28 Haziran 2009 Pazar

İRAN…









”Molla rejimi, Şah Rıza Pehlevi’nin başında bulunduğu, Laik ve batı yanlısı rejime karşı sürdürülen kitlesel hareketin ürünü olarak ortaya çıktı. Şah Rıza’nın şahsında somutlaşan monarşik rejim, günlük yaşamda batı taklitçiliğinin zirveye ulaştığı ve ulusal çıkarların batıya peşkeş çekildiği dönemdir. Petrol kuyuları başta İngiltere olmak üzere batı devletlerinin enerji ihtiyacını karşılarken, İran’ın payına ise bu zenginlikten küçük bir dilim düşüyordu…”


Nadir Nadi Çelik
nadirnadicelik@hotmail.com
13 Haziran’da İran’da yapılan seçimlerin sonuclarına karşı muhalefetin sokak gösterileri biçimde ifadesini bulan ve bir haftadan fazla zamana yayılan ve sayısal olarak milyonlara varan kitlesel protestosu, ortadoğunun en eski devletinin yeni altüst oluşlara gebe olduğunu gösteriyor. En azından bunun sinyallerini veriyor. Anlaşıldığı kadarıyla seçim sonuçlarını protesto biçiminde başlıyan bu masumane kitlesel hareketin bir bütün olarak sistemi protestoya yönelmesi ihtimali iktidar sahiplerini bir hayli tedirgin ediyor.

Tedirdiginliklerinde pek te haksız oldukları söylenemez. Toplumların tarihi, sistem içinde başlayan ve giderek gelişen kitlesel protesto hareketlerinin aynı zamanda sisteme karşı radikal bir hareketin ortaya çıkması için oldukça uygun bir zemin yarattığının örnekleriyle doludur. Aksi halde, Tahran sokaklarına yayılan kitlesel hareket çıplak haliyle başlı başına sistem için ciddi bir sorun değildir.

Nitekim, hareketin görünen önderi durumunda olan Mousevi ile Ahmedinejat arasındaki mücadele iktidar blokunu oluşturan fraksiyonlar arasında ki mücadeleyle sınırlıdır. Mousevi’nin sisteme karşı alternativ bir programı sözkonusu değil. Ancak kitleler, aynı zamanda molla rejimin mimarları arasında yer alan Mousevi’ye, Mousevi’nin bile hazmedemiyecegi ya da hazmetmekte oldukça zorluk çekeceği bir misyon yükliyebilir. Böyle bir durumda protestocu kitleler Mousevi’nin kendi taleplerine cevap vermekten oldukça uzak olduğunu fark ettiklerinde, hareket kendi doğal önderlerini yaratmakla başbaşa kalabilir. Bu ise iktidar blokları arasındaki mücadelenin kapsamlı bir demokrasi mücadelesine dönüşme ihtimalinin her zaman mevcut olduğunu gösteriyor.

Yine anlaşıldığı kadarıyla seçim sonuçlarının yol açtığı protestoya katılan kitlelerin farklı talepleri olduğu görülüyor. Kitlenin genel eğiliminin baskıcı molla rejiminin demokratikleştirilmesi olduğudur.

Molla rejimi, Şah Rıza Pehlevi’nin başında bulunduğu, Laik ve batı yanlısı rejime karşı sürdürülen kitlesel hareketin ürünü olarak ortaya çıktı. Şah Rıza’nın şahsında somutlaşan monarşik rejim, günlük yaşamda batı taklitçiliğinin zirveye ulaştığı ve ulusal çıkarların batıya peşkeş çekildiği dönemdir. Petrol kuyuları başta İngiltere olmak üzere batı devletlerinin enerji ihtiyacını karşılarken, İran’ın payına ise bu zenginlikten küçük bir dilim düşüyordu. Bu küçük dilim ise savunma sanaiiyine harcanıyordu. Zengin petrol kaynaklarıyla batının enerji ihtiyacının önemli bir bölümünü karşılamakla kalmıyan monarşik rejim, aynı zamanda Batılı silah tüccarlarının en büyük müşterilerinden birisi durumundaydı. Tahmin edilebileceği gibi bu monarşik rejimi yaşayabilir halde tutmak için batı, gerekli desteği Şah Rıza’dan esirgemiyordu.

Bu dönem, doğal kaynakların batılılara peşkeş çekildiği, yoksulluğun ve baskının zirvede olduğu dönemdi. Rejime yönelik en masum bir tepkinin bile kötü ünlü istihbarat örgütü SAWAK tarafından en acımasız bir şekilde tasfiye edildiği dönemdi. Yine bu dönemin çarpıcı bir özelliği de tüm baskı ve şiddete ragmen farklı ideolojik temelde muhalif hareketin oluşumu ve yükselişiydi.

İslam, komunizm, liberalizm gibi çizgiler temelinde örgütlenen, zamanla dikkate değer birer güç haline gelen bu akımların belirgin ortak noktası, mücadelelerinin iki hedefli olmasıydı; Bir taraftan monarşik rejimin halk üzerindeki baskısına, sömürüsüne karşı mücadele ederken, diğer taraftan ise bu rejimin uluslarası destekçi güçleri olan emperyalist sisteme karşı kesin tavır almalarıydı.

Şüphesizki, çift hedefli bu mücadele hem haklı hemde meşru bir temel üzerine oturmuştu.

1970’li yılların sonuna gelindiğinde bu muhalif guruplar arasından yalnızca islamı referans alan Humeyni önderliğindeki hareket iktidarı ele geçirerek, monarşik rejimin yıkılması sürecine damgasını vurmuş oldu.

1979 yılında iktidarı ele geçirerek İran islami cumhuriyeti kuran hareketin belirgin iki özelliğinden bir tanesi, islam dininin buyruklarına göre toplumu yapılandırmaya çalışması, ikinci özelliği ise batının İran’ı yağmalama sürecine son vermesi ve ulusal çıkarları öne çıkarmasıydı.

79’dan bugüne kadar varlığını sürdüren bu rejimin mimarlarının yukarıda sıraladığım bu iki özelliğini korumakta oldukça tutarlı davrandıklarını söylemek pek mübalağa olmasa gerek. İran'da Şah Rıza rejiminin tasviyesi, batının çıkarlarına vurulmuş son 30 yılın en büyük darbesiydi.

Batının tüm entrika ve komplolarına karşı ve yine ekonomik olarak uyguladığı tüm ambargolara rağmen, islami rejim bugüne kadar ayakta kalma yeteneğini gösterdi. Ancak dış politikada 30 yıldan beri gösterilen bu yetenek iç politikada başarılı olmanın garantisi olmadığı anlaşılıyor.

Küresel çağda toplumu islam dininin buyrukları doğrultusunda biçimlendirmeye çalışmanın ne derece başarılı olabileceğini bundan sonraki gelişmeler gösterecek. Molla rejiminin, son haftalarda yükselen kitlesel protestoları, klasik bir uslupla, ''batılı devletlerin kışkırtması'' olarak lanse etmesi, bir sorunun olmadığı anlamına gelmez. Aksine iç politikada ciddi bir sorun yaşadıklarını gösterir.

-----------

Kaynak: http://www.nadirnadicelik.org/

27 Haziran 2009 Cumartesi

Kenan Evren’e Mektup


Ali Emin İleri
aliemin.ileri@gmail.com

Kenan Evren bey Yargılanacaksın!

Eyy çocuk katili faşist Kenan Evren bey, ”yargı yolu açılırsa, intihar ederim.” demişsin. Aslında iyi demişsin. Sizler gibi hem faşist, hem de çocuk katili mahluk / mahluklar , ”özgür” olmamalı, ”intihar” etmelidir. Zaten ”insani” olarak bitmiş / tükenmişsiniz. Sizler gibi, zalimlerin peşini ne yaşarken, ne de öldükten sonra bırakmayacağız. Biz insan hakları savunucusu olarak, senin gibi faşist ve zalimleri affetmeyeceyiz!

Eyy çocuk katili Kenan Evren, hesap vermelisin! Yaptıkların zalimlerin hesabını vermelisin! Vereceksin!..Senin peşini bırakmayacağız!

Kenan bey, 12 Eylül 1980’de Anadolu halklarını tehcir ve zindan ettin. Çocuk katili olman yanında, yüzlerce ve binlerce insanın canına kıydın!

Bunlar unutulur mu?

Kenan bey, cevap ver, bunlar unutulur mu?

Seni mutlaka yargılayacağız!

Yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz!

Peşinizi bırakmayacağız!...

Seni mutlaka hem çocuk katili, hem de demokrasi düşmanı olarak yargılayacağız!...

Yargılanmalısın!

Yargılanacaksın!...

26 Haziran 2009 Cuma

ÖZTİN AKGÜÇ’ÜN MİLLİYETÇİLİK TANIMI







Cumhuriyet Gazetesinde (11. 02. 2007) bir yazı okudum. Öztin Akgüç imzalı ve ”Milliyetçilik” başlığını taşıyor. Başlığı görünce, önce çok sevindim; ama daha sonra yazıyı okuyup bitirince, çok üzüldüm.

Dr. Akgüç’ün, Türkiye’de sürekli kafa karıştırılan bir kavram üzerine, ”milliyetçilik” kavramına, açıklık getireceğini düşünmüştüm. Yanılmışım.

Bakın, kendini ”solcu” olarak kabûl eden, Banka ve finans uzmanı Dr. Öztin Akgüç, yazısında ne diyor:

”Milliyetçilik, ülkenin tam bağımsızlığından yanadır.”

Hayır, tam tersidir. Milliyetçilik, ülkenin hakimi olan burjuvazinin çıkarlarını savunmak demektir. Kavram olarak, milliyetçilik, zaten burjuvazinin çıkarlarını yansıtır. Burjuvazinin derdi, ülkenin ”tam bağımsızlığı” değil, sömürü, kâr ve daha fazla kârdır. Başka bir şey değil.

”Milliyetçiler, emperyalizme, yani sömürgeciliğe karşıdır.”

Doğru değildir. Hem Nato üyeliğini savunmak, hem de ”anti-emperyalist” görünmek, sahtekârlıktır. İki yüzlülüktür. Bu birinci, noktadır.

İkincisi şu: Türkiye’de hiç bir ”milliyetçi”, Türkiye’nin iç-sömürgesi olan ezilen Kürt Ulusunun sömürgeleştirilmesine karşı değildir! Karşı olmak bir yana, Kürt, Ermeni ve diğer halklara karşı girişilen katliamların öncüleri, bunlardan oluşmaktadır. Devletin vurucu güçleri olan bu kesim, emperyalizmin de koltuk değnekleridirler. Bunlar iç-içedir. Formül açıktır: Milliyetçilk eşittir emperyalizm ve sömürge yanlısı olmak demektir.

”Milliyetçilik, ülkeye ve topluma hizmet etmektir.”

Tam tersidir. Milliyetçilik, yukarda yazdığım gibi, burjuvazinin ve emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden ve bunun propagandasını yapan bir burjuva ideolojisidir.

”Milliyetçi, ilkelerinde ödünç vermez.”

Milliyetçinin ilkeleri, yine yukarda değinildiği gibi, burjuvaziye ve emperyalizme bağımlılığın ilkeleridir.

”Milliyetçi görevini en iyi bir biçimde yerine getirmeye çalışır.”

Doğrudur. Türk burjuvazisinin ve emperyalizmin sadık hizmetçileri olan milliyetçiler, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katliamından, günümüze kadar gelen ve süren katliamlara, her gün yeni katliamlar ekleyerek, görevlerini eniyi bir şekilde yerine getiriyorlar.

”Milliyetçi onurlu ve gururlu kişidir. (………)”

Milliyetçiler, T.C tarihinde yaptıkları katliamlarla, ne kadar ”onurlu” ve ”gururlu” olduklarını gösteriyorlar.

”Gerçek (!) milliyetçi, ucuz kahramanlık peşinde değildir.”

Türkiye’de, Kürt, Ermeni, Arap, Laz, Çerkez…herkese, ”Bir Türk Dünyaya Bedel”, ”Ne Mutlu Türküm Diyene!”, Türküm, Doğruyum!”… vecizeleri, antları okutarak, ”içirerek” nasıl bir ”kahramanlık” peşinde olduklarını açıkça gösteriyor.

Evet, gerçekten yazık. Kendini solcu bir ”ekonomist” olarak kabûl eden, Dr. Öztin Akgüç, ”milliyetçilik” kavramını, sınıf içeriğinden boşaltarak, nasıl böylesi bir ”sahte” miliyetçilik tanımı yapabiliyor? Gerçekten inanmak zor.

Cumhuriyet Gazetesinde, ekonomi sayfasında yorum yazan, Dr. Öztin Akgüç, nasıl böylesi bir yazı yazabiliyor? Gerçekten inanmak güç.

Kavramları sınıf içeriğinden boşaltmak, aydın namusu ile nasıl bağdaşabiliyor?

Kendini solcu olarak ilan eden Dr. Öztin Akgüç; tarihsel olarak, ulusalcı olmayan Türkiye burjuvazisinin, sahte ulusçu söylemlerine nasıl alet olabiliyor?

Bu sorular üzerine uzun uzun düşünmek gerekir.

Eğer ekonomi uzmanımız, Dr. Akgüç, ”ağaçlara bakıp, orman nerede?” soruyorsa, bu sorular üzerinde çok daha düşünmemiz gerekiyor.

Yazık, çok yazık. Belleklerin silinmek istendiği bir zamanda yaşadığımız için, alfabeleri tekrarlamak zorundayım; kavramlara yöntemsel bakmak zorunludur. Yöntemsel bakmak, bilimsel bakmak demektir. Bunu yapamayan her insan, kendini, ezen ulus şovenizmine düşmekten kurtaramaz. Yöntemsel bakış, bilimsel bakıştır. Her bakış, sınıfsaldır. Açık ki; sınıf bakışından yoksunluk, ya da sapış, neyazık ki, Dr. Öztin Akgüç’ün savrulduğu yerdir; milliyetçiliktir. Sahte milliyetçiliğinin propogandasını yapmaktır.

İki yıl öncesinde, Atılım dergisinde, Faiz Cebiroğlu’nun, ”Devletin Koltuk Değnekleri” başlıklı bir yazısını okuduğumu hatırlıyorum. Cebiroğlu yazısında haklı olarak, ”Toplumun sınıflara bölündüğünü, buna göre iki temel sınıfın, burjuvazi ve proleteryanın olduğunu” yazıyor ve devamla, ”milliyetçilerin amacı, sınıfsal mücadeleyi örtbas etmektir. Bunu başaramayacaklardır. Bizler bıkmadan, usanmadan, ulusalcılığın, hakim olan sınıfın, burjuvazinin çıkarlarını yansıttığını, anlatacağız.” diyor ve ekliyordu:

Vatanı, insanları sevmek ayrı, ulusalcılık, ayrı şeydir.Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Yurdunu sevmenin, halka bağlılığın en yüksek biçimi, sosyalist yurtseverliktir.”

Gerçekten, katılmamak mümkün değil…

Sayın Dr. Öztin Akgüç, Cumhuriyet gazetesinde tanımını yaptığın, ”milliyetçilik” kavramı üzerine, seni tekrar düşünmeye davet ediyorum!

19 Haziran 2009 Cuma

BÜYÜK KAFALAR



Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

“Gel beraber kendimizi şu yamaçtan aşağı atalım!” “Ya olur mu Allah aşkına? Niye atalım?” “Şu dağdan, gel ikimiz atlayalım, paramparça olalım!” “Olmaz vallahi! Ne olur kendine gel!” Bir arkadaşınız size böyle bir teklifte bulunsa böylesi bir diyalog geçer aranızda değil mi? Oysa onun restini görse(ydi)niz, ne olurdu acaba? “Tamam lan! Hadi gidip kendimizi atalım! En fazla ölmüş olacağız. Hadi gidip atlayalım. Kabul anasını satayım!” Ve arkadaşınızı kolundan çekip yamaca doğru ilerleseniz, size bu teklifi eden duracaktır. “Deli misin lan? Şaka yaptım oğlum!” diyecektir. Hiç kuşkunuz olmasın aynen bunlar olacaktır. Uçurumdan aşağıya atlamayı göze almayacaktır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile devletin üst düzey yöneticilerinin uyumu nedeniyle Kürt sorununda iyi gelişmeler olacaktır şeklindeki görüşlere gelmek istiyorum. Kürt sorunu bir anayasal sorundur, gelin beraber çözelim diyen başbakana muhalefet-resmi ideolojinin temsilcileri olmaları dolayısıyla-destek vermemektedir. Şöyle bir resmi ideolojiyi bir tarafa bırakıp da taktik yaparak, destek vereceklerini açıklamaları durumunda başbakan adım atmaktan vazgeçecektir. Hoş hiçbir adım atacak hali yok ya? İşte o zaman hikâyemizdeki birlikte yamaçtan (uçurumdan) atlamak misali kimse uçurumdan atlamayacaktır. Ne var ki demokrasimizin kalitesi gereği herkes istediğini söylemektedir. Tüm boş laflardan kimse utanmamaktadır.

Hükümet ve genelkurmay Kürt sorununa PKK’yi tasfiye etmek sorunu olarak bakmaktadır. Soruna kimlik ve ulusal sorunu olarak bak(ıl)mıyor. Silahlı mücadele ile PKK’yi bitirsek Kürt sorunu da biter mantığı işletiliyor. Muhalefet hikâyemizdeki taktiği yapmadı ama nasıl olduysa Kürt sorunundan silahlı mücadele ve kan dökülmesi anlaşıldığı itiraf edildi. AKP hükümetinin Kürtlere önerdiği bir çözüm yoktur. Bugün bu, gün gibi ortadadır.

Savaşı ve kanı kutsayan düşüncelerden sıyrılıp saçmalık(lar) dünyasından çıkmak gerekmektedir. Artık şimdilerde açık ve net olarak bilinir ki, sahip olunması gerekenin bilgi ve sevgi olduğudur. Büyük kafalara gereksinim var: İçinde sevgi, insanlık ve hoşgörüyü birlikte barındıran büyük kafalar! Derin ve doğru düşünen büyük kafalar! Artık bu kafalarla karşılaşmamız gerekiyor, çağ bunu istiyor!

PKK’yi bitirmek 29’uncu isyanı bitirmek ve 30’uncuyu birkaç on yıl ötelere göndermek olarak düşünülüyor. Böylesi bir askeri çözüm kültürel ve ulusal hakları kapsamamaktadır. Böylesi bir düşünceyle Kürt sorunu çözülemez. İnsan hakkını insana vermeyen çözümler demokratik terimlerle birlikte anılmamalıdır. Kafamızdaki sürgüleri sürüp, parmaklıkları indirerek panik içinde yaşamanın da bir anlamı olmamalıdır! Kapıları ardına kadar açıp sevgi ve barış dolu duyguları içeri almak sağlık kokan damarlarımızı kabartacaktır. Derin ve doğru düşüncelerin dolu olduğu kocaman kafaların var olduğunu biliyoruz. Yaşanan zorlu günlere, düş kırıklıkları ve umutsuzluklara karşın dar kafalıkları aşan o muhteşem beyinleri bulup, santim santim ölçüp büyüklüklerini haykırmalıyız.

8 Haziran 2009 Pazartesi

ÜÇÜ BİRDEN GİTTİ[*]

Temel Demirer

“İnsanları severim, haksızlığa yumruk gibi sıkılan insanları.”[1]

Üçü birden gitti; ardı ardına…

Üçü birden gitti; hepimize onur, vicdan, mücadele, ahlâk, ısrar ve kararlılığın ne demek olduğunu bir kez daha hatırlatarak…

Honore de Balzac’ın, “Yoksulluğun hüküm sürdüğü yerde ne utanma kalır, ne suç, ne namus, ne de ruh,” diye betimlediği coğrafyamızdaki çürümenin orta yerinde Onlar; geleceğin yol gösterici muştularıydı…

Karl Marx’ın, “Bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi aynı anda olur”…

Veya V. İ. Lenin’in, “Eğer bir toplumda, devrim ve toplumsal değişim için koşullar olgunlaşmışsa, ama bu toplumsal değişimi gerçekleştirecek bir güç yoksa, o toplum için için çürümeye başlar”…

Ya da Paul Krugman’ın, “İçinde bulunduğumuz siyasi hava ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesinde gerçekten de çok belirleyici mi? Evet, siyasi kutuplaşma ve partizan yaklaşımlar ekonomik eşitsizliği daha da derinleştiriyor…”[2] saptamalarının somutlandığı günümüz Türkiye’sinde (ve elbette yerküresinde) Onlar; “haksızlığa yumruk gibi sıkılı insanlar”dılar… Bunun yanı sıra “ne”yi, “nasıl” yapacağımızın da örnekleriydiler…

Nihayet Onlar, Mayakovski’nin dizelerindekiydiler: “Siz/ ürkek çocukları/ hüznün,/ ve siz/ gökyüzünün/ mavi olduğunu unutanlar!/ Dinleyin artık/ Susun da!/ Belki de/ son/ aşkıdır/ bu/ gökyüzünün:/ Ki onulmaz yarası/ Kanar da kanar…”

AŞIK İHSANİ

Karanlıkları aydınlatma ısrarının bir diğer adı olan Aşık İhsani, Onlardan biriydi…

“Devrimci aşık geleneğinin ilk temsilcisi”ydi; 68 kuşağının “Militan Ozan”dıydı; “Türküleriyle binlere seslendi” O…

Onu “Korkuyorlar, korkacaklar, korksunlar/Geliyoruz, geleceğiz, yakındır” dizeleriyle başlayan türküsüyle hatırlıyorum… O 21 Nisan 2009 günü, 77 yaşında Diyarbakır’da toprağa verirken, hâlâ da belleğimde çınlıyor sözleri…

Üzerine yıldızların yağdığı bir isyan…

Ya da İrfan Sarı’nın dizelerinde anlattığı: “yürüdü/ tarih olan taşlar arasında/ tarih yazmak için/ sonra/ yavaşça durdu/ gözyaşından buhar çıkarcasına/ son istasyonda durmuş/ kara bir tren gibi...”

Onu 1960’lı yıllardan anımsarsınız…

Göğsüne kadar inen sakalıyla, havaya kaldırılmış sazıyla, kısa boyuna karşın görkemli bir görüntüsü vardı. Sevgilisi, yâreni Güllüşah’laydı çoğunluk sahnelerde…
Hatırlamayan var mı? “Aşık İhsani’deki heyecan, insanı şaşırtacak kadar yüksekti. İşçilerden, emekçilerden, özgürlük ve demokrasiden, sosyalizmden söz edince yerinde duramaz, heyecanlandıkça heyecanlanırdı. İlerleyen yaşına rağmen sazını eline almazdan edemezdi…”[3]

Yoksuldu, yoksullardan yanaydı…

“1961 Anayasası’yla 1962 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulur ve siyasal yelpazede köktenci bir muhalefet odağı olarak sol uçta yerini alır. O pos bıyıklı, koca sakallı, gür sesli adam da devrimcileşir, esmeye başlayan devrimci rüzgârın seslerinden biri olur. TİP toplantılarında, öğrenci mitinglerinde her zaman sahnededir.

Sorumluyum ben çağımdan/ Düz ovamdan dik dağımdan/ Sömürgeni toprağımdan/ sürene dek yazacağım...’ ya da ‘Aracının aldığı fark/ Gümbür gümbür işleyen çark/ Hırsından çatlayan toprak/ Bizim bizim hepsi bizim...’ gibi dizeleriyle kitleleri coştururdu...”[4]

Yaşar Kemal
’in, “Aşık İhsani büyük bir şairdi. Bizim edebiyatçılarımız İhsani gibi şairlere halk şairleri diyorlar. Onlar halkın şairleriydi…. İhsani’ler ülkelerin her çağda mutluluklarıdır”; İlhan Başgöz’ün, “Aşık İhsani köy kültürünün soyut aşk şiiri temasından, kent kültürünün yazılı, eleştiri kültürüne geçişin en önemli ismidir. Aşık İhsani’nin şiiri ve hayat hikâyesi toplumun 1940’lardan beri geçirdiği, iyili kötülü sosyal değişimin hikâyesidir ve öğreticidir,” diye betimlediği Onun dizelerine baktığımızda herhangi bir Anadolulu saz şairiyle değil, kelimenin tam anlamıyla bir filozofla karşı karşıya olduğumuzu görürüz. Zaten hayatı da bir derviş gibi diyar diyar gezmek, envayi türlü işleri tutmak ve çalışmakla geçmiş. Bir de Karacaoğlan misali Aşık olmakla... Gönlünü her diyarda bir güzele kaptırmakla...

Filozoftu dedik ya! İşte kanıtı: “Git efendi hançerlenmiş yaramı/ Eşeleyip tazeleme bu sıra/ Köyüm yolsuz/ ben kanunsuz yaşarım/ Utan da şu asıra bak asıra...”

SEVİM ONURSAL


O; Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin ‘Sevim Abla’sıydı…

1971 başlarına kadar Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi olan Sevim Onursal Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) militanları Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve arkadaşlarını İş Bankası, Ankara Emek şubesi kasasını kamulaştırmalarının ardından Kavaklıdere’deki evinde sakladığı gerekçesiyle, sıkıyönetim askeri mahkemesinde yargılanmış ve mahkûm edilmişti.

Bir yayınevinde grafiker olarak çalışan Sevim Onursal, 1971 Ocak ayında Emek İş Bankası Şubesi soygununa adları karışan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, İbrahim Seven, Necmettin Baca, İrfan Uçar ve Kor Koçalak’ı evinde saklamıştı. Bu durum eve tesadüfen gelen icra memuru, avukat ve bir polisin rehin alınmasıyla ortaya çıktı. Onursal ve arkadaşları evden ayrılarak kayıplara karıştı. Olaydan sekiz gün sonra Onursal savcılığa giderek teslim oldu.

Tarih 17 Ocak 1971 Pazar. Saat 18.00. Ankara Adliyesi’nin koridorunda siyah uzun kürklü palto üzerine beyaz bir atkı atmış bir kadın, dönemin nöbetçi savcısı İrfan Atca’nın odasına girer, karşısına oturur ve bir sigara ister. Resmi binada sigara içilemeyeceği konusunda kadını önce azarlayan savcı, “Ben Sevim Onursal” sözleri üzerine, “O hâlde içebilirsiniz” diyerek bir sigara uzatır. Adliye bu gelişme üzerine bir anda karışır. Savcı Nusret Demiral evinden çağrılır, emniyet müdürleri adliyeye gelir. Ertesi gün bütün gazetelerin manşetlerinde; Sevim Onursal’ın teslim olduğu haberine yer verilir.

Bugün Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam edilmelerinin üzerinden 31 yıl geçti. 6 Mayıs 1972’den bu yana sayısız belge, bilgi ve arşiv yayımlandı. Döneme tanıklık edenler; belgelerle, fotoğraflarla yazdı, çizdi, anlattı. Biri hariç: Sevim Onursal... O, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yargılandığı THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasında yargılandı. İki yıl hapis yattı, hiç konuşmadı.

Kızı Berrin,
Cezaevine götürdüğümüz her çiçeği nasıl tuvallere özenle taşıdıysa geçmişini de aynı özenle taşıyor” sözleriyle anlatıyor annesini.

Arkadaşı Şencan Yelken de “Her zaman her yerdedir. Bir gün rock konserinde, bir gün 1 Mayıs kutlamalarında” diyor.

Sevim Onursal, Gezmiş ve arkadaşlarının hikâyesini sinemaya taşıyan Reis Çelik’in “doğru dürüst kadın rolü’ yoktu yakınmasına inat, evinin her bir köşesine sinen geçmişiyle nasıl bir rolü olduğunu anlatacak gibi duruyor... [5]

O; Türkiye sosyalist ve devrimci hareketinin ‘Sevim Abla’sı; buydu…

1926 Yılında doğan Sevim Onursal, 60’lı yılların başlarında TİP içerisinde yer almış ve daha sonra Sinan Cemgil’le birlikte THKO saflarına katılmıştı. Hapishaneden çıktıktan sonra da devrimcileri hep destekleyen “Sevim Abla”nın, üç çocuğu vardı.

İlk, orta ve lise öğrenimini İstanbul’da yapan Onursal, 1945-1950 arası İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrenci ve 1950’den sonra da Ankara’da Refik Epikman’ın öğrencisi oldu. 1962 ve 1965’de Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi karma sergilerine katıldı. 1965-1967 arası Ankara Amerikan Haberler Merkezi sanat danışmanlığı ve sergi organizatörlüğü yaptı. 1967’de Stüdyo İn grafik stüdyosunu kurdu. 1967-1972 arası çeşitli grafik tasarım, dergi, kitapkapak düzenlemeleri, afiş ve dekor çalışmaları yaptı.

Sevim Onursal son yıllarını, yalnız yaşadığı evinde düşerek uğradığı ağır bir beyin sarsıntısının ardından gelen felçle geçirmişti. Yakınları bedensel yetilerini giderek yitirmekte olan ‘Sevim Abla’nın en mutlu anının 6-31 Mayıs 2006 arasında onun adına açılan kendi eserlerinden oluşan retrospektif sergisi ‘Denizler’in Anısına’ya tekerlekli sandalyeyle de olsa katılabilmek olduğunu anlattılar.

Sevim Onursal,
Çengelköy mezarlığında ailesinin, dostlarının düzenlediği törenle toprağa verildi.

Onursal’ın mezarı başında konuşan kızı Berrin Alkaner, annesinin kendisine öldüğünde mezarı başında “üç cümleden fazla konuşmasını” yasakladığını anımsatarak, “Annem çok konuşmayı ve boş konuşmayı sevmezdi. Onu uzun bir yolculuğa çıkarıyoruz, içimizden geldiği gibi uğurlayacağız” dedi.

“Onun hepimizde hakkı var, ödeyemeyiz” diyen Mahir Sayın ise, Sevim Onursal’ın “İnsan sevgisiyle dolu bir yüreği” olduğunu vurgulayarak, “Kötü insan yoktur derdi, kimi zaman tartışırdık, ‘o kadar da değil’ Sevim Abla diye. Ama o ısrarlıydı, insanlara ve insanlığa inanmakta” diye konuştu.

Dualar ve ayinler olmaksızın yaşarken inandığı gibi toprağa verildi Onursal… Bir sosyalist gibi…

Yoldaşları, dostları Sevim Ablayı devrimci harekete olan katkıları, birbirinden güzel tabloları ve özellikle de onun “kötü insan yoktur” iyimserliğiyle hep hatırlayacak ve yaşatacaklardır kuşkusuz…

ŞİRİN CEMGİL


Sönmez Targan’ın deyişiyle, “O bize ağlamayı değil, savaşmayı öğretti.”

“Şirin 1960’ların devrimci öğrenci kızlarından biriydi; ama güçlü, korkusuz, güvenilir olanlarından biri... Yere sağlam basıyordu ayaklarını. Kendine güveni kuşkusuzdu ve tehditler karşısında gözünü bile kırpmayacağı apaçıktı,” derken Arif Şentek; Atilla Keskin de ekliyor:

“Türkiye İşçi Partisi’nin Çankaya ilçesinde delişmen, ateşli, hiç bir konuda erkeklerden geri kalmayan bir kadın yoldaşımızdı Şirin.

Sonra kendisinden hiç geri kalmayan yoldaşımız Sinan’la evlendi. Deli fişek, ‘kırk atlı akınlarda çocuklar gibi şen olduğumuz’ günlerdi. Doyasıya yapardık her yaptığımızı. Mitinglerde, seminerlerde, gecekondu gezilerinde, daha hakça bir düzen, daha insanca bir yaşam için kavga verirdik.
Kavgadan arta kalan zamanlarda hep türküler çığırırdı Şirin bize. O içli, dinleyenleri alıp, umutlarına, sevdalarına, acılarına, sevinçlerine götüren türküler...Bir kez küçücük evlerinde, Ruhi Su ile birlikte çalıp söyledikleri saatleri paylaşmak zevkini yaşamıştım.

Sonra acıları, genç yüreklerimize sığdıramadığımız kocaman acıları yaşadık ayrı mekanlarda.
Dağda, Nurhak’larda yitirmişti koca sevdasını Sinan’ını.
Beş sene sonra cezaevinden çıkıp, kendisini ziyarete gittiğimde artık türküleri ağıtlara dönüşmüştü. Sabaha kadar ağıtlar okudu. Sabaha kadar ağladık yitirdiklerimiz için doya doya...”

Evet (“Nurhak sana güneş doğmaz... Uçan kuşlar yuva kurmaz,” deyişindeki üzere!) Sinan, Kadir, Alpaslan Nurhak’ta öldürüldüğünde “Takvim 31 Mayıs 1971’de dondu… 31 Mayıs 1971 Pazartesi günü, radyonun 13.00 haberlerinde peş peşe iki haber yayımlanmıştı. Birinci haberde, Adıyaman’ın Gölbaşı ilçesi İnekli Köyü’nde jandarmalarla girdiği çarpışma sonucu ODTÜ öğrencisi Sinan Cemgil ile Alpaslan Özdoğan ve Erzurum Atatürk Üniversitesi öğrencisi Kadir Manga’nın öldürüldüğü, Mustafa Yalçıner’in yaralı, Hacı Tonak’ın da sağ yakalandığı açıklanır. İkinci haberde de Cihan Alptekin ve Tayfur Cinemre adlı gençlerin Tekirdağ’da jandarma tarafından yakalandığı açıklanır.

Turhan Feyizoğlu’nun ‘Nurhak Dağlarından Sonsuzluğa’ adlı kitabında Denizli’nin Buldan ilçesinde oturan Yazıcıoğlu ailesi damatlarının öldürüldüğünü duyunca yıkıldığını anlatır. ‘Çok sevdikleri Sinan’ın duvarda asılı duran fotoğrafına bakarak ağlayan Yazıcıoğlu ailesi, duvarda asılı olan takvimin yaprağını o günden sonra koparmaz. Takvim 31 Mayıs 1971 tarihinden itibaren koparılmamış olarak hâlen duvarda asılı durmaktadır.’

Cemgil ailesi de oğullarının öldürüldüğünü radyodan duyar. Adnan Cemgil, Nazife Cemgil ve aile dostları Orhan İyiler Sinan’ın cenazesini almak için Gölbaşı’na gider. Emekli albay olarak ordudan ayrılan ve o sıralar Sinanları yakalamakla görevli bir subay olan Yılmaz Erkekoğlu daha sonra yazdığı ‘Nurhak Ey Nurhak’ adlı kitabında o günü objektifliğiyle anlatır:

‘Geldiler!.. Evraklar imzalandı, başsağlığı dilendi. Cenazeler teslim edildi. Baba Adnan Cemgil, şu konuşmayı yaptı:

Ben varlıklı bir aileden geliyorum. Öğretmenim. Ekonomik durumum oldukça iyi. Oğlumu en iyi şekilde yetiştirdim. En iyi okullarda okuttum. Ülkenin en güzide üniversitesi ODTÜ’de okuyordu. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Ölmese yüksek mühendis çıkacak ve o da varlıklı bir hayat yaşayacaktı. Fakat o sizin iyiliğiniz için öldü. Bunu bilesiniz diye söylüyorum.’

Köylülere baktım. Adnan hocanın sözü bitince başlarını öne eğdiler.’

Sinan’ın babası Adnan ve annesi Nazife de sosyalist mücadelenin içinden geliyordu. Yaşamları boyunca inançlarının bedelini ödemişlerdi. Sinan’ın yoldaşı Atilla Keskin’in anlattığına göre bir gün Sinanların Göztepe’deki evlerine gidiyorlarmış. Apartmanların arasında kalmış, beton bloklara direnen bir köşkü görünce ‘Şuna bak’ demiş, ‘Nasıl da direniyor’. Sinan gülmüş: ‘O bizim ev. Zaten bizim aile de direnmeyi çok sever’…”[6]

Şirin de Sinan gibi, Sinan da Şirin gibi direngendi… Birbirlerine hep yakıştılar; ve nihayetinde de kavuştular…

Mezarı başında “Hayatta aslında her şeyimi ve ne yaptıysam ona borçluyum” diyen Taylan, annesinin ömrü boyunca fikirlerine sadık ve ödünsüz yaşadığını söyleyerek, tamamlamaya vakit bulamadığı yarım kalmış anı kitabını hazırlamasının, artık kendisi için bir görev olduğu belirtip, annesinin kararlı ve sevgi dolu, fikirlerinden taviz vermeyen ve nasıl düşünüyorsa öyle yaşamaya çalışan bir kadın olduğunu anlattı...

Ertuğrul Kürkçü ise, o dönem sosyalist hareketin içinde kadın bir militan olarak öne çıkmanın zorluğunu vurguladı. Şirin Cemgil’in inatçılığı ve mücadeleciliğinin yanı sıra, kadife sesinin etkili güzelliği ve eylemlerde söylediği türkülere ve Ruhi Su Dostlar Korosu’nda çalışmalarına değindi…
Sevim Tarı-Belli, “Bir yiğit kadınımızı daha yitirdik” derken; Su Apaydın da ekledi: “Şirin proleterya aydını bir kadın, bir anneydi…”

Ve nihayet bu topraklarda yetişmiş nice kadın var, güçlü, mücadeleci, “gelecek güzel günlere inanmış” ve onun için yaptıkları, yapmayı göze alacakları, öyle her babayiğidin kolayca göze alabileceği şeyler değildi; Metin Çulhaoğlu’nun, “Gençlik yıllarımda hep korktuğum ve ‘her an fırça atma’ modunda gördüğüm nadir kadınlardandı,” diye betimlediği Şirin Cemgil’in “suretine”, Rakel Dink’e yazdığı mektupta da görmek mümkündü.

“SONUÇ YERİNE”

Onlar; biz ardı ardına bırakıp giden üç kişi…
Onlar’a “sonuç” yazılmaz! Onlar sonsuzluktur…

Publius Terentius Afer’in, “Bir insanım, insanlıkla ilgili hiçbir şey bana yabancı değil”; Marcus Aurelius’un, “Kovan için gerekli olmayan arı için de gerekli değildir”; F. Dostoyevski’nin, “Bir ağacın önünden, onu sevmeden, onun var oluşundan mutluluk duymadan geçilebileceğini aklımız almaz,” sözlerini doğrulayan Onların yaşamı bizlere sonsuzluğu ve Edip Cansever’in şu dizelerini anımsatır:

“Ölü mü denir şimdi onlara/ Durmuş kalbleri çoktan/ Ölü mü denir şimdi onlara/ Kımıldamıyor gözbebekleri/ Ölü mü denir peki/ En büyük limanlara demirlemiş/ En büyük gemiler gibi/ Kımıldamıyor gözbebekleri/ Ölü mü denir şimdi onlara./… /

Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret/ Unutulsun bu alışılmış duyarlık/ O kadar sade, o kadar kalabalık ki/ Unutulmaya değer onların insan gövdeleri/ Ve unutulmalı mutlaka/ Dolsunlar diye yüreklere/Dolsunlar damarlara./ Ölü mü denir/ Ölü mü denir şimdi onlara.”

---------------------------

N O T L A R
[*] Esmer, No:52/6, Haziran 2009…
[1] Hasan Hüseyin Korkmazgil.
[2] Paul Krugman, Bir Liberalin Vicdanı, Çev: Neşenur Domaniç, Literatür Yay., 2009.
[3] Ender İrmek, “Aşık İhsani’nin Ardından”, Evrensel, 25 Nisan 2009, s.6.
[4] Deniz Kavukçuoğlu, “O Pos Bıyıklı, Koca Sakallı, Gür Sesli Adam”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2009, s.17.
[5] Belma Akçura, “Bir Ömür Mücadele Etti, Hiç Konuşmadı”, Milliyet, 6 Mayıs 2003.
[6] Celal Başlangıç, “Nurhak’ta Güneş Batmaz”, Radikal, 6 Haziran 2005.