24 Aralık 2009 Perşembe

SINIFSIZ DİPLOMALI AŞÇI ABBUŞ USTA’DAN “MİDESEL EĞİTİM”

Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com


1928 Antakya doğumlu Süleyman Okay, 1940’lı yıllardan öldüğü 1999’a kadar gazete ve dergilerde yayımlanan şiirleri, öyküleri, deneme, halkbilimi ve politik yazılarıyla edebiyat-siyaset dünyasında yer almış önemli sosyalist kişiliktir. Hayattayken “Mermi Konuşuyor”, “Sevda Tutuklanamaz”, “Şakayık” adlı şiir kitapları yayınlanan Süleyman Okay’ın gazete ve dergilerde kalan şiir ve yazıları, oğlu Arif Okay tarafından yoğun çabayla derlenip düzenlenerek yeni kuşağın bilgisine sunulmaya devam ediliyor.
2001’de “Hoşçakalın Dostlarım” adıyla şiirleri, 2004’te “Hişşşttt” adıyla öyküleri, 2008’de “Nerde Benim Oruğum” başlığıyla folklorik özellikler taşıyan kitabını yayımlayan vefalı oğul Arif Okay, 2009’da da “Midesel Eğitim” başlıklı yemek kültürü ve bir dönemin ekonomik-siyasi atmosferini yansıtan kitabı edebiyat dünyasına kazandırdı. Babalarının, kitap biçiminde yayımlanacak 5 kitabının daha yayımlanacağı haberini de veren bu kitabın önsözünde Arif Okay’ın dile getirdiği şu düşünce önemlidir : “Bütün bu yazılar göstermektedir ki sosyalist birikimiyle donanmış insanların, söylenegelenin aksine yerel kültüre büyük katkıları olmuştur.” (s.13)
Kitabın içeriğiyle ilgili değerlendirmeye girmeden önce, oğul Okay’ın yukarıdaki cümlesini somutlamakta yarar var. “Nerde Benim Oruğum” ile “Midesel Eğitim” kitaplarında yer alan yazılar, Antakya merkezli olmak üzere Hatay’ın folklorik unsurlarını tanıtmak bakımından çok önemli malzeme sunmuştur. Arif Okay’ın özenle hazırladığı kitapların sonundaki “sözlük” bölümleri bile tek başına, Antakya ağzı üzerine çalışmak isteyenlere zengin veri sunmaktadır. Buralarda geçen bazı sözcük, deyim ve söz öbeklerinin Hatay Ağzı üzerine hazırlanan kitaplarda geçmediğini biliyoruz çünkü. Bazı sözcüklerin, deyimlerinse anlam farklılıkları bakımından örnekli metinlerle verilmesi ayrıca değer teşkil etmektedir. Bu halkbilimi boyutu yanında metinlerde 1970’li yıllardaki Antakya odaklı Hatay’daki kültürel dokuya, seçimler başta olmak üzere halkın yaşayışıyla ilgili ekonomik-kültürel ve siyasal duruma dair veri, değerlendirme ve eleştirilere yer verilmesi, sosyalist bir yazarın, aydının tavrı bakımından önem arz etmektedir. Bugüne kadar sosyalist aydınları, ülkeden ve halktan kopuk olmakla, hatta kabaca “kökü dışarıda olmak”la suçlayanların yüzüne vurulmuş ciddi bir şamardır. Daha önceleri Nâzım Hikmet’lerin, Orhan Kemal’lerin, Aziz Nesin’lerin yaptığı gibi…

Arif Okay, sözlük yanında “Midesel Eğitim”in sonunda “Kitapta Adı Geçen Kişiler ve Mekanlar”la ilgili bir bölüm koyarak, yeni kuşak Antakyalıların bile bilemeyeceği yerler ve kişiliklerle ilgili tanıtıcı bilgiler vererek, tarihsel bir kaynak oluşturmuş. Babasının şair arkadaşlarından Arif Coşkun başta olmak üzere dönemin gazetecilerinden bazıları, matbaa emekçileri tanıtılmıştır. Yine babasının kalem oynattığı gazete ve dergiler yanında Süleyman Okay’la ilgili yazıların yayımlandığı - 2006-2009 arasında Ankara’da yayımladığımız Yoğunluk dergisi de içinde yer almakta - gazete ve dergiler hakkında bilgi verilmiştir. Kitabın değişik sayfalarında konuyla ilgili fotoğraflara yer verilmesi de önemli bir belge niteliği taşımaktadır.
“Midesel Eğitim” başlığıyla yayımlanan yazılar 1973-1978 yılları arasında Antakya’da yayımlanan Kurtuluş ve Denge gazetelerinde yer alır. Yazıların yoğunluğu 1973’e, dolayısıyla Kurtuluş Gazetesi’ne aittir. Bu gazetenin sahibi Mehmet Bekir Soydan’ı “işçi-patron” olarak niteleyen Süleyman Okay, gazetenin konumu hakkında bir yazısında şöyle demektedir: “Kurtuluş Gazetesinin patronu, aslında bir emekçidir. Ona ne diyeceğimizi şaşırdık kaldık. En iyisi ona işçi-patron demeli. (s.38) …Yahu şu Kurtuluş amma da tuhaf gazete ha… Yazarı züğürt, işçisi züğürt, patronu züğürt. Sözleşmiş gibi tüm çıplaklar bir araya gelivermiş. (s.169)”
Yazar, Antakya’da yapılan yemeklerde kullanılan malzemelerle ilgili ayrıntılı, mizahi dille bilgiler verdiği gibi, yemeklerin yapılışını anlatırken okuyucuyla samimi bir diyaloga geçmeyi de ihmal etmemektedir. Bazı bölümlerde bu samimiyet “senli benli olma” noktasına varmaktadır. Bu dilin okuyucunun ilgisini çektiği gibi bazı bölümlerde okuyucudan gelen mektuplara gönderme yapılarak canlılık sağlanmıştır. Bunların yanında Atahan Oteli sahibi Bekir Atahan başta olmak üzere kimi yakın dostlarını da köşesine davet ederek anlatımı somutlaştıran Süleyman Okay’ın, aynı gazetede zaman zaman “Orkun”, “Yaylacı” imzalarını da kullandığı görülmektedir. Zaman zaman bu imzaların birbiriyle atıştığı bölümlere de rastlanmaktadır. Oğul Okay’ın verdiği bilgiye göre, farklı imzalarla yazılarının yayımlanmasındaki bir etken de, babasının İstanbul’a gittiği zamanlar, önceden hazırladığı bu yazıların, kendisi dönene kadar köşesinde aksamadan sürmesini sağlamaktır.

Yazarın okuyucuyla, dostlarıyla diyalog kurma biçimine birçok örnek verilebilir ama şu bölümü örneklemek, yeterli veri sunacaktır: “…Zaten Uzunçarşı’yı iyi bilirsin. Evet Uzunçarşı…Gezin orda. Baktın ki taze baklanın bayatı nerde varsa, yaklaş, pazarlık et, alma sakın, bir başkasına git, yine sor. Yine alma sakın, bir başkasına sor. Kafanda evir çevir, sonunda hangisi beş kuruş aşağı veriyorsa oradan al bir kilo baklayı.” (s.41) Bu metin, Antakya’nın en baharat kokan çarşısı olarak Ali Yüce tarafından nitelendirilen Uzunçarşı’nın, süpermarketler öncesi gerçek halk çarşısı olduğunu yansıtması bakımından önemlidir. Antakya’yı tanıtan “Köprübaşı/ Uzunçarşı/ Bulgur aşı” üçlemesini hatırlatmakta yarar var bu noktada. Metinden çıkarılması gereken bir diğer nokta da, Antakyalıların “pazarlıkçılık”larının nedenini ele vermektedir. Aynı zamanda dönemin hayat pahalılığına da gönderme yapılmaktadır.

“Kuru Fasulya” başlıklı metnin son paragrafı ve arkasından bir dörtlükle noktalanması örneğinde görüldüğü üzere bazı metinlerinde şiir de kullandığını görmekteyiz, hatta bazı düzyazı bölümlerinde seciye başvurduğunu da.

“Fasulya, et, salça, su, bir miktar tuz kondu tencereye, başladı kaynamaya. Sen o zaman istersen oynamaya başla, zira birazdan kabadayı ve etli bir yemek gelecek sofraya. Kaşıkla bayım kaşıkla…
‘Oğlum Bahri / Fasulyadır yemeklerin piri / Fazla yersen bu mereti / Kalkmaz hiçbir yerin biri’ ” (s.35)

Yazar, yemekleri tanıtırken “pir, padişah, kabadayı” gibi nitelemelerde bulunur. Mercimekli bulgur aşı başta olmak üzere Antakya yemeklerinde öne çıkan baharatların, özellikle biber ve nar ekşisinin önemini de hep vurgular. Son dönemde kimi hastalıklara karşı bunların öne çıkarıldığı dikkate alınırsa, yerinde bir yöntem izlediği anlaşılmaktadır.

Deyimlerin kazandıkları anlamlarla ilgili sebze ve meyvelerden örnekler vermesi de ilginç… Şöyle: “Vaktiyle birini aşağılamayı istedin mi ‘sarımsağın teki’ denirdi. Eski deyimler manalarında ters yüz edilmiş cinsinden değişime uğradı. Şimdi birine ‘anan soğan, baban sarımsak’ dersek, adam memnun olacak, teşekkür bile edecek. Yalnız sarımsak mı başını alıp giden, topraktan tutun da yeşil eriğe kadar her şey yukarıya doğru tırmanıyor. Yerinde sayan tek şey var, o da insan.” (s. 56) Burada, halkın zam politikasıyla nasıl sömürüldüğüne dikkat çekilmiştir. “Sarımsağın teki” deyimi gibi “kabak gibi adam” deyiminin de nasıl değişime uğradığını “Kabak Kavurması” başlıklı yazıda değerlendirildiğine tanık olmaktayız. (s.59) “Kavurma” sözcüğünün mecazlaştırılarak “Seçim Kavurması” başlığıyla 14 Ekim 1973’te yapılan Milletvekili Genel Seçimleri sürecinde yaşananlara dikkat çekildiği bölümden bir alıntı yapmakta yarar var.

“Şimdi geldik çok önemli ve mevsimlik yemeğimize. Bu yemek bundan önce yaptıklarımızın en kabadayısı ve en pahalı olanıdır. Üstelik de isteklisi çok. Kimler mi, aday adayları başta. Onları izleyenler, delegeler. Onlardan sonra gelen aracılar. Aracıların kuyrukları, kuyruğunun gölgeleri. Şimdi uzatmadan bu kabadayı yemeğin nasıl yapılacağına geçelim. Bakkaldan bir miktar umut aldık.” (s.117)

Süleyman Okay’ın anlatımında, Hatay’da konuşulan Arapçanın etkisiyle Türkçe konuşulurken bazı sözcükleri şeddeleyerek söyleme (ünsüz ikizleşmesi) dikkat çekmektedir. Bunu bir dörtlükle örnekleyelim: “Keşşirden dolma yaptım
Açtım tuzuna baktım
Ağzını açar açmaz
Hemen zehiri sıktım” (s.124)

Burada geçen “keşşir” sözcüğü, “keşir”dir. Bu da “siyah havuç”tur. Antakya da turşusu yanında dolması da yapılmaktadır. “Carra, kassap” sözcüklerinde de aynı olay (ünsüz ikizleşmesi) söz konusudur.

Evet, kitaptan kesitler sunduğumuz 228 sayfalık “Midesel Eğitim”, Ağustos 2009’da İstanbul’da yayımlandı. Arif Okay’ı bu anlamlı çabası için kutlarken, Antakyalılar başta olmak üzere yemek kültürüyle, folklorla ilgili çalışma yapanların bu kitaba ulaşmalarını salık veririz.

20 Aralık 2009 Pazar

FARC-EP ve ELN’den Ortak Açıklama



Haber: Canan Ateş
atescan09@gmail.com
Anncol Haber Ajansı

FARC-EP ve ELN Militanlarına:

Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri-Halk Ordusu (FARC-EP) Genel Sekreterliği ve Kolombiya Ulusal Kurtuluş Ordusu (ELN) Merkez Komutanlığı adına iki örgütün tüm kadın ve erkek gerillalarına en içten savaşçı, kardeşçe ve devrimci selamlarımızı iletiyoruz.

Herşeyden önce güncel durumu, perspektiflerimizi, karşılıklı vaatlerimizi ve iki organizasyon arasındaki sorunları açıklık ve dürüstlük temelinde ifade edebildiğimiz kardeşçe ve yoldaşça bir atmosferde buluştuğumuzu ifade etmek istiyoruz.

Kapitalizm kriz içerisinde. Emperyalizm ise her zaman yaptığı gibi bunu savaş aracılığıyla aşmaya çalışıyor, Afganistan’daki işgalini varolanlara on binlerce daha asker ekleyerek artırdığı gibi. Bugün Kolombiya, halkımızın isyanını kanla bastırmak için emperyalizmin hizmetindeki bir askeri üsse dönüştürülüyor ve buradan Amerikamızın dağlarından ve ovalarından yayılan yeni projeleri geriletmek amacı güdüyor. Bu savaşçı niyete karşı bir cevap olarak, bütün kıtanın bir sorumluluğu olarak Kolombiya’da barış bayrağını yükseltmek son derece acildir.

Çeşitli sosyal ve halk hareketlerinin kendisini ifade ettiği ve direnişe geçtiği tam da bu saatte, ulusal onuru ayaklar altına alarak, Kolombiyalıların isteklerini kanunsuz, yolsuz, mafyacı kurumsal ve paramiliter baskı yöntemleriyle bastıran ve emperyalizmin en iğrenç kuklalarından birine dönüşen aktüel Alvaro Uribe hükümetine karşı sağlam ve savaşkan bir şekilde karşı koymak için birlikte çalışacağız.

Son değerlendirmeler gösteriyor ki, Uribe’nin iki yönetim dönemi de ekonomik, politik, sosyal, hukuki ve diğer alanlar açısından başarısızlığa uğramıştır ve sonuç olarak ülkenin geleceği açısından Uribe’nin yeniden seçilmesi ya da ‘Ulusal Güvenlik’ doktrinin devam ettirilmesi hatadan ve riskten başka birşey olmayacaktır. Sadece ve sadece yurtsever, demokrat , devrimci ve savaştan politik bir çözümle çıkma umudunu taşıyan Kolombiyalıların birliği ve kararlı eylemliliği savaşı durdurabilir, barışı yakalayabilir ve kaderi Amerikamızda bugün yaşanan yeni dinamiklere çok uzak olmayan tanımlamaları içeren Yeni bir Kolombiya’nın inşasını mümkün kılabilir.

Sürecin taleplerinin kavranılışı ve devrimci koşullarımız bütün birimlerimize şunları emretmeyi gerekli kılıyor:
Bu belgenin yayınlanışından itibaren iki güç arasındaki herhangi bir gerilim derhal ortadan kaldırılacaktır.

Halkın düşmanlarıyla hiçbir şekilde ilişkiye girilmeyecek, birbirimiz hakkında herhangi bir açıklama yapılmayacaktır.

Savaşçı olmayan halk kesimlerine, mallarına, çıkarlarına ve sosyal örgütlenmelerine saygı duyulacaktır.

İki organizasyon arasında dengeli ve birbirine saygılı bir üslup kullanılacaktır.

Ülkenin bazı bölgelerinde yaşanmış olan bu saçma çatışmaların gerçek nedenlerini bulmak, aydınlığa kavuşturmak, zararları telafi etmek ve bu süreci aşmak için zeminleri ve mekanizmaları oluşturma sorumluluğunu üstleniyoruz. Devrimci birlik ve kardeşliği yaratacak analiz ve dürüst-yapıcı özleştiriyi önceliğimize almalıyız.

Bizim tek düşmanımız Kuzey Amerika emperyalizmi ve onun yardakçı oligarşisidir; bunların karşısında da tüm savaşçı ve devrimci enerjimizi harcamaya söz veriyoruz.

1990 yılında yaptığımız Komutanlar Zirvesinde onaylanan bütün davranış normlarının geçerliliğini tasdikliyoruz.

İki örgüt arasındaki birlik ve sorunlara dair kamuoyuna yapılacak her türlü açıklamadan Sekreterya ve Merkez Komutanlık yetkilidir.

Yetiştirmemiz gereken örnekler Manuel Pérez Martínez ve
Manuel Marulanda Vélez’dir!

Yurdumuza saygı duy, Yanki Kolombiya’dan Defol!

ELN Merkez Komutanlığı ve FARC-EP Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası tarafından

Kolombiya Dağları, Kasım 2009

İspanyolcasından çeviren: CANAN ATEŞ

15 Aralık 2009 Salı

“KASABALILAR”I NASIL OKUMALI?


“Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar” kitabının 1. baskısı, Etki Yayınları’ndan Eylül 2009’da çıktı. Anılarına, düşünce ve duygularına yer verilen 5 kasabalının fotoğraflarıyla beslenen 239 sayfalık bu kitabı bir gecede okuduğumda, yakın kuşaktan biri olarak vücudumun her bir hücresinin harekete geçtiğini hissetmiştik...”

Müslüm Kabadayı
muslum_kabadayi@hotmail.com

Anlamak, gelmekte olanla gitmekte bulunan arasındaki ilişkinin boyutlarını sezgi ve akıl yoluyla “okumak”la mümkündür. Özellikle gerilim ve değişim dinamikleri yüksek olan siyaseti “okumak” çok daha yoğunlaşmış sezgi ve akılla yüklenmeyi gerektirir.

1970’li yılların sosyal ve siyasal mücadelesi içinde kişilikleri Turgutlu kasabasında biçimlenen 15-20 yaşlarındaki gençlerin farklı sol siyasetlerde, örgütlerde kendilerini ifade ederken dostluk ve dayanışmalarını hiçbir zaman yitirmemelerinin, 12 faşizminin yoğun işkence ve baskıları karşısında zindanlarda direniş geliştirmeleri, günlük siyasetten ve halktan kopmadan sosyalizme olan bilinçlerini diri tutmalarının arka planını iyi “okuma”ya çalışacağım bu yazıda. Bir vesileyle tanışma olanağı bulduğum bu kasabalılardan Necdet Ayma’nın anlatımlarından derinden etkilendiğim çok çarpıcı insanlık durumları, devrimci müdahale ve direnme estetiğini örnekleyen anıların, “sorun yaratmayacak” bölümlerinin de yer aldığı “Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar” kitabının 1. baskısı, Etki Yayınları’ndan Eylül 2009’da çıktı. Anılarına, düşünce ve duygularına yer verilen 5 kasabalının fotoğraflarıyla beslenen 239 sayfalık bu kitabı bir gecede okuduğumda, yakın kuşaktan biri olarak vücudumun her bir hücresinin harekete geçtiğini hissetmiştik. Tazelenerek güçlenen anılar yanında, insanın en zor şartlardaki yaratıcılığı ve mücadeledeki kararlılığının sağladığı güven duygusu, çevreni aydınlatan yoldaşlık ışıldağının kaynağı üzerine derinlemesine düşünmeme vesile olmuştu.

Necdet Ayma, Zeki Çetinkoç, Adnan Ayan, Mustafa Pekdoğru ve Hayri Bökü’nün daha uzun anlatımlarının Sait Almış ve Mehmet İnanç Turan tarafından düzenlenerek kitaba aktarıldığı metinlerin, konuştuğum kişilerden edindiğim bilgiler ve kurgudaki kimi problemler nedeniyle daha üst boyutta düzenlenmesi gerektiği izlenimi edindiğimi, baştan belirtmeliyim. 239 sayfanın 96 sayfasında anlatımları bulunan Necdet Ayma, sözlü anlatımlarını yazmaya kalkıştığında kalemin durduğunu vurguladığına göre, editörlerin sözlü tarih çalışması tekniğine ağırlık vermeleri gerektiği de anlaşılmaktadır.

Kitabın düzenlenişinde dikkat çeken noktalardan biri de, anlatıların konu ve temalarına uygun şiirlerden kesitlerin girişte verilmesidir. Ahmed Arif, Enver Gökçe ve Nihat Behram’ın şiirlerinden tam da lafı gediğine koyan kesitlerin verilmesi, gayet anlamlı olmuş. Örneğin Hayri Bökü’nün 12 Eylül’ü anlattığı bölüme Ahmed Arif’in şu dizeleriyle giriş yapılmış:

“Döğüşenler de var bu havalarda
El ayak buz kesmiş, yürek cehennem
Ümit öfkeli ve mahzun
Ümit sapına kadar namuslu
Dağlara çekilmiş
Kar altındadır”

Kasabalıların Siyasallaşmaları ve Dostluk İlişkileri

Necdet Ayma, Turgutlu’nun yerlisi bir esnaf ailesinde büyümüş, henüz ortaokul 3. sınıf öğrencisiyken Deniz Gezmiş’lerin asılmasına tepkilerini, arkadaşlarıyla dersleri boykot ederek göstermiş. Bu boykotta öne çıkan Nurettin Gürateş, Ayı Bahri ve Kani adındaki arkadaşlarıyla daha da genişleyen bir ekip oluşturmuşlar ve 1974’te Halk Kültür Derneği’ni kurmuşlar. Bu dernekte kendileri gibi gençler dışında 40 yaşlarında olduğunu söylediği Aguş ağaları varmış, Ayma’nın deyimiyle “harika, yiğit” bir insanmış. İçlerinde babası TÖS’lü öğretmen olan Nurettin Gürateş sayesinde Orhan Kemal, Yaşar Kemal başta olmak üzere birçok yazarın kitaplarını harıl harıl okumaya başlamışlar. İlk gençlik çağında siyasal mücadeleye atılan “Kasabalılar”ın politik mayalanmalarının nasıl gerçekleştiğini, Necdet Ayma’nın şu ifadesi gayet açık anlatmaktadır: “Biz, Turgutlu’dan İzmir’de yapılan mitinglere, katılıyorduk. Otobüsler dolusu insanlarla, köylülerle, gençlerle, kadınlarla tiyatroya gidiyorduk. Yöre halkının içindeydik. Bu faaliyetler için paramız da yoktu, ben limon satıyordum. Derneğin kirasını öyle karşılıyorduk. (…) Turgutlu çapında önderlik, liderlik yapan insanlara herkesin güveni vardı. ‘Bu insanlar bizim başımızı belaya sokmaz’ diye düşünüyorlardı.” (s. 25)

Beş anlatıcı da, Turgutlu devrimcilerinin, sosyalistlerinin, 1975 ‘ten itibaren örgütsel ayrılıklarla karşı karşıya gelmelerine karşın, ararlındaki dostluk ve dayanışmayı hiçbir zaman yitirmediklerini vurguluyorlar. Bu durumun yanında kendilerine niçin “Kasabalılar” dendiğine de işaret eden Necdet Ayma şöyle diyor: “Kasabalı gençler, herhangi bir hesap kitap, kariyer hesabı olmadan bağlanmıştı birbirine. 1975 yılına gelindiğinde Türkiye Devriminin Acil Sorunları diye bir broşür çıktı, onu okuyoruz sabahlara kadar, üzerinde tartışıyoruz. Ankara’ya Gürateş Hocayla beraber gittik, Ankara’da bizi kasabalı gözüyle karşıladılar.” (s. 26)

Zeki Çetinkoç’un bu konudaki değerlendirmesi ise şöyle: “Turgutlu özelinde mücadele daha sert ve şiddetliydi. Burjuvazi resmi ve sivil faşistleriyle saldırılarını iyice yoğunlaştırmıştı. Devrimciler de kendilerini korumak, faşist saldırılara göğüs gerebilmek için silahlanmak zorundaydı. Akşamları evlerimize başka yollardan giderdik. Beton işçilerinin ve fırın işçilerinin direnişleri sırasında geceler boyu sokaklarda devriye gezdik. Çünkü polisin ve faşistlerin tehdidi altındaki direnişçi işçilerin tek güvencesi bizlerdik.” (s.112)

Adnan Ayan, bir başka pencereden bu konuya ışık tutmuş: “1983 yılında cezaevlerinden tahliyeler başladı. Bir çay ocağı işletiyordum, daha doğrusu babam işletiyordu, ben onun yanında çalışıyordum. Hep cezaevinden çıktıktan sonra yaşadığım yalnızlığı düşünüyor, diğer devrimci arkadaşlar bunu yaşamsınlar diye, hiçbir siyaset farkı gözetmeden, cezaevinden çıktığı gün evine damlıyordum.” (s.153) O yıllarda içerden çıkanlara polisin, hiçbir yasal dayanağı olmadığı halde karakola gelip yoklama için imza atmalarını dayatmaları üzerine topluca karakola gitme eylemini gerçekleştirerek polisi bu uygulamadan caydırmaları da önemli bir dayanışma örneği olur. (s.156-157)

Mustafa Pekdoğru da başka bir boyut katar bu dostluğun nasıl mayalandığına: “Cezaevinden çıktığım anın duygularını anlatmak pek mümkün değil. Bunca mahpusluk, bunca eziyet ve işkence, şairin dediği gibi biraz daha ustalaştırmıştı beni taşı kırmakta. O ustalığın harcında, omuz başlarımda kaybettiğim yol arkadaşlarımın, sakat bırakılanların acıları ve anıları vardı.” (s.196)

Hayri Bökü, bu konuda şöyle diyor: “Her birimiz değişik örgütlenmeler içinde devrimci mücadelemizi sürdürdük. Ama hiçbir zaman birbirimize saygımız, bağlılığımız eksilmedi. Bu saygı ve bağlılık, daha sonraki süreçlerde Turgutlu’daki devrimci grupların dayanışmasına temel teşkil etti. Benim ‘Kasabalılık Ruhu’ diye adlandırdığım direnişçi, savaşçı, dayanışmacı geleneğin temelleri bu yıllarda oluştu. Öyle sağlam bir temel ki, bu saygı ve bağlılık otuz beş yıl sonra da devam ediyor.” (s. 208)

Mücadele Dolu Yılların Öğrettikleri

Sosyalist siyasetin, devrimci mücadelenin zorluklarının başında, kapitalistler arası demokrasinin yaşandığı burjuva hukukuna hiçbir zaman bel bağlanamayacağı gerçeğinden hareketle, örgütsel çalışmaların belli alanlarda gizli yürütülmek durumu gelir. Türkiye solunun tarihinde bu “durum”un incelikleri yeterince kavranamadığı, pratikte çok özensiz davranıldığı için hem kitle ilişkilerinde önemli sorunlar yaşanmış hem de 12 Eylül’de büyük kayıplar verilmiştir. Bu iki etken nedeniyle de 1980 sonrasında insan ilişkilerinde ciddi güvensizlikler ortaya çıktığı gibi sol içi ya da örgüt içi ilişkilerde yoldaşlık-dostluk kurmak giderek zorlaşmıştır. Bugün, gerek açık gerekse gizli çalışma yürüten sosyalist, devrimci hareketlerin ya da öncü kişilerin, “gerçekçi olup imkansızı isterken” sosyalizmin özverili, eşitlikçi ve özgürlükçü çizgideki insanlarla kurulabileceğini akıldan çıkarmamaları gerekir. Kadrolarını bu temelde donatmayan örgütlerin, özellikle yönetici düzeyinde bunu ciddiye almayan örgütlerin, sürekli sirkülasyon yaşadıkları ama güçlü kitle bağları kuramadıkları için süreklilik kazanamadıkları bilinmektedir.

Kasabalılardan Hayri Bökü, partili yaşamdaki özveriye dair bir anısını şöyle anlatıyor: “Ben askerden geldiğimde babam, benim için belli ilişkiler kurmuş. Halk Bankası’nda işimi ayarlamış. O zaman lise mezunları bu tip işlere çok kolay girebiliyordu. O sıralarda da benim partiye (TSİP) üyeliğim gerçekleşmiş, parti görevi bekliyorum. Pazartesi veznedar olarak göreve başlayacağım. O sabah evde farklı bir ortam var. Ben bir şey söyleyemiyorum. Bir gece önce bana, ‘İzmir’e yerleşeceksin, yeni parti görevin şurası, orada seni şu yoldaş bekliyor’ şeklinde parti görevi geldi diyemiyorum. O sabah, hayatımda verdiğim en kritik kararlardan birini, en stresli anlardan bir tanesini yaşadım.” (s. 215)

1970’li yılların ikinci yarısında Manisa Emniyet Müdürü Necdet Menzir’dir; ki 12 Eylül döneminde yıldızı parlayan faşist kadrolardan biridir. Manisa Cezaevi de, Ege bölgesinin en gaddar yöneticilerinin bulunduğu yerdir o zamanlar. Buraya hapsedilen Kasabalılar, bu gaddarlığı boşa çıkaran ilk tavrı koyarlar. “Kedili çuval”la işkence uygulayan yönetime kafa tutuşlarını şöyle anlatıyor Necdet Ayma: “Beni o çuvala soktuğunuz zaman, sakın sağ çıkarmayın. Aksi halde öldürürüm hepinizi, dedim. Boş bir meydan okuma, kof bir cesaret değildi benimkisi. Kendime ve arkadaşlarıma o kadar çok güveniyordum ki, benim arkam boş değil mesajı veriyordum. Gerçekten çok bağlıydık birbirimize. Bu güven, bu bağlılık taşra delikanlılığıyla sosyalist kültürü birleştirmenin verdiği bir güvendi.” (s. 31)

Hapse düşen siyasiler sadece cezaevi yönetimi, baskı ve şiddetle mücadele etmezler; orada hemşehricilik, hırsızlık, ispiyonculuk gibi ilkel güdülerle hareket eden mahkumlarla uğraşırlar. Daha sonra onların arasından çok kavgacı, nitelikli kişiler de çıkartırlar. 1970’lerin ikinci yarısında politik mücadelenin yeni girdiği Manisa Cezaevi’nden bir kesit: “İdare bir süre sonra içeriye bir çuval hap soktu. Akhisarlılarla Karslılar birbirine girdi. Olayları engellemek için araya girdik. O arada bir mahkum bana bıçak salladı. İki gün bekledik hapların etkisi geçsin diye. Hapların etkisi geçti. Herkesi topladık, hapı esrarı yasakladık. Hapishane içinde hakimiyetimizi tam oturttuktan sonra firar organizasyonuna başladım.” (s. 36) Bu cezaevindeki gardiyan ve savcılara meydan okuyan Kasabalılar içinden Necdet Ayma, parmaklıkları kestiği testerenin eline batmasıyla akan kanıyla duvara “Tek yol devrim, kurtuluşa kadar savaş” yazar ve savcıya, “Devrimcilerde … var, ben kaçıyorum, sen de bunları münasip yerine sok.” notunu bırakıp cezaevinden kaçar.

Adana’da bir silahlı çatışmada yakalanan Ayma’ya işkence yapılır, dönemin Emniyet Müdürü Pol-Der’li Cevat Yurdakul’dur. “Mustafa” sahte kimlikli Ayma’nın kim olduğunu öğrenen Cevat Yurdakul, onun Nurettin Gürateş gibi işkenceyle öldürebilecek bir ekibin alacağı haberini öğrenince onu cezaevine gönderecek bir yol bulur. Ayma, onunla bir diyalogunu şöyle anlatır : “Adam ağlıyor, hüngür hüngür ağlıyordu koca adam. ‘Tamam’ dedim. ‘Karnın aç mı?’ dedi. ‘Aç’ dedim. ‘Dokuz gündür yemek yemiyorum, ama su da içmiyorum, iç kanamam var.’ dedim. ‘Sana dışarıdan yemek yaptıracağım, tuzsuz olmasına dikkat ettireceğim.’ dedi. ‘Bir de karpuz gönderin bana.’ dedim. ‘Tamam’ dedi, bastı zile, komiser geldi. ‘Mustafa ifade verecek, ifadesini alın, hemen askeri cezaevine gönderin.’ dedi.” (s. 49) Aynı yerde Pol-Der Adana Şube Başkanlığı yapan İbrahim Tepebaşı’yla (Şimdi Fransa’da yaşıyor.) yaşadıkları diyalogu da çok öğretici olarak anlatmış Necdet Ayma.

Yeri gelmişken Pol-Der’e dair burada önemli bir not düşmekte yarar var. 1975’te Ortakalar Derneği’nin Pol-Der’e dönüşmesiyle “halkın polisi” olma doğrultusunda hızla demokratik örgütlenmesini yapan ilerici, solcu polislerin öncülüğündeki bu örgüt, Türkiye tarihinde güvenlik güçleri içindeki en etkin mücadeleyi gerçekleştiren bir tarih yazar 4 yıl içinde. Türkiye’de Milliyetçi Cephe döneminde faşist yapılanmanın önüne geçme konusundaki kararlı tutumları nedeniyle boy hedefi haline gelir. Ecevit’in başbakanlığındaki CHP Hükümeti tarafından 1979’da bir süre kapatılır. Emniyet içinde demokratik kitle örgütü olarak önemli kazanım ve deneyimler biriktiren Pol-Der’den, bugün yaşayan kadrolarından gereken sonuçları çıkaran ve bugüne denk düşen yeni bir örgütlenme tarzı geliştiremeyen işçi sınıfı siyasetinin dikkatini bu noktaya yoğunlaştırması elzem görünmektedir.

Zeki Çetinkoç, Türkiye halkı için büyük yıkım anlamına gelen 12 Eylül’e dair şunları yazar: “12 Eylül’ü içerde karşılamak çok farklı. Dışarıda kaçmak gibi bir seçeneğin var, içerde bu seçenek yok. Saat sekiz buçuk civarı kapı açıldı, subaylar geldi. ‘Bundan sonra eski günleriniz geride kaldı, Maltalarda dolaştığınız, koğuşları gezdiğiniz günleri unutun.’ dediler. Sanki şimdiye kadar can güvenliğimiz yokmuş gibi, ‘bundan sonra asker var, can güvenliğiniz bize ait. Bundan sonra eskisi gibi otlayamazsınız, hepinizle hesaplaşacağız.’ dediler.” (s.123)

İlk “hesaplaşma”, devrimcilerin, sosyalistlerin alelacele kararlarla asılmasıyla başlar. Erdal Eren’in yaşı küçük olduğu halde nasıl idama götürüldüğünü artık sağır sultan bile duymuştur. Necdet Ayma, Buca Cezaevi’nde gerçekleşen ilk idam olayına dair şunları söyler: “Çok sıkı bir yönetim vardı. Kimse ses çıkarmıyordu. TKEP’li üç arkadaşımız Necati Vardar, Seyit Konuk ve İbrahim Ethem Coşkun idam edildiğinde, ilk kez slogan atıldı hapishanede. Ethem bir mektup göndermişti bana, kendi el yazısıyla: ‘Ayma, bizi asacak bu herifler, bize karpuz gönder, içimizi temizleyelim, bu adamlar biz asıldıktan sonra altını kirletti demesinler.’ diyordu. Üç gün sadece karpuz yediler. Böylesine yiğitçe gittiler ölüme. Onların infazında bulunan bir jandarma, Ethemden bir mektup getirdi, ‘Parkamı Remzi Karakaş’a, kitaplarımı koğuşa bırakıyorum.’ diye yazmıştı. Jandarma onların nasıl öldüklerini anlattı. İnfazda bulunan bir askerin saçları bembeyaz olmuştu. Teskereye gönderdiler infazdan sonra.” (s. 61) “Asker”in de insan olduğunu, işkence ve idamdan utanç duyanların bu ülkenin onurunu kurtaracağını gösteren bir sahne işte…
12 Eylüllü yılların en bariz şiddeti, tek tip elbise olayının hapishanedekilere dayatılmasıdır. Buna karşı açlık grevleri, direnişler cezaevlerinin gündeminden düşmez. Gündemden düşmeyen bir başka konu da tünel olaylarıdır. Tünel kazarak kaçma konusunda deneyimli kişilerden biri olarak ünlenen Necdet Ayma’nın Çanakkale Cezaevi’ndeyken kuş beslemeye başladığı haberinin yayılması, olayın iç yüzünü bilmeyenler arasında dedikodulara neden olur. Zeki Çetinkoç, bu durumu şöyle değerlendirir : “Necdet Ayma adlı kasabalı bir arkadaş kuş besliyordu içerde. Herkes, ‘Kuş besliyor, lümpenleşti, direnmiyor artık.’ diyordu. Cezaevlerinde çok iyi tanınan bu arkadaşa kızıyorlardı. Ben sonra öğrendim ki, bu arkadaş kuşları hapishaneden kaçmak için besliyormuş; herkes kestiremiyor, önyargılarla karar veriyor. Böyle baktığımız için çok yanlış yaptık o zamanlarda.” (s. 129) O dönemde ciddi baskıların yaşandığı Çanakkale Cezaevi’nden Ayma’nın da içinde bulunduğu beş sol örgütün oluşturduğu tünel komitesi, uzun aylar alan kazı işlemini çok ustaca gerçekleştirir, ancak son akşam sigara içen bir askerin farkına vardığı tünelden gelen sesle, bütün emek boşa gider. Başarılı tünel kazarak kaçma girişimleri yanında, iğneyle kuyu kazarcasına yapılan hazırlıkların, basit bir hatadan tuz buz olduğu böyle dramatik anlar da yaşanır.

Gerek işkencede, gerek tecritte gerekse cezaevi süreçlerinde yoğun psikolojik saldırıyla da karşılaşan sosyalistler, devrimciler; insansızlaştırma politikasına karşı gardiyan yüzü görmeyi bile yaşama sevinci haline dönüştürürler. Mustafa Pekdoğru, işte böyle çarpıcı bir sahneyi anlatır: “Bir gün ‘Mazgalı aç!’ diye bağırdım. Yine açmadı. Yemeği alt mazgaldan verdi, ama gitmedi. Mazgalın arkasında durduğunu hissettim. Ben yine bağırarak mazgalı açmasını söyledim. Mazgal yavaşça açıldı. Elli elli beş yaşlarında biri. Sadece yüzünü, daha doğrusu bir çift göz gördüm. Göz göze geldik. Adamın gözlerinden yaşlar akıyor ve hiçbir şey söylemeden öylece bana bakıyordu. Bense mazgalı niye açmadığını, yemeğe dair bir şeyler söyleyeceğimi, bu yapılanları insani bulmadığımı söyledim. Yavaş ve titreyen bir sesle ‘Sizi anlıyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Kusursa bakma.’ dedi, mazgalı yavaşça kapatıp gitti. Ben ise bir yandan öfke, bir yandan sevinç içinde derin düşüncelere dalarak, karmaşık duygular yumağıyla dolu halde kalakaldım.” (s.192) Pekdoğru, gözlerini görmekten bile sevinç duyduğu bu gardiyanın izini hapisten çıktıktan sonra sürer ve onu Tarsus’ta bularak kucaklaşır, rakı içip o günleri yad eder. Bu sahne, egemen sınıfların tarihin her döneminde ne kadar gayriinsani bir yapılanma içine gidebildiklerinin açık örneğidir. Kapitalizmin “psikoloji”sini yerle bir edecek kadar da insani değerlerle yüklüdür.

Türkiye’de işkence ve cezaevi koşullarında hayatını kaybeden binlerce insan söz konusu; bugün de kanser vb. hayati hastalıklarla boğuştukları halde zora mahkum edilen devrimciler var. 12 Eylül koşullarında direnebilmek için ayağı kangren olan Necdet Ayma, ayak derisini 45 dakikada anestezi yapmadan doktorun yüzmesine tanık olan gardiyanların, daha sonra kendisine nasıl davrandıklarını şöyle anlatır : “O bana Allah demiyorum diye copun tersiyle vuran Elazığlı Apo, sırtına aldı beni, getirdi tecride koydu, bir demlik de çay getirdi. ‘Bundan sonra benden silah iste, silah getireceğim, ben senin gibi bir adam görmedim, sana vurduğum için utanç duyuyorum.’ dedi. (…) Bana ana avrat küfreden adam geldi, ‘Senin çocuğun da karın da benim evimde kalacak arkadaş, kimseye bırakmam.’ dedi. Gerçekten de bir zaman sonra Gülo’yu götürdü, evinde misafir etti. Ben çıktıktan sonra ziyaretime geldi. Hâlâ Çanakkale’de. Emekli olmuş. Oğlu askerde, oğluna benim ismimi vermiş.” (s. 71) Bunlar, bütün çile ve yıkımlara karşın, bu topraklarda insani damarın, devrimci yüreğin attığını gösteren önemli sahnelerdir.

Kitapta yer almayan yüzlerce buna benzer sahnelerin yaşadığı biliniyor.

Bugün Nasıl Bakıyorlar?

Anılarını okurken çok derin duygu ve düşüncelere daldığımız beş kasabalı, geçmişlerine, mücadeleye ve geleceğe dair değerlendirme, saptama ve önerileriyle de dikkat çekiyorlar. Hepsi de geçmişlerinden pişman olmadıklarını, mücadeleden çıkardıkları derslerle geleceğe baktıklarını vurguluyorlar. Örneğin, Necdet Ayma şöyle diyor: “Geçmişte yaşamıyorum ama yaşadıklarımdan da hiçbir zaman pişmanlık duymadım. ‘Yeniden aynı şeyleri yaşamak ister misin?’ deseler, hiç tereddütsüz ‘evet’ derim. Hatta eksik bıraktıklarımı da tamamlardım, diye düşünüyorum. Bugün aynı heyecan bu ülke topraklarında yaşanıyor olsa, geçmişte yaşadıklarımdan dersler çıkarmış bir devrimci olarak yapabileceğim çok şeyin olacağını düşünüyorum. Şu anda görevimiz sosyalist insan yetiştirmek, halkın sorunlarına inebilecek insanlar yetiştirmek olmalı ve esas görev halkın, geniş kitlelerin kendi sorunlarına sahip çıkabilmesini sağlayacak bir oluşumu sağlamak. Bunun için de karınca misali çalışmak gerekiyor. Bana göre sosyalizm ölmedi, tam tersine daha haklı ve gerekli hale geldi.” (s. 97)

Adnan Ayan’ın düşüncesine gelince… “Yeniden dünyaya gelseydim, yine komünist olurdum ama bir farkla; daha bilinçli bir komünist olmak için Marksizmin tüm klasiklerini okurdum. Erken yaşta mücadeleye atılmamın avantajını kullanıp kendimi daha iyi yetiştirirdim. Ama bunu yapamadım. 1980 öncesi dönemde birilerinden duyduğumuz sözlerle veya bir iki kitap ve daha çok dergi okumakla kendimizi çok şey biliyor sandık. En büyük yanlışımız aslında buydu.” (s. 159) 1970’li yılların, bu topraklarda en çok kitap, dergi ve gazetenin yayımlandığı ve okunduğu dönem olduğu dikkate alındığında, bugün bu konuda işimizin çok daha zorlaştığı görülmeli. O dönemde sosyalist, devrimci mücadeleye atılanların, en azından Orhan Kemal, Yaşar Kemal vd. yazarlardan toplumsal konuların işlendiği romanlar okudukları biliniyor. Bugün bu açıdan da büyük bir kopuş yaşanıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin son 30 yıl içinde geçirdiği toplumsal ve siyasal süreci konu edinen toplumcu edebi yapıtların ortaya konmasında büyük yarar var.

Sosyalist, devrimci mücadelede vefa duygusunun ne denli önemli olduğunu, yabancılaşmanın tavan yaptığı “piyasa egemenliği” koşullarında, daha çok kavramak ve kavratmak gerekiyor. Mustafa Pekdoğru bunu şöyle dile getiriyor: “Son olarak, beni sosyalizmle buluşturan insanlara büyük insanlığın mücadelesi adına, sonsuz şükranlarımı sunmak istiyorum. Bir kelebek kadar ömrüm olsa bile, son saniyesine kadar örgütlü yaşamayı yeğlerim.” (s. 196)

Doğrusu, “Özgür Bir Dünya İçin Direnen Kasabalılar” kitabına alınmayan beş “Kasabalı”nın birçok anısının bulunduğu biliniyor ama Türkiye’nin birçok bölgesinde böyle örneklerin yaşadığı da biliniyor. Dolayısıyla bu toprakların ortaya çıkardığı devrimci, sosyalist kişiliklerin deneyimlerinin, özellikle geleceğe ışık tutacak görüşlerinin mutlaka yayına kavuşturulması gerekiyor. Son zamanlarda belgesel vd. çalışmaların yoğunlaşması sevindirici olmakla birlikte, bu çalışmaları değerlendirecek ileri kadroların da yetiştirilmesi elzem görünüyor.

Türkiye’nin emperyalizme karşı bağımsızlığı, halkın eşitlik ve özgürlüğü için mücadele edenlerin anılarına derin saygıyla…

Türk hançeri



Hasan Bildirici


Yalan, dolan, rüşvet ve katliamlar üzerine kurulu çeteci devletin hukuk maskesi olan Anayasa Mahkemesi’nin devlet tarafından özel olarak seçilmiş ırkçı üyeleri, Demokratik Toplum Partisi’ni kapatmaya karar verdi. Demokratik Toplum Partisi, Kürt içerikli olduğu için kapatıldı. DTP’li milletvekillerinin, dillerinin ve ülkelerinin yasak olduğu Türk parlamentosundaki evcilik oyunu anlamsız ve boş bir işti. Verdikleri önergelerin hepsi, bir önerge mezarlığını andırıyordu. Meclis koridorlarında bile ürpererek ve korku içinde yürüyorlardı. Türkiye’nin en az elli beş şehrine gidemezlerdi. Gitseler linç olurlardı.

Anlamsız, saçma, içi boş, yasaklı bir ikiyüzlülük sürüp gidiyordu. Meclis, Türk meclisiydi; mahkeme, Türk mahkemesiydi; ordu, Türk ordusuydu… İki sinir teli germenin dışında mecliste herhangi bir yaptırım ve yasama gücü olmayan DTP zaten Kürtleri değil, ırk meclisinin görüntüsünü kurtarma işlevi görüyordu.

Bu görüntü, DTP’ye rağmen bir görüntüydü. Normalde, Avrupalı ve Asyalı bir halk, kendisinin bu kadar inkar edildiği mecliste yer almaz; o meclisin, olmayan demokrasisinin, görüntü kurtaran aksesuarı olmazdı.

Türk ırkçılığının en üst kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatmasıyla aksesuar özellik de ortadan kalktı. Türkler, ordu, polis teşkilatı, MİT ve meclisiyle Kürtlere şunu söylüyorlardı:
Devlet kurumlarında Türklüğe yanaşmalık yaptığınız sürece size yer vardır. Yoksa hepinizin canı cehenneme!
Bunun böyle olduğunu bildiğim için, 16 Kasım 2007 yılında, “DTP Meclisten çekilmelidir,” başlıklı bir yazmıştım. Meraklılara yazının linkini veriyorum.
İki yıl önce yazdığım yazıyı bazı arkadaşlar hayalci bulmuştu. Olsun, iki yıl sonrasının hayalini görmek kötü bir şey değil.
Bir insanın idama nasıl götürüldüğünü gördünüz mü? Ya da herhangi bir filmde izlediniz mi böyle bir sahneyi? İdam sehpası veya ölüm hücresine giden koridordaki ölüm görevlileri hafif bir üzüntü içinde görünür. Kibardırlar, mahkumu kol ve dirseğinden ölüm yerine doğru kibarca iterler. Gözleri, birazdan ölecek olmanın dehşetiyle açılmış mahkum bir şeyler sormak istediğinde, görevliler gayet yumuşak bir şekilde yasaları ve kanunları hatırlatır.
Türk basınının ve siyasetçilerinin alayı, meclis dışına atılan DTP’ye bunu yapıyor. “Kanunen doğru, fakat siyaseten yanlıştır,” diyorlar. Yanlış demlerinin temelinde, Kürtleri koruma duygusu yatmıyor. Olası bir kaos ortamı ürkütüyor onları…
Bunu sadece Türk basınının ve siyasetçilerinin alayı mı yapıyor? Hayır, sadece PKK ve DTP aleyhindeki demeçleri Türk basınında yer alan Kürtler de aynı telden çalıyor. “Parti kapatmak yanlıştır, ama DTP akıllı dursaydı ve PKK’nin güdümüne girmeseydi” diyorlar.
DTP’nin kapatılması Kürde saplanmış yeni bir Türk hançeridir. Hak ve özgürlükler kavgasında Türk ve Kürt karşı karşıya gelmiştir. Silahı, kanunu, yasayı, meclisi, polisi, savcıyı, basını elinde bulunduran Türk, kemeri arasından çıkardığı hançeri iki kaburgası arasından Kürdün kalbine batırmıştır. Türkün yüzünde sarımtırak bir nefret gülümsemesi var:
“Ölümü normal karşılamalısın Kürt kardeş. Yasa, hançeri, göğsüne saplamamı buyuruyor. Yasalara ve kanunlara saygılı olmalıyız. Sen anlayışlısın!”
Türkün, 86 yıldır Kürde yaptığı hançer muamelesidir.
Fakat hançer tutan eller eskisi kadar güçlü ve kararlı değildir. Kürt nesillerinin, Türk hançerini tek dokunuşta göğsüne aldığı korkak ve tedirgin zamanları geride kalmıştır.
Üç-beş yıl sonra Türklerle kanlı mı yoksa kansız mı ayrılmanın koşullarını tartışacağız. Her daim kansız ayrılmayı savunmak lazım. Kan yakışmaz insana. Hele kardeşlere hiç yakışmaz. Büyük ağabeye ve onun güçlü basınına yakışan, küçük kardeşi haklarıyla birlikte kendisinden ayırmak ve ayakları üzerinde durması için ona yardımcı olmaktır…
Yüreğe saplanmaya hazır bekleyen Türk hançerinden uzak yaşamak, Kürt nesilleri için dünyanın en büyük sevinci ve bahtiyarlığı olsa gerek.

Kürdistan-Post

14 Aralık 2009 Pazartesi

Kıtasal Bolivarcı Hareket’in Manifestosu


CCB’den MCB’ye Geçiş
Kıtasal Bolivarcı Koordinasyon’dan Kıtasal Bolivarcı Hareket’e Geçiş

Bizim halklarımızın birliği yalnızca bireylerin bir arzusu değil, aksine kaderin değişmez bir hükmüdür. SIMÓN BOLÍVAR

Haber: CANAN ATEŞ

Bizim Amerikamız’da ve Abya Ayala’da tüm evrenin umutlarını yeşerten ve kendi krizinin batağından çırpınan ve artık iyice korkak hale gelmiş emperyalist güçlere korku saçan bir hayalet dolaşıyor... Bu hayalet, Bolivar’ın ruhu, kılıcı, onun tüm kıtada bayraklaşan sosyal ve politik projesidir. Bu hayalet, bütün kahramanlarımızdan ve bağımsızlığımızın mimarları olan önderlerimizden oluşan büyük bir ordunun önünde yer alıyor. Ve bir halk ordusu, onlardan aldığı güçle özgürlüğünü elde etmeye azmediyor, çünkü artık tarihi adaletsizliklere son vermenin, Bolivar’ın da rüyası olan ve bu yarımkürede bizlerin kaderinin koruyucu kalkanı olacak bir Büyük Ulusu yaratmanın zamanı gelmiştir.

Kanımızı son damlasına kadar emen krallıklar ve imparatorluk tarafından 500 yıldan fazla bir süre yağmalandık ve yoksul bırakıldık. İşgalciler, tüm dünyaya hakim olmak ve kuzeyimizde felaket saçan bir güç merkezi yaratmak için Abya Ayala-Bizim Amerikamız’ın zenginliklerini, altınını, gümüşünü, petrolünü, kömürünü, doğalgazını, demirini, bakırını ve değerli taşlarını, onurlu geleceğimizin mirasını zorbaca çaldı ve çalmaya devam ediyor. Adaletsizle elde ettikleri tüm bu ihtişam, bizlerin yoksulluğu pahasınadır.

İlk işgalciler buraya tüfekleriyle, kılıçlarıyla, atlarıyla, barutlarıyla, köpekleriyle ve haçlarıyla dehşet saçarak baskının, sömürünün ve ölümün kolonilerini kurmak için geldiler. Katolik kilisesinin gizli kapılar ardında imzalanmış fermanlarının etkisi altında gözü dönmüş bir hırsla saldırmaya başladılar. Avrupalı taht sahiplerinin çılgınca hırsının girdabıyla kuşatılan 70 milyon yerli ve 140 milyon siyah, hizmetkarlığın ve köleliğin zincirlerinde hayatını kaybetti. Ruhunu şeytana satmış işgalciler, işledikleri korkunç insanlık suçlarını kurban ettikleri yerli ve siyahların ruhu olmadığını iddia ederek temize çıkarmaya çalıştılar. Potosi’nin zirvelerinden ahlaksızlık yuvası saraylarına uzanan ve altın ile gümüşten inşa ettikleri köprünün devasa ayakları Amerikan halkları kanı üzerinde yükseliyordu. Bir halka zulmetmek adına hiçbir hukukun hükmü kalmamıştı.

300 yıl sonra işgalciler, Ayacucho yükseklerinde kanlı bir anti-sömürgeci savaşta Amerikan halkları tarafından yenilgiye uğratıldılar. Tüfeklerin gürlediği, korkunç kılıç şakırtılarının ortasında atlarıyla ve mızraklarıyla savaşan halk ordusunun karşısında hezimete uğradılar. Böylece Amerika’yı terketmek zorunda kaldılar. Tiranlardan, mücadelenin ve onurun yolunu seçerek, zulme karşı direnişin kutsal ve vazgeçilmez olduğunu kanıtlayarak kurtulduk. Bağımsızlık yolunda mücadele veren halk ordusu Bolivar’ın ateşli sözleri karşısında titredi: ‘Askerler! Göklerin insanoğluna yüklediği görevlerin en büyüğünü, bütün dünyayı köleliğin zincirlerinden kurtarmak gibi bir işi yerine getireceksiniz. Askerler! Yenmekle yükümlü olduğunuz düşmanlar 14 yıldan beri galip oldukları için böbürleniyorlar. Fakat onlar ancak silahlarını sizlerin binlerce savaş görmüş silahlarıyla boy ölçüştürdüklerinde söz etmeye değer olacaklar. Askerler! Peru ve bütün Amerika sizden barış ve zafer bekliyor. Özgür Avrupa sizi hala hayranlıkla izliyor, çünkü Yeni Dünya’nın özgürlüğünü elde etmesi tüm evrenin umududur. Düşmanlarınızı hafife mi alacaksınız? Hayır! Hayır! Hayır! Sizler yenilmezsiniz... Ve bugün halkların mücadelesi, Bizim Amerikamız, evrenin yenilmez umudu olmaya devam ediyor.

ABD, özgürlük savaşçılarının silahlarının yenilmezliğine ikna oldu, bu nedenle Peru’daki Tupac Amarular’ın ve Nueva Granada’ki komünarların ayaklanmalarının gücünü gözleriyle gördüğü o andan itibaren arka planda şekillendirdiği stratejisi için pençelerini keskinleştirmeye başladı. ABD, kıtamız Amerika’daki ticari hakimiyet için İngiltere ile kapışmasına izin verecek bir güce ulaşıncaya dek bizim bağımsızlığımızı elde etmemizi geciktirmeye çalıştı. Yaptıkları aritmetik hesaplarıyla kendinden geçmiş bir halde sorunun çözümünü tarafsız olduklarını ilan etmekte buldular; bağımsızlık savaşçılarına silah satmayarak tarafsız kalacaklardı, ancak aynı zamanda İspanyol işgalcilere de ticari özgürlük vereceklerdi. Diğer taraftan da Güney Amerika’daki bağımsızlık mücadelesine silah sağlayan her ABD’li yurttaşa ise 10 bin dolar para cezası ile 10 yıl hapis cezası öngören bir yasayı çıkararak hainlik noktasına geldiler. ‘Düşman karşısında artık kollarımız, göğsümüz, atlarımız ve mızraklarımızdan başka da silahımız yoktu.’

Ancak bizim Amerika’daki ilk kölelik karşıtı ve özgür devletin başkanı büyük Petion’umuz vardı, Bolivar’a sadece silah ve mühimmat vermedi, kıtasal devrimin zafere ulaşması için gereken sosyal desteği de sağladı.

1823 yılında, ABD inanılası zor ve ihanetçi bir diplomasiyi uygulamaya koyarak kendilerini yarıkürenin sahibi ilan ettiler ve Bizim Amerikamız’ın şefkatli kalbine yağmacı Monroe doktrini çivilerini sapladılar: ‘Amerika, Amerikalılarındır.’ Bir uydurma yasa çıkararak Latin Amerika’nın kendilerine ait olduğunu, bizim kendilerinin ‘mutlak kaderi’ olduğumuzu ilan ettiler, oysaki bu iddia, gerçekte ‘Amerika’yı özgürlük adına yoksulluktan kurtarmak için işgal etmek’ yasası olmaktan başka da bir anlam taşımıyordu.

Entrika ve ihanet içerisinde gizlenerek yavaş yavaş içimize girdiler. Vatana ihanet edenlerin çekişmeleri olmasa bunların hiçbirini yapamazlardı. İhtilaf tohumları ektiler ve bağımsızlık ile özgürlüğün garantisini olan halk ordusunu parçaladılar. Daha sonra da Bolivar’ı katlettiler ve KOLOMBİYA’yı, halkların kardeşliğini ve birliğini öldürdüler.

Kurtarıcı Simon Bolivar ABD’nin Amerika’nın nüfusu en yüksek krallığı olarak kıtanın patronu rolüne soyunacağını daha o günlerde ifade etmişti. Bolivar, ABD’nin kısa bir zaman içerisinde tüm kıtanın efendisi olabileceğini, ancak bir avuç özgür insanın kudretli imparatorlukları yenilgiye uğrattığının da tarihte sıklıkla görüldüğünü de belirtmişti. Eğer bana inanmazsanız, bu dediklerimi bronzdan bir piramite kaydedin ki gelecek kuşaklar bu sözleri okusunlar ve bana hak versinler.

Kısa bir zaman sonra Meksika topraklarının yarısından fazlasını ele geçirdiler. Bayraklarına zorla sömürgeleştirdikleri Puerto Rico’nun yıldızını eklediler. Bağımsız cumhuriyetleri işgal ettiler, kendilerine boyun eğmeyen hükümetleri devirdiler, yerlerine diktatörleri ve kukla devlet başkanlarını geçirdiler, ancak açgözlülükle burunlarını soktukları her yerde erdemin direnişini karşılarında buldular. ABD, halen bu niyeti taşımaya devam etse de hiçbir zaman Küba’yı kolay lokma haline getirmeyi başaramadı. Yeni sömürgeci ilerleyişleri, her zaman Sandinistlerin ve Caamanistlerin, şu an sömürge haline getirilmiş Dominik halkının direnişini karşısında buldu. Bu halkın zincirlerini kıracağı günleri uzak değildir.

İşgalciler, uçak gemilerinden ve fırkateynlerden oluşan filoları, ‘business’ aldatmacaları ve neoliberalizmleriyle, Dünya Bankası ve özelleştirmelerle, IMF ve deniz kuvvetleriyle, dezenformasyon ve sömürgeci kültürün ideolojisi ile, Hava Kuvvetleri Komandoları (AMC) ve ileri seviyedeki operasyonel askeri güçleri konuşlandırarak kıtamıza gelmeye devam ediyorlar.

İşgalci güçler, C17 ve P3 Orion uçakları, stratejik hedefler için tasarlanmış bombardıman uçakları, 4. filo, CIA ve Mossad, ingiliz SAS komandoları, yüksek askeri teknolojiler, ALCA, Plan Kolombiya, Panama-Puebla ve Smart Power yani yeni neo-sömürgeci stratejilerinin akıllı gücü olduğu kisvesi altında planladıkları caydırıcı önlemler olmak üzere bütün güçlerini büyük kahraman Bolivar’ın yürüyüşünün ve diğer önderlerimizin özgürlük projesinin önüne geçmek, halklarımızın bağımsızlık mücadelesini boğmak için biraraya getirmiş durumdadırlar.

Honduras’ta yapılan askeri darbe, bu işgalci politikanın ikiyüzlü bir şekilde gizlenmesinden başka birşey değildir.

Bolivar’ın hayaleti, halklarımızın birliği için Büyük Cumhuriyet Ulusu’nun aciliyeti düşüncesinin bilinçlerde yeniden canlanması ve Kurtarıcı Simon Bolivar’ın da arzuladığı gibi bu yarıkürede tüm evrenin umuduna dönüşecek bir mücadele yürüten başka bir gücün ortaya çıkması gerçeği onları en çok korkutandır. Bu yürüyüş, onların tüm dünyayı kendi hakimiyetleri altında köleleştirme üzerine kurulu ve hiçbir temele dayanmayan saçma hayallerine karşılık ‘sevgili silah arkadaşlarımla birlikte tiranlar tarafından zulmedilen topraklarımın sınırlarına doğru yola çıkıyorum’ diyen ve adaleti önüne hedef koyan somut bir niyet taşınmaktadır.

ALBA’nın, Amerika Halklarının Bolivarcı Birliği’nin bütünleştirici kıvılcımını nasıl da söndürmek istemektedirler, çünkü bu kıvılcımın sömürgeleştirdikleri topraklarda bir yangına dönüşerek kıtamıza ‘mutlak kader’ diyen kibirli inançlarını kül etmesinden korkuyorlar. ALBA halkları tarafından kuşatılmalı ve onlarla birlik olmalıyız, Washington’un hakimiyetini sarsarak yerine tüm kıtamızı etkileyen vatan ve onur düşüncesini koyan kardeş Venezuela, Bolivya, Ekvator, Nikaragua ve Küba halklarının yeni bir toplum yolundaki mücadelesinde onlarla birlikte hareket etmeliyiz.

Bizim Amerikamız, neoliberal sistemin felaketine karşı dimdik mücadele vermekte, vahşi kapitalizmin hakimiyetine karşı direnen halklara öncülük etmektedir. Kıtada ve adada (Küba) önlenemez bir şekilde ilerleyen Bolivarcı değişim dalgası büyümektedir. Artık bu dalgayı önlemeye çalışan tüm girişimler boşa düşmektedir.

ABD’nin güvenlik ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan anlaşma uyarınca Kolombiya topraklarında kurulan çok sayıdaki askeri üs, Simon Bolivar’ın halen geçerli olan sosyal, ekonomik ve siyasi projesinin ilerlemesini durdurmak amacıyla gerçekleştirilmiş emperyalist mevzilenmedir. Bu üsler, emperyalizmin stratejistlerinin 4. Santafe’nin kirli sayfalarında ifade ettikleri düşüncelerinin hayata geçirilmesi anlamını taşımaktadır. Sosyal kaynamayı ezmenin, askeri baskıyı hakim kılmanın, Venezuela’nın petrol kuyularına, Amazon bölgesinin zenginlikleri ve doğal çeşitliliklerine saldırmak ve Güney Amerika’nın su kaynaklarını özelleştirmek için Kolombiya’yı bir saldırı üssüne dönüştürmenin yollarını aramaktadırlar. Bizim Amerikamız, ne Kuzey Amerikalılar’ındır ne de herhangi bir emperyalist gücün arka bahçesidir. Kıtamızın doğal zenginlikleri, bizim geleceğimizin, onurumuzun ve bağımsızlığımızın garantisidir. Bizler, çok daha zalim ve aynı zamanda çok daha güçlü de olsa tüm bu yönlü saldırılara karşı direneceğiz. ‘Politika, hiçbir zaman Kuzey Amerikalılar’ın bizle ilgili tasarladıklarından daha ahlaksız bir hale gelmemiştir.’

Halkların emperyalist tiranlara karşı verdiği insanlık mücadelesindeki en güçlü silahı birlikte mücadele etmektir.

Kimliğini ve bu projede yer alan tüm canlı güçlerin bağımsız duruşunu kaybetmeksizin, Koordinasyon’dan Kıtasal Bolivarcı Hareket’e doğru ve büyük bir devrimci kararlılık isteyen bu sıçrama Bizim Amerikamız’ın halklarının bağımsızlığı ve yeni bir gücün inşası yolundaki ilerleyişin garantisi olacaktır.

Kıtasal Bolivarcı Hareket olarak, halkların bütün mücadelelerini, yarıkürenin sosyal ve politik örgütlerini, dünyadaki tüm farklı ırkları, halk önderliklerini ve tüm devrimcileri, siyasi partileri ve hareketleri, yeni isyancı varoluşları, gençliğin canlı gücünü, mücadele içindeki tüm kadınları Kurtarıcı Simon Bolivar’ın, Miranda’nın, Artigas’ın, Che’nin, Morazan’ın, Lautaro’nun, Marti’nin, Amaru’nun, Katari’nin, Alfaro’nun, Sandino’nun, Farabundo’nun, Prestes’in, Betances’in, Caamaño’nun, Manuelita’nın, Marulanda’nın, Zapata’nın ve Villa’nın, Amerika kıtamızın özgürlüğü için mücadele eden tüm kahramanlarının bizi çağırdığı yerde, eylemin ve birliğin büyük stratejik alanında buluşmaya çağırıyoruz.

Büyük Anavatan’ın ve Sosyalizm’in, antiemperyalizm ile vatan ve insanlık uğruna mücadele etmeyi önüne koyan tüm Latin Amerika ve Karibik halklarının birliğinin bayrağını daha yukarılara çekeceğiz. ‘Yalnızca halkların sevgisi temeli üzerinde onurlu ve kardeşçe bir yaşam mümkündür.’

Kapitalizm iflas etmiştir. İnsanlık dışıdır. Bütün gözeneklerinden kanlar saçarak doğmuştur. Egoizm, adaletsizliktir. Gezegenimizde bir milyar 20 milyon insan açlıkla karşı karşıyadır ve her yıl 40 milyondan fazla kişi açlıktan dolayı ölmektedir. 3 milyar insan yoksuldur ve yetersiz beslenmektedir. Yaklaşık bir milyar kişi işsizdir ve bu kontrolsüzlük yaşadığımız gezegene sürekli zarar vermektedir. Daha iyi bir dünyada yaşamak için mücadele vermek kaçınılmazdır. Antikapitalist alternatif, sosyalizmdir. Sosyalizm, tarihin halkların mücadelesi ile tamamlanacak değişmez bir durağıdır.

Latin Amerika sosyalizmi kahramanlık ile yaratılacak bir eserdir. Latin Amerika sosyalizminin temeli, bizim kendi değerlerimizdir. Bizim Amerikamız-Abya Ayala, tarihine sahip çıkan halk demektir. Bizim kaderimizin stratejistleri, düşünürlerimiz aynı zamada bizim kurtarıcılarımızdılar. Bağımsızlık ve özgürlüğü hiçbir zaman sosyal devrimden ayrı tutarak tasarlamadılar, çünkü bağımsızlık ve özgürlüğün gerçekleşmesi, birlikte durmanın engellenemez gücü olmadan mümkün değildir. Evrendeki eşitlik temeli üzerine inşa edilen bir özgür insanlar topluluğu, birliğin bir ürünüdür. ‘Birlik, yenilenme sürecimizin değerlerini yaratmada en çok ihtiyaci duyacağımız noktadır. Bu birlik, bize mucizelerden gelmeyecektir, aksine hedefi iyi belirlenmiş çabalar ve etkili bir duyarlılık sayesinde gerçekleşecektir. Bütün Amerikalı halkların tek bir vatanı vardır. Bu vatanı her ne pahasına olursa olsun kuracağız. Bu şekilde birliğini sağlamış bir Amerika, bütün ulusların ve cumhuriyetlerin anası olarak adlandırılabilecektir.’ Bu, Kurtarıcımız’ın öğretisidir. Büyük Anavatan, bizlerin hedefidir.

Bağımsızlık Bildirgesi’nin ilanının 200. yılında tüm dostlarımızı çetin geçmekte olan 21. yy.’ın Ayacucho Muharebesi’ne gönülden katılmaya davet ediyoruz. Kahramanlarımız, yürümemiz gereken yolu o günlerden çizdiler. Ayacucho bozkırlarında elde edilen zafer, Venezuellalılar, Arjantinliler, Ekvatorlular, Şilililer, Granadalılar, Perulular ve eski Avrupa’nın savaşçılarından oluşan enternasyonalist bir ordunun İspanyol zulmününe son vermek ve sömürgecileri en son kalelerine değin Bizim Amerikamız’dan söküp atmak uğrunda elde edildi. ‘Artık zaman, Amerika halklarının biraraya gelme zamanıdır.’

Hepimiz, Bolivar’da buluşuyoruz. Kıtasal Bolivarcı Hareket ile onun sosyal ve politik önderlikleri, halkların kıtasal devrimin zaferi yolundaki yürüyüşüne öncülük edecek yönetim mekanizmasını oluşturmakla görevlidir.

Yeni sömürgeci düzenin adaletsizliğine karşı mücadelemizde, Mareşal Sucre’nin 9 Aralık’taki tarihi muharebenin hemen öncesinde askerlerine yönelik hitabında dile getirdiği sözlerinin coşkusunu taşıyacağız: ‘Askerler! Amerika’nın kaderi bugün sizin ellerinizdedir. Bizler, özgürlük tutkumuzla evrenin umudu olmalıyız. Ya zafer ya ölüm!’ . ‘Şu an hayati bir noktada bulunuyoruz. Kılıçlarımız adına söz veriyoruz, kılıçlarımızsa sözümüzdür. Adalet ve eşitiği bir araya getirerek insanlığın özgürleşmesi için büyük mücadeleyi başlatacağız.’

Bolivar’ın ve diğer ulusal kahramanlarımızın düşünü gerçekleştirmek yolunda başlattığımız yürüyüşümüze hız katmak için, Büyük Anavatan ve Sosyalizm’in tesisindeki aciliyet noktasında hareket eden yeni hükümetlerin inşası için kardeşlik ve bilinç temelinde yükselen alternatif politikaları yaratmalı ve halklar için yeni bir dönem başlatmalıyız.

Bolivar ve tüm önderlerimiz bizimle birliktedir.

Kutimunqan kutikapamunqan chaymantas, pispochakuna takichkan: Onlar bize geri döndüler, bu yüzden kuşlar şarkı söylüyor.

Bizler tarihiz; birlikte zafere ulaşacağız.

Kıtasal Bolivarcı Hareket Kuruluş Kongresi

Caracas, 7-8-9 Aralık 2009

Kıtasal Bolivarcı Hareket’in Kuruluş Kongresi

Platform

En mükemmel hükümet sistemi, mümkün olan en yüksek seviyede mutluluğu, sosyal güvenceyi ve politik istikrarı üretendir.’ Bolivar.

Haber: CANAN ATEŞ
atescan09@gmail.com

Kıtasal Bolivarcı Hareket, kendisini, katılımcılarının bağımsız duruşlarına saygı duyma ilkesi çerçevesinde, onları stratejik bir kimliğin yaratıldığı devrimci hedefler doğrultusunda birleştiren politik eylem içinde bir alan olarak tanımlamaktadır ve bunu oluşturmak için kolektiflerin önderlerinin ve tekil bireylerin biraraya gelişini, barış, birlikte yaşam ve halk için mümkün olan en yüksek derecedeki mutluluğu yaratmak için verilen sosyal dönüşüm mücadelesindeki potansiyelleri biraraya toplamayı önceliği olarak görür; yeni bir iktidar ve halk egemenliğini kurma yolunda katılımcılarının emperyalizme ve oligarşilere karşı koyma kapasitesini geliştiren özgürleştirici-sağlam bir örgütlenme olarak davranmasını sağlayacak geniş, demokratik ve katılımcı bir yapılanmayı geliştirme çabası içinde farklı mücadele deneyimlerindeki karşılıklı paylaşımı ve eylem birliğini geliştirmeyi hedefler.

Kıtasal Bolivarcı Hareket, mücadelelerin bütünleşmesi, kitlelerle bağların geliştirilmesi, bağımsızlığımız ve özgürlüğümüz için mücadele eden öncellerimizi ve kahramanlarımızı örnek alarak, demokrasi, eşitlik, sosyal adalet, bağımsızlık, egemenlik, onur ve sosyalizm etrafında birleşen farklı uluslardan oluşan Büyük bir Cumhuriyet yaratma doğrultusunda sınırları aşarak emperyalizme karşı temel programatik hedeflerimizi başarabilmek için, halkların ve yoksulların vizyonundan bakan yeni bir politika tarzını yaratmak ve örgütleri bu yönde geliştirmek için çalışmak demektir.

Ortaklaşmanın özgül zemini olarak şunları tanımlıyoruz:

MCB (Kıtasal Bolivarcı Hareket) bileşenleri için ‘Yurdumuz Amerika’dır’ ilkesi esastır. Bu anlamda halk egemenliğinden oluşan hükümetler tarafından beslenen ‘Büyük Latin Amerika ve Karayipler Ortak Yurdu’ için mücadele etmeye söz veriyoruz. Ayrıca dünyadaki çeşitli sosyal, kültürel ve politik hareketlerin kendilerini ifade etmelerini ve katılımlarını öneriyoruz.
MCB, sosyal adalet ve gerçek demokrasinin sağlanması için çaba sarfederek, emperyalizmin her türden baskı ve yağmasına karşı savaşır. ABD hükümetinin ALCA’yı canlandırma ve TLC’leri (Serbest Ticaret Anlasması), Plan Pueblo Panama (Panama Halkı Planı) gibi projelerle ekonomik hakimiyetini, Plan Kolombiya, Plan Merida ve And Bölgesi İnisiyatifi gibi askeri planlarla askeri hakimiyetini geliştirme amaçlarına karşı koyar. Washington’un emperyalist politikalarına karşı isteksiz olan halklara saldırmak amaçlı, Kolombiya’da ve kıtamızdaki diğer ülkelerde yeni askeri üsler kurmayı kararlaştıran yeni-sömürgeci planın geliştirilmesine karşı direneceğiz.
MCB Amerika’mızda ve dünyadaki yanki ve diğer emperyalist askeri yayılmacılığın durdurulması için mücadele eder. Güney Amerika topraklarında resmi ve gizli askeri anlaşmalarla kurulan askeri üsler gibi herhangi bir ülkenin egemenliğine hakaret anlamına gelen askeri anlaşma, pakt ve işbirliklerine karşı koyar.
BM (Birleşmiş Milletler), OAS (Amerika Devletleri Örgütü), IMF, BID (Amerikalararası Gelişme Bankası), WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi emperyalist egemenlik kurumlarının belirleyiciliğini sona erdiren ve Kuzey’in vesayetini kaldıran yeni bir dünya düzeninin kuruluşuna katkı sunan ALBA (Amerika için Bolivarcı İttifak), Güney Bankası, Petro Amerika vb. tipteki bütünleştirici organizasyonların geliştirilmesini önerir. Borçlu ülkelerin kanını emen dış borçların ödenmesine karşı çıkar.
MCB, bölgedeki halklar, ilerici ve devrimci hükümetlerle birlikte, topraklarımızda, okyanuslarda ve hava sahalarımızda varolan stratejik doğal kaynaklarımızın savunulması için mücadeleyi yükseltir. Özellikle enerji kaynaklarına yoğunlaşır: büyük sanayide hammadde olarak kullanılan petrol, gaz ve kömür; değerli maddeler ve taşlar; ormanlar; deniz kaynakları; gıda kaynakları; radyoelektrik spektrum ve sabit yörünge… Amazonların koşulsuz savunulması; su havzalarının, su içeren her tip kullanılabilir su reservlerinin korunması; çevrenin ve genetik bankalarının korunması…
MCB, işgalci savaş çığırtkanlığı, doğa ve insanlığın irrasyonel sömürüsüyle hayatın ve gezegenimizin varlığını tehdit eden emperyalist güçlerin egemenliğine karşı, alternatif bir iktidar kutbunun temelini inşa edebilmek için devrimci kimliğin, tarihsel hafızanın, halkbiliminin ve öncellerimizin sahip olduğu en temiz değerleri kurtarmayı ve yeniden oluşturmayı hedefler. Tarihsel olarak Amerikamızın yerli sahipleri olan halkların onurlarına, egemenliklerine ve kendi kaderlerini tayin etme hakkına saygı duyulması için mücadeleyi yükseltir. Ayrıca ‘büyük yurdumuzun’ herbir eyaletinin vatandaşlarına ayrıca sunmasına gerek kalmaksızın tüm Latin Amerika ve Karayiplerler’de yaşayan halklarımızın ‘büyük anayurdumuzun’ vatandaşı sayılmasını öneriyoruz.

MCB, bölgemizde oligarşilerin yaydığı ağır sosyal düzen problemlerinin çözümü yolundaki düsüncelerin ve mücadelelerin gelişimi için alanlar açar. Zalimleri devirmek ve yerlerine halkın sosyal güvencesini artıran, yolsuzluk, rüşvet ve dokunulmazlığı kökünden kazıyan, neoliberal politikaların ve kapitalist globalleşmenin türettiği insan üzerindeki aşırı-sömürüyü ortadan kaldıran bir kurumsallaşmayı inşa ederek halkın çıkarları için çalışan yeni hükümetler kurmak için savaşıyoruz. Bu zeminde temel bayrağımız İnsan Haklarının savunulmasıdır: yaşam, iş, sağlık, ahlak ve aydınlanmayı öğreten eğitim, konut, kişilerin onur ve ona dokunulmazlık hakkı ile ifade ve kendini geliştirme özgürlüğü geri alınamaz temel prensiplerdir…

MCB, halkların çıkarları için mücadele eden diğer örgütlerle ve özellikle de sömürgecilerin baskı ve takibatı altında kalan devrimci savaşçılarla dayanışma, kardeşlik temelinde ilişkilerin oturtulması, işbirliği ve karşılıklı yardımlaşma paratiklerini temel sorumluluğu olarak görür.

Büyük Anavatan ve Sosyalizm İçin
Kıtasal Bolivarcı Hareket

Caracas, 9 Aralık 2009

KITASAL BOLİVARCI HAREKET...


KITASAL BOLİVARCI HAREKET, LATİN AMERİKALI VE DİĞER HALKLARIN MÜCADELESİNDE YENİ BİR SIÇRAMA NOKTASIDIR.

CANAN ATEŞ

Kıtasal Bolivarcı Koordinasyon, 7, 8 ve 9 Aralık tarihlerinde Venezüella’nın başkenti Caracas’ta yapılan ve 30’dan fazla ülkeden 1200 delegenin katıldığı üç gün süren kongre ile Kıtasal Bolivarcı Hareket’e dönüşme kararını aldı. Latin Amerika’dan ve dünyanın aralarında Türkiye’nin de olduğu çeşitli ülkelerinden gelen yerli toplulukların, işçi ve köylü örgütlerinin, gençlik, kadın ve çevre örgütlerinin, komunist partilerin ve solcu siyasi örgütlerin temsilcileri ile sosyalist aydınlardan oluşan delegeler, halkların bağımsızlığına yönelik daha da saldırganlaşan emperyalizme karşı ortak bir şekilde mücadele etmenin ve giderek vahşileşen kapitalizmi yıkmak için mücadele eden ortak cephenin kurumsallaşmasının kararlarını aldılar.

Latin Amerika’daki halkların bağımsızlık önderlerinden Libertador Simon Bolivar’ın ‘birlik, bize umudun yollarını açacaktır’ şiarı, Hareket bileşenlerini Kıtasal Bolivarcı Hareket’in tüm bileşenlerini Kolombiya halkının kahramanca yürüttüğü direnişi boğmak, Amazon bölgesindeki doğal kaynakları gaspetmek, kıtadaki devrimci ve ilerici hükümetleri devirmek için Kolombiya’da kurulan yedi askeri üsse, Venezüella’da Chavez önderliğindeki ilerici hükümeti istikrarsızlaştırmak için harekete geçen emperyalizm destekli Venezüella oligarşisine ve Honduras’taki askeri darbeye karşı aktif mücadelede yer alacaklarını vurgusunda biraraya getirdi.

Venezüellalı sosyalistlerin ve Venezüella Komunist Partisi’nin (PCV), Şili Komunist Partisi’nin, Meksikalı sosyalist ve komunistlerin, Bask halkının bağımsızlığı için mücadele eden militan devrimcilerin, Dominikli Caamañist devrimcilerin, Honduras Direniş Cephesi’nin, Brezilyalı devrimcilerin, Puerto Rico’nun bağımsızlığı için mücadele eden devrimcilerin, siyah ve latinlerin hakları için mücadele veren ve bunu da hristiyan kimliği ile sürdüren New York’lu devrimcilerin, El Salvador’dan FMLN’nin, Guatemala’dan URG’nin, Kolombiyalı komunistlerin ve gerillaların, Arjantin Komunist Partisi’nin, Perulu ve Ekvadorlu devrimcilerin, Türkiyeli devrimcilerin bileşeni olduğu Kıtasal Bolivarcı Hareket, geniş bir katılımın olduğu bu kongre ile emperyalizm ve onun işbirlikçilerine karşı yükselteceği mücadeleye daha da güçlenerek devam edeceğini dosta düşmana ilan etti.

ABD devlet başkanı olarak seçilmesinin üzerinden ancak bir yıl geçmesine rağmen gerçek ve saldırgan yüzü ortaya çıkan Barack Obama’nın ve çok iyi temsil ettiği ABD emperyalizminin başta Ortadoğu ve Latin Amerika olmak üzere dünyayı nasıl bir cehenneme çevireceği bir öngörü olmaktan çıkıp sonuçlarını ortaya koymaya başlamıştır. Afganistan’da yüzbinin üzerinde askere sahip ABD ordusu, Kolombiya’daki askeri üsler ve Honduras’taki askeri darbe ABD emperyalizminin yeni saldırgan stratejisinin ilk adımları olarak kendini göstermektedir. Bu durum, yedi yıl önce Kolombiya’nın Cartagena kentinden yola çıkarak kıtadaki halkların bağımsızlık mücadelesindeki yerini alan Kıtasal Bolivarcı Koordinasyon’un (CCB), şimdiki Kıtasal Bolivarcı Hareket’in (MCB) taşıdığı önemi açıkça ortaya koymaktadır.

Yedi yıl önce Kolombiya’nın Cartagena şehrinden Latin Amerika ve Karayip halklarının emperyalizm karşısındaki birliğini, Bolivarcı düşüncenin yayılmasını sağlamak ve özellikle öğrenciler ile gençlerden oluşan Uluslararası Tugayları oluşturarak bu mücadelenin devrimci, militan ayağını kurmak amacıyla yola çıkan 500 dolayında devrimcinin, Caracas’ta, Fuerte Tiuna bölgesinde 1700 kişiyle birlikte gerçekleştirdiği CCB kuruluş kongresi, Latin Amerikalı radikal devrimcilerin ve gerilla örgütlerinin mücadele birliği için atılan önemli bir adım oldu. İlk kongrenin katılımcılarının Venezüellalı M-28 ve Fogata ile Venezüella Komunist Partisi, Perulu MRTA(Tupac Amaru Devrimci Hareketi), Brezilyalı MST (Topraksız Köylü Hareketi), Meksika’dan EZLN (Meksika Zapatist Ulusal Kurtuluş Ordusu), Şili’den MIR, El Salvador’dan FMLN, Kolombiya’dan FARC, İspanya’dan Kızıl Yıldız Kolektifi’nin olmasından, bu koordinasyonun Latin Amerika’nın en radikal devrimci unsurlarının biraraya geldiği bir zemin olduğu anlaşılır.

CCB, ikinci kongresini 2008 yılı Şubatı’nda Ekvador’un başkenti Quito’da gerçekleştirdi. Latin Amerikalı ve Karayipli delegelere ek olarak Basklı devrimci militanların katıldığı ikinci kongre, ABD emperyalizminin askeri stratejisine karşı halkların birliğini sağlayarak emperyalizm ile askeri alanda da karşı karşıya gelerek onu yıkabilecek bir gücü yaratmak amacıyla koordinasyondan harekete dönüşmenin gerekliliğini vurguladı ve bu geçiş sürecinin hazırlıklarını yapma kararını aldı. Sonuç belgesinde kapitalist sisteme ve emperyalizme karşı barışçıl olduğu kadar diğer mücadele biçimlerinin de gerekli olduğu, sosyal adalet mücadelesi veren siyasi ve askeri örgütlerin baskıcı güçlere karşı verdiği mücadelenin desteklenmesi yönündeki kararlar yer aldı.

Kıtasal Bolivarcı Koordinasyon’un Quito’daki İkinci Kongresi’nin ardından Sucumbios’taki FARC gerilla kampına giden ziyaretçilerin bir kısmı, Kolombiya devletinin ABD ile ortak düzenlediği bombalı saldırı ve kara harekatı sonucu FARC Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası’ndan Komutan Raul Reyes ile birlikte katledildiler.

7,8 ve 9 Aralık tarihinde gerçekleştirilen bu üçüncü kongre, Kolombiya devletinin Sucumbios’taki kampta katlettiği Kolombiyalı devrimci komutan Raul Reyes, meksikalı öğrenciler Veronica Velazquez, Juan Gonzalez, Fernando Franco ve Soren Aviles’in anısına atfedildi ve halen Fransa zindanlarında tutulan devrimci militan Carlos İlich Ramirez ile ABD zindanlarındaki FARC komutanları Simon Trinidad, Ivan Vargas ve Sonia’nın şahsında emperyalizm ve onun işbirlikçisi devletlerin hapishanelerindeki tüm siyasi tutsaklarla dayanışma vurgusu yapıldı. Kongreye katılan ve Carlos İlich Ramirez’in kardeşi olan Vladimir Ramirez, ağabeyine ‘Çakal Carlos’ denmesinin onun ezilen halklarla birlikte verdiği mücadelesine ters düştüğünü, Fransa’nın onu Sudan’dan komplo ile kaçırdığını ve bu nedenle de doğduğu topraklar olan Venezüella’ya iade edilmesi için bir kampanya başlatıldığını belirtti. İlich Ramirez gibi bir devrimci ile dayanışan MCB’nin halkların emperyalizmle mücadelesinde oynadığı fonksiyonun önemine de dikkat çekti.

MCB Kuruluş Kongresi’nin açılış genel kurul toplantısında söz alan, Sucumbios’ta Katledilenlerin Aileleri ve Yakınları Derneği adına konuşan ve katledilen meksikalı öğrencilerden Juan Gonzalez’in babası olan Alvaro Gonzalez, 1 Mart 2008 tarihinde Kolombiya devleti tarafından FARC komutanı Raul Reyes ile birlikte katledilen Meksikalı öğrencilerin anısının halkların enternasyonel mücadelesinde yaşatılmasının önemini vurgulayarak saldırıdan yaralı olarak kurtulan meksikalı öğrenci Lucia Morett’e yönelik Meksika ve Kolombiya tarafından yürütülen takibatın sona erdirilmesi çağrısında bulundu. Gonzalez, 1 Mart katliamının sorumluları olarak Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe, dönemin savunma bakanı Juan Manuel Santos ve Kolombiya Polis Teşkilatı başkanı Oscar Naranjo hakkında suç duyurusunda bulunduklarını ifade etti.

Kıtasal Bolivarcı Hareket’in (MCB) Kolombiyalı devrimci tarihçi Juvenal Herrera Torres, FARC-EP’nin geçen yıl ölen unutulmaz önderi Manuel Marulanda Velez, Dominikli bağımsızlık önderi Caamaño’nun oğlu Francisco Caamaño, Haitili marksist teorisyen ve Duvalier diktasına karşı mücadele eden Suzi Castor, Basklı ve Herri Batasuna’nın marksist teoriyenlerinden İñaki Gil de San Vicente, ABD’li marksist sosyolog ve aydın James Petras, devrimci monsenyor Pedro Casaldáliga, FARC-EP’nin Merkez Kurmay Heyeti Sekreteryası Başkanı Alfonso Cano, Dominik Komunist Partisi yöneticilerinden Narciso İsa Conde, Brezilya Komunist Partisi’nin (PCB-ML) yayın organı Inverta’nın editörü Aluisio Beviloqua, Brezilya Komunist Partisi üyesi ve mimar Oscar Niemeyer’den oluşan kolektif başkanlığı, bu kongre ile Türkiyeli devrimci ve sosyalist aydın Temel Demirer, Arjantin Komunist Partisi’nden ekonomist ve devrimci aydın Jorge Beinstein ve Salvador Allende hükümetinde Çalışma Bakanlığı yapmış olan ve Şili Komunist Partisi yöneticilerinden Mireya Baltra Moreno’nun katılımıyla daha da genişlemiş oldu.

Kongrenin ilk gününde Latin Amerikalı aydınların katılımıyla yapılan halkların bağımsızlığına yönelik emperyalist saldırı, Kolombiya’daki askeri üsler ve bunlara cevap olarak gerçekleşen halk direnişlerinin tarihi, bugünü ve geleceğinin tartışıldığı panelin ardından ikinci gün komisyon çalışmalarına geçildi. Oluşturulan dört komisyon ile MCB’nin (Kıtasal Bolivarcı Hareket – Movimiento Continental Bolivariano) çalışma programının çıkarılması, kampanyaların belirlenerek hazırlık çalışmalarına başlanması sürecine geçildi. Ekonomik kriz ve atağa geçen emperyalist saldırıya karşı halkların direnişi ve stratejileri (Komisyon 1), neo-liberalizme karşı kıtasal çapta yürütülen mücadelede sosyal hareketlerin rolü (Komisyon 2), insan hakları ve emperyalist devletler ile işbirlikçi hükümetlerin elinde tuttuğu siyasi tutsaklar (Komisyon 3), bolivarcı alternatif iletişim organlarının uluslararası buluşması (Komisyon 4) ile Kıtasal Bolivarcı Hareket’in çalışma programı çıkarılarak organlarının oluşumu gerçekleştirildi. Özellikle dördüncü komisyon çalışmasında ABC (Asociacion Bolivariana de Comunicadores y/o Periodistas Bolivarianos – Bolivarcı İletişimciler ve Gazeteciler Birliği) oluşturularak emperyalizmin ve onun medya tekellerinin dezenformasyon ve beyin yıkama makinalarının hakimiyetine son vererek uluslararası ölçekte doğru haber kaynaklarına ulaşma ve Honduras direnişi örneğinde olduğu gibi halkların direnişinin sansürsüz bir şekilde haber yapılarak mücadelenin önünün açılmasına karar verildi. Bahsedilen alanlarda gerçekleşen komisyon çalışmaları ile Bolivarcı düşüncenin kıtada ve dünyada yayılmasının, MCB’nin bulunduğu her ülkede kurumları ile varolarak genişleyen ve ritmi yükselen bir çalışma yürütmesinin ve emperyalizme karşı sosyalizm mücadelesinde stratejik birlik çerçevesinde mücadele etmenin temelleri atılmış oldu.

Kongrenin ilk gününde yapılan toplantıya MCB kolektif başkanlık üyesi olarak Kolombiya dağlarından sesli ve görüntülü bir mesaj gönderen FARC-EP komutanı Alfonso Cano, halkları ve devrimcileri emperyalizmin Latin Amerika kıtasına dair saldırgan stratejisi konusunda uyararak bölge ülkelerinin bağımsızlığını savunmak için kurulacak politik bir hareketin büyük önem taşıdığını vurguladı. Bogota ve Washington arasında, ABD askerlerin Kolombiya topraklarında konuşlanmasına izin veren anlaşmaya dikkat çekerek bu anlaşmanın hiç de sözü edildiği gibi uyuşturu trafiğine ve sözde ‘terörizme’ son verme gibi bir niyet taşımadığını, aksine Latin Amerika’daki ilerici ve bağımsızlıkçı hükümetleri devirme amacında olduğunu ifade etti. Kongre delegeleri arasında coşkuyla karşılanan Alfonso Cano’nun mesajı, Kolombiya devleti cephesinde de geniş yankı buldu. Kolombiya Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı Freddy Padilla, Kıtasal Bolivarcı Hareket yönetimine çağrıda bulunarak Alfonso Cano’nun gönderdiği mesajı kabul etmemelerini istedi. Kongrenin son gününde yapılan kapanış etkinliğinde sonuç bildirgesinin okunmasına ek olarak Kıtasal Bolivarcı Hareket Kolektif Başkanlık üyesi ve koordinatörü Dominikli devrimci Narcio İsa Conde, Padilla’nın bu talebine Alfonso Cano’nun kurumun başkanlarından biri olduğu için mesaj gönderme hakkına elbette ki sahip olduğunu ve Kolombiya’daki narko-paramiliter rejimi yıkmanın MCB’nin amaçlarından biri olduğunu söyleyerek sert bir karşılık verdi. Simon Bolivar önderliğindeki Latin Amerikalı halkların ordusunun İspanyol işgalciler karşısında elde ettiği Ayacucho Zaferi’nin 185. yıldönümü olan 9 Aralık 2009 tarihinde, Caracas Deklarasyonu’nun okunması ve açık hava şenliğiyle sona eren kongrenin hemen ardından Kolombiya dışişleri bakanlığı ve Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe bir açıklama yaparak Kıtasal Bolivarcı Hareket’in FARC’a açıkça destek verdiğini ve bu kurumun kuruluşunun ‘demokrasiye yapılmış bir hakaret’ olduğunu ifade ettiler. Ayrıca, Uribe MCB yöneticilerinin terörizmi övmek ve destek vermek suçundan Kolombiya’da yargılanacaklarını söyledi. Kolombiya dışişleri bakanlığının yaptığı açıklamada Venezüella hükümetine de seslenilerek eğer terörizmi destekleyen ve organize suçu öven hareket ve partileri tanıyor ve tolere ediyorlarsa bunu uluslararası kamuoyuna açıklamaları istendi.

Kongrenin ikinci gününde kolektif başkanlığa yeni katılan üyelerin sunumunun ardından kongre yönetimi olarak DTP’ye yönelik kapatma davası ve Türk devletinin baskıcı tutumu kınandı. Türkiyeli ve Kürdistanlı devrimcilere Latin Amerika kıtasından dayanışma mesajı iletildi.

Kıtasal Bolivarcı Hareket’in Caracas’ta gerçekleşen kuruluş kongresi, Latin Amerika halklarının mücadelesi, devrimci güçler, özellikle Venezüella olmak üzere kıtadaki diğer ilerici hükümetler, Kolombiya devleti ve ABD emperyalizmi açısından pek çok anlam taşımaktadır.
-Latin Amerikalı radikal-devrimci güçler açısından;
a. ABD emperyalizminin kıtada zaten varolan askeri varlığının etkin bir saldırı gücü haline dönüşmesinin çok yakında olduğu gerçeğinden hareketle, Latin Amerika kıtasının ve dünyanın diğer bölgelerindeki devrimci güçlerin mücadele birliğinin kurumsal bir kimlik kazanması ile kalıcılaşması ve etkin bir güce dönüşmesi: Kongreye olan katılımın tüm engellemelere rağmen yoğun olması, coşkulu bir havanın da ötesinde gelecek için somut adımların atılarak kurumsallaşma yolundaki ilerleme, özellikle kıtadaki ortak mücadeleyi daha da canlandırmış ve güçlendirmiştir. Uluslararası dayanışmanın propagandif yanının ötesinde, Koordinasyon’dan Hareket’e geçiş ile ete kemiğe büründürülerek emperyalizmi ve kapitalizmi yıkma hedefi yeniden güncelleşmiş ve uzak bir hayal olmaktan çıkmıştır.

b. Emperyalist saldırı tehdidi karşısındaki mücadelede kıtanın ilerici hükümetleriyle kesinlikle ters düşme değil, aksine bu hükümetleri güçlendirecek, önlerini açacak ve herhangi bir emperyalist saldırı veya yerli oligarşilerin müdahalesi karşısında birlikte mücadele etme ve savaşma yönünde açıklık sağlanmıştır.
c. Simon Bolivar’ın halkların birliği ve Büyük Anavatan (tüm Latin Amerika kıtası) ideolojisi kılavuz olarak belirlenmekle beraber, MCB kolektif başkanlık üyesi aydınların ve kongreye katılan diğer entellektüellerin kıtada ve dünyada emperyalizme karşı yürütülen askeri-politik mücadelenin ideolojisini ve teorisini geliştirecek olması ile tüm devrimcilerin ideolojik beslenme kaynakları güçlendirilmiş oldu. Kongre ve hareketin devrimci-sosyalist-komunist aydınlardan oluşan organlarının oluşumu bu sürecin canlılığını ve sürekliliğini garanti altına almıştır.
d. Kongre boyunca emperyalizmin halkların bağımsızlığını hedef alan saldırısına karşı yürütülecek barışçıl ve diğer mücadele biçimlerine vurgu yapılmıştır ve emperyalizmin ‘terörizm’ olarak kriminalize etmeye çalıştığı askeri-politik mücadelenin önemi öne çıkarılarak bu mücadelenin haklılığı ve meşruluğu kadar gerekliliği de altı çizilen bir diğer nokta olmuştur.
e. Kongreye özellikle Latin Amerika dışındaki ülkelerden, Türkiye’den, Avustralya’dan, Bask Ülkesi ve Galiçya’dan etkili bir şekilde gerçekleşen katılımlar, kıtasal mücadele birliğinin dünya ölçeğinde etkilerinin bir göstergesi olup, Hareket’i moral, ideolojik ve pratik açıdan besleyecektir. 30’dan fazla ülkenin katılımı, Simon Bolivar’da bayraklaşan mücadele ve halkların birliğinin daha da ileri bir noktaya taşınması hedefinin en somut göstergelerindendir.
-Latin Amerikalı ve diğer ülkelerdeki sosyal hareketlerden açısından;
Kıtada ve dünyada emperyalizm yeni bir saldırı stratejisi ile hareket etmektedir. Özellikle Latin Amerika kıtasında ilerici hükümetlerin iktidarlara gelmesini sağlayan sosyal hareketler, emperyalizmin yeni tipteki neo-liberal saldırıları dışında askeri saldırıları ile de karşı karşıyadırlar. Mücadelenin radikalleşmesi oldukça mümkün gözükmektedir. Kongrede geçen seçimlerdeki başkan adayı Carlos Reyes’in ağzından Honduras direnişinin daha radikalleşme sürecinin içerisine girdiğinin aktarılması önem taşımaktadır. Bu noktada Kıtasal Bolivarcı Hareket, sertleşecek süreç içerisinde radikalleşecek ve/veya silahlı mücadeleyi tercih edecek ya da buna zorlanacak hareketler için önemli bir adres olacaktır.

-Latin Amerikalı ilerici hükümetler açısından;
ABD emperyalizminin kıtadaki stratejisi artık tüm açıklığıyla ortadadır. Amaç, sosyal hareketleri, askeri-politik örgütleri ve halkların bağımsızlığını ortadan kaldırmak kadar iktidardaki ilerici hükümetleri de o ülkelerin oligarşileri ile birlikte yıkmaktır. Bunu Venezüella’da, Bolivya’da, Ekvador’da, Paraguay’da, Guatemala’da, Honduras’ta denediler ve Honduras’ta bugün itibariyle başarı kazandılar. Ayrıca Şili’deki şimdiki hükümetin yerine, bu Pazar günü yapılan genel seçimlerin ilk turundan çıkan sonuçlara göre sağcıların gelme ihtimali yüksektir. Arjantin de bu konuda kritik bir noktada durmaktadır. Kıtanın önemli ülkelerinden Peru’daki sağcı hükümet, en erken 2011’deki seçimlere kadar iktidardadır. Kolombiya, kıtanın istikrarı bozmaya odaklanmış, ABD emperyalizminin uşağı ve ülke içinde halkın silahlı ve demokratik yoldan direnişini en kanlı yollardan bastırmaya çalışan narko-paramiliter bir devlettir. Bu noktada, kıtanın ilerici hükümetlerine verdiği desteği her fırsatta vurgulayan ve bunu da söylemden çok eylemsel düzeyde ve samimi bir şekilde hayata geçiren Kıtasal Bolivarcı Hareket bileşenleri ve kurumun kendisi, bu hükümetlerin geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Chavez hükümetinin Kıtasal Bolivarcı Hareket’in kuruluş kongresine yaklaşımı ve Kolombiya’dan gelen ölçüsüz tepki, ilerici hükümetlere yönelik olası bir emperyalist saldırıda Hareket’in en önde savaşacağının görüldüğünü göstermektedir. Önemli olan, bu duruşun ilerici hükümetlerin bugüne dek alışıldık bir şekilde yaptıkları manevralara kurban edilmemesidir.
-Emperyalizm ve özellikle Kolombiya devleti açısından;
Kolombiya devlet başkanı Alvaro Uribe ve dışişleri bakanlığından gelen tepkiler, Kıtasal Bolivarcı Hareket Kuruluş Kongresi’ne yalnızca devrimci, sosyalist ve Venezüella açısından Chavez yanlısı basın yayın organlarında değil, medya tekellerinin de organlarında da geniş yer verilmesi kongrede elde edilen başarıya karşı duyulan büyük endişeden kaynaklıdır. Kolombiya’daki devrimci ve demokratik güçler ile Kolombiya halkına karşı yürütülen korkunç boyuttaki şiddet ve katliam politikasına rağmen bu güçlerin yalnız olmadığı, cephenin genişlediği görülmüştür. Bu nedenle Alfonso Cano’nun konuşması bahane edilerek Hareket ve bileşenleri kriminalize edilmek istenmektedir.

Öte yandan Kolombiya hükümeti, kongrenin Venezüella’da yapılmış olmasını ve Chavez hükümetinin yasakçı bir tavır izlememesini bahane ederek, iki ülke arasındaki bir süreden beri gerginleşen ilişkileri daha da gererek provokasyon peşindedir. Yaklaşan genel seçimlerde 3. kez başkanlık koltığuna oturmayı hedefleyen narko-paramiliter şef Alvaro Uribe, bu durumu bir seçim kampanyası malzemesi haline getirmekte zaman kaybetmemiştir. Uribe’nin devlet başkanı olduğu sekiz yıl boyunca başta gerilla olmak üzere Kolombiya halkının mücadelesini askeri yöntemlerle ve katliamlarla çözme politikası iflas etmiştir ve bu gerçeği Venezüella’yla ilişkileri gererek perdelemek niyetindedir. Son dönemde kıtanın diğer ülkeleriyle ABD’nin Kolombiya topraklarında askeri üs kurmasına izin veren anlaşmayı imzaladığı için başı dertte olan Uribe, Chavez’i terörizme destek verme suçlamasıyla izole etmeye kalkışmaktadır.
ABD emperyalizmi, kıtada ve dünyada kendisine karşı öteden beri varolan radikal devrimci cephenin parça parça durmak yerine biraraya gelerek hakikaten de etkili ve kendisine karşı yıkıcı bir güce dönüşmesinden kaygı duymaktadır. Bu cephenin Kolombiya’daki üsler konusunda hiç de boş durmayacağı ve Honduras direnişine yeniden taze bir kan vereceği gerçeği emperyalizmi sıkıştırmaktadır.
Kongreye dair gözlemler ve çıkarılan sonuçlar, saldırı hazırlığındaki emperyalizmin bu defa ciddi bir halk direnişi ile karşılacağının ipuçlarıdır. Latin Amerika kıtasındaki mücadele ateşini, bizim ülkemizin ve dünyadaki diğer ülkelerinin devrimcilerinin mücadelesinde de güçlendirerek emperyalizmi yutacak bir yangına dönüştürme göreviyle yüzyüzeyiz. Enternasyonalizm, şu an hiç olmadığı kadar elzemdir ve bir o kadar da coşku vericidir. Devrimci olmanın haklı gururu, yoğun bir emek süreci, özveri ve cesaret ile dünya halklarının mücadelesinde anlamlanarak tamamlanacaktır.

13.12.2009

10 Aralık 2009 Perşembe

MİNARELER SÜNGÜ MÜ?



Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

İsviçre’nin minare referandum sonucu siyasetçilerimizi demokrasi havarisi yaptı. Düşünce ve inanç özgürlüğü vazgeçilemez bir özgürlük olduğu gibi sınırlandırılamaz da. İbadet özgürlüğü olmadan da din ve vicdan özgürlüğünün olmayacağı kesindir. Her şeyde adaleti (doğruyu) ararken de olguların tüm zerreciklerine bakmak gerektiğine inanıyorum. İsviçre’deki aşırı sağcı ve ırkçıları kınarken, ülkemizdeki aşırı sağcı ve ırkçıların Çorum, Maraş, Sivas katliamlarını unutmak olur mu? Osmanlı’dan başlayarak, Cumhuriyetle ve özellikle 12 Eylül’le Alevi köylerine asimilasyon düşüncesiyle cami yaptırmayı sorguladık mı? Evet, minare yasağını kınayabiliriz. Ya ülkemizde adım başı cami varken hiç cemevlerine olumlu bakıldığını söyleyebilir miyiz?

Biz cami mahyalarına neler asmadık ki? Irkçı(Türkçü), şoven, ayrımcı sloganların Allah’ın huzurunda işi ne? Yıllarca biz bu ülkede Yahudi, Hıristiyan, Alevi, Yezidi, ateist insanların çocuklarına zorla din dersi vermedik mi? Minare yasağını kınamalıyız! Bizim ülkemizde kaç tane kilise cami yapıldı? İçinde tek bir cemaati olmasa dahi ne lüzum vardı kadim kiliselerin orijinalliğini bozup camiye çevirmeye? Hiç o kiliselerin mimarilerine minarelerin yakıştığını vicdanen söyleyebilir miyiz? Tabii ki İsviçre’deki minare yasağı Türk ve İslam korkusundan kaynaklanmıştır. Irk ve dinlerden kokmak, onlara düşmanlık yapmak insanlık suçudur. Ülkemizdeki Yezidiler, Süryaniler, Ermeniler nerede? Kaçmak zorunda bırakılan bu insanların toprakları, malları kimin elinde? Bu insanlara, “Senin dinin sana, benim dinim bana!” diyebildik mi?

Dinlerin yazılı tarihle başlayan geçmişi var(dır). Ve toplumlara kazandırdığı en önemli yanı da ahlaktır. Toplumlar iyi ve kötüyü ahlakla ayırd edebilir. Ahlaka metafizik bir algı olarak bakıp ondan vazgeçmek gibi bir durum doğru değildir. Bu yönüyle insan sevgisi (hümanizm) ve zihinlerin berraklığı yolunda dinler olumlu işlevler görmüşlerdir. Tek tanrılı dinlerin sonuncusu olan İslam’ın ahlak olgusu ve insani gelişim konusunda ileri mesafeler alması da kaçınılmazdır. Minare yasağına karşı çıkabiliriz. Camilerimizde imamlarımızın, insanların ve devletlerin despotizmini ıskalayarak insanlarımıza kaderciliği ve köleci bir yaşama boyun eğmeyi vaaz etmelerini görmezlikten gelebilir miyiz? Evet, minare yasağı çağdışıdır ama vicdanen şu soruya dosdoğru olumlu yanıt verebiliyor muyuz: İllerimizde, ilçelerimizde, köylerimizde kilise, havra yapılmasına, hatta cemevi yapılmasına tahammülümüz var mıdır?

Biz bu ülkede 1915’le yüzleşmedik henüz. Türk-Yunan Nüfus Mübadeleleri, Takriri Sükun Kanunu, Mecburi İskan Kanunu, Tunceli Kanunu, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olaylarını yaparken başka dinden ve ırktan olan insanlara Allah’ın kulları dedik mi? Din ve vicdan özgürlüğü adına Ruhban Okulunu hâlâ açmayan kim? Trabzon Rahip Cinayeti, Malatya Misyoner Cinayeti ve Ermeni yurttaşımız Hrant Dink’i katlettiğimizde milliyetçi duygulardan bahsetmedik mi? Ve başkasına yaptıklarımızın hâlâ hesabını vermedik. Şahsen minare yasağına, Müslümanların camide namaz kılmalarının engellenmesine karşıyım. Minarelerimizin şerefelerine güzel sesli, musikiden anlayan müezzinlerimizi çıkartmıyoruz. Bazı kentlerimizde belediyelerin ya da valiliklerin görmezden gelmesiyle hoparlörler vasıtasıyla ezanı, Müslim-gayrimüslim ayırımı yapmadan, tüm şehre dinletiyoruz. Oysa güzel sesli bir müezzin, şerefeden musiki makamıyla o kutsal sözleri bizlere dinletebilseydi moral ve duygu dolu anlar yaşayabilirdik.

Ve bizim sicilimize gelmek istiyorum. Necip Fazıl Kısakürek’in Dersim katliamıyla ilgili yazdıklarından birazına bakalım: “En aşağı elli bin Müslüman’ın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyla bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve manasıyla tespit ettiğimiz facianın, tarihte bir benzeri görülmez.”(…) “Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… Merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında yirmi kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklamıştır. Vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız masumlara silah kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyorlar. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü Çingene’den daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen yirmi masumun işi bitiriliyor.”(…) “Celal Bayar’ın Başvekil ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın Genelkurmay başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbaldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! Dayandığı tek sebep de birtakım asayişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün Doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılmayan koyu İslami rengidir.” Bizim kendi İslam’ımıza-ne yazık ki-yaptığımız budur.

DTP kapatılamaz!


KITASAL BOLİVARCI HAREKETİN KURUCU KONGRESİ’NDE KÜRT SORUNU VE DTP HAKKINDA ALINAN KARAR
(Caracas, 8 Aralık 2009)

8 Aralık tarihinde Türkiyeli devrimcilerin önergesi üzerine Kıtasal Bolivarcı Hareket Kurucu Kongresi Caracas-Venezüella’da düzenlenen toplantısında aşağıdaki kararı oybirliğiyle kabul etti.

Kürt Sorunu, Türkiye’nin en yakıcı sorunu olmayı sürdürüyor. Otuz yılı aşkın bir süredir, kimi zaman açık çatismalar, kimi zaman da Kürt halkı üzerinde kirli operasyonlar halinde süren “düşük yoğunluklu savaş”ın bilançosu, büyük çogunlugu Kürt on binlerce ölü, yerinden, köyünden edilerek büyük kentlerin varoşlarına sığınmak zorunda bırakılmış milyonlarca yoksul Kürt yakılmış tarlalar ve ormanlar, harap edilmiş bir coğrafya olarak özetlenebilir.

Ve nihayet bugün, Türkiye burjuvazisi, “çözüm”den söz ettiğinde bunu Kürtlerin anadilde eğitim, kendi geleceğini özgürce tayin gibi en temel haklarını söz konusu dahi etmeden ve Kürt halkının meşru temsilcilerini muhatap saymadan, kendi bildiğini okumak olarak anladığını açıkça ortaya koydu.

Daha da vahimi, burjuvazi bir yandan “çözüm”den, “kardeş kavgasını sona erdirmek”ten söz ederken, bir yandan da Kürtlerin parlamentodaki temsilcisi DTP’yi kapatmanın hesaplarını yapıyor.

Caracas’da toplanan Kıtasal Bolivarcı Hareket Kurucu Kongresi, DTP’yi kapatma yolundaki her türlü girişimi şiddetle protesto ederken, Türk devletini Kürtler üzerindeki baskılara derhal son vermeye, Kürt sorununun onurlu çözümü ve kendi geleceklerini özgürce tayin konusunda Kürtlerin meşru temsilcileriyle doğrudan muhatap olmaya çagirir.

DTP kapatılamaz!

Yaşasın enternasyonal dayanışma!

5 Aralık 2009 Cumartesi

BÜYÜKLER SOKAKTA DANS ETMEYE UTANIYOR


Çocuk Öykü’den politik tutsaklara yeni mektup:

Mapus teyzelerim ve amcalarım,

Çok çok zaman oldu size mektup yazmayalı. Yaz bitti, okulum başladı. Sonra ben hasta oldum. ‘Domuz gribi’, dedi doktor. Ben bu doktoru çok seviyorum. Bana iğne yapmıyor. ‘Ağzını aç’ diyor, ağzıma fenerle bakıyor. Sonra ‘öksür’ diyor sırtımı dinliyor. Meğer bizim ciğerlerimiz de konuşurmuş. Onu dinliyormuş. Eve gelince ben de annemle babamın sırtını dinledim durdum. Ama hiçbir şey duyamadım. Tam on gün hasta yattım. Çok öksürdüm. Sonra ne yesem kustum. Hep ateşim çıktı. Ama annemle babam hep başımdaydı. Ne istediysem yaptılar. Şimdi iyileştim yapmıyorlar. Bir de söyleniyorlar. Neymiş ben hasta olunca çok şımarmışım, huyum değişmiş.

***
Bu gün güneşli güzel bir hava vardı. Babam beni parka götürdü. Parkta bir meydan var. Bazen konser yapıyorlar. Ben de o meydanda dans ettim. Babama ‘gel beraber dans edelim’ dedim. Gelmedi. Utandı sanki. Geçen gün de annem yanımdayken sokakta müzik duymuş dans etmiştim. Annemle de dans etmek istemiştim, o da ‘olmaz kızım, insanlar tuhaf tuhaf bakarlar’ demişti. Ama hem annem hem babam evde benimle dans ediyorlar. Sokakta niye etmiyorlar. Babam anneme, ‘şimdi bu çocuğa nasıl anlatacağız toplumu, insanların büyüyünce maske takmaya zorlandığını, ayıbın kökenini’ dedi. Ama ben gece uyurken babamın yüzünü çimdikledim, maske yoktu. O da uyandı. ‘Kızım deli misin, nesin’ dedi. Beni itti. Geri yattı. Sahi size anlatmadım değil mi? Benim ayrı odam var. Yalnız yatıyorum. Ama gece uyanırsam anneme babama duyurmadan, sessizce yatağımdan iniyorum. Onların odasına giriyorum. Aralarına yatıyorum. Kızar gibi sesler çıkarıyorlar ama ben hiç duymazdan geliyorum.

***
Biliyor musunuz bizim eve hırsız girmiş. Yok evin içine değil bahçeye. Bahçede kont var, köpeğimiz. Biliyorsunuz ya daha önce anlatmıştım. Kontun su tenceresini çalmak istemişler. Kont da hırsızın elini ısırmış. Komşular anlattı. Kont çok havlamış. Koşuşturma, gürültü olmuş. Balkondan bakmışlar. Hırsız yaralı elini tutarak bahçe demirlerinden atlayıp kaçmış. Babam bunu duyunca çok üzüldü. Yok yok yanlış anlamayın tencereye ya da konta değil, hırsıza üzüldü. ‘O büyük ihtimale çöp toplayan çocuklardandır’, dedi. ‘Büyük tencereyi görünce dayanamamış, köpeği de görmemiş bahçeye girmiş’, dedi. Çünkü hırsızlar tencereyi dış kapının önüne atmışlardı. Babama ‘deli misin, şaka mı yapıyorsun’ dedi komşular. ‘Hırsız için insan üzülür mü?’ Babam da ‘o çocukları hırsız yapanlar utansın’ dedi. ‘Kim onlar’ dedim babama. Babam yine ‘kapitalist sistem’ dedi. ‘Yine mi bu sistem amca’ dedim. Sonra hemen düzelttim, sadece sistem dedim. Babam ‘kötü adamlara amca denmez’ demişti. ‘Bu sistemi bir görsem kulağını çekeceğim’ dedim. Babam güldü. Doğrusu yine tam anlayamadım. Babam bir daha hırsızlar yaralanmasın diye bahçe duvarına ‘Dikkat köpek var’ tabelası astı. Annem de babama çok güldü. ‘Limonları bahçe duvarına yakın ektin, gelen, geçenler, çocuklar aşırsın diyerek, peki içeri giren hırsızlara ne ikram edeceksin dedi.’ Babam da, ‘o kadar da değil’ dedi. Hiç de gülmedi. Ama annemle ben çok güldük babama. Sonra kontun elini ısırdığı hırsıza ben de üzüldüm.

***
Biliyor musunuz ben buzdolabını açıp karıştırınca annem babam kızıyorlar. Ama onlar görmeden ben yine açıyorum. Geçen gün yine açtım buzdolabını, su şişesini çıkarıp başıma diktim. Böyle içmek çok hoşuma gidiyor. Ama şişe tam doluydu, ağırdı elimden düştü, kırıldı. Babamla annem telaşla geldiler. Kızdılar ama benim için de korktular. Kırık cam parçalarını topladılar. Ben de çöpe atacaklar sandım. Ama babam üç dört gazete arasına özenle sardı. Niye böyle yaptığını anlamadım. Annem anlattı. Çöp toplayan çocukları her gün görüyorlarmış. Büyük çöp bidonlarını elleriyle karıştırıyorlarmış. Eldivenleri yokmuş. Beş on lira kazanabilmek için çocuklar, gençler bu pis işi yapıyorlarmış. Bari bir de cam parçalarından elleri yaralanmasın diye, kırıkları gazeteye sarıyorlarmış. Ama bu çöp toplayan çocuklar böyle kurtulmazmış, sistemi değiştirmek lazımmış. Yine mi sistem dedim. Annem, ‘kızım baban sabırsız, sistem kapitalizm deyip çıkıyor işin içinden, ben sana anlatırım’ dedi. Bekliyorum daha anlatmadı. Babam da, ‘Marks amcanın sistemi anlatan bir kitabı çizgi roman olarak yayınlanmış, ona bir göz atalım’ dedi. Ama daha satın almadı. Parası olunca alacakmış. En iyisi siz gelin bana anlatın. Siz daha iyi bilirmişsiniz sistemi.
***
Geçen gün annemle babam televizyonda haber dinliyorlardı. Annem, ‘açılım açılım diyorlar ama cezaevlerinin kapısı açılmıyor’, dedi. Babam da ‘önce bir umutlandık, cezaevindeki insanlar da umutlandı’, sonra arkası gelmedi dedi. Sanırım sizi kastetti. Bu açılım sahteymiş, bir türlü kapıları açmıyormuş. Onun içinde siz beni görmeye gelemiyormuşsunuz. Ama ben bekliyorum. Eğer siz gelmezseniz ben geleceğim, o sisteme gününü göstereceğim. Annem de ‘bir milyon insan çocuklarıyla sokaklara dökülse bak nasıl açılır kapılar’, dedi. Ben de ‘tamam’ dedim. ‘Biz de çıkalım sokaklara mapus amcalarım, teyzelerim için’ dedim. ‘Hem arkadaşlarım da gelirler. Karya gelir, İlya gelir.’ Şimdi bekliyorum, annemle babama sorup da duruyorum, ‘mapus amcalarım, teyzelerim için ne zaman yürüyüş yapacağız’ diyorum.

Babam yoruldu. Bu kadar yeter kızım dedi. Aramızda kalsın babama söylemeyin ama bu mektubu üç günde yazdırabildim. Babam hemen yoruluyor. Halbuki annemle ben, babama ‘Süpermen’ diyoruz. Demek Süpermenler de yoruluyormuş.

Sizi çok çok öpüyorum… Öykü Okay