak suçladı. Kimileri (Wilhelm Dilthey) ise ‘Hegel’in Gençlik Tarihi’ (1907) adlı eserinde Hegel’in gençlik yıllarındaki yazılarına dayanarak ‘Hegel’in teolojiyi savunduğunu ve Aydınlanmaya ve Fransız Devrimine karşı tavır’ aldığı yalanını dünyaya yaydı. Kimileri (Hans-Georg Gadamer) ise Hegel’i, aydınlanma ve muhafazakarlığın sentezini yapan bir düşünür olarak göstermeye çalıştı. Kimileri (Karl Popper) Hegel felsefesinin devleti kutsadığını, bireyi küçümsediğini ve totaliterizme götürdüğünü ileri sürdü.

Ne var ki, 1920 yılından sonra yapılan araştırmalarda Hegel’in hakkı verilmektedir. Bu araştırmaların hepsine değinecek değilim. Franz Rosenzweig’in Hegel ve Devlet (1920) adlı eseri çığır açan bir kitap olur. Rosenzweig bu eserinde, ‘Hegel Prusya gericiliğinin teorisyeni’ olarak gösteren yorumlara ve suçlamalara karşı durur. Georg Lukacs’in ‘Genç Hegel’ adlı eseri de Hegel’i gerici göstermeye çalışan yorumlara karşı önemli bir çalışmadır. Son dönemlerde Hegel’in felsefesi konusunda araştırmalar daha da artmıştır. Hegel’in Hukuk-Felsefesinin esas olarak burjuva toplumunu analiz eden, sosyal ve politik bir felsefe olduğunu görüşü giderek yaygınlaşmaktadır.

Hegel’in felsefesi incelenirse, liberal düşünürlerin Hegel’e olan düşmanlığı daha iyi anlaşılmaktadır. Hegel’e olan düşmanlık yalnızca onun Marx tarafından tersine çevrilmiş Diyalektik anlayışından kaynaklanmaz. Hegel’e düşmanlığın başka nedenleri de var. Bir nedeni şu: Hegel burjuva toplumunu analiz ederek, burjuva toplumunun kendini aşacak eğilimler içerdiğini vurgular. Kapitalizmi ebedi ve sonsuz göstermeye çalışan liberal düşünürlerin Hegel’e düşmanlığı anlaşılır bir nedendir.



Hegel’in burjuva toplumu konusunda değerlendirilmesi kısaca şöyle özetlenebilir:

1.Alman filozofu Kant’tan farklı olarak Hegel, toplum ve devleti birbirinden ayırır. Kant’ta devlet-toplum ayrımı yoktur

2.Hegel’e göre geçmiş toplumlardan farklı olarak burjuva düzeni iki alana ayrılmıştır: Ekonomik ve siyasal alan. Burada ekonomik alan, burjuva toplumu ile aynı anlama gelirken, siyasal alan ile kastedilen ise devlettir. Bir başka deyişle burjuva toplumu ve devlet ayrımına dikkat çekiyor. Nedense bu ayrım, Türkçe’ye sivil-toplum ve devlet ayrımı şeklinde çevrilmiştir. Hegel burjuva toplumundan özel mülkiyetin egemen olduğu bir toplum anlıyor. Türkçe’ye sivil-toplum olarak çevrilmiş sözcükler, Hegel’in gerçek düşüncesini yansıtmamaktadır.

3.Hegel’e göre ekonomik alan (burjuva toplumu) ve siyasal alan (devlet) amaçları açısından birbirine zıt bir eğilim içindedir. Ekonomik alanda, herkes birbiriyle yarış içindedir, ekonomik alanda bencillik ve bireycilik egemendir. Siyasal alan ise, kamusal genel çıkarları gözetir. Hegel’in bu iki alanın amaçları arasındaki zıtlığa vurgu yapması, çok ilginç bir düşüncedir.

4.Hegel’e göre burjuva toplumu ve devlet arasındaki çelişkinin yanında bir de burjuva toplumunun (ekonomik alanın) kendi içinde de bir çelişki içermektedir. Çünkü özel mülkiyete dayanan burjuva toplumunda zenginliğin ve yoksulluğun bir arada gittiğine dikkat çekmiştir.

Hegel felsefesinin ilginç bir özelliği, ‘bütünlüğe’ dikkat çekmesidir. Hegel, ‘bütün olan şey doğrudur’, der. Burjuva düşünürleri, genellikle burjuva toplumuna tek yanlı yaklaşmışlardır. Ezilenleri, kendi felsefelerinden dışlamışlardır. Hegel’in ‘bütünlük’ kavramı toplumdan dışlananları felsefenin gündemine taşımaktadır. Evet Hegel felsefesinin sınırları vardır. Hegel burjuva toplumun sorunlarına gerçek çözüm üretememiştir. Ama bu sorunları ortaya koyarak Marx’a (Kapitalizmin krizlerini en mükemmel bir şekilde analiz eden ve Kapitalizmin sorunların gerçek sorunlar üreten insana) zemin hazırlayan bir düşünürdür.

28 Eylül 2008 Pazar

”ALEVİLERİN BÜYÜK SIRRI”



İSMAİL BEŞİKÇİ

Resmi ideoloji Alevileri Türk ve Müslüman saymaktadır. Resmi ideolojiye göre Alevilik Müslümanlığın Türk yorumudur. Alevilik Türk’e has bir inançtır. X. ve XI. yüzyıllarda, daha sonraki yüzyıllarda Orta Asya’dan Kuzey Mezopotamya’ya ve Anadolu’ya göç eden Oğuzlar Şaman inançlarını ve ritüellerini de beraberlerinde getirmişlerdir. Orta Asya’daki şaman inançlarının İslamiyetle senteziyle Alevilik oluşmuştur. Alevilik, Müslümanlığın Türk yorumudur. Aleviler etnik bakımdan Türk’tür. Kürt olan Aleviler de varsa, bu onların asıllarının Kürt olduklarını göstermez, asıllarının Türk olduğunu fakat zamanla Kürtlerin içinde Kürtleştiklerini gösterir. Çünkü Alevilik Türk’e, Türkmenlere has bir inançtır, Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri bir kültürdür.

Resmi görüşün Alevilikle ilgili düşüncesi, inancı budur. Bu, Türkiye’de yerleşik bir görüştür. Üniversite, basın, siyasal partiler, yazarlar, yargı organları bu görüş doğrultusunda düşünce geliştirmekte ve tavır sergilemektedir. Alevilerin çok büyük bir kısmı da, bu düşünceleri ifade eden bazı kişilerden, gruplardan, otoritelerden hoşlanmasalar da Aleviliğin Türklük olduğunu, Müslümanlık olduğunu söylemekten haz duymaktadırlar.

Ünsal Öztürk’ün “Damlanın İçindeki Gerçek ALEVİLERİN BÜYÜK SIRRI”
kitabı (Yurt Kitap-Yayın, Kasım 2005, Ankara, 307 s.) bu yerleşik görüşleri sarsıcı niteliktedir. Kitapta Aleviliğin şamanlıkla hiçbir ilişkisi olmadığı, Orta Asya’daki geleneklerle hiçbir ilişkisi olmadığı çok açık bir şekilde ortaya konuşmuştur. Şaman, ayin sırasında, her zaman saatin istikameti yönünde, doğu-güney-batı istikameti yönünde hareket ediyor. Semah yürüyenler ise, saat istikametinin tersi yönünde, batı-güney-doğu istikametinde hareket ediyor. (s. 24, 36, 100) Ünsal Öztürk göksel hareketlerle ayin yapanların hareketlerini ilişkilendirerek başlıca iki sistemden söz ediyor. “Asyatik Sistem”, “Yukara Mezopotamya ve Anadolu Sistemi” (s 37, 97). “Asyatik Sistem” Orta Asya’daki şamanların hareketini, “Yukarı Mezopotamya ve Anadolu Sistemi” cem törenlerinde semah yürüyen Alevilerin ve sema ayini yapan Mevlevilerin hareketini anlatmaktadır. Ünsal Öztürk şamanların ve Alevilerin zıt yönlerde hareket ettiklerini kitabın birçok yerinde söylemektedir. Olgulara yeni olgular katarak bu iki sistemin birbirlerinden çok farklı olduğunu belirtmektedir. “Orta Asya Türklüğünün inanışı gökyüzünün Kutup Yıldızı ekseninde döndüğüydü. Bütün sistem Kutup Yıldızı etrafında saat istikametinde dönüyordu. Oysa Anadolu ve Yukarı Mezopotamya’nın Alevileri saat istikametinin tersine semah dönerler. Kutup Yıldızı merkezli düşünmezler” (s. 188) Dünya merkezli düşünürler.

Ünsal Öztürk buna bağlı olarak da Aleviliğin şamanlık olmadığını, örneğin Alevi dedesinin şaman olmadığını, Alevi dedesinin şamana hiç benzemediğini ortaya koymaktadır. Örneğin şamanların evlilik törenine katılmadığını, şamanın sadece kız kaçırma törenine katıldığını, Alevilikte ise evliliğin, ailenin çok saygın olduğunu, bu töreni dedenin yönettiğini söylemektedir. Alevilikte kız kaçırmanın olmadığını da vurgulamaktadır. (s. 202)

Şamanın büyücü olduğu, fal baktığı, ayin sırasında trans haline geçtiği (s. 60), ayin sırasında yaptıklarını hatırlamadığı, halbuki Alevi dedesinin bu dünyanın adamı olduğu da vurgulanmaktadır (s. 130). Alevi dedesi cem törenleri sırasında Aleviler arasındaki bazı anlaşmazlıkları çözümlemeye çalışmaktadır.

Ünsal Öztürk’ün bu düşüncesini vurgulamakta yarar vardır. Çünkü Alevilik konusunda yazanlar, konuşanlar, araştırma inceleme yapanlar Aleviliğe tarihsel ve toplumsal bir temel ararken “Alevilerin hareketi aynen şamanın hareketi gibidir” (s.89) demektedirler. Böylece Aleviliğin Türklük olduğunu, Orta Asya’dan göç eden Türk boylarının, Oğuzların, Türkmenlerin beraberlerinde getirdiği bir kültür, bir inanç olduğunu söylemektedirler. Bu şekilde tezlerini, iddialarını ispatlamış olmaktadırlar. Ünsal Öztürk kitabında bu araştırmacıları eleştirmektedir. Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, Cemal Şener, İlhan Cem Erseven, Erdoğan Çınar, Dr. Ali Selçuk, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Dr. İsmail Kaygusuz, Dr. İsmail Onarlı, Esat Korkmaz, Dr. Ali Dursun Gülçiçek, Prof. Dr. İrene Melikof eleştirilen yazarlar arasındadır.

Ünsal Öztürk kitabının ikinci bölümünde Aleviliğin Müslümanlık olmadığını da vurgulamaktadır (s. 219 vd.). Yukarıda sözü edilen araştırmacılar Aleviliğin Türklük olduğu gibi Müslümanlık olduğunu da söylemektedirler. Alevilikteki Muhammed, Ali, Hasan, Hüseyin, on iki imamlar imgelerini, Kırklar Cemi’ni buna delil olarak göstermektedirler (s. 133). Ünsal Öztürk ise sözü edilen kitabında Aleviliğin Orta Asya’daki şaman inancıyla bir ilişkisi olmadığı gibi Aleviliğin Müslümanlık da olmadığını, Aleviliğin sadece Türklere has bir inanç olmadığını, Aleviliğin Müslümanlığın Türk yorumu olmadığını açık bir şekilde göstermektedir. Ayin sırasında şamanların saat istikametinde, Alevilerin ise saat istikametinin tersine dönmeleri gözden ırak tutulmaması gereken bir olgudur ama yukarıda sözü edilen araştırmacılar ve daha birçokları Aleviliğin Türklük ve Müslümanlık olduğunu anlata anlata bitirememektedirler. Kişi olarak bu araştırmacıların şamanların ve Alevilerin zıt istikametlerde dönmelerinin bilincinde oldukları, bu olgunun farkına vardıkları kanısında değilim. Bu tutumun bilim yöntemi açısından irdelenmesi gerekir kanısındayım.

Bilim Yöntemi, Bir Kere Daha...

Resmi ideolojinin görüşlerini, resmi ideolojinin kabullerini yukarıda belirtmiştik. Yukarıda isimleri belirtilen araştırmacılar, akademisyenler ise bu görüşlerden, bu düşüncelerden hiç kuşku duymuyorlar. Bu görüşleri, düşünceleri olduğu gibi benimsiyorlar, bunları doğrulamak için yoğun bir çaba içine giriyorlar. Aleviliğin Türklük olduğunu, Aleviliğin Müslümanlık olduğunu anlatmaya, ispat etmeye çalışıyorlar. Halbuki bu tartışmalı bir konudur. Tartışmalı bir konuda araştırmacıların resmi görüşün ileri sürdüğü düşünceleri sorgulamaları gerekir. Bilim insanının çok önemli bir niteliği vardır: Bunu Prof. Dr. Cemal Yıldırım Kepler’in (1571-1630) bilim tarihindeki yerini anlatırken şöyle ifade etmektedir:

1. “Kaynağını “otorite” denen kişilerden, antik otoritelerden alan bazı düşünceleri, bazı inançları sorgulamak, bunların yanlış olabileceğini görmek ve bunları ortaya koyabilecek kadar, yani kamuoyuna açıklayabilecek kadar dürüst ve cesur olmak

2. Olguların ve olgusal ilişkilerin çözümlenmesinde beğeni ve
eğilimlerimize uyan birtakım düşünce ve teorilere değil fakat nesnel ve olgusal verilere bağlı kalmak esastır. Düşüncelerimizi ve teorilerimizi olgulara ve olgusal ilişkilere tam uyacak şekilde değiştirmekten ne pahasına olursa olsun kaçınmamak.” (Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983, s. 102; Ayrıca Colin A. Ronan, Bilim Tarihi, Dünya Kültüründe Bilimin Tarihi ve Gelişmesi, Çev., Ekmelettin İnsanoğlu, Feza Güner Gün, Tubitak Yayınları, s. 376-379; Stephan F. Mason, Bilim Tarihi, Çev., Umur Daybelge, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2001, s. 120-123, s. 197-199)

Bu ilkelerin yaşama geçmesi de önemlidir. Bu da bilim insanının dikkate değer bir niteliğini ortaya koymaktadır. Sadece bilgi birikimi yeterli değildir. Sağlıklı bir buluş da önemlidir. Sağlıklı dik bir duruş yoksa, bu ilkelerin yaşama geçmesi de olanaklı olmaz. Resmi ideolojinin baskıları karşısında her zaman geri adım atılması söz konusudur.

Bilim gerçeği araştırmak, gerçeğe yaklaşmak uğraşı içindedir. Resmi ideolojinin ise gerçeği gizlemek, gerçeği saptırmak, gerçeği yok saymak gibi temel bir uğraşısı vardır. Resmi ideolojinin hizmetindeki “bilim” ise gerçeği araştırmak, gerçeğe yaklaşmak değil, gerçeği gizlemek, gerçeği saptırmak gibi bir uğraş içindedir. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, azınlıklar gibi sorunlarda durum açıkça böyledir. Yukarıda sözü edilen araştırmacılar, akademisyenler tam da bu çaba içindedirler. Örneğin Erdoğan Çınar resmi ideolojiyi, Türk tarih tezini doğrulamak için Sumerlerin Türk olduğunu bile söylemeye çalışıyor (Ünsal Öztürk, age., s. 185).

Bu konuda, bir yazıya değinmeyi gerekli görüyorum. 2003 yılında “Alevilerde Kafa Karışıklığı” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Bu yazı Haziran 2003 tarihli ve 53 sayılı Pir Sultan Abdal dergisinde yayınlandı (s. 2-19). Bu eksik bir yazıydı, yazının tamamını internette, bazı Alevi sitelerinde bulmak mümkündür. Bu yazıda Alevi inancını, Alevi kültürünün, Alevi yaşam biçiminin Orta Asya’da yaşayan Türklerin yaşam biçimleriyle, kültürleriyle büyük bir farklılık gösterdiğini belirtmiştim. Örneğin Türkmenistan, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerde çeşitli zamanlarda, çeşitli mekanlarda, çeşitli nedenlerle sergilenen folklor ürünlerinin, örneğin Alevi semahlarında görülen motifleri hiç içermediğini belirtmeye çalışmıştım. Aleviliğin Müslümanlık olmadığını da belirtmiştim. Şiiliğin Müslümanlık olduğunu, fakat Şiilikle Alevilik arasında çok büyük farklar, zıtlıklar olduğunu belirtmiştim. Bu yazıya birçok eleştiri yapıldı. Demir Küçükaydın, Şakir Keçeli, Cemal Şener, İsmail Onarlı gibi araştırmacılar bu yazıyı, bu düşünceleri uzun uzun eleştirdiler.

Araştırmacılar Aleviliğin Türklük olduğunu, Müslümanlık olduğunu vurguluyorlardı. Alevilik Orta Asya’dan Ortadoğu’ya, İran’a, Kuzey Mezopotamya’ya, Anadolu’ya göç eden Türk boylarının beraberlerinde getirdiği bir inançtır, Alevilik Orta Asya’daki Türklerin şaman inancının İslamiyetle senteze girmesiyle oluşan bir inançtır, Alevilik İslamiyet’in Türk yorumudur diyorlardı. Bu araştırmacılar Beşikçi’yi tarih bilmemekle, sosyoloji bilmemekle, Aleviliği hiç bilmemekle suçluyorlardı. Bütün bunları çok iyi bilen bu araştırmacıların ise resmi ideolojinin direktiflerine uygun hareket ettikleri, Aleviliği Müslümanlık içine koymaya çalıştıkları çok açıktır. Bu eleştirilere Sanat ve Hayat’ın yakında yayımlayacağı, Hacı Orman tarafından hazırlanan Türkiye’de Aydınlar isimli söyleşide cevap verilmiştir. Ünsal Öztürk’ün, “Alevilerin Büyük Sırrı” kitabında Aleviliğin Orta Asya’ya, Şamanlıkla hiçbir ilişkisi olmadığı ayrıntılı bir şekilde, olgulara dayanılarak, inandırıcı bir şekilde ortaya konuyor. Bu araştırmacıların Ünsal Öztürk’ün düşüncelerine ne diyecekleri merak konusudur.

Bu sürecin bilim yöntemi açısından irdelenmesinde yarar vardır. Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan “1931 yılında bizzat Atatürk tarafından Türk Dinleri ve Türk Mezhepleri Üzerine bir kitap yazmaya memur edildiğini...” anlatıyor. Bk. Anadolu’da Aleviler ve Tahtacılar, Eklerle yayına hazırlayan Turhan Yörükan, Kültür Bakanlığı Yayını, 2. Baskı, Ankara 2002. Bu kitabın başında Dr. Turhan Yörükan’ın bir giriş yazısı var. Bu yazı “Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın Hayatı, Eserleri ve Alevilikle İlgili Görüşleri” başlığını taşıyor (s. 1-40). Yusuf Ziya Yörükan, Atatürk’ün bu istemi üzerine 1932 yılında “Türk Dinleri ve Mezhepleri” konusunda iki ciltlik bir inceleme hazırlıyor. Birinci kitap “Müslümanlıktan Önceki Türk Dinleri” başlığını taşıyor. Daktilo metninin 330 sayfa olduğu görülüyor. İkinci incelemenin başlığı ise “Müslümanlıktan Sonraki Türk Dinleri”dir. 420 sayfa olduğu görülüyor. (Turhan Yörükan’ın adı geçen yazısı, s. 7-11) Birinci kitap, “Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri-Şamanizm” başlığıyla, Kasım 2005 de, Yol Yayınları arasında yayımlanmıştır.

Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın emeğine, Dr. Turhan Yörükan’ın emeğine saygı duymak gerekir. “Müslümanlıktan Önceki Türk Dinleri” çalışmasında, Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan’ın değerli saptamalarda bulunduğu da görülmektedir. “Lakin bundan, Alevilerde ahiret fikrinin mevcut olduğu manası çıkarılmamalıdır. Çünkü Alevilerde, ileride izah edileceği veçhile, ne uluhiyyet fikri , ne ahiret mefhumu, ne de bu iki tasavvurun neticesi olun cennet ve cehennem akidesi yer bulmuş değildir...” (Söz eden Ünsal Öztürk, a.g.e., s. 126) Bütün bunlara rağmen, şu hususun vurgulanması da gerekir. Ismarlama yapılan incelemelerden, araştırmalardan bilim çıkmaz. Çünkü, kendisine araştırma ısmarlanan kişi, bu araştırmayı ısmarlayan kişinin, kurumun düşüncelerini, duygularını, bu incelemeden nasıl bir sonuç beklediğini bilir. Bu çerçevede bir inceleme hazırlar, bu istemlere cevap veren, bu istemleri tatmin eden bir inceleme hazırlar. Arzu edilen sonuçlara ulaşabilmek için olguları zorlar, çarpıtır, bazı olguları da yok sayar. Bu ısmarlamayı yapan, yönetimde söz sahibi olan tek kişiyse bu açıkça böyledir. Bu süreçten bilim çıkmaz. Bu, bilim yöntemine uygun bir süreç değildir. Bilimsel bilgi nasıl ortaya çıkar, bilim nasıl gelişir? Toplumsal yaşamda, veya araştırma-inceleme sürecinde, herhangi bir sorun sizin bilincinize çarpıyorsa, bu sorun kafanızı meşgul ediyorsa, bu sorun sizde bir merak uyandırıyorsa, işte o zaman, bu sorunun cevabını kendi olanaklarınızla çalışırsınız... İşte bilimsel bilgi böyle bir süreçte ortaya çıkar. Bilim bu ilişkiler çerçevesinde gelişir. Böyle bir incelemenin temel koşulu düşün özgürlüğüdür. O toplumda düşün özgürlüğü, ifade özgürlüğü kurumlaşmışsa, böyle bir inceleme yapılabilir. Bilim ortamı, ancak, ifade özgürlüğünün varolduğu bir ortamda oluşur.

Prof. Dr. İrene Melikof da Alevi araştırmaları konusunda emeği büyük olana bir akademisyendir. Prof. İrene Melikof bu emeğini resmi ideolojinin hizmetine vermiştir. Bu noktada da bilim yöntemiyle ilgili birkaç şey söylemek gerekiyor. Bilimsel çalışmanın hareket noktalarından biri, ciddi bir hipoteze sahip olmaktır. Toplanan veriler bu hipotezin ışığı altında değerlendirilecektir. Eğer böyle güçlü bir hipoteziniz yoksa, araştırma sürecinde topladığınız bilgiler, veriler, bilgi yığını, veri yığını olmaktan öte bir anlam taşımaz. Bu hipotez elbette, olguların izleminden ve gözleminden çıkarılmış bir hipotez olmalıdır. Prof. Melikof’un bütün çabası resmi ideolojiyi doğrulamaktır. Örneğin Kırklar Cemi, Alevilerin Müslümanlığını göstermek için anlatılmaktadır. Prof. Melikof da böyle yapmaktadır. (Ünsal Öztürk, a.g.e., s. 221-222) Prof. Melikof Aleviliğin Türklük olduğunu, Müslümanlık olduğunu vurgulamaktadır. Halbuki Kırklar Cemi Müslümanlığı reddeden bir tezdir. Bütün bunlar bilimsel bir tutum değildir. Bu tutumdan bilimsel bilgi çıkmaz, bilim çıkmaz.

Peygamber Muhammed, Kırklar’ın toplandığı mekanın kapısını çaldığı zaman, içeriden bir ses, “kimsin?” diye sorar. Muhammed, “ben Peygamberim” der. İçeriden, “Sen git, ümmetine peygamberlik yap, bizim peygambere ihtiyacımız yoktur” der. Demek ki içeride olanlar, Peygamberin ümmetinden değildir. Kırklar bunu anlatmaya çalışıyorlar. Ayrıca Muhammed Peygamber kendisinden yapılmasını istenen bazı şeyleri de yapamaz. Örneğin, üzüm tanesini ezemez. Halbuki Prof Melikof Muhammed’in üzüm tanesini ezerek Kırklara yetecek kadar şerbet yaptığını söylemektedir.Bütün bunlara rağmen İsmail Onarlı, (s. 226) Esat Korkmaz (s. 231), Dr. Ali Duran Gülçiçek (s. 233), Dr. İsmail Kaygusuz (s. 224) gibi araştırmacılar Kırklar Meclisi’ne kimlerin katıldığını anlatmaktadırlar. İleri sürdükleri listelerde Muhammed ve yakınlarının isimlerini vermektedirler. Ehlibeyt’in Kırklar Meclisi’ne eksiksiz katıldığını vurgulamaktadırlar. Peygamberin miracının 619 yılında gerçekleştiği kabul edilmektedir. Halbuki örneğin Esat Korkmaz Kırklar Meclisi’ne katılanların isimlerini verirken “İmam Hasani Müçteba, İmam Hüseyin Şehidi Kerbela” diyerek Hasan’ı ve Hüseyin’i de sayıyor. Halbuki Hasan 624, Hüseyin 625 doğumludur. Dr. Ali Duran Gülçiçek ise Kırklar Meclisi’nin toplandığı yer hakkında şöyle düşünmektedir: “Hazreti Muhammed miracını tamamlayıp geri döndükten sonra kızı Fatma’nın (Damadı Ali’nin) evinde toplanan Kırklar Meclisi’ne varır” (s. 233). Halbuki 609 doğumlu Fatma’nın Ali ile evlenmesinin 623 olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü gibi araştırmacılar olguları zorlayarak, olguları çarpıtarak resmi ideolojinin kabullerini doğrulama gayreti içine girmektedirler. Bunların bilim yöntemine aykırı tutumlar olduğu açıktır. Fakat Kırklar Meclisi konusunda hazırlanan bu listelerde peygambere çok yakın oldukları halde Ebubekir, Ömer, Osman isimlerine rastlanmamaktadır. Burada Alevilerin bu kişilere karşı duyduğu öfke dikkate alınmaktadır. Halbuki Alevilerin Halife Ebubekir’e, Halife Ömer’e, Halife Osman’a öfke duymaları anlamlı değildir. Halife Ali ile kendisinden önceki üç halife arasında hiçbir sorun yoktur. Ali kendisinden önceki üç halifenin de danışmanlığını yapmıştır. Ali, üç halifenin de baş danışmanıdır. Aynı zamanda Ömer Ali’nin damadıdır. Ali’nin kızı Ümmü Gülsüm Ömer ile evlendirilmiştir. Ünsal Öztürk “Alevilerin Büyük Sırrı” kitabında bu evliliklerden de söz etmektedir (s. 227-228).

Bilim yöntemi konusunda bir olayı anlatmayı gerekli görüyorum. Bu olay bilim yönteminin Türkiye’de nasıl algılandığı konusunda bilgi vermektedir. Ünsal Öztürk’ün kitabı yayımlandıktan sonra yayınevine zaman zaman uğrayan bir arkadaş Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetlerinden birinde öğretim üyeliği yapan bir profesöre kitapla ilgili izlenimlerini soruyor. “Ünsal Öztürk Alevilerin Büyük Sırrı” başlıklı bir kitap yayımladı, bu kitabı gördünüz mü, okuma fırsatı buldunuz mu?” diyor. Dil, din, kültür konularıyla ilgilenen profesör kitabı görmediğini belirttikten sonra “Her önüne gelen kitap yazıyor, aslında kitapları üniversite öğretim üyeleri yazmalı, profesörler yazmalı, her önüne gelenin kitap yazmasına engel olunmalı...” diyor. Görüldüğü gibi burada düşün özgürlüğü, ifade özgürlüğü filan vurgulanmıyor. Unvanı olan kişilerin kitap yazması isteniyor. Halbuki kafasında bir sorun olan, bilincine bazı sorunlar çarpan kişiler araştırmalar, incelemeler yaparak bu sorunları kavramaya çalışabilirler. Unvanlı kişiler ise daha çok resmi ideolojiye uygun eserler ortaya koyuyor. Unvanlar çalışmanın bilimselliğini değil, resmi ideolojiye uyumunu gösteriyor. Sosyal bilimler alanında Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevi sorunu, azınlıklar sorunu gibi alanlarda çoğu zaman böyle oluyor. Üniversite, profesörler resmi ideolojinin direktiflerine daha kolay bir şekilde, daha hızlı bir şekilde uyum gösteriyor.

Coşkun Kırca’nın da benzer bir düşüncesi vardı. Coşkun Kırca düşün suçlarıyla ilgili davalarda, mahkemelerin ilgili kimseye kitap yazmasının yasak edilmesi kararının verilmesini istiyordu. Ağır hapis ve ağır para cezaları yanında kitap yazmasını yasaklama cezasının da verilmesini istiyordu. Halbuki kafasında açıklayacağı düşünceler bulunan bir kişi bunu şu veya bu şekilde açıklamaya çalışır. Düşünce açıklaması izinle gerçekleştirilecek bir süreç değildir. Düşüncelerini açıklayanlar bunun yaptırımlarına da elbette katlanacaklardır.

Büyük Sır

Ünsal Öztürk kitabının ikinci bölümünde Alevilerin sırrının ne olduğunu açıklamaktadır. Bu doğumla ilgili bir süreçtir, tıbbi bir süreç... Bütün tek tanrılı dinlerde, Musevilik’te, Hıristiyanlıkta, Müslümanlıkta insanın çamurdan yaratıldığı şeklinde bir söylence vardır. Ünsal Öztürk ise Alevilerin yaradılışa değil doğuma inandıklarını vurgulamaktadır (s. 234-246). Kırklar Cemi’nin, bebeğin ana rahminde ilk kırk gün içinde teşekkül etmesiyle ilgili olduğunu anlatmaktadır. Kitapta bu tıbbi süreç ikna edici bir şekilde anlatılmaktadır. Bu bilimsel bir olaydır, İslamiyet’in getirdiği yasaklar doğa ile ilgili bu bilginin açıklanmasına engel olmaktadır. XVI. Ve XVII. Yüzyılları düşünelim Giardano Bruno’yu, (1548-1600), Galileo Galilei, (1564-1642), Michael Servetus’u (1511-1553), Castellion’u (1515-1563) hatırlayalım. Michael Servetus bir İspanyol rahiptir. Tıbbi konularla da yakından ilgileniyordu. Kan dolaşımına ilişkin çalışmaları vardı. Hıristiyanlığın Yeniden Düzenlenmesi (1553) isimli eserinden dolayı Callen tarafından yakılarak öldürüldü. Castellion, Servetus’un düşüncelerini açıklama hakkı olduğunu savunan bir aydındı. Calven tarafından Castellion da ağır maduriyetlere giderek ölüme mahkum edildi (Stephan F. Mason, Bilim Tarihi, age., s. 197-199). “Dünya dönüyor” şeklindeki önermelerin din eleştirilerinin araştırmacıların hayatına mal olduğu biliniyor. Bebeğin ana rahminde ilk kırk gün içinde oluşması da bu şekilde yasaklanmış bir bilgidir.

İşte bu noktada çok önemli bir soru vardır: İslamiyet’ten önceki dönemlerde, İsa’dan önceki dönemlerde bu durum bilinebilir mi? Mikroskobun olmadığı, insan vücudunun açılmadığı, nasıl açılacağının bilinmediği bir dönemde erkeğin ve kadının birleşmesinden sonra ana rahminde ilk kırk gün içinde meydana gelen gelişmeler nasıl bilinebilir? Bu konuda şu söylenebilir: O dönemlerde de bunun bilinebilen bir durum olduğu söylenebilir. O dönemin bilimcilerinin bu bilgiye ulaşmış olabilecekleri düşünülebilir. Belki bu durumları yazanlar da vardır. Bu eserler o dönemin kütüphanelerinde de vardı. Bu da düşünülebilir. Fakat çeşitli zamanlarda bu kütüphaneler yakıldılar. İskenderiye, Bağdat, Buhara, Alamut kütüphaneleri yakıldı. Bu kütüphanelerle birlikte hangi bilgilerin yakılıp kül edildiği insanlığın neler kaybettiği bilinmiyor. Örneğin Moğollar tarafından yakılan Alamut kütüphanesinde kaç eser vardı? Her sene kaç orijinal eser yazılıyordu? Her sene daha önceleri yazılan kaç eser çoğaltılıyordu? Bunlar bilinemiyor. Umberto Eco, Gülün Adı romanında manastırın kütüphanesinde kitapların el yazısıyla çoğaltıldığı bir bölüm olduğunu, bu bölümde işi bu olan rahiplerin çalıştığını yazmaktadır. İskenderiye, Bağdat, Alamut gibi kütüphanelerde de benzer bölümler şüphesiz vardır. Yine Moğollar tarafından yakılan Bağdat kütüphanesinde İkinci Halife Ömer tarafından yakılan Bağdat kütüphanesinde kaç eser vardı, neler yakılmıştı bilemiyoruz. Bilim adamlarına yapılan baskılar, fatihler tarafından yakılan kütüphaneler dikkate alınması gereken bir olgudur (s. 174-181). Ünsal Öztürk bu konuda Harran bölgesine işaret etmekte, İsa’dan önceki asırlarda bu bölgede zengin bir bilimsel birikimin, bilimsel çabanın var olabileceğini, bu asırlarda bölgede tıbbın gelişmiş olabileceğini söylemektedir. İlk çağlarda Harran denildiği zaman, Harran Üniversitesi denildiği zaman Asuriler-Süryaniler akla geliyor.

Burada önemli bir soruna dikkat çekme gereği var. “Dünya dönüyor” önermesiyle Alevilerdeki “Doğuş” önermeleri iki farklı ilişki olarak algılanabilir. “Dünya dönüyor” önermesi doğa olayları ile ilgilidir. Doğanın kavranmasıyla, açıklanmasıyla ilgilidir. Tamamen bilimsel bir konudur. Ceninin ana rahminde ilk kırk günde teşekkül etmesi de doğa olayıdır. Bu da bilimin konusudur. Ama burada ayrıca bir inanç da söz konusudur.

Alevilik bir inanç sistemidir. “Dünya dönüyor” önermesinde ise bir inanç yoktur. Bu önerme çerçevesinde gelişen bir inanç yoktur. Alevilik olayının temelindeki bu doğa olayıyla, bilimsel konuyla, Alevilik denildiği zaman akla gelen Alevi inancı arasında ne gibi bir ilişki kurulabilir. Bu konuda düşünmek gerekir. Kişi olarak “Sır” denildiği zaman Hasan Sabbah’ın Alamut’ta yaptığı açıklamaları anlıyorum. Hasan Sabbah, bu sırrı İbni Tahir’e açıklamıştı. Belki bu sır Alamut’taki Büyük Dailer tarafından da biliniyordu (Viladimir Bartol, Fedailerin Kalesi Alamut, Yurt Kitap-Yayın, Çe., Attilla Dirim, Mart 2001, 3. Bas. Ankara, s. 166-178 özellikle s. 169-170, 176-177, 453-454.).

Ünsal Öztürk “Alevilerin Büyük Sırrı” kitabında, Alevilik konusunda yepyeni görüşler ortaya koyuyor. “Kırklar Cemi”nin, “Kırklar
Söylencesi”nin çözümlenmesi başlı başına bir yeniliktir. Şamanların ve Alevilerin hareketinin zıt yönlerde olması, şaman ile Alevi arasında hiçbir benzerliğin bulunmaması yine dikkate değer bir yeniliktir. Ali Yıldırım, Haşim Kutlu, İbrahim Bahadır, Ali Ülger, Mehmet Bayrak, İbrahim Seven, İmam Canpolat gibi araştırmacıların bu görüşleri nasıl değerlendirecekleri benim için merak konusudur. Bu araştırmacıların, hem bu yenilikler hakkındaki düşünceleri, hem de tıbbi gerçekler ile inanç olayı arasındaki ilişkiler hakkındaki düşünceleri önemlidir kanısındayım.

Prof. Abdülbaki Gölpınarlı’nın “Alevi Beştaşi Nefesleri” (Remzi Kitabevi, İstanbul 1963) isimli bir kitabı var. Bu kitapta Yeksani’ye ait olan bir şiir de var. Bu şiirde Yeksani şöyle diyor:

“Kırklar Arş üstünde kurdular cemi
Mahabbet hakkoldu sürdüler demi
Balçıktan yarattı Mevla Adem’i
Ben ol zaman atam belinde idim.” (s. 77)

Bu şiir Ünsal Öztürk’ün kitabında da var (s. 211). Ünsal Öztürk’ün kitabında Seyyid Mehemmet Abdal’ın, Davut Sulari’nin, Pir Sultan’ın, Nesimi’nin aynı içerikte şiirleri de var (s. 212-214). “Kırklar Cemi”, “Kırklar Söylencesi” bu şiirlerde kapalı bir şekilde anlatılmaktadır. Profesör Gölpınarlı acaba kitabına aldığı bu şiirin içeriğinin bilincinde midir? Bu kanıda değilim. “Kırklar Cemi”nin, “Kırklar Söylencesi”nin bilincinde olan Başköylü Hasan Efendi’dir. Başköylü Hasan Efendi, Naci’nin, Naciye’nin, Kırkların, Şit Peygamber’in, Üçlerin, Beşlerin, Yedilerin, Sır Örtüsü’nün, Can-Canan-Çoban’ın bilincindedir. Başköylü Hasan Efendi’nin “Varlığın Doğuşu” isimli kitabı Ünsal Öztürk’ün yararlandığı, gündeme getirdiği bir kitaptır (s. 237-246).

Alevilere Eleştiri

Ünsal Öztürk’ün Alevilerin Büyük Sırrı kitabındaki görüşleri özellikle “Kırklar Söylencesi” ile ilgili görüşleri, yerleşik görüşleri,
düşünceleri, duyguları sarsıcı niteliktedir. Bu doğa olayları ile ilgili bir süreçtir, bilimsel bir süreçtir. Kişi olarak bu düşüncelerin inandırıcı olduğunu düşünüyorum. İlk çağlarda, İslamiyet’ten önce bilimsel çalışmaların Aleviler arasında çok ileri olduğu, geliştiği anlaşılıyor. Bunun güçlü bir hipotez olduğu düşünülebilir. Bugün ise Aleviler Ali, Hasan, Hüseyin diyerek, on iki imamlar diyerek, bu imgelere bağlanarak geri bir kültür, geri bir düşünsel ortam ortaya koyuyorlar. O zaman şöyle denebilir: İslamiyet’ten önceki yıllarda, İsa’dan önceki çağlarda bu kadar ileri olan Aleviler, ana rahmindeki ilk kırk günü bile anlayabilen, çözümleyebilen Aleviler bugün neden geri bir düşünsel ortam ortaya koyuyorlar? Müslümanlığın hiçbir kuralını yerine getirmeyen, Müslümanlığı yaşamayan Aleviler neden “Esas Müslüman biziz” deyip duruyorlar? Alevi yazarların, Alevilik konusunda araştırmalar, incelemeler yapan kişilerin bu olgular üzerinde düşünmelerinde yarar vardır. Alevi düşüncesindeki bu gerilemenin tarihsel olarak irdelenmesi de gereklidir.

Bütün bunlar Alevilerdeki kafa karışıklığının devam ettiğini de göstermektedir. Aleviler cem evlerine vurgu yapıyor, hükümetten cem evlerini talep ediyor. “Biz Alevi’yiz, biz ibadetimizi cem evlerinde yaparız, cem evlerini talep ediyoruz”diyorlar. Devlet ve hükümet, Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla bu talebe şu karşılığı veriyor: “Alevilik Müslümanlığın bir koludur. Alevilik Müslümanlık içinde yer alan bir kültürdür. Müslümanların ibadet yeri de camilerdir...” Bu cevap üzerine Aleviler yine “Biz Aleviyiz, cem evlerini istiyoruz” diyorlar. Ama sadece bu kadar söylüyorlar. Halbuki devlet ve hükümetin “Alevilik Müslümanlık içinde yer alan bir kültürdür, Müslümanların ibadet yerleri de camilerdir” açıklamasına karşı Aleviler “Biz Alevi’yiz, Müslüman değiliz. Alevilerin ibadet yeri cem evleridir. Aleviler Müslüman değildir ki camiye gitsinler, Hıristiyanlar camiye gidiyor mu?” diyebilmelidir. Ama Aleviler “Biz Aleviyiz” diyorlar. Ama “Biz Müslüman değiliz” diyemiyorlar. Bunun ötesinde, “Esas Müslüman biziz” diyerek oyalanıp duruyorlar.

Kafa karışıklığının Alevi kurumlarında, Alevi araştırmacılarında da görmek mümkündür. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Başkanı ve Alevi ve Bektaşi Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi Kazım Genç, Neşe Düzel ile yaptığı bir röportajda, “Alevilik İslamiyet’in içinde değildir” diyor (Radikal, 10 Ekim 2005). Röportaj bu başlık altında yayımlanmış. Ama aynı röportajda Neşe Düzel’in “Aleviler kendilerini Müslümanlığın bir mezhebi olarak mı, ayrı bir din olarak mı görüyorlar?” şeklindeki sorusu üzerine Kazım Genç “Alevilerin peygamberi de Hazreti Muhammed’dir” ve tanrı, peygamber ve halife anlamında ‘Hak, Muhammed, Ali’ üçlüsüAlevilerin de rehberidir” diyor. Bu Alevilerdeki kafa karışıklığının açık bir örneğidir. Pir Sultan Abdal Kültür Dernekleri Başkanı ve Alevi ve Bektaşi Federasyonu Yönetim Kurulu üyesi Kazım Genç, “Alevilerin peygamberi de Hazreti Muhammed’dir” diyerek “Hak, Muhammed, Ali üçlüsü Alevilerin de rehberidir” diyerek, “Alevilik İslamiyet içinde değil” düşüncesini bizzat kendisi boğmuş olmaktadır. Eğer Alevilerin rehberi de “Allah, Muhammet, Ali” üçlüsüyse, o zaman Aleviler Müslüman demektir. O zaman da, “Alevilik” diye bir kategoriden söz konusu etmek doğru değildir.

Türkiye’de resmi görüşün önemli bir boyutu da laiklik anlayışında ortaya çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin laik olduğu vurgulanmaktadır. İbadet yeri olarak cem evlerinin yasak olduğu, ama Alevilerin günde beş vakit ezan dinledikleri, dinlemeye mecbur edildikleri bir siyasal sistem, devlet sistemi nasıl laik olabilir? Alevilerin bu sürece karşı bir eleştirileri olduğu görülmemektedir. Ama “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” propagandasın da daha çok Aleviler tarafından yapıldığı görülmektedir. Bu da Alevilerdeki kafa karışıklığının başka bir boyutudur.

27 Eylül 2008 Cumartesi

Zenginlerin dünyası: “Bütün ülkelerin Kapitalistleri Birleşti...”


Prof. Fikret BAŞKAYA


Zenginlerin medyasından ekseri kötü haberler yayılıyor: Açlık, yoksulluk, sefalet, şiddet, savaş, cinayet, katliam, kasırga, sel, kazalar, yok olup giden canlı türleri, kötüleşen doğal çevre, sayısız skandallar... Bu arada iyi şeyler de oluyor elbette... Ünlü tefecilik kurumu Merrill Lynch’in 2008 raporuna göre, dünyanın en zenginlerinin sayısı 2007 sonunda 10 milyonu aşmış. Artık dünyada 10 milyondan fazla dolar milyoneri var... Bu en zenginlerin toplam serveti de 1986 da 7200 milyar dolardan 1997 de 17 400 dolara, 2007 de de 40 700 milyar dolara yekselmiş. Ne büyük başarı... Bu arada ortalama servetlerinin değeri de ilk defa 4 milyon doların üstüne çıkmış... Sadece en zenginlerin sayısı artmıyor zenginlikleri de artıyor... Velhasıl küreselleşme kazandırıyor... Türkiye ‘yükselen piyasa’ olarak bu sürecin dışında değil. Muasır medeniyet seviyesine doğru her zamankinden daha hızlı koşan Türkiye’de milyonerlerin ve milyarderlerin sayısı daha hızla artıyor. Aynı tefecilik kurumunun verdiği rakamlara göre: “Türkiye’de toplam varlığı 1 milyon doların üstünde bulunan yüksek ve ultra yüksek varlıklı kişi sayısı 2006’da 42 bin iken, 2007 yılında bu rakamın 8 bin kişi artarak 50 bini aştığı belirtildi.” Türkiye milyoner sayısını artırmakla da kalmıyor % 17,5’lik oranla dünya ortalamasından 3 kat daha hızlı artırıyor... Bir yılda milyoner sayısını 8 bin kişi artıran, üstelik dünya ortalasandan da daha yüksek artıran AKP hükümetinin medya, akademi taifesi, herşeyi bilen köşe yazarları [bal tutan parmağını yalarmış] ve bir kısım siyaset erbabı tarafından takdir edilmesini anlamamak mümkün mü? Elbette mutlak rakamların nüanse edilmesi gerekir. Dünyanın en zengin 10 milyonu dünya nüfusunun sadece binde onbeşini [ % 0.15] oluşturuyor...

Gözden kaçmaması gereken birşey var: Zenginlerin sayısı artarken yoksulların sayısısı da artmak zorunda, nitekim artıyor. Bilindiği gibi kavram ikiliği veya kavram çifti diye birşey vardır. Kavramlardan birinin varlığı diğeriyle mümkündür. Biri olmadan diğeri de olmaz. Zenginlik ve yoksulluk gibi. Zenginliği ortadan kaldırmadan yoksulluğu ortadan kaldıramazsınız. Hem kavram çifti veya ikiliği geçerlidir hem de bu ikiliden biri makbul ve muteber sayılır. Başka türlü ifade edersek, ikisi arasında bir hiyerarşi vardır. Zenginlik muteber olandır ve yoksulların da karşıtı/çifti gibi olması gerektiği imâ edilir. Gelişmiş ülkeler/azgelişmiş ülkeler, kalkınmış ülkeler/kalkınmamış ülkeler, zengin ülkeler/fakir ülkeler, vb. bu kavram çiftinde makbul olan gelişmiş olandır, kalkınmış olandır. Azgelişmişin ve kalkınmamışın da gelişmiş ve kalkınmış gibi olması gerektiğini imâ eder. Kapitalizmin geçerli olduğu bir dünya’da zengin ve zenginlik üretmenin yegane yolu yoksul, yoksulluk ve sefalet üretmekten geçer. Sadece bu kadar da değil, aynı zamanda doğal çevre tahribatından da geçer... Başka türlüsü asla mümkü değildir. Bu yüzden ekonomik büyümeyle, kalkınmayla işssizliğin, yoksulluğun, sefaletin üstesinden gelineceği ‘düşüncesi, inancı ve beklentisi’ abesle iştigalden başka birşey değildir. Zira kapitalizm koşullarında söz konusu olan sermayenin genişletilmiş ölçekte büyümesidir. Gerçek durum böyledir ama burjuva ideolojisi özellikle de onun başlıca bileşeni olan ve üniversitelerde ‘saf’bilim diye okutulan ‘iktisat‘ [economics] öyle bir inancı yaymakla meşguldür... Ekonomik büyümenin işssizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırıcağına dair genel geçer kabul, hem yaşanan pratik süreç, hem de rakamlar tarafından yalanlanmış durumdadır. Ekonomik büyüme rekorları kıran Çin’e bak anlarsın... Eğer durum öyleyse neden hâlâ ekonomik büyüme çözüm olarak sunulabiliyor? Bu sorunun cevabını ideolojiler dünyasında, ideolojik kölelikde bulabilirsiniz...
Kapitalist üretim aynı anda zenginlik ve yoksulluk üretmeden varolamaz
Kapitalist üretim tarzı kendinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, bir kutupta zenginlik üretebilmek için karşı kutupta yoksulluk ve sefalet üretmeye mahkûmdur... Zira bir tür sömürü metabolizması olarak işler. Kaçınılmaz olarak kutuplaştırıcıdır. İnsanları işçileştirmek veya aynı anlama gelmek üzere proleterleştirmek zorundadır. İşçileştirmek/proleterleştirmek demek, insanı hem üretmek hem de yaşamak için gerekli araçlardan yoksun bırakmak, ‘mülksüzleştirmek’ ve sermaye sahibine [kapitaliste] bağımlı hale getirmek demektir. Zaten Latince [proletarius] kökenden gelen proleter, hiçbir şeyi olmayan, yaşamak için gerekli olandan mahrum olan ‘çıplak’-çulsuz- korunmasız, çaresiz insan anlamındadır. Kapitalist gelişmenin her ileri aşaması sermayeyi büyütürken, proletaryayı da büyütür. Bu o kadar açıktır ki, çevrenize on yıl geriye doğru bakmanız yeter. Her geçen gün emeğini satarak yaşamaya mecbur olanların sayısı artar. Kapitalist gelişmenin her ileri aşaması sadece proleterlerin sayısını artırmakla kalmaz, sistemin mantığının bir gereği olarak, mutlak ve göreli yoksulluğu da artırır. Zira, birincisi, proleterin emeğini satabilmesi, bir iş bulabilmesi her zaman kesin değildir; ikincisi aldığı ücretle kendisinin ve aile fertlerinin karnını doyurması de kesin değildir. Bu da işssizliğin, açlığın ve sefaletin her zaman reel ve potansiyel olarak varolması demektir... Kapitalist üretim doğa tahribatını da derinleştirerek yol alabilir. Demek ki, kapitalist üretim toplumsal kötülükleri büyütmeden ve ekolojik yıkımı derinleştirmeden varolamıyor. Dünyadaki açlıkla mücadele ettiğini söyleyen Dünya Bankası’nın açıkladığı son rakamlar söylediklerimizi bir kere daha doğrular nitelikte. Bankanın 9 Eylül 2008 tarihli raporunda 2005 de üç milyar 140 milyon insanın günde ikibuçuk [2.5] dolardan az gelirle ‘yaşadığı’, bu nüfusun %44’ünün de günde 1,25 doların altında gelire sahibolduğu belirtiliyor. %85’i beş yaşın altında çocuk olmak üzere her gün 30 binden fazla insan, açlıktan, yetersiz beslenmeden, sıradan bulaşıcı hastalıklardan, vb. ölüyor. Dünya Tarım Örgütü de 820 milyon insanın yetersiz beslendiğini açıkladı... 1.1 milyar insanın içme suyu sorunu var veya içtiği su sağlığa uygun değil. 2.4 milyar insan da ‘yeterli’ sağlık bakımından yoksun...

İnsanlar neden açlıktan ölüyor? Yeryüzünün toprağı artık insanların doyuramaz durumda olduğu için mi – ki, bu çılgın süreç vakitlice durdurulamazsa yakın bir tarihte doyurması mümkün olmayacak- yoksa çokuluslu şirketler, özellikle de çokuluslu tarımsal şirketler daha çok kâr ettiği için ve kâr etsin diye mi? Çokuluslu bir tarım tekeli olan Cargill 2008’in ilk çeğreğinde kârının geçen yılın aynı dönemine göre %86 arttığını açıkladı. Dünya gıda fiyatları neden Haziran 2007- Haziran 2008’ arasında %22 arttı? Topraklar insanları doyurmak yerine otomobillere yakıt ürettiği için ve spekülatörler daha çok kâr etsin diye... Kapitalizm bir tarafta açlık, yoksulluk, sefalet ve doğal çevre tahribatına neden olurken, bir tarafta da açlıkla, yoksullukla mücadele edildiği, şu kadar yılda yoksulluğun şu düzeye indirileceği söylendi, söylenmeye devam ediliyor. Açlıktan, yoksulluktan ve sefaletten bizzat sorumlu olanların, sorunu yaratanların onu gerçekten çözmek gibi bir niyetleri olduğuna inanılıyor mu? Kalkınmacılık sahneye çıktığı günden beri ‘açlara yardım’ ‘kalkınma yardımı’, vb. yeryüzünün efendiledirinin dilinden hiç düşmedi. Yardım dedikleri ne menem birşeydi peki? Aslında yardım, dekolonizasyon sonrası “bağımsızlıklarını” kazandığı söylenen Üçüncü Dünya ülkelerini emperyalist dünya sistemi içinde tutmanın bir aracıydı. Emperyalizmden muhtemel bir ‘kopuşu’ önleme amacı taşıyordu... ‘emme basma tulumbayı harekete geçiren su idi...’ Yardımlar Üçüncü Dünya’nın kendi halklarına ihanet içinde olan yöneticilerini sosyuzlaştırmak amacı başta olmak üzere, söz konusu ülkeleri kapitalist sömürüye daha fazla açıp, bağımlılığı pekiştirecek ‘alt-yapı yatırımlarına’ ve emekçi çoğunluğu ‘hizaya getirecek’ silahlanmaya yönelikti ve amaç hasıl oldu. Aslında yardım, yardım yapıldığı söylenenlere için değil, yardımı yapanlar içindi, tam bir ikiyüzlülüktü... ve kaldığı yerden devam ediyor... Eğer bir sorunu gerçekten çözmek gibi bir niyetiniz varsa, işe önce sorulması gereken soruyu gerektiği gibi sorarak başlamanız gerekir. Temel soru da herhalde şu olabilir: Neden bazıları zengin diğerleri yoksul? Bir kere bu soru sorulunca, sorunun kaynağına inmek olanaklı hâle gelir. Fakat soruyu soranın iki koşulu yerine getirmesi gerekir: 1. Kendinden beklenen ‘bilimse/entellektüel yeterliğe sahip olmak, gerekli yüksekliğe çıkabilmek; 2. Etik tutarlılığa sahip olmak... bilimsel namus ve entellektüel dürüstlüğün gereğini yapmak... gerçek bir entellektüel duruşu sergilemek... Kapitalizmi yok sayarak, açlıkla/yoksullukla/sefaletle mücadele mümkün müdür? Eğer bir sosyal sistem, mantığının ve işleyişinin doğal sonucu olarak toplumsal eşitsizlik yaratıyorsa, kutuplaştırıcılık sisteme içkin [ mündemiç] bir temel eğilimse, o sistem içinde kalarak, bizzat sistemin eseri olan kötülüklerle mücadele edilebilir mi? Oysa herşey kapitalizmin tartışılmasını, anlaşılmasını engellemek üzere kurgulanıyor. Okültasyon [yok sayma] öylesine büyük ki, kapitalizm dememek için büyük bir çaba harcanıyor, piyasa ekonomisi, pazar ekonomisi, veya ekonomi deniyor. Üstelik piyasa dedikleri de sanki irade sahibi bir yaratıkmış, kişilikmiş, şahsiyetmiş gibi sunuluyor: piyasalar tedirgin, piyasalar tezkereyi satın aldı, piyasaların tepkisi sert oldu, piyasalar uçtu, piyasalarda panik, piyasalar sakin, piyasalar rahat bir nefes aldı, piyasalar nefesini tuttu... Adıyla çağırmamak bir yalan söyleme yöntemi değil midir? Elbette kapitalizm dememek için bunca çaba boşuna harcanmıyor. Eğer kapitalizm denirse, onun zorunlu olarak imâ ettiği şeyler akla gelecektir: sömürü, toplumsal eşitsizlik, işsizlik, yoksulluk, emperyalizm, vb. Okültasyon amacıyla bir dizi özdeşlik de varsayılıyor: liberalizm kapitalizmle özdeş sayılıp kapitalizm yerine liberalizm veya liberal ekonomi deniyor, liberalizm de demokrasiyle özdeş sayıldığında ideolojik manipülasyon tamamlanmış oluyor. Oysa kapitalizm/liberalizm/demokrasi özdeşliği tam bir safsatadır ve seyirciyi oyalamak içindir...

Zenginleri nasıl bilirsiniz?

Her ne kadar yoksulluk bir laboratuvar faresi kadar çok ilgi konusu olmuşsa da [yüzbinlerce kitap ve makale yazılmıştır], literatür bolluğu o kadar da amaca hizmet etmiş değildir zira yoksulluk ekseri zenginlikten ayrı ele alınıyor, aradaki belirleyicilik ilişkisi gözardı ediliyor. [Elbette bu az da olsa değerli eserlerin yazılmadığı anlamına gelmez]. Buna karşılık zenginliğe dair pek birşey yazılmaz ve söylenmez. Bunun birkaç nedeni var: Birincisi, zenginlik konusunda yaratılan ‘tabu’ onu tartışılamaz hale getirmiştir. Zaten tabunun varlık nedeni de odur. İkincisi, zenginlikten söz etmek biraz ayıbı açığa vurmak gibi birşeydir ve ayıbı açığa vurmak ayıbı büyütmektir. Eğer öyleyse ayıbı büyütmenin ne âlemi var! Üçüncüsü, zenginliğe dair gerçeği söylemesi gerekenlerle ilgilidir. Bu işi yapacak olanlar/ yapması gerekenler çoğunlukla zenginlikten ve iktidardan beslenen eğitilmiş kesimler, diplomalılar, akademisyenler, ‘aydınlar’, sanatçılardır, vb. Sosyal artık üründen servet ve güç sahipleri dolayımıyla pay alan bu kesimlerin kendilerini besleyenleri eleştirmesi pek kolay değildir. Tam tersini yaparlar, zenginleri ve iktidar sahiplerini meşrulaştırmayı yeğlerler. Ancak sömürü düzenine karşı mesafeli duran, açıkça ezilen ve sömürülen sınıflardan yana tavır alanlar böyle bir şeyi sorun edebilirler ve onu gerektiği gibi tartışmaya cüret edebilirler. Sadede gelirsek, zengin dendiğinde başlıca üç şeye gönderme yapılmış olur: servet, güç ve itibar [prestij]. Fakat bunlardan birincisinin önceliği vardır. Servet sahibi ekseri gücün ve prestijin de sahibi olduğu gibi, duruma göre güce sahip olan da servetin sahibi olabilir. Bir insan ne kadar akıllı, yetenekli, çalışkan, kararlı, sebatkâr, kurnaz, vb. olursa olsun sadece kendi fizik ve entellektüel kapasitesine dayanarak servet sahibi olamaz, zengin olamaz. Böyle bir şey eşyanın tabiatina aykırı olmak bir yana, teorik ve pratik olarak da mümkün değildir. Beşbin hektar verimli toprağa sahip birinin onu sadece kendi çabasıyla edindiğini söylemek abestir. Böyle bir şeyi kim iddia edebilir? Birincisi o kadar toprağa sahip olamaz, ikincisi tek başına o kadar toprağı işlemesi, ekip/biçmesi, değerlendirmesi mümkün değildir. Toprak ancak oraya tarım araçları [sermaye] ve tarım işçileri geldiğinde işlenebilir ve toprak sahibini ‘zengin edebilir’... Aynı şekilde 10 milyon dolar serveti olanın onu kendi çabasıyla kazanması mümkün değildir. Bir insan nasıl zengin olur? Zengin olmamanın yegane yolu başkasının emeğini sömürmek, başkasının emeğinin ürününe elkoymak ya da el konmuş olandan pay almaktır... Esasen daha önce başka yerde yazdığım gibi, mülkiyet gasptır, ancak zorla şiddet kullanarak, hileyle mümkündür ve aynı araç ve yöntemlerle de korunabilir...Başkasının emeğini sömürmenin, başkasının emeğinin ürünü olana el koymanın yolu da üretim arçalarının özel mülkiyetine sahip olmaktan geçer. Bu vesileyle yaygın bir yanlış anlamanın bertaraf edilmesi gerekir. Mülkiyetten başkasının emeğini sömürmeye imkân veren üretim araçlarının mülkiyeti kastediliyor. Makinalar, binalar, araçlar, toprak, yeraltı zenginliği, vb. doğayı ve emeği kullanmaya imkân veren bir ilişki bütünlüğü söz konusu olmalıdır. Bir insanın yaşamı için kullandığı kap/kacak, hali kilim, her türlü kullanım aracı, elbise, bir çiftçinin bir çift öküzü, arabası, kendi gücüyle ektiği toprak parçası, bir küçük burjuvanın sahip olduğu otomobil, vb. mülkiyet kategorisine girmez. Mülkiyet ve zenginlik ancak ve mutlaka sömürü, yağma ve talanla, zorbalık ve haydutlukla elde edilebilir, korunabilir, büyütülebilir. Mükiyete sahip olan aynı zamanda güce de sahip olduğu için, sömürü ve bağımlılık ilişkilerini dayatmak için yasaların arkasına gizlenmek kuraldır. Zaten yasaları yapanlar da mülk sahipleridir.
Kapitalistler Enternasyonali
Kapitalizm öncesinin büyük uygarlıkları, zenginliğin ancak başkaları aleyhine mümkün olduğunun farkında oldukları için, zengini ve zenginliği muteber saymazlardı. Büyük dinlerin ve kültürlerin faizi yasaklaması boşuna değildi. Israf lânetlenmişti. Çok mal haramsız olmaz denirdi. İncilde, bir devenin iğnenin deliğinden geçmesi, bir zenginin cennetin kapısından geçmesinden daha kolaydır deniyor. Hem paraya hem Tanrıya tapamazsınız... Benzer anlayış ve tespitler başka din ve kültürlerde de az-çok aynı kesinlikte ifade edilmiştir. Bu durum kapitalist üretim tarzının sahneye çıkışıyla değişti. Protestan Reformuyla faiz yasağının kalkması ve zenginliğin lânetlenmek şurda dursun yüceltilmesiyle sınırsız sömürü, yağma ve talanın velhasıl hertürlü ahlak dışılığın önü sonuna kadar açıldı. Bir tek kişinin 62 milyar dolar servete sahip olması tam bir skandaldır ve kabul edilebilir değildir. Zaten kapitalizmin ahlâkı yoktur. Kendi ahlâkı yoktur ama başkalarının ahlâkını yok ettiği, dejenere ettiği kesindir. Bu yüzden kapitalizmin her ileri aşaması ahlaksızlığın da bir üst aşaması demektir. Eğer 500 zenginin [beş yüz büyük hırsız densin] ‘geliri’ 416 milyon yoksulun gelirine eşitse bu bir insanlık ayıbı değil midir? Ekonomiler %2, %3 büyürken nasıl olup da borsa oyuncularının %30, %130 kazandığını sorgulayan var mı? “Küreselleşme çağı” denilen 1980 sonrasında güç dengesinin tekrar ezilen ve sömürülen sınıfların aleyhine dönmesiyle, sınırsız sömürünün ve küstahlığın önündeki engeller birer birer ortadan kalktı ve dünya sermaye için tam bir dikensiz gül bahçesi haline geldi. Zenginlik ve yoksulluk uçurumu insanlık tarihinde görülmemiş boyutlara ulaştı. Asıl skandal bu durumun küresel oligarşinin akıl hocaları ve sözcüleri tarafından sunuluşunda: Tam bir pişkinlikle bu süreçten herkesin yarar sağlayacağını söylüyorlar [şimdilik]... ABD’de 1974 yılında ençok kazanan büyük şirket yöneticileri [şimdilerde moda olan bir tabirle CEO’su], otomotiv sektöründe çalışan ortalama işçiden 47 kat fazla kazınıyorlardı. 1999 da fark 2381’e çıktı. Bazılarının küreselleşme şarkılarını ağızlarından neden düşürmediği ortada değil mi? Sınıfsal güç dengesinin emekçilerden yana döndüğü 1945-1970 aralığında daha dengeli bir gelir dağılımı tablosu geçerliydi. Söz konusu dönemde CEO’ların kazancı ortalama işçinin kazancının 35 katıyken daha 2000 yılında 130 katına çıkmıştı... Bir şirketin CEO’su bir başkasına 400 milyon dolara transfer oluyor, bir diğeri üç yıllığına 135 milyon dolara bir şirketle üç yıllık sözleşme yapıyor...Şimdilerde süper zengin bir küresel oligarşi oluştu ve akıl almaz bir tempoyla dünyanın beşeri ve doğal zenginliğini yok ediyor. Aşırı zenginlerin ölçüsüz tüketimi [ uzunluğu sürekli artan yatlar, uçaklar, helikopterler, futbol sahasından büyük rezidanslar, malikaneler, mücevherler, saatlar, egzotik seyâhatler... 330 milyonluk yatlar, 160 bin dolarlık kürk, 3480 dolara 12 gömlek, 1559 dolara12’lik şampanya kolisi, 167 500 dolara iki tüfek, bir striptiz barında bir gecede harcanan 241 000 dolar, 5000 dolara bir takım elbise, 1.2 milyon dolara bir otomobil, bir kulübe üyelik için ödenen 50 000 dolar aidat... Yakın tarihte gazetelere yansıyan bir habere göre Türkiye’ye de ithal edilen dünyanın en pahalı spor otomobili ‘Bugatti Veyron 16-4’ 2.4 milyon avroya satılacakmış... Arabanın marifetini merak mı ediyorsunuz: 300 km hıza 16.8 saniyede ulaşıyormuş... sizce değmez mi? Âzamî hız sınırının 110 kilometre olduğu bir ülkeye 300 km’ye 16.8 saniyede ulaşan bir otomobil neden ithal edilir... Elbette söz konusu olan sadece küresel oligarşinin [zenginler enternasyonalinin] neden olduğu beşeri ve ekolojik kötüleşme değil. Ünlü Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen’in yüzyıl kadar önce isabetli bir şekilde gösterdiği gibi, küresel oligarşinin ikinci, üçüncü sınıf zenginler ve orta sınıflar tarafından taklit edilmesi, sosyal ve ekolojik yıkımın asıl nedenini oluşturuyor. Her kesim kendine yakın olan bir üsttekini taklit etttiğinde, küresel oligarşinin tüketim alışkınlığı geniş bir orta sınıf tarafından taklit edildiğinde, tahribat derinleşiyor, toplumsal ve ekolojik tablo kararıyor. Aslında sadece küresel oligarşinin anlamsız, mantıksız ve kabul edilemez tüketimi değil, dünyanın %20’sini oluşturan ama beşeri ve doğal kaynakların %80’ini tüketen emperyalist ülkelerin hayat standardı da yeryüzünün lânetlileri tarafından hem taktit edilebilir değil hem de zaten arzulanır birşey de değil. ABD’de dört kişiye üç otomobil düşüyor. Aynı şey Çinde de gerçekleşse, bu 1.1 milyar otomobil demek... Oysa bu gün dünyadaki toplam otomobil sayısı 800 milyon. Eğer Çin de ABD’deki oranda otomobile sahip olursa, günde 99 milyon varil petrol gerekecek... Oysa tüm dünya’da üretilen günde 82 milyon varil...

Şimdilerde çıkarları, özlemleri, zevkleri, tüketim alışkanlıkları ortak bir küresel oligarşi oluşmuşdurumda. Dünya tüm ülkelerin dolar milyarderlerinin ve milyonerlerinin dünyası haline geldi. Buna bir tür zenginler enternasyonali de diyebilirsiniz. Dalga dalga dünyanın her yerindeki elitler ve orta sınıflar tarafından taklit edilen bir küresel azınlık... Şimdilik bu küresel oligarşinin çıkarı herkesin çıkarı olarak sunulmak isteniyor. Bir insanın değerinin sahibolduğu tüketim malları miktarıyla, sadece maddi zenginlikle ölçüldüğü bir insanlık toplumu mümkün ve sürdürülebilir değildir. Bir insanın sahibolduğu şeylerin miktarı arttıkça refahının, mutluluğunun da arttığına dair düşünce saçmadır. Daha çok şeye sahibolmak mutluluğun garantisi değildir ama tersini iddia etmek mümkündür. Kapitalizmle birlikte her türlü değer ölçüsü de yok oldu, insânî değerler aşındı. İnsanlar durup düşünmeye vakit bulamadan mahşeri bir yarışa zorlanıyorlar. İnsanlığın ve doğanın durumu burjuva akıl hocalarının resmetmek için zorlandıklarından çok farklı ve kritik eşiğe doğru koşar adım yaklaşıyor. O zaman bu kör gidişi vakitlice durdurup tersine çevirmek gerekiyor. Velhasıl yeni bir paradigmaya ihtiyaç var...

KÂBEMİZ DÜNYADIR!



Serra GÜNEYLİ

guneyli.serra@gmail.com

Bir önceki yazımda dile getirmiştim: Alevilik, bazı ebu cehillerin sandığı gibi ”ırkçılık” değil, bir insan sevgisidir. Kâbemiz de dünyadır!

Alevilik, tüm dünya insanlığı; tüm dünya insanlığı arasındaki kardeşliğin felsefesi ve simgesi oluyor. En önemli değerlerimiz: ”dünya insanlığı”, ”sevgi” ve ”kardeşlik” tir. Bu değerler, modern sosyal toplumun ve de sosyalist toplumun değerleri oluyor. Sosyalizmdir!.. Bu anlamda alevilik, bir nevi sosyalizm oluyor.

Çok ilginç, çıkışımızda da bu değerler vardı. Çıkışmızda ve başlattığımız tüm isyanlarda hep bu değerler ve belgiler vardı; bunlar için savaştık; sosyalizm içindir!

Dünün ”köylü sosyalizmi” olan alevilik, bugünün ve yarının da sosyalizmi oluyor.

Bir parantez açıyorum:

Karl Marx’ın, alevilik gibi sosyalist felsefeyi kitaplarına almamasına şaşırdığımı yazmaktan çekinmiyorum!

Marx’ın marxsizmine kaynaklık eden, Saint-Simon, Fourier, Robert Owen olmasına rağmen, alevilik de o zamanda bir nevi “ütopik sosyalizm” in felsefik çizgisiydi. Karl Marx’ın, bu felsefeden ve alevi sosyalizmden bahsetmemesine şaşırdığımı tekrar söylemekten çekinmiyorum!

Evet; dünün ”ütopik sosyalizmi” olan alevilik; ”alevi-Bektaşi” çizgisi üzerinde şekillendiğini unutmamak gerekiyor. Özü şudur: Her şey insan sevgisi içindir!

Dünün felsefesi, ”her şey insan için” olan alevilik, bugünün ve yarının da felsefesi oluyor. Öz değişmedi ama zenginleşti ve ”tüm dünya insanlığı” oldu.

Alevilik felsefesinde, ”hangi, din, dil ve ırkta olursak olalım, mutlaka ”tüm dünya insanlığına dair” yer vardır.

Peki, böylesi bir felsefe üzerine inşa edilen aleviliğe ”ırkçılık” demek, tastamam ebu cehil olmak demek, olmuyor mu?

Alevilik, ne ırkçılık, ne de anladığımız anlamda ”dindir”. Alevilik, bir insan sevgisidir. Kâbemiz, dünyadır:

“Benim Kâbem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır.

Benim Kâbem sevidir
Kuran da kurtaranda
Sevili insanlardır.

Benim Kâbem emektir
Kuran da kurtaran da
Emekçi insanlardır.

Benim Kâbem dünyadır
Kuran da kurtaran da
Dünyayı insanlardır.”

Felsefemiz budur. Bu ”tevhit” te de dile getirilmiştir: Kâbemiz, Mekke değil, dünyadır, tüm dünya insanlarıdır.

Kavgamız, böylesi bir sosyal toplumu yaratmak içindir. Mücadelemiz, insanlık sevgisini ezen, var olan sunni devlet yapısının değiştirilmesi içindir.

Evet, kavgamız, laik olmayan Türkiye’de “laik bir Cumhuriyet” kurmak içindir. Kavgamızın ilk istemi; devletin resmi dini olan sunniliğe son verilmesi, şeklindedir...

Yazımı Hacı Bektaş’ın bir dörlüğü ile bitirmek istiyorum:

“Hararet nârdadır, sacda değildir.
Akıl baştadır, taçta değildir.
Her ne arar isen kendinde ara.
Mekke’de Kudus’te, Hac’da değildir.”

25 Eylül 2008 Perşembe

“BÖLÜCÜLÜK” VE “YANDAŞLIK”


Mustafa Elveren -Em. Öğrt./ mustafaelveren@gmail.com

“TARİHTE PROVAKASYONLAR VE ALEVİ BEKÇİLER” başlıklı yazımdan dolayı bana gelen mesajlarda, kısaca şu eleştiriler yapılmaktadır: “Alevilerin yüzde seksen beşinin Atatürkçü olduklarını, Türk Aleviler ve Kürt Aleviler demek suretiyle Kürtçülük ve bölücülük yaptığımı, helikopterle Kürdistan dağlarını kontrol eden ‘bölücü başı'na yandaş çıktığımı…” ve benzer iddialarda bulunmaktadırlar. Yöneltilen iddialara karşı cevap niteliğindeki bu makaleyi yazmak durumunda kaldım.

Türklerin, Kürtlerin ve diğer halkların hak ve özgürlük istemlerini savunmak, hiçbir zaman Türkçülük, Kürtçülük ya da başka bir milletin ırkçılığını yapmak anlamına gelmez. Aynı şekilde, Müslümanların, Alevilerin ve diğer dinlerin mensuplarının hak ve özgürlüklerini savunmak da İslamcılık, Alevicilik veya başka bir tür dincilik olarak nitelenemez.

Kaldı ki, Alevilik bir inanç biçimidir, ırk değildir. O nedenle, Türk Alevi olduğu gibi Kürt, Azeri, Arap, Ermeni ve benzeri bir çok ırktan Aleviler vardır. Bu benim tespitim değildir. Bu bilimsel bir veridir. Durum böyle iken, Alevileri bir ırk gibi görmek isteyenlerin iyi niyetli olmadıklarını düşünüyorum. “Bu ülkede yaşayanların yüzde doksan dokuzu müslümandır” demogojisini yapanlar, aynı şekilde, “Alevilerin de yüzde seksen beşinin Atatürkçü olduğu” yalanını bize yutturmaya çalışmaktadırlar. Bu tür yalanlara aklı başındaki hiçbir Alevi inanmaz. Bunun altında başka hesapların yattığını tahmin etmek zor olmasa gerek. Ben söylemekten ve yazmaktan usandım, fakat bunlar anlamamaktan usanmadılar.

Bu ülkede, N.Erbakan'dan, A.Türkeş'e , K.Kerinçsiz’den İ.Türüt’e, İ.Doğan’dan bazı Alevi Dernekleri yöneticilerine, Kenan Evren’den Doğu Perinçek’e ve daha sayamadığım birçok “vatansever”den tanınmış “Asil Kan”lı kişilere kadar hep Kemalist olduklarını söylediler. Yine bu ülkede, bayrak-kuran-Âtatürk üzerine yeminler yaparak, "Vatan Kurtaran" çeteler de Kemalist olduklarını söylüyorlar. Bunlara karşılık, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Denizler, Çayanlar, İbolar, Mazlumlar ve sayamadığım binlerce devrimciler-demokratlar-sosyalistler ise, bu sistem tarafından hep vatan haini olarak ilan edildiler.

Birileri Muhammet'in kuyruğuna, buna karşılık birileri de M.Kemal'in kuyruğuna yapışmışlardır. Hiç kimsenin aklına evrensel demokrasi gelmiyor mu? Atatürk de, Muhammet de artık kendi çağında kaldılar.

Kürt sorunu bu ülkenin en önemli sorunlarından biridir. Bunu Alevilerin sorunu takip etmektedir. Atatürkçü olduğunu söyleyen partilerin ve generallerin bu güne kadar alevilerle ilgili hiç bir açılım yaptığını gördünüz ya da duydunuz mu? Alevileri hep kandırdılar. Yetmedi, Sivas'ta, Maraş'ta, Gazi'de cayır cayır yaktılar. Herhalde bunları “bölücüler” yakmadı. Maşa olarak kullanılan bir kaç sakallı yobazın tek başına yapabileceği bir iş olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Artık bu olayları kimin ve niçin yaptıklarını bilmekteyiz. Bu sistem “Devletin bekası” için kimi zaman kardeşini, oğlunu ve bazen de kendi sigortalı bekçilerini katledebiliyor.

Bu gün ABD'nin has temsilcisi olduğu söylenen Ak Parti, büyük bir çoğunlukla Türkiye’de iktidarda bulunması da Kemalist geçinen o yasakçı zihniyetin eseridir. Bu zihniyet başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, solcuları, komünistleri, hatta gerçek Müslümanları bile hep tehlikeli gördü ve en küçük bir özgürlük istemini kanla bastırdı.

Daha bir kaç gün önce Zülfü Livaneli bile Atatürk'ün solcu olmadığını yazdı. Aslında Atatürk’ün sağcı ya da solcu olması pek o kadar da önemli değildir. Günümüzde her şeyin altında ya da üstünde Atatürk’ü aramanın artık hiçbir anlamı yoktur. Siz Kemalist olabilirsiniz. Ancak, herkes sizin gibi Kemalist olmak zorunda değildir.

Diğer taraftan, hücre cezasına çaptırılmış siyasi bir tutsağın "helikopterle dağları gezdiği"ni uyduranların psikolojik bir propaganda yaptıkları bilinmektedir. İşin garip tarafı ise, bu uyduruk propagandayı Devlet’in istihbarat kurumlarından daha fazla bazı Kürt siyasetçilerinin yapmasıdır.

Türkiye’de ve Dünya’da başta Kürt sorunu olmak üzere, siyasi, sosyal ve ekonomik konularında yapılan analizlerin kimin tarafından yapıldığı değil, benim açımdan tespitin doğru yapılmasıdır. Şimdi, “Görüşme Notları”ndaki bazı tespitlere katıldığım için mi yandaş olmuşum?

Defalarca yazdım, bir kez daha açıklamakta yarar vardır. Emek, barış, özgürlük ve demokrasi taraftarı olan herkesin ve kesimin yandaşıyım. Durum bundan ibarettir. Bunun dışında yapılan tüm saldırıları, söylenen yalanları ve atılan iftiraları üzüntüyle izlemekteyim.

İnsaf! Artık yeter! “Edi Bese!”

25.09.2008

WEB SİTESİ : http://www.gomanweb.com/

24 Eylül 2008 Çarşamba

”DERSHANELER ve 12 EYLÜL”


Adil OKAY / adilokay@hotmail.fr

‘Dershaneler ve 12 Eylül’ başlıklı makaleme gelen eleştiriler ve yanıtlarım

‘12 Eylül ve Dershaneler’ başlıklı yazıma yollanan yorumlardan ve eleştirilerden bir seçki yaptım. Görüşlerimin tümüne olmasa bile, dershaneler konusundaki saptamalarıma en uzun eleştiri ve katkı bir eğitimci ve dershane yöneticisi olan arkadaşım Celal Temel’den geldi. Celal Temel’e yanıt verirken ona ve diğer yorum yazan, katkı ve eleştirilerini sunan arka-daşlara teşekkür ederek başlamak istiyorum söze. Bu yorumlardan birkaçını aşağıda olduğu gibi yayınlıyorum. Celal Temel’in yazısı (eleştiri ve katkıları) bir makale boyutunda olduğu için sona alıyorum. Konuyla ilgilenenlerin okuması dileğiyle.

Celal Temel’in yazısından bir alıntıyla başlamak istiyorum:

“ 1982 yılında Türkiye genelinde 174 özel dershane varken, 12 Eylül’ün Milli Eğitim Bakanı Hasan Sağlam özel dershanelerin kapatılmasını istedi. Kapatılmasıyla ilgili bir yasa tasarısı, o zamanki mecliste(Danışma Meclisi) gündeme getirildi. Bir atama meclisi olmasına karşın, konu mecliste uzun uzun tartışıldı ve yasa tasarısı reddedildi. Ancak, beş generalden oluşan Milli Güvenlik Kurulu(MGK), bu kararı veto ederek, 625 sayılı yasanın bazı maddelerini değiştirip, 16 Haziran 1983 tarih ve 2843 sayılı yasayı kabul etti ve özel dershanelerin bu yasanın yürürlüğe giriş tarihinden bir yıl sonra, 31 Temmuz 1984 tarihinden itibaren kapatılmasına karar verdi. Ancak, 1983 yılında yapılan seçimler sonucunda iktidara gelen Özal Hükümeti, 11 Temmuz 1984 tarih (kapanmaya 20 gün kala) ve 3035 yasa ile kapatma hükmünü iptal etti.”

Celal arkadaşın altını çizdiği gibi alınan karara rağmen özel dershaneler 12 Eylül’den sonra kapanmadı. Onlara sadece sopa gösterildi. 12 Eylül memuru Özal’dan sonraki süreçte de özel okullar-dershaneler desteklendi. Sevdiğim ve Barış meclisinde birlikte çalıştığım için duyarlılığına tanık olduğum Celal Arkadaş’la bazı konularda görüş ayrılığımız var. Birincisi ben 12 Eylül’ü ‘1980–1990 arası vahşet yılları’ olarak algılıyorum. İkincisi özel okullara ve dershanelere temelden karşıyım. Ancak Celal Temel’le en azından dershane yozlaşması, tüccarlaşma, eğitim sisteminin 12 Eylül darbesinden sonra daha da bozulması gibi konularda anlaşıyoruz. Örneğin kapitalist Avrupa ülkelerinde neden dershaneler yok denecek kadar azdır. 20 yıl sürgün yaşadığım Paris’i avucumun içi gibi bilirim ama tek bir tane dershane görmedim. Mutlaka birkaç tane vardır. 10 milyonluk kentte. Ama nüfusa, öğrenci sayısına vurduğunuz zaman yok sayılır. Dikkat edin kapitalizme alternatif bir modelden bahsetmiyorum henüz. Elbette bu konuda da söyleyeceklerim(iz) var. Paris’ten söz ederken AB’yi örnek alanlara hatırlatma yapıyorum.

“Eğitimi özelleştirdikçe sosyal devletin en önemli dinamolarından birini yavaşlatırsınız. Sosyal devletin daraldığı yerde, yoksulların çocuklarının kendilerinden daha iyi şartlarda yaşamasının tek yolu olarak gördüğü eğitimi, cemaatleriniz ve özel fonlarınızla yalnızca örgütlenme değil tek tip insan üretme rahlesi olarak da kullanırsınız. Özelleştirme/ticarileştirme girişimi, yaşamın tüm alanlarına dönük bir saldırıdır. Eğitim sisteminde okulları ‘şirket’, öğrenci ve velileri ‘müşteri’ olarak kabul eden düzenlemeler, son dönemlerde yoğun bir yasa ve yönetmelik taarruzu ile basamak basamak hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Müşteri memnuniyetine dayanan bir sistem içerisinde öğrenci müşteri, öğretmen müşterisini memnun etmek zorunda kalan bir pazarlamacı, veli de bu bunu finansörü olarak kurgulanmıştır.”

Dershanelerin, özel okulların yakın tarihine göz atmak

Tarihçe konusunda anlaşabiliriz. 1979–1983 dönemine ait 4.üncü Beş Yıllık Kalkınma Planında özel okulları eleştiren ifadelerin yer aldığı görülmektedir. 1985–1989 dönemini kapsayan 5.inci Beş Yıllık Kalkınma Planında ise özel okullarla ilgili olarak somut destekleyen ifadeler yer almış, özel okulların teşvik edileceği karara bağlanmıştır. Sonuçta eğitimci-tüccar karması bir grup yeni zengin türemiştir. Bu da 12 Eylül faşizminin icraatları arasındadır. (Milli eğitimden sürüldüğü için dershanelerde çalışmaya başlayan idealist öğretmenleri, burjuva hümanist dershane yöneticilerini tenzih ederim.)

Yine 12 Eylül faşizmi döneminde, 1984’ten sonra okullarda vergi muafiyeti süresinin artırılması, KDV oranının azaltılması, Özel okul öğrenci velisinin teşvik edilmesi maksadıyla öğrenci velilerine düşük faizli kredi verilmesi, Özel okul açacaklara faizsiz kredi verilmesi, Eğitim giderlerinin tamamının vergiden düşürülmesi gibi konularda gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi için Maliye Bakanlığı nezdinde girişimlerde bulunulmuştur.

Yani işe bakın senin -benim paramla, devlete ödemeleri gereken vergiyle kapitalistler özel okul-işletme açıyorlar, çocuklarını özel okullarda okutuyorlar. Arada bir de fukara çocuklarından başarılı olana sözüm ona bedava eğitim olanağı sağlayarak hayıra giriyorlar. (Hem böylelikle reklam yapıyorlar, onu da masraf gösterip vergiden düşüyorlar. )

12 Eylül hükümetleri döneminde, özel okul çocuklarına ve tuzu kuru velilerine ayrıcalık tanınmış, teşvik edilmişlerdir. Dolayısıyla özel okullar da ‘müşteri’ garantisi görüp sayılarını arttırmışlardır. İşte bu da 12 Eylül ruhudur. TÜSİAD yöneticileri, yani patronlar boşuna mı 12 Eylül darbesini alkışlamışlar ve ‘Bu güne kadar işçiler güldü sıra bizde’ diye katliamları alkışlayıp göbek atmışlardır. Bu sürecin, özel okulların (dershanelerin) devlet tarafından desteklenme kararının alınış tarihi,12 Eylül cuntasının sivil suratlı bir hükümet aracılığıyla kanlı diktatörlüğünü sürdürdüğü tarihtir.

12 Eylül’ün suç dosyaları ve iflas eden eğitim sistemi

1985’te de 12 Eylül mezalimi devam ediyor. MGK astığım astık, kestiğim kestik diye kukla hükümetlere istediğini yaptırıyor. Diyarbakır başta olmak üzere Mamak ve diğer zindanlarda insan aklının anlamakta zorluk çekeceği işkenceler yapılıyor. Milli Eğitim, faşist ve şeriatçı kadrolarla dolduruluyor. YÖK ve yurtlar keza öyle. Ve giderek yozlaşan dershanelerin yanı sıra tarikat dershaneleri ve yurtları mantar gibi çoğalıp, gençlerin –bir zamanlar moda olan değimle- beyni yıkanıyor. Bunların tümü 12 Eylül darbesinden sonraki hükümetlerin ortak suçlarıdır. 12 Eylül anayasasıyla, faşist kurumlarıyla hesaplaşmayan politikacıların ortak suçlarıdır. Bu süreç kapitalizmin insanı, insanın gelişmesini ve mutluluğunu değil, kârı-parayı düşünen, kıble edinen ekonomi-politikasının sonucudur. Kapitalizm kendini aklamak için yüz değiştirse, adını ‘yenidünya düzeni, globalleşme, küreselleşme’ olarak insanların kafasına sokmaya çalışsa da ruhu değişmemektedir: Her şey kâr için. Kâr hırsıyla eğitimi, sanatı, kültürü de endüstrileştiren kapitalizm eğitimciyi de, sanatı ve sanatçıyı da, kültürü ve folkloru da meta (mal) olarak görür. Bu anlamda ben bir dershaneciye ‘tüccar veya patron’ deyince ve çok kötü koşullarda, sigortasız çalıştırılan bir öğretmene de ‘yarı köle’ deyince yanılmış olmam. Kapitalizm kendini aklamaya çalışıyor, maskesini sık sık değiştiriyor derken kavramların da içini boşaltıyor. Artık patron, tüccar, müşteri demeyin deniliyor. İşveren diyecekmişiz. Sanki iş ihsan ediyor, bağış veriyorlar.

12 Eylül ANAP’ı ile 2008’in AKP’si: Aynı ekonomi politika

Türkiye'de muhafazakâr - liberal çevrelerin, 12 Eylül 1980 sonrasında aklına ilk gelen, kamu mülkünün özele devredilmesi olur. Sadece kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle sınırlı olmayan, doğal ve tarihi ortak mülkiyet alanlarının da özel mülkiyet veya kullanıma devredilmesine kadar giden, çok geniş bir özelleştirme anlayışı ilk fırsatta ve fütursuzca gündeme gelir. AKP, bu açıdan Turgut Özal liberalizminin devamcısı değil midir? Bence öyledir. A. İnsel’in dediği gibi, “Benzer bir durum, eğitim alanında da geçerli. Bir yandan, temel eğitimde kitapların öğrencilere zimmetli olarak bedava verilmesi gibi olumlu bir girişim, ders kitapçıları lobisinin bastırmasıyla ileri bir tarihe atılırken, diğer taraftan iktisadi kriz nedeniyle zor durumda olan özel okullara kamu kaynağı aktarmak için, yoksul çocukları özel okullarda devlet parasıyla okutmak gündeme geliyor. Orta-üst kesimin sınıf okulları konumunda olan bu okullara yoksul çocukları yollama bahanesiyle, bu okulları kârlı hale getirmek yerine, Anadolu Liseleri'nin güçlendirilmesi düşünülmüyor. Birçok bakımdan çökmüş olan Türk eğitim sisteminin göreli olarak en başarılı alanları olan Anadolu Liseleri'nde yabancı dil eğitimini zayıflatacak önlemleri gündeme getirmekten de geri kalmıyor Milli Eğitim Bakanlığı. Amaç, öğrencileri yabancı dil öğrenmek için daha fazla özel dershanelere yönlendirmek mi? Birkaç yoksul öğrenciye de parasını verip, özel dershanelerde dil öğretmek mi?(…)

Ücretli-işveren ilişkilerinden eğitime, ormanlara, çok dikkatli bir koruma gerektiren doğal ve tarihi varlıklara kadar uzanan bir özelleştirmeci iradeyi temsil ediyor AKP. AKP'nin siyasal doğasıyla, sınıfsal desteklerinin özlemleriyle uyumlu olan, "kamu yararını tüccar gibi yönetmek" mantığının tüm çıplaklığıyla özetlediği bu irade, gelecek onyılların Türkiye'sinin toplumun önemli bir bölümü için yaşanabilir olmaktan çıkması anlamına geliyor. Kültürel muhafazakârlık, işte bu noktada, (Özal’ın ANAP’ı gibi. bn.) AKP türü "popülizme" meşruiyet kılıfı sağlıyor. Bu sadece AKP'nin değil, onun özlem ve beklentilerinin taşıyıcısı olduğu yeni orta sınıfın, kamu yararı, toplumsallık, devlet-toplum ilişkileri, dayanışma konularında zihniyet dünyalarına hakim olan benmerkezciliği yansıtıyor. Muhtaç olanların kamu kaynaklarından yardım alması hakkını değil, zenginlerin doğrudan "kendi fakirine" himmet etmesi demek benmerkezci dayanışma.”

YÖK hep gündemde

Elbette bu biriken sorunlar, yozlaşmış eğitim sistemi sadece AKP’nin suç dosyasına yazılamaz. 12 Eylül darbesinden sonra bu sistem daha da aksamaya başlamış ve -bugün artık herkesin üzerinde birleştiği, eleştirdiği gibi- yozlaşan eğitim kurumları dershaneleri yaratmış, çoğalmalarını teşvik etmiş ve dershaneler de yarı köle çalıştıran tüccarlar çiftliklerine dönüşmüştür. Ebeveynler de bu durumu -12 Eylül’ün birçok tahrip ettiği kurum gibi- kabullenmişlerdir. Alışmak ve kanıksamak ve artık empati yapamamak. Sonuç budur. Anımsarsanız YÖK’e karşı duran, YÖK’ün bir 12 Eylül kurumu, faşizmin kurumu olduğunu savunan insanlar giderek YÖK’le barışık yaşamaya başlamıştır. Bırakın kışla disiplini altında tek tipleşen üniversite öğrencilerini, duyarlı, sorgulayan, YÖK’ü eleştiren bilim adamlarının da sesleri eskisi kadar duyulmaz olmuştur. Hatta içlerinden bazıları, ‘AKP’ye karşı bir kurumdur nihayetinde’ diyerek sözüm ona şeriata karşı faşizmi savunmaya başlamışlardır.

Celal Temel arkadaşımın dediği gibi ‘Tüm haklı, haksız eleştirilere karşın, varlığı tartışılan özel dershaneler, gün geçtikçe çoğalırken aynı zamanda bozuluyor, yozlaşıyorlar’.

Barış Meclisinde birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan Mahmut’un yolladığı yorumda ‘ne yapılabileceğini irdelemiş:

“Yani ne yapmalıyım sorusuna sağlıklı bir cevap bulamadım, dün de bulamamıştım bu günde bulamıyorum, anladım ki sağlam alternatifleri hep birlikte üretmeliyiz, pratik çözümler, hemen şimdi çare olabilecek çözümler, devrimden sonra veya iktidara oturduktan sonra değil, çünkü geleceğimizi bu günden kaybediyoruz. Bu günkü noktaya da böyle geldik. Yarın elde hiçbir şey kalmayacak, parça parça alıyorlar. Yani demem o ki, ‘ne yapmalıyız sorusunun cevabını güçlendirmeliyiz. Umudu yeşertecek, güveni verebilecek, dönüştürebilecek çözümler, mesela alternatif eğitim programları ve bunların yasal alt yapılarını oluşturmaya ve eğitimi özgürleştirmeye yönelik eylemlilikler, bunları ilgili kurumlarda sendikalarda vs. tartışmak, eğitmenleri buna zorlamak, amaca uygun kurumlar oluşturmak…”

Bir başka dershaneci arkadaşım olan Cemgil de şöyle diyor: ‘Hocam bu konu çok tartışıldı. Binlerce makale yazıldı. Ama eğitim sistemi hâlâ bozuk.’

Sonsöz: Tarihler konusunda farklı yorumlar yapabiliriz. Ama 1980’den günümüze eğitim sisteminin iflas ettiği, apolitik bir nesilin yetiştiği, linç kültürünün geliştiği, parasız eğitimin tarih olduğu, tüccar öğretmen, tüccar dershanecilerin mantar gibi çoğaldığı aşikar değil midir? Yurtların, milli eğitimin, dershanelerin tarikatlar yuvası olduğu herkes tarafından bilinmiyor mu? Ben farklıyım demek ne kadar inandırıcı olur. Gerçekten farklı eğitimciler, dershane yöneticileri olduğuna ben de inanıyorum ama bunların genele oranı % 0,1 gibi küçük bir değer değil midir? Soruları çoğaltabilirim. Okurlar da çoğaltabilir. Hatta bunlar ayanın beyanı diyenler olabilir. O halde bunu yüksek sesle söylemek ve itiraz etmek, bu itirazı de örgütlemek gerekmiyor mu?

22 Eylül 2008 Pazartesi

Grup Yorum Antakya'yı Salladı…


Anta haber Ajansı: Murat Altunöz


Hatay Temel Halklar ve Özgürlükler Derneği tarafından organize edilen Grup yorum konserine yüzlerce Antakya'lı katıldı.

Antakya Anfi tiyatroda gerçekleşen konserde, konuşan Grup yorum üyeleri, son zamanlarda AKP hükümetinin yoksul vatandaşları Deniz feneri Derneği aracılıyla soyduğunu ve ülkemizin her alanı talan edilmeye çalışıldığını ifade etti.

Halkı mücadele etmeye birlik ve beraber olmaya çağıran Grup yorum üyeleri, özgür bir ülke için mücadele çağrısı yaptı.Grup Yorum konserin birinci bölümünde eski şarkıları yanı sıra Komandante Cheguvara, kızıldere ve çav bella şarkılarını Antakya’lı sevenleriyle birlikte söyledi.İkinci bölümde, ise grup Türkçe,Arapça,Kürtçe şarkılarını seslendirdi.

http://www.antakyaajans.blogspot.com/

20 Eylül 2008 Cumartesi

Ruhi Su: Bir Komünist Ozan!





Faiz CEBİROĞLU(*)
Ruhi Su’nun ölüm yıldönümü vesilesiyle herkes bir şeyler söylüyor; herkes bir şeyler yazıyor. Bazıları, Ruhi Su müziğini onun siyasi duruşundan, onun siyasi bakışından ayırarak, sözüm ona, ”üzüntülerini(!) ifade etmektedirler. ”Ne güzel türküler söylerdi!” diyerek, soyut ve anlamsız bir ”üzüntü” dile getiriliyor. Buna izin vermeyelim. Vermeyeceğiz. Zira Ruhi Su, yalnızca mükemmel bir ses ve derin müzik bilgisi değil, o aynı zamanda burjuvaziye korkular salan bir komünistti! O komünist olarak hapse, sürgüne, işkenceye meydan okudu. Komünist olarak, türkülerinde sevdanın ve kavganın sesi oldu.

Ruhi Su, 1951 yılında başlayan Türkiye Komünist Partisi (TKP) tevkifatı nedeniyle tam 5 yıl cezaevinde, hücrede tutulmuştur. Ama o başta işçi sınıfının ve ezilen Anadolu halklarının sesi olarak, burjuvaziye hücresinden meydan okumuştur:

”Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır…”


”Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim…”
diyerek, en zor koşullarda, ”inanç, kavga ve direniş” çağrıları yapmıştır.


Cezaevinden daha inançlı, daha kavgacı ve dirençli olarak çıkan Ruhi Su, bir ara, ”Bas-bariton Ruhi Su Türküler Söylüyor” adıyla radyo programları yapmaya başladı. Yaptığı proğramlarıdan birinde, Serdari’den söylemiş olduğu aşağıdaki türkü yüzünden görevine son veriliyor:

”Serdari halimiz böyle n’olacak
Kısa çöp uzundan hakkın alacak
Mamurlar yıkılıp viran olacak
Akıbet dağılır elimiz bizim.”


Yüreğine yerleşmiş devrim coşkusuyla Ruhi Su, Anadolu halk müziğinin gelişmesine çok büyük katkılar sağlamıştır. 1975’te Dostlar Korosu’nu kurarak çok sesli müziğin gelişmesi yönünde de öncü olmuştur.

Sanatçı çağın tanığıdır, diyoruz. Ruhi Su’da budur. 1977 1 Mayıs katliamında, o dönemin tanığı olarak Ruhi Su, katliamcılara şunları haykırmıştır:

”Şişli Meydanında üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular gübegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar”

”Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler acılar
Sararlar bir gün sorarlar.”

Ezilen Anadolu halknın sesi olan Ruhi Su, alevi müziğin yaygınlaşmasında da çok büyük katkıları olmuştur.


Başta Pir Sultan olmak üzere diğer alevi ozanlarının deyişlerini okumuş ve yorumlamıştır.

”Benim kâbem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır..”
diye seslenen Ruhi Su, kitlelere de şu öğütü haykırmıştır:

”Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı…”

12 Eylül 1980’de yönetime el koyan faşist cunta, Ruhi Su’ya pasaport vermeyerek, onun yurt-dışında tedavi edilmesini engellemişti. Bu bağlamda Ruhi Su’nun ölümünden 12 Eylül generallerinin de payı olduğunu unutmamak gerekiyor. 20 Eylül 1985’te ölen Ruhi Su’nun cenaze törenine onbinlerce,”Ruhi’ler ölmez!” sloganlarıyla katılmış, cenaze töreni büyük bir yığınsal eyleme dönüşmüştü…

Evet; Ruhi Su bir komünist ozandı. Komünist olarak hapse, sürgüne ve işkenceye gitti. Komünist olarak, ”Ruhi’ler ölmez!” sloganlarıyla aramızdan ayrıldı.

Ruhi Su fiziki olarak aramızdan ayrıldı, ama o sesiyle, müziği ve komünist bakış açısıyla su oldu ve su  gibi Anadolu’da çağlayarak akıyor. Akacak!

Ruhi Su, dağdır; Hasan Dağı'dır. Hasan Dağı gibi, dimdik aramızda, Anadolu’dadır!

Ruhi Su, sudur; Sultan Suyu’dur. Sultan Suyu gibi Anadolu’da gür gür akmakta, çağlamaktadır! 

-----------
(*) 20 Eylül 2005