8 Haziran 2009 Pazartesi

ÜÇÜ BİRDEN GİTTİ[*]

Temel Demirer

“İnsanları severim, haksızlığa yumruk gibi sıkılan insanları.”[1]

Üçü birden gitti; ardı ardına…

Üçü birden gitti; hepimize onur, vicdan, mücadele, ahlâk, ısrar ve kararlılığın ne demek olduğunu bir kez daha hatırlatarak…

Honore de Balzac’ın, “Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır, ne suç, ne namus, ne de ruh,” diye betimlediği coğrafyamızdaki çürümenin orta yerinde Onlar; geleceğin yol gösterici muştularıydı…

Karl Marx’ın, “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur”…

Veya V. İ. Lenin’in, “Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar”…

Ya da Paul Krugman’ın, “İçinde bulunduğumuz siyasi hava ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesinde gerçekten de çok belirleyici mi? Evet, siyasi kutuplaşma ve partizan yaklaşımlar ekonomik eşitsizliği daha da derinleştiriyor…”[2] saptamalarının somutlandığı günümüz Türkiye’sinde (ve elbette yerküresinde) Onlar; “haksızlığa yumruk gibi sıkılı insanlar”dılar… Bunun yanı sıra “ne”yi, “nasıl” yapacağımızın da örnekleriydiler…

Nihayet Onlar, Mayakovski’nin dizelerindekiydiler: “Siz/ ürkek çocukları/ hüznün,/ ve siz/ gökyüzünün/ mavi olduğunu unutanlar!/ Dinleyin artık/ Susun da!/ Belki de/ son/ aşkıdır/ bu/ gökyüzünün:/ Ki onulmaz yarası/ Kanar da kanar…”

AŞIK İHSANİ

Karanlıkları aydınlatma ısrarının bir diğer adı olan Aşık İhsani, Onlardan biriydi…

“Devrimci aşık geleneğinin ilk temsilcisi”ydi; 68 kuşağının “Militan Ozan”dıydı; “Türküleriyle binlere seslendi” O…

Onu “Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar/Geliyoruz, geleceğiz, yakındır” dizeleriyle başlayan türküsüyle hatırlıyorum… O 21 Nisan 2009 günü, 77 yaşında Diyarbakır’da toprağa verirken, hâlâ da belleğimde çınlıyor sözleri…

Üzerine yıldızların yağdığı bir isyan…

Ya da İrfan Sarı’nın dizelerinde anlattığı: “yürüdü/ tarih olan taşlar arasında/ tarih yazmak için/ sonra/ yavaşça durdu/ gözyaşından buhar çıkarcasına/ son istasyonda durmuş/ kara bir tren gibi...”

Onu 1960’lı yıllardan anımsarsınız…

Göğsüne kadar inen sakalıyla, havaya kaldırılmış sazıyla, kısa boyuna karşın görkemli bir görüntüsü vardı. Sevgilisi, yâreni Güllüşah’laydı çoğunluk sahnelerde…
Hatırlamayan var mı? “Aşık İhsani’deki heyecan, insanı şaşırtacak kadar yüksekti. İşçilerden, emekçilerden, özgürlük ve demokrasiden, sosyalizmden söz edince yerinde duramaz, heyecanlandıkça heyecanlanırdı. İlerleyen yaşına rağmen sazını eline almazdan edemezdi…”[3]

Yoksuldu, yoksullardan yanaydı…

“1961 Anayasası’yla 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulur ve siyasal yelpazede köktenci bir muhalefet odağı olarak sol uçta yerini alır. O pos bıyıklı, koca sakallı, gür sesli adam da devrimcileşir, esmeye başlayan devrimci rüzgârın seslerinden biri olur. TİP toplantılarında, öğrenci mitinglerinde her zaman sahnededir.

Sorumluyum ben çağımdan/ Düz ovamdan dik dağımdan/ Sömürgeni toprağımdan/ sürene dek yazacağım...’ ya da ‘Aracının aldığı fark/ Gümbür gümbür işleyen çark/ Hırsından çatlayan toprak/ Bizim bizim hepsi bizim...’ gibi dizeleriyle kitleleri coştururdu...”[4]

Yaşar Kemal
’in, “Aşık İhsani büyük bir şairdi. Bizim edebiyatçılarımız İhsani gibi şairlere halk şairleri diyorlar. Onlar halkın şairleriydi…. İhsani’ler ülkelerin her çağda mutluluklarıdır”; İlhan Başgöz’ün, “Aşık İhsani köy kültürünün soyut aşk şiiri temasından, kent kültürünün yazılı, eleştiri kültürüne geçişin en önemli ismidir. Aşık İhsani’nin şiiri ve hayat hikâyesi toplumun 1940’lardan beri geçirdiği, iyili kötülü sosyal değişimin hikâyesidir ve öğreticidir,” diye betimlediği Onun dizelerine baktığımızda herhangi bir Anadolulu saz şairiyle değil, kelimenin tam anlamıyla bir filozofla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Zaten hayatı da bir derviş gibi diyar diyar gezmek, envayi türlü işleri tutmak ve çalışmakla geçmiş. Bir de Karacaoğlan misali Aşık olmakla... Gönlünü her diyarda bir güzele kaptırmakla...

Filozoftu dedik ya! İşte kanıtı: “Git efendi hançerlenmiş yaramı/ Eşeleyip tazeleme bu sıra/ Köyüm yolsuz/ ben kanunsuz yaşarım/ Utan da şu asıra bak asıra...”

SEVİM ONURSAL


O; Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin ‘Sevim Abla’sıydı…

1971 başlarına kadar Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olan Sevim Onursal Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanları Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve arkadaşlarını İş Bankası, Ankara Emek şubesi kasasını kamulaştırmalarının ardından Kavaklıdere’deki evinde sakladığı gerekçesiyle, sıkıyönetim askeri mahkemesinde yargılanmış ve mahkûm edilmişti.

Bir yayınevinde grafiker olarak çalışan Sevim Onursal, 1971 Ocak ayında Emek İş Bankası Şubesi soygununa adları karışan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, İbrahim Seven, Necmettin Baca, İrfan Uçar ve Kor Koçalak’ı evinde saklamıştı. Bu durum eve tesadüfen gelen icra memuru, avukat ve bir polisin rehin alınmasıyla ortaya çıktı. Onursal ve arkadaşları evden ayrılarak kayıplara karıştı. Olaydan sekiz gün sonra Onursal savcılığa giderek teslim oldu.

Tarih 17 Ocak 1971 Pazar. Saat 18.00. Ankara Adliyesi’nin koridorunda siyah uzun kürklü palto üzerine beyaz bir atkı atmış bir kadın, dönemin nöbetçi savcısı İrfan Atca’nın odasına girer, karşısına oturur ve bir sigara ister. Resmi binada sigara içilemeyeceği konusunda kadını önce azarlayan savcı, “Ben Sevim Onursal” sözleri üzerine, “O hâlde içebilirsiniz” diyerek bir sigara uzatır. Adliye bu gelişme üzerine bir anda karışır. Savcı Nusret Demiral evinden çağrılır, emniyet müdürleri adliyeye gelir. Ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde; Sevim Onursal’ın teslim olduğu haberine yer verilir.

Bugün Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerinin üzerinden 31 yıl geçti. 6 Mayıs 1972’den bu yana sayısız belge, bilgi ve arşiv yayımlandı. Döneme tanıklık edenler; belgelerle, fotoğraflarla yazdı, çizdi, anlattı. Biri hariç: Sevim Onursal... O, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılandığı THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasında yargılandı. İki yıl hapis yattı, hiç konuşmadı.

Kızı Berrin,
Cezaevine götürdüğümüz her çiçeği nasıl tuvallere özenle taşıdıysa geçmişini de aynı özenle taşıyor” sözleriyle anlatıyor annesini.

Arkadaşı Şencan Yelken de “Her zaman her yerdedir. Bir gün rock konserinde, bir gün 1 Mayıs kutlamalarında” diyor.

Sevim Onursal, Gezmiş ve arkadaşlarının hikâyesini sinemaya taşıyan Reis Çelik’in “doğru dürüst kadın rolü’ yoktu yakınmasına inat, evinin her bir köşesine sinen geçmişiyle nasıl bir rolü olduğunu anlatacak gibi duruyor... [5]

O; Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin ‘Sevim Abla’sı; buydu…

1926 Yılında doğan Sevim Onursal, 60’lı yılların başlarında TİP içerisinde yer almış ve daha sonra Sinan Cemgil’le birlikte THKO saflarına katılmıştı. Hapishaneden çıktıktan sonra da devrimcileri hep destekleyen “Sevim Abla”nın, üç çocuğu vardı.

İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da yapan Onursal, 1945-1950 arası İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenci ve 1950’den sonra da Ankara’da Refik Epikman’ın öğrencisi oldu. 1962 ve 1965’de Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi karma sergilerine katıldı. 1965-1967 arası Ankara Amerikan Haberler Merkezi sanat danışmanlığı ve sergi organizatörlüğü yaptı. 1967’de Stüdyo İn grafik stüdyosunu kurdu. 1967-1972 arası çeşitli grafik tasarım, dergi, kitapkapak düzenlemeleri, afiş ve dekor çalışmaları yaptı.

Sevim Onursal son yıllarını, yalnız yaşadığı evinde düşerek uğradığı ağır bir beyin sarsıntısının ardından gelen felçle geçirmişti. Yakınları bedensel yetilerini giderek yitirmekte olan ‘Sevim Abla’nın en mutlu anının 6-31 Mayıs 2006 arasında onun adına açılan kendi eserlerinden oluşan retrospektif sergisi ‘Denizler’in Anısına’ya tekerlekli sandalyeyle de olsa katılabilmek olduğunu anlattılar.

Sevim Onursal,
Çengelköy mezarlığında ailesinin, dostlarının düzenlediği törenle toprağa verildi.

Onursal’ın mezarı başında konuşan kızı Berrin Alkaner, annesinin kendisine öldüğünde mezarı başında “üç cümleden fazla konuşmasını” yasakladığını anımsatarak, “Annem çok konuşmayı ve boş konuşmayı sevmezdi. Onu uzun bir yolculuğa çıkarıyoruz, içimizden geldiği gibi uğurlayacağız” dedi.

“Onun hepimizde hakkı var, ödeyemeyiz” diyen Mahir Sayın ise, Sevim Onursal’ın “İnsan sevgisiyle dolu bir yüreği” olduğunu vurgulayarak, “Kötü insan yoktur derdi, kimi zaman tartışırdık, ‘o kadar da değil’ Sevim Abla diye. Ama o ısrarlıydı, insanlara ve insanlığa inanmakta” diye konuştu.

Dualar ve ayinler olmaksızın yaşarken inandığı gibi toprağa verildi Onursal… Bir sosyalist gibi…

Yoldaşları, dostları Sevim Ablayı devrimci harekete olan katkıları, birbirinden güzel tabloları ve özellikle de onun “kötü insan yoktur” iyimserliğiyle hep hatırlayacak ve yaşatacaklardır kuşkusuz…

ŞİRİN CEMGİL


Sönmez Targan’ın deyişiyle, “O bize ağlamayı değil, savaşmayı öğretti.”

“Şirin 1960’ların devrimci öğrenci kızlarından biriydi; ama güçlü, korkusuz, güvenilir olanlarından biri... Yere sağlam basıyordu ayaklarını. Kendine güveni kuşkusuzdu ve tehditler karşısında gözünü bile kırpmayacağı apaçıktı,” derken Arif Şentek; Atilla Keskin de ekliyor:

“Türkiye İşçi Partisi’nin Çankaya ilçesinde delişmen, ateşli, hiç bir konuda erkeklerden geri kalmayan bir kadın yoldaşımızdı Şirin.

Sonra kendisinden hiç geri kalmayan yoldaşımız Sinan’la evlendi. Deli fişek, ‘kırk atlı akınlarda çocuklar gibi şen olduğumuz’ günlerdi. Doyasıya yapardık her yaptığımızı. Mitinglerde, seminerlerde, gecekondu gezilerinde, daha hakça bir düzen, daha insanca bir yaşam için kavga verirdik.
Kavgadan arta kalan zamanlarda hep türküler çığırırdı Şirin bize. O içli, dinleyenleri alıp, umutlarına, sevdalarına, acılarına, sevinçlerine götüren türküler...Bir kez küçücük evlerinde, Ruhi Su ile birlikte çalıp söyledikleri saatleri paylaşmak zevkini yaşamıştım.

Sonra acıları, genç yüreklerimize sığdıramadığımız kocaman acıları yaşadık ayrı mekanlarda.
Dağda, Nurhak’larda yitirmişti koca sevdasını Sinan’ını.
Beş sene sonra cezaevinden çıkıp, kendisini ziyarete gittiğimde artık türküleri ağıtlara dönüşmüştü. Sabaha kadar ağıtlar okudu. Sabaha kadar ağladık yitirdiklerimiz için doya doya...”

Evet (“Nurhak sana güneş doğmaz... Uçan kuşlar yuva kurmaz,” deyişindeki üzere!) Sinan, Kadir, Alpaslan Nurhak’ta öldürüldüğünde “Takvim 31 Mayıs 1971’de dondu… 31 Mayıs 1971 Pazartesi günü, radyonun 13.00 haberlerinde peş peşe iki haber yayımlanmıştı. Birinci haberde, Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesi İnekli Köyü’nde jandarmalarla girdiği çarpışma sonucu ODTÜ öğrencisi Sinan Cemgil ile Alpaslan Özdoğan ve Erzurum Atatürk Üniversitesi öğrencisi Kadir Manga’nın öldürüldüğü, Mustafa Yalçıner’in yaralı, Hacı Tonak’ın da sağ yakalandığı açıklanır. İkinci haberde de Cihan Alptekin ve Tayfur Cinemre adlı gençlerin Tekirdağ’da jandarma tarafından yakalandığı açıklanır.

Turhan Feyizoğlu’nun ‘Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa’ adlı kitabında Denizli’nin Buldan ilçesinde oturan Yazıcıoğlu ailesi damatlarının öldürüldüğünü duyunca yıkıldığını anlatır. ‘Çok sevdikleri Sinan’ın duvarda asılı duran fotoğrafına bakarak ağlayan Yazıcıoğlu ailesi, duvarda asılı olan takvimin yaprağını o günden sonra koparmaz. Takvim 31 Mayıs 1971 tarihinden itibaren koparılmamış olarak hâlen duvarda asılı durmaktadır.’

Cemgil ailesi de oğullarının öldürüldüğünü radyodan duyar. Adnan Cemgil, Nazife Cemgil ve aile dostları Orhan İyiler Sinan’ın cenazesini almak için Gölbaşı’na gider. Emekli albay olarak ordudan ayrılan ve o sıralar Sinanları yakalamakla görevli bir subay olan Yılmaz Erkekoğlu daha sonra yazdığı ‘Nurhak Ey Nurhak’ adlı kitabında o günü objektifliğiyle anlatır:

‘Geldiler!.. Evraklar imzalandı, başsağlığı dilendi. Cenazeler teslim edildi. Baba Adnan Cemgil, şu konuşmayı yaptı:

Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.’

Köylülere baktım. Adnan hocanın sözü bitince başlarını öne eğdiler.’

Sinan’ın babası Adnan ve annesi Nazife de sosyalist mücadelenin içinden geliyordu. Yaşamları boyunca inançlarının bedelini ödemişlerdi. Sinan’ın yoldaşı Atilla Keskin’in anlattığına göre bir gün Sinanların Göztepe’deki evlerine gidiyorlarmış. Apartmanların arasında kalmış, beton bloklara direnen bir köşkü görünce ‘Şuna bak’ demiş, ‘Nasıl da direniyor’. Sinan gülmüş: ‘O bizim ev. Zaten bizim aile de direnmeyi çok sever’…”[6]

Şirin de Sinan gibi, Sinan da Şirin gibi direngendi… Birbirlerine hep yakıştılar; ve nihayetinde de kavuştular…

Mezarı başında “Hayatta aslında her şeyimi ve ne yaptıysam ona borçluyum” diyen Taylan, annesinin ömrü boyunca fikirlerine sadık ve ödünsüz yaşadığını söyleyerek, tamamlamaya vakit bulamadığı yarım kalmış anı kitabını hazırlamasının, artık kendisi için bir görev olduğu belirtip, annesinin kararlı ve sevgi dolu, fikirlerinden taviz vermeyen ve nasıl düşünüyorsa öyle yaşamaya çalışan bir kadın olduğunu anlattı...

Ertuğrul Kürkçü ise, o dönem sosyalist hareketin içinde kadın bir militan olarak öne çıkmanın zorluğunu vurguladı. Şirin Cemgil’in inatçılığı ve mücadeleciliğinin yanı sıra, kadife sesinin etkili güzelliği ve eylemlerde söylediği türkülere ve Ruhi Su Dostlar Korosu’nda çalışmalarına değindi…
Sevim Tarı-Belli, “Bir yiğit kadınımızı daha yitirdik” derken; Su Apaydın da ekledi: “Şirin proleterya aydını bir kadın, bir anneydi…”

Ve nihayet bu topraklarda yetişmiş nice kadın var, güçlü, mücadeleci, “gelecek güzel günlere inanmış” ve onun için yaptıkları, yapmayı göze alacakları, öyle her babayiğidin kolayca göze alabileceği şeyler değildi; Metin Çulhaoğlu’nun, “Gençlik yıllarımda hep korktuğum ve ‘her an fırça atma’ modunda gördüğüm nadir kadınlardandı,” diye betimlediği Şirin Cemgil’in “suretine”, Rakel Dink’e yazdığı mektupta da görmek mümkündü.

“SONUÇ YERİNE”

Onlar; biz ardı ardına bırakıp giden üç kişi…
Onlar’a “sonuç” yazılmaz! Onlar sonsuzluktur…

Publius Terentius Afer’in, “Bir insanım, insanlıkla ilgili hiçbir şey bana yabancı değil”; Marcus Aurelius’un, “Kovan için gerekli olmayan arı için de gerekli değildir”; F. Dostoyevski’nin, “Bir ağacın önünden, onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklımız almaz,” sözlerini doğrulayan Onların yaşamı bizlere sonsuzluğu ve Edip Cansever’in şu dizelerini anımsatır:

“Ölü mü denir şimdi onlara/ Durmuş kalbleri çoktan/ Ölü mü denir şimdi onlara/ Kımıldamıyor gözbebekleri/ Ölü mü denir peki/ En büyük limanlara demirlemiş/ En büyük gemiler gibi/ Kımıldamıyor gözbebekleri/ Ölü mü denir şimdi onlara./… /

Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret/ Unutulsun bu alışılmış duyarlık/ O kadar sade, o kadar kalabalık ki/ Unutulmaya değer onların insan gövdeleri/ Ve unutulmalı mutlaka/ Dolsunlar diye yüreklere/Dolsunlar damarlara./ Ölü mü denir/ Ölü mü denir şimdi onlara.”

---------------------------

N O T L A R
[*] Esmer, No:52/6, Haziran 2009…
[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil.
[2] Paul Krugman, Bir Liberalin Vicdanı, Çev: Neşenur Domaniç, Literatür Yay., 2009.
[3] Ender İrmek, “Aşık İhsani’nin Ardından”, Evrensel, 25 Nisan 2009, s.6.
[4] Deniz Kavukçuoğlu, “O Pos Bıyıklı, Koca Sakallı, Gür Sesli Adam”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2009, s.17.
[5] Belma Akçura, “Bir Ömür Mücadele Etti, Hiç Konuşmadı”, Milliyet, 6 Mayıs 2003.
[6] Celal Başlangıç, “Nurhak’ta Güneş Batmaz”, Radikal, 6 Haziran 2005.

Hiç yorum yok: