24 Aralık 2011 Cumartesi

Ermeni sempozyumu panelistlerinden Adil Okay ile söyleşi(*)



Adil Okay
adilokay@hotmail.fr


Y.D.İ. Çağrı: 24−25 Nisan’da Ankara’da gerçekleştirilen “Öncesi ve Sonrasıyla 1915: İnkâr ve Yüzleşme” başlıklı sempozyum sona erdi. 95 Yıllık bir yasak delindi. Bir ilk gerçekleşti. Siz de Baskın Oran, Mahir Sayın ve Sibel Özbudun’la aynı panelde konuşmacıydınız. Ayrıca sizin yazdığınız ve Merhaba Sanat Tiyatrosu tarafından sahneye konulan oyunun Hrant Dink bölümü sinevizyon olarak gösterildi. Kutluyoruz. Konuşmanızda ‘soykırım meselesi’ne dolaylı olarak değindiniz. Çağrı okuyucuları için ‘soykırım’ konusundaki düşüncelerinizi açar mısınız?


Adil Okay: Konu sadece bir kelime değil. Konu insanlık trajedisi. Biz, 12 Eylül dönemini ‘mikro soykırım’ olarak tanımlarken, Başbakan Erdoğan İsrail’in Gazze’de yaptığı katliamları soykırıma benzetirken, 1995’te Srebrenica’da çoğunluğu çocuk 8 bin kadar Boşnak’ın katledilmesi kimileri tarafından soykırım sayılırken, yüz binlerce sivil Ermeni’ye karşı yapılan, insan aklının anlamakta, kabul etmekte zorluk çektiği katliamlara neden soykırım demiyorduk. Bunun sorgulanması gerekmekte demiştim. Bu yaşananlara karşılıklı katliam da denilemezdi. Zira güçler arasında eşitlik yoktu. Bırakınız eşitliği, yer yer baş kaldıran Ermeniler yenilmiş ve silahsızlandırılmışlardı. Sonuçta savunmasız, çocuk, kadın ayırmadan sivil halk katledildi. Dikkatinizi çekerim, Osmanlı döneminde bu yapılanlar kabul edilmişken, katledilen Ermeni sayısı 800 bin olarak verilirken, cumhuriyet Türkiye’sinde sayı 300 bine düşürüldü. Kaldı ki 300 bin olsa 30 bin olsa bu ne kadar mazur görülebilir.

- Neden cumhuriyet bu konuda Osmanlı’dan daha geriye gitti?


Adil Okay: Aslında Cumhuriyet de Osmanlının devamıdır. Aradan geçen 95 yılda sağ kalan tanıkların hemen hepsi öldüğü için yeni nesli aldatabiliyorlar. Tanık derken sadece Ermeni tanıktan söz etmiyorum. Bundan 20−25 yıl önce her ailenin yaşı ferdi, Türk, Kürt, Arap bu katliamlara şu veya bu biçimde tanıktı.

-Tanıklar hayatını kaybetti diyorsunuz. Peki resmi arşivler. Tanıklarla söyleşiler. Belgeler. Onlar nasıl yok sayılıyor?

Adil Okay: Aslında yok sayılamıyor. Ama basına verilmiyor, burjuva basını yok sayıyor. Malum radikal sol basın geniş halk kitleleri tarafından okunmuyor. Hatta Mustafa kemal 1 ağustos 1926 da Los Angeles Examiner’e verdiği röportajda tehcirde yapılan kırım ve failleri hakkında şunları söylemiştir. “Milyonlarca Hıristiyan uyruğumuzun acımasızca kitleler halinde evlerinden sürülüp katledilmesinden sorumlu tutulması gereken bu eski Jöntürk fırkasının artıkları…” Keza, 1918−1920 yıllarında İstanbul’da yayınlanan ‘Alemdar’, ‘Tasfir−i Efkâr’ ve ‘İstiklal’ gazetelerinde yayınlanan yazı ve haberler, Ermenilere karşı uygulanan kırımın itiraflardır. 1919 yılında İstanbul Alemdar gazetesinde, dört bölüm halinde yayınlanan Çerkez Hasan Bey’in makaleleri, kanıtlar arasında sayılır.

- Peki, Osmanlı’da Ermenilere karşı hoşgörü daha fazlaydı savına ne diyorsunuz?

Adil Okay: Siz bakmayın o, ‘Osmanlı’da 1915’e kadar var olan hoşgörü, cumhuriyet Türkiye’sinden çok daha iyiydi, Osmanlı’da Gayrı Müslimler parlamentoya giriyor, üst düzey bürokrat oluyorlardı’, safsatalarına. Bunların tümü görecelidir. Osmanlı döneminde merkez bankası müdürü belki Ermeni kökenli olabiliyordu, mecliste bir dönem Ermeni mebuslar vardı, el üstünde tutulan kaymak tabaka Ermeni tüccarlar, mimarlar, sanatçılar vardı ama Osmanlı’da da gayrimüslim ahali (dolayısıyla Ermeniler) özel türden baskılara maruz kalıyordu. Örneğin: “Hıristiyanlar, ibadetlerini Müslümanları rahatsız etmeyecek şekilde yapmak zorundaydılar. Ayrıca ata binmeleri, silah taşımaları, bir Müslüman ile karşılaştıkları zaman kaldırımda yürümeleri yasaktı. Hamamlarda takunya giymeleri yasaktı. Peştamallarına çıngırak takmaları gerekiyordu. Müslümanların evlerinden daha yüksek ev yapmaları yasaktı. Evlerin, Müslüman mahallelere bakan taraflarına pencere yapmaları yasaktı. Ermenice konuşmak ve öğrenmek yasaklanmıştı. Ve benzeri.

- Cumhuriyet Türkiyesinde de benzeri uygulamalar yok mu?


Adil Okay: Var tabi. Zaten resmi ideoloji aynı. Ancienne rejimden köklü bir kopuş da yok. Kemalizm her dönem egemenler için bir ideolojik kılıf olmuştur. Birkaç örnek vereyim. Tabi ne yazık ki her örnek, yüreğimizi dağlayan, trajik bir örnek oluyor. Ancak yeni nesil gerçekleri öğrensin diye tekrarlamak zorundayız. Örneğin: 1915’te korkunç işkencelere maruz kalan ve baş eğmeden ölmek isteyen bazı Ermenilerin, Osmanlı cezaevlerinde kendilerini yaktığını, 1982 Yılında da Cumhuriyet Türkiyesinde Kürt tutsakların, dayanılmaz fiziki ve psikolojik işkenceye baş eğmemek için Diyarbakır cezaevinde kendilerini yakması. Osmanlı zindanlarında, “şahadet getirin, padişahımız çok yaşa deyin”, diye işkence yapan ittihatçı artıklarının, 12 Eylül 1980’den sonra da tutsak devrimcilere zorla İstiklal marşı söyletmeye, onuncu yıl marşını ezberletmeye çalışması. Aynı katiller örgütünün, 12 Eylül faşist darbesinden sonra bir milyon insanı zindanlara doldurup, 17 yaşındaki delikanlıları asması, çoğunluğu Kürt kökenli 17 bin insanın katledilmesi ve adlarına ‘fail−i meçhul’ denmesi… Bunlar teşkilat−ı mahsusa’nın kapatılmadığını ad değiştirerek faaliyetlerine devam ettiğini göstermiyor mu?

Bir örnek daha vereyim: İttihatçılar, Haziran 1915 de Sosyal Demokrat Hınçak partisi yöneticilerini evlerinden toplamış, Askeri Mahkemede bir günde idama mahkum etmiş, başta PARAMAZ (Madteos Sarkisyan) olmak üzere içlerinden 20 yöneticiyi Beyazıt Meydanı'nda idam etmişlerdi. Paramaz idam sehpasında: "Siz yalnız bizim vücudumuzu ortadan kaldırabilirsiniz, bizim ideallerimizi asla, ideallerimiz sosyalizmdir..." diye slogan atmıştı. Aynı ittihatçı artıklarının, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinden sonra onlarca Türkiyeli devrimciyi idama yolladığını, Türkiyeli devrimcilerin de İdama giderken Paramaz gibi ‘yaşasın sosyalizm ve halkların kardeşliği’ sloganları atmışlardır. Osmanlı döneminde Ermenice konuşmayı yasaklayan zihniyetin, cumhuriyet Türkiye’sinde de Kürtçeyi yasakladığını, Kürt annelerin tutsak çocuklarıyla Kürtçe konuşmasına yasak getirildiğini, Kürtçe bir kelime hatta harf kullanmanın hapis cezası öngördüğünü unutmadık.

- Son olarak ne söylemek istersiniz?

Adil Okay: Türk devleti, 1915’te Ermeni tehciri ve kırımı, 1920 ve 1930’larda Kürtlere yönelik katliamlar üzerine inşa edilmiştir. 1915’ten 6−7 Eylüle, 12 Marttan, 12 Eylüle, Susurluktan Ergenekona kadar aynı zihniyetin ve çetelerin dolaylı dolaysız iktidarı sürmüştür. Bu gerçekleri bilmeden, kabul etmeden yüzleşmeyi ve yargılamayı 1915’e kadar götürmeden 12 Eylül’le de hesaplaşamayız.

-Ne yapılabilir?


Adil Okay: Ermeni Sorunu, toplumsal, tarihi bir sorun olması yanında; “Tarihle yüzleşmenin ‘olmazsa olmaz’ iki şartı olarak özür dileme ve tazmin etme”yi de içeren politik bir meseledir. Dolayısıyla, Hrant Dink’in de altını çizdiği gibi, geçmişle hesaplaşmak, kapanmayan ve hala kanayan yaraların sağaltılması için önce resmi olarak özür dileyip diğer adımları atmak gerekmektedir.

---------------

(*)“Yeni Dünya İçin Çağrı” dergisinin benimle yaptığı eski bir söyleşiyi Ermeni meselesi güncel olduğu için yeniden paylaşıyorum. A.O.


http://www.ydicagri.org/Sayilar/145/adil_okay_soylesi.html

20 Aralık 2011 Salı

Aleviler, Cumhuriyet Ve Atatürk



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Alevilik, cumhuriyet ve Atatürk ile ilgili yapılan en ufak bir eleştiriyi içine sindiremeyen bazı kişilerin; “Atatürk ve Cumhuriyeti yıkmak, ülkeyi kardeş kavgasına sürüklemek...”(1) paronası içinde olduklarını görüyorum.

“Cumhuriyeti ve Atatürk’ü koruma / kollama” gerekçesiyle insanları baskı altında tutmak, kendine benzetemeyenleri de öldürmek için yeraltında-üstünde kurulan gizli güçler tarafından korunan bir rejimin sadece adının “cumhuriyet” olması militarizmden başka hiç bir anlam taşımaz.

“İran nasıl bir ‘şii molla cumhuriyeti’ ise, TC de kuruluşundan bu yana laik ve demokratik olmayan ‘Sünni bir Cumhuriyettir’..”(3)

Osmanlı rejimi Alevileri sürekli katletmesi ve “1924’te Hilafet kaldırılınca, laiklik geldi Sünni baskısı bitti”(2) gerekçesiyle Alevilerin çoğunluğu Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin yanında yer almaları bence bir gereklilikti. “Hastaya çorba, mazluma tutunacak dal sorulmaz” deyimi bu durumu net ifade ettiğini düşünüyorum.

Dersim’de katliam yapan militarist cumhuriyet rejimi katliamcılarına karşı direnen Seyit Rıza’yı ve arkadaşlarını idam eden zihniyet ne ise, Diyarbakır zindanında işkencecileri ve baskıları protesto etmek için bedenini ateşe veren Mazlum Doğan’ı ölüme gönderen güç de aynıdır.

19 Aralık 2000 yılında yani 11 yıl önce cezaevlerinde “Hayata Dönüş” adı altında tutsaklara yapılan katliam ile 33 yıl önce (19-24 Aralık) tarihlerinde yapılan Maraş katliamı ve devamı Sivas, Çorum… Katliamlarının yapılması da bu sahte “cumhuriyet”in eserlerindendir.

Amacım Mustafa Kemal düşmanlığı yapmak değildir. Her ülke kendi tarihlerine göre bir kurucu lider yaratmıştır. Tam tersine Var olan Cumhuriyet’i demokratikleştirmek suretiyle Mustafa Kemal üzerinden (sevabıyla-günahıyla) ortak paydalarda bir uzlaşma sağlanabilir. Bu konu postalcılar ile takunyacılara bırakılamayacak kadar hassastır.

“Atatürk çok büyük adamdır, bu kesin. Ama ulus-devlet adına çok tatsız işler de yaptı ve bunların örtülmek istenmesi Atatürk’ü putlaştırmaktır, insanlıktan çıkarmaktır. Marifet, Atatürk’ün anısını, 21. yy. “Muasır Medeniyet”ini alarak yüceltmektir. Dersim’in verdiği en büyük ders galiba budur.”(4)

Militarist sistemlerde hiç bir zaman modernleşme olamaz, ancak demokratik rejimlerde modernleşme olabilir. O nedenle, gerçek demokratik bir cumhuriyetin temelini atmak suretiyle demokrasi mücadelemizde önemli bir adım olacağını düşünüyorum.

19.12.2011

-------------

NOTLAR: (1) – Peyikçi Mail Gurubundan gelen mesaj
(2) – Prof. Baskın Oran
(3) - F. Acar / Gomanweb
(4) – Baskın Oran / 27.11.2011 / Gomanweb)

-----------
Web sitehttp://www.gomanweb.net/

ANAYASA NASIL HAZIRLANIR?



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

Partim, Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’nin düzenlediği ‘ANAYASA NASIL HAZILANIR?’ konulu söyleşide konuştum. Cemil Çiçek’in meclis dışındaki siyasi partilere göndererek; görüş ve önerilerimizi iletmemizi istediği mektubuna, yaptığım konuşma bir anlamda açık mektup niteliğinde bir yanıttı. Ayrıca; partimizin basın açıklamasını kısaca basına da sunduk.

Partimizin ta başından beri Anayasa ile ilgili düşünceleri çok açıktır. Bu meclisin hem anayasa hazırlayamayacağı görüşündeyiz hem de mecliste grubu bulunan partiler bir uzlaşıya varsalar bile, bu uzlaşı ile geniş emekçi yığınlarının ne iradeleri yansımış ne de isteklerine yanıt verilmiş olacaktır. Ortada Recep Tayyip Erdoğan iktidarının halk yığınlarından sakladığı koskocaman bir yalan vardır. AKP iktidarının sözcüleri her ağızlarını açtıklarında “ileri” demokrasiyi amaçlayan bir anayasa hazırlamak istediklerini dile getirseler de, gerçek hiçbir zaman bu değildir. Gerçek; uluslararası sermaye güçlerinin Bay Tayyip ve iktidarından kendi çıkarlarının öne alındığı bir anayasa hazırlanmasıdır. Bu yüzden de bu anayasa hazırlığını doğru anlamalı ve cepheden karşı çıkmalıyız. Bugün mecliste temsil edilen partilerin ise demokrasicilik oyunu içinde olmalarını ise asla içimize sindirmemeli, AKP iktidarından uluslararası sermaye güçlerinin istediği anayasayı çıkarmasına siyaseten toplumsal gücümüzü örgütleyerek ve ortaya koyarak karşı çıkmalıyız.

Meclis Başkanı Cemil Çiçek, sözümona demokratlık görüntüsü altında kapitalist-emperyalist sisteme karşı çıkan sol kesimleri “…anayasa ile ilgili görüş ve önerilerinizi 31 Aralık 2011 tarihine kadar ilgili komisyona iletiniz” diyerek oyunun içine çekmek istemektedir. Bu oyuna gelenler; anayasa ile ilgili engin bilgilerini ilgili komisyona sunabilir, komisyonu çağdaş birikimlerinden mahrum bırakmayarak görevlerini yapabilirler. Ya da meşrutiyeti olmayan işbirlikçilere meşrutiyet kazandırmak için koşa koşa Cemil Çiçek’in isteğini yerine getirebilirler. Ancak bizim partimiz 1974 yılında kurulmuş köklü sosyalist bir partidir. Egemen güçlerin oyununa gelmeyecek kadar da birikimli ve deney sahibidir. Bu yüzden meclis dışında siyasi parti, sendika, dernek, kurum kuruluş ve kişileri bu oyuna gelmemeye davet etmektedir. Yarın bu anayasa kabul edilse ki, bu anayasa asla demokratik hak ve özgürlükleri gözeten bir anayasa olmayacağı gibi, yaşamın her alanında eşitliği ortadan kaldıran, emperyalizmin dayattığı bir anayasa olarak karşımıza çıkacaktır. İşte o zaman Bay Tayyip gibiler çıkacak ve toplumun her kesiminin bu anayasanın hazırlanmasında iradesi yansımıştır yalanını dön döne hem de örnekleriyle kullanacaktır. İlgili anayasa komisyonuna sunulacak olan görüş ve öneriler bir ibret belgesi olarak meclisin tozlu dosyaları arasından yerlerini alacaklar ama asla bu önerilerden yararlanılmayacaktır. Bu yüzden TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in mektubu bir tuzaktır, bu tuzağa düşmek ise aymazlığın ta kendisidir.

Bu gerçekler ışığında partimiz ilerici, devrimci ve sosyalist kesimlere çağrıda bulunarak bu oyunun bozulmasını istemektedir. Partimiz görüşleri ışığında ilerci, devrimci ve sosyalist kesimlere bir çağrıda bulunacak, bu oyunun hep birlikte bozulması için üstüne düşeni yapacaktır. TÜRKİYE SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ’Nİ tanıyanlar bilir. Partimiz aynı uyanıklılıkla 12 Eylül anayasası olan 1982 Anayasası’na da var gücüyle karşı çıkmış, o dönemde pek çok üyesi illegal çalışma yürütmekten tutuklanıp işkenceden geçirilip cezaevlerine doldurulmuştu. O dönemde kararlılıkla iradesini gösteren bir parti hiç kuşku yok ki, bu dönemde de oynanmak istenen oyunu bozmak için dik duruşunu dost düşman herkese kanıtlayacaktır.

12 Eylül 2011 referandumu ile 25 Anayasa maddesinin değişikliği sonrasında yaşadıklarımız yeni anayasa hazırlığı sonucunda ortaya konulacak olana Anayasa ile ilgili nelerin olacağı, nelerin olmayacağı konusunda bize gerekli bilgiler vermiş olmalıdır. Bununla birlikte ortada olan her türlü nesnel koşullara karşın küçük burjuva bilgiçliğine soyunarak uluslararası sermayenin işbirlikçilerine akıl satmaya kalkacak olanlarla arımızdaki çizgi bilinmelidir ki Çin Seddi ile ayrılmıştır. Siyaseten, ekonomik ve askeri olarak ülkemizi ve bölgemizi ateşin içine atmaya hazır bir iktidardan demokratik hak ve özgürlüklerin korunduğu bir anayasa beklemek emperyalist/kapitalist dünyayı da onun işbirlikçisi AKP iktidarını da hiç mi hiç tanımamaktır.

Sonuç olarak hiçbir kurucu işlevi olmayan bu meclisin, 12 Eylül anayasasından daha ileri bir anayasa çıkarabileceğini beklemek koskoca bir hayaldır. 12 Eylül 2011 anayasa değişikliği ile birlikte yargıyı bu hale getirenlerin muradı kimsenin kuşkusu olmasın ki burada kalmayacaktır. Onlar karanlık amaçlarını adım adım gerçekleştirmek için bu kez de sahneye bu oyunu koymuşlardır.

Ya figüran olacaksınız ya da dik duruş sergileyerek her türlü alicengiz oyunlarını boşa çıkarıp işçilerden, emekçilerden yana bir tutum alacaksınız.

SEÇİM SİZİN!
SEÇİM HEPİMİZİN!


------------

TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:

http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm

TSİP WEB SİTESİ:  http://www.tsip1974.com/

10 Aralık 2011 Cumartesi

HERKESİ İÇERİYE Mİ ATACAKSINIZ?



 TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)‏


Politikacıları, öğrencileri, gazetecileri, yazarları, bilim insanlarını, askerleri, say sayabildiğin kadar kim ki AKP iktidarının işine gelmiyor onlar bir sabah bir şafak operasyonu ile içeriye yollanıyor. Aydınlık Gazetesi İmtiyaz sahibi Mehmet Sabuncu ve öteki gözaltına alınanlar tutuklanma isteği ile isteği ile yargıç önüne gönderildiler sonra da salıverildiler. Madem tutuklanmalarını gerektiren bir durum yok idiyse bu apar topar operasyon niye yapılmaktadır da adı geçen kişiler davetiye çıkarılarak sorguya çağrılmamaktadırlar? Böylesi bir operasyonla gözdağı mı verilmek istenmektedir? Yargının olağan yolu izlemesi gerekirken gözü bu kadar mı dönmüştür de yargı kuralları hiçe sayılarak benzeri operasyonlardan bir türlü dönülememektedir?

Uzun süredir görevli olarak yurtdışında bulunan biri dönüp gelir ve Silivri mahkemesine başvurup, “beni arıyormuşsunuz ifade vermeye geldim” derse tutuklanır, tutuklanma gerekçesine nasıl olmaktadır da “kaçma şüphesi” gerekçe gösterilebir? Hopa’da başbakanı protesto eden kişiler başbakanın, “eşkıya, terörist bunlar” demesinden sonra işe nasıl olur da özel yetkili mahkemeler el atıp kuzu kuzu yargılama sürdürebilirler? Hopa olayları sırasında atılan gaz bombaları sonucu kalp krizi geçirerek yaşamını yitiren Metin Lokumcu ve tutuklanan Hopalılar için Ankara’da yapılan gösteride emniyet güçlerinin orantısız güç kullanması sonucu çıkan olaylar nedeniyle gözaltına alınan ve 6 aydır Sincan F Tipi Cezaevi’nde bulunan öğrencilerden birisinin saçının kesilmesini kınamak için arkadaşlarınca ve çeşitli kesimlerce saç kesme eylemi nasıl olmaktadır da iddia makamı “bunlar tanınmamak için saçlarını kesmişlerdir” savıyla bu saçmalığa iddiasında yer verir? Nasıl olmaktadır da tutuklanan kişiler; Deniz Gezmiş, Mahir Çayan gibi devrimcilerin resimlerini taşıdıkları için geçmişten örnekler verilerek terör örgütü üyesi oldukları savına iddiada yer verebilir? 12 Eylül faşist darbesini gerçekleştirenler yüzbinlerce kitabı suç suç saydıkları için yaktırmış, 12 Eylül mahkemeleri ise kitapları kanıt sayarak yargıladıkları kimselere ceza yağdırmışlardı. Hani bunlar 12 Eylül’ü yargılayacaklardı? Aynı zihniyetin 2011 yılında işbaşında olan savcı ve yargıçlarda da olması oldukça düşündürücü değil midir?

6 aydır içerde bulunanlar salıverilmişlerdir. Öğrencileri 6 aydır içerde tutarak öğrenim özgürlüklerini engelleyenler hiç mi vicdan muhasebesi yapmak gereği duymamaktadırlar? AKP iktidarının yargıyı yürütmenin emrine alma isteği birçok yargıç ve savcı tarafından çok mu istenmekteydi ki, hukuki nesnellik hiç mi hiç dikkate alınmamaktadır? Diktatörce davranışlara hevesli olanlar tabi ki, tek başlarına ne kadar bu işe hevesli olurlarsa olsunlar, isteklerini gerçekleştirme olanakları yoktur. Onları hevesleri doğrultusunda destekleyenler olmasa onların da bu heveslerini gerçekleştirme olanağı hiç kuşkunuz olmasın ki yaşam bulmayacaktır. 12 Eylül faşizmi sonrasında bulundukları yerden sanıklara ceza yağdıran sözüm ona yargıçların Kenan Evren ve çetesinden ne farkları vardır? Hatta onların suç işlemeye devam etmeleri için bu gibi davranışlar çok mu masumdur? Bunca yargıcın hepsi mi teslimiyetçi ya da korkutulmuştur da gıkları çıkmamıştır? Hiç mi sesini yükseltecek savcı ya da yargıç yoktur?

Bugün de aynı durumu yaşamaktayız. Yargıdan şikayet ede ede, yargıyı kontrol altına alan bir iktidar söz konusudur. O AKP iktidarıdır ki, bir yandan saldırmış, bir yandan da anayasal düzenlemeler gerçekleştirerek yargıyı kontrol altına almakla kalmamış, yandaş bir yargı da yaratarak geniş halk yığınlarının gözünde yargıyı güvenilemez konuma düşürmüştür. Bugün yaşanan sıkıntıların hepsi AKP iktidarının dikensiz gül bahçesi arayışının sonucudur. İşçi hak arayışında bulunmayacak sesini kısacak, öğrenci akademik demokratik hakları ve ülke sorunlarıyla ilgili sesini çıkarmayıp susup oturacak, kamu çalışanları onca haksızlığa uğrayacaklar iktidara velinimet gözüyle bakacaklar, köylü soyulup soğana çevrilecek bin şükür çekecek, bilim insanlar iktidar ne derse dümensuyundan gidecek Tayyipgiller de semirdikçe semirecekler. İşbirlikçi politikalar sonucu ülke tehlike çukuruna itilecek, muhalefet edenler organize suç örgütü ilan edilip toplama kamplarına gönderilecek sonra da ülke de AKP’nin “ileri” demokrasisi kuzu kuzu yoluna devam edecek? Toplumun gözü demokrasi masallarıyla boyanıp bir kez daha 12 Eylül Anayasası’na taş çıkartacak bir anayasa hazırlanması ve kabul ettirilmesi için AKP iktidarı güle oynaya yoluna devam edecek. Yok, öyle yağma! AKP ne kendilerine muhalefet edenleri susturabilecek ne de bu yöntemle iktidarda kalmayı başarabilecek.

HERKESİ İÇERİYE Mİ ATACAKSINIZ?
Diyelim attınız sonra? Sonrasını günü gelince söyleyeceğiz.
Korkun bu ülkenin geniş emekçi yığınlarının demokratik tepkisinden korkun!
Bekleyin göreceksiniz!

----------

TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:
http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm

TSİP WEB SİTESİ: http://www.tsip1974.com/

BU TELAŞ NİYE?



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, İzmir konuşmasında; yargının iktidarın arka bahçesi olmasını eleştirmesine Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan yıldırım gibi yanıt geldi. Yapılan açıklamada CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun özür dilemesi isteniyor ve yargının kimsenin arka bahçesi olmadığı vurgulandıktan sonra onların görevlerini hakkiyle yürüttüklerine döne döne vurgu yapılıyordu.

Acaba gerçekler, HSYK’nın açıkladığı gibi miydi? Hiç sanmıyoruz. Eğer öyle olsaydı bu ülkede şafak sökerken evler basılmaz, arama adı altında evde ne var ne yok darmadağın edilip kendilerince belge diye nitelendirilen kişilerin çalışmalarında olağan olarak bulundurdukları araç ve gereçler çuvallanıp emniyete götürülmezdi. Örneğin son olarak Aydınlık Gazetesi İmtiyaz Sahibi Mehmet Sabuncu, Çorlu’da avukatlık yapan emekli bir asker, İşçi Partisi Çorlu İlçe Başkanı’nın evi ve İşçi partisi ilçe örgütü erkenden basılıp aranmaz, ilgili kişiler savcılığa çağrılarak konu ile ilgili kendilerinden ifade alınabilirdi. Ne yazık ki, böyle yapılmıyor. Emniyet güçleri ortalığı toza dumana katarak geliyorlar ve kamuoyuna korku salan bir tutumla hiç de hukuki olmayan mahkemenin verdiği arama ve gözaltına alma işlemini gerçekleştiriyorlar.

Bu tür uygulamalar onca eleştirilere karşın hiç değiştirilmeksizin sürdürülüyor. Hukukta kişi hak ve özgürlüklerinin dokunulmazlığı görevli savcı ve yargıçlar tarafından açıkça ihlal ediliyor. Çoğu tutuklama ile sonuçlanan bu tür girişimlerin sonuçları ise medya aracılığı ile karartılıp hayali suçlar yaratılarak tutuklamaların haksızlığı gündeme bile getirilmiyor. 3-4 yılı bulan tutuklamalar ise kuvvetli suç şüphesi olduğu gerekçesiyle yargıçların keyfiliğinde tutukluluk süresi hükümlülüğe dönüştürülmüş oluyor.

Hukuku çiğneyen kimselerin meslekleri yargıç ya da savcı da olsa bu keyfiliği sürdürmelerinin olanağı yoktur. Bu keyfilik ancak ve ancak siyasi iktidarın isteği ile gerçekleşebilir. Bu tür uygulamaların ülkemiz tarihinde sayısı hiç de az değildir. Bir düşünelim; 12 Eylül 1980 faşizminden önce yargıçlık görevini yapan kimseler yazılı hukukta olanları uygularken 12 Eylül 1980 sonrası aynı yargıçlar darbeyi gerçekleştirenler kendilerinden ne istemişlerse o yönde kararlar vererek tarihe geçmediler mi? Sivil yargıçların çoğu Sıkıyönetim Mahkemeleri, daha sonra da Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde görev aldıklarında adeta birer cellada dönüşmediler mi? Şimdi aynı görevi üstlenen Özel Yetkili Mahkemelerde görev alan yargıç ve savcıların durumu çok mu farklı?

Bizler faşist dönemleri yaşayarak bugünlere geldik. Açıkça gördük ki, yargı kim iktidardaysa ya da iktidara el koymuşsa o yönde rahatlıkla davranmakta, yazılı hukuku bir kenara iterek vicdanı hangi görüşe yakınsa o yönde kararlara imza atmaktadırlar. Ne yazık ki, böylesi dönemlerde yargının büyük bir bölümü sessizliğe gömülerek gıkını çıkarmamakta sözüm ona görevlerini sürdürmektedirler. Bana değmeyen yılan bin yaşasın örneğinde olduğu gibi.

12 Eylül 1980 sonrası dönemi anımsayalım. Ülkemizde yapılan uygulamalarla ilgili olarak bu ülkenin aydınları, sanatçıları ve işçi önderleri bildiri yayınlayıp durumu protesto ederken o dönemde niçin görevde bulunan bir tek yargıç ve savcıdan yürekli bir çıkış yapılmasına rastlamış değiliz? Değiliz, çünkü iktidara el koyanların baskılarıyla karşılaşacaklarını çok iyi bilmekteydiler. Bugün de aynı şeyler yaşanıyor. AKP’nin kendilerine uygulayacağı yaptırımların korkusuyla sinenler sinmiş, bir kısım görevliler de iktidarın dümensuyunda hukukçuluk oynamaya suyunmuşlardır.

Yazık gerçekten de yazık. Bir avukatın bürosu basılıyor, bütün dosyaları talan ediliyor, sonra da kelepçelenerek götürülüyor. Avukatlarda çıt yok. Üstelik bu kişi ordudan emekli onlarda şeriatın kestiği parmak acımaz diyerek sağıra yatıyorlar. Kısacası ülkemiz insanlarının çoğu burjuva hukukunu bile içselleştirmiş değiller. Sessizlikleri ve zalimlikleri olağanmış gibi görüyor oluşumuzun da sakatlığı ortada. Bugün burjuva demokrasilerinin işlediği hangi ülkede böylesine keyfiliğe rastlıyoruz? İngiltere’de böyle bir gözaltı ve tutuklama gerçekleştirilebilir mi? Ya da Avrupa’nın diğer ülkelerinde?

AKP iktidarı gerçekten de işin sonuna gelmiştir. Çünkü onlara ABD talimatlarıyla medyanın ele geçirilmesi emri verilmiştir. Medya ele geçirilmelidir ki, iktidarın ABD emperyalistleri ile işbirliği her alanda yapılabilsin ve yaşama geçirilsin. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ve öteki yetkililerin Türkiye’den istediklerini almaları için basının susturulması gerekiyor. Ulusal Kanal ve Aydınlık susturulamadığı için yıldırımları üzerine çekiyor ve ikide bir tutuklama ve mali inceleme kapılarına dayanıyor. Ne demiş Kılıçdaroğlu; YARGI İKTİDARIN ARKA BAHÇESİ HALİNE GELDİ. Bu yüzden de HSYK hop oturup hop kalkarak Kılıçdaroğlu’nun özür dilemesinden söz ediyor. Perşembe günü bütçe görüşmeleri sırasında yanıt vereceğini söyleyen Kılıçdaroğlu ne der bilemeyiz ama biz size açıkça söylüyoruz,

SİZ ÖZÜR DİLEYİN BAYLAR SİZ. ÇÜNKÜ KIRDIĞINIZ YUMURTA KIRKI GEÇTİ.
BELKİ DE TELAŞINIZ ONDANDIR KİMBİLİR?


---------------
TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:


http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm


TSİP WEB SİTESİ: http://www.tsip1974.com/

3 Aralık 2011 Cumartesi

İFADE VERMEK DEĞİL, İFADE ETMEK İSTİYORUM…



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

Yazının başlığı olan, “İfade vermek değil, ifade etmek istiyorum” cümlesi, İHD’nin başlattığı “İnsan Hakları Haftası” kampanyasının temel sloganı. Konumuz: “İnsan hakları haftası.” “Halkların kardeşliği.” Bu kulağa hoş gelen bir söylem, bir slogan. Bir zamanlar bu sloganı atan insanlar ‘bölücü ve anarşist’ diye zindanlara tıkılıyordu. Hatırlarsınız bu ülkeyi kan gölüne ve devasa bir cezaevine çeviren 12 Eylül cuntası, dönemin Barış Derneği yöneticilerini bile idamla yargılamışlardı. Aradan geçen 31 yıllık zaman diliminde, her hükümet döneminde “demokrasiye geçtik - geçiyoruz, cunta anayasası değişecek” nutukları atıldı. Ama yargısız infazlar, tutuklamalar, cezaevinde katliamlar devam etti.

Bu gün, 2011 yılı biterken koşullar çok da farklı değil. AKP hükümeti ülkeyi, “Açılım, insan hakları” adı altında, 12 Eylül faşizmini aratmayacak boyutta kararttı. Seçilmiş belediye başkanlarından, gazetecilere kadar binlerce insan tutuklandı. Tek suçları vardı: O da düşüncelerini konuşarak, yazarak ifade etmek. En son Barış Meclisi’nde birlikte çalıştığım, barış ve özgürlük tutkunu Mahmut Karabulut, merhum babam Süleyman Okay’ın arkadaşı, aile dostumuz yazar Ragıp Zarakoğlu ile barış temalı bir panelde birlikte olduğum için onur duyduğum Prof. Dr. Büşra Eraslanlı’nın ve arkasından avukatların tutuklanması, hükümetin faşist yüzünü tartışılmayacak biçimde ortaya koydu. Artık ABD destekli, Fethullah Gülen icazetli “Yeşil Ergenekon” sahnede. “AKP zorbalığı, suçsuz insanlara, hem suçlu hem de ‘güçlü’ pervasızlığın yalanlarıyla saldırırken; önce devrimcileri, yurtseverleri içeri aldılar… Sonra da Ragıp Zarakolu kardeşimiz gibi aydınlar(ımız)ı… Şimdi de Ayşe Batumlu gibi (karnı burnunda hamile) avukatlar(ımız)ı… Savunmanın da saldırı altında olduğu vaziyet-i umumiyeyi despotizmin çılgınlık hâli olarak nitelemekte hiçbir sakınca ve abartı yoktur…”

Cezaevleri doldu taşıyor dediğimiz 12 Eylül faşist darbesi döneminde, zindanlarda 80 bin insan vardı. Bu gün ise bu sayı 120 bin. Ve (c)eza evlerinde hak ihlalleri, keyfi cezalar, tecrit içinde tecrit had safhada. AKP’nin ‘demokratlığının’ en açık göstergesi.

Halklar kardeş mi
Değiştirmek zorunda olduğumuz bu kara tabloyu betimledikten sonra, bu haftanın önemine ve çıkış nedenlerine değineyim: Bir metafor olarak, evrim teorisine göre de insanlar kardeştir, idealist felsefeye yani semavi dinlere göre de hepimiz Adem ve Havva’dan geldik yani kardeşiz. Ama bazı insanlar, üretim − bölüşüm ve tüketim sürecinde akıllarını kötülük için kullanarak özel mülkiyet alanlarını genişletmeye başladıktan sonra, halkların − insanların kardeşliği tarih olmuştur. Önce hamilelik ve emzirme döneminde zayıf düşmelerinden yararlanılan kadınların emeği gasp edilmeye başlanmış, daha sonra kabileler, klanlar arasında süren savaşlarda edinilen esirler, bedava işgücü olarak birilerinin emrine verilmiş, böylelikle kardeşliğin, eşitliğin nesnel koşulları ortadan kalkmıştır.

İşte ataerkil dediğimiz, sömürü ve özel mülkiyet dönemi böyle başlamış ve halkların kardeşliği yerini, halklar arası düşmanlığa bırakmıştır. Dünya tarihinde savaşların temelinde ekonomik çıkar ilişkileri yatar. Prudhon, ‘mülkiyet hırsızlıktır’ derken, Jaures, bu bağlamda ‘zenginlik suçtur’ demiştir. Egemenler kendi çıkarları için halkları birbirlerine karşı vatan, millet, toprak ve bayrak söylemeleriyle kışkırtmış ve savaşlara sürmüştür. Homeros’un İlyada’da anlattığı Truva savaşı, Paris’in Helen’i kaçırmasıyla başlar. Ancak savaşın asıl nedeni güzel Paris değildir, yine ekonomiktir. Çanakkale boğazını elinde tutan Truva’nın amacı, Elen tüccarlarının Karadeniz’e açılmasını engellemektir.

Ermeni, Süryani, Arap ve Kürt kardeşlerimize ne yaptık
Türkiye’de Ermeni ve Süryani kırımının, 6−7 Eylül olaylarının kökeni yine ekonomiktir. Bu katliamlar, Ermeni, Süryani ve Rum mallarının Türk burjuvazisine peşkeş çekilmesi ile sonuçlanmıştır. Konu mal ve para olunca, halkların kardeşliği unutulmuştur. 4 bin yıldır kök salan, ev sahibi olan halklar, kadın, çocuk, yaşlı denmeden katledilmiş, göçe zorlanmış, toprakları kardeş kanıyla sulanan Anadolu kısır hale getirilmiştir. Elbette bu katliamlar sadece Anadolu coğrafyasında olmamıştır. ABD’de ev sahibi yerlilerin, Avustralya’da Auberjin’lein, 2. Dünya savaşında Yahudilerin uğradığı soykırımlar tarihin utanç sayfalarına yazılmıştır. Yakın tarihte Uganda’da, Fransa’nın suç ortağı olduğu soykırım gerçekleşmiştir. Örnekler uzatılabilir.

Benzer gelişmeler kadim kentim Antakya’da da olmuştur. Önce Ermeniler göçe zorlanmış, 25.000 Ermeni, kenti terk etmek zorunda kalmıştır. Cumhuriyet Türkiye’sinde ise geriye kalan Arap asıllı Hıristiyan ve Yahudiler birer ikişer, ev barklarını satarak, yaşlı gözlerle ata topraklarını terk etmiştir. Geriye az sayıda Gayri Müslim kalmıştır. Onların da sayısı, “Çan, Ezan, Hazan” belgesellerinde abartıldığı kadar değildir. Artık Antakya’da ‘Mozaik’ten değil, çatlamış, kırık bir ‘mozaik’ten bahsetmek daha doğrudur. AKP, ABD patentli, işgalci BOP projesinden çok farklı olmayan, “yeni Osmanlıcılık” projesi ile Suriye’ye saldırı planları yapmakta ve Hatay’da yaşayan halklar arasına yeni düşmanlık tohumları ekmeye çalışmaktadır.

1980’den itibaren ise hedefe “hak isteyen Kürtler” konulmuş, bu gün devletin bile kabul etmek zorunda kaldığı rakamlarla ifade edecek olursak, binlerce Kürt köyü boşaltılmış, Kürt tehciri başlamıştır. İkinci AKP hükümeti döneminde baskılar ve tutuklamalar fütursuzca artmış, yeni Dersim trajedileri planlanmaya başlanmıştır.

Akılçağı - Modernizm - Kapitalizm
Velhasıl Dünya halklarına, kardeş oldukları unutturulmuştur. İlk çağlardan bu yana savaşlar, din savaşları, mezhep savaşları adı altında egemenlik savaşları devam etmiştir. Bu Pazar − paylaşım savaşları, ‘akıl çağı, modernizm, ulus devletler’ döneminde de hız kesmemiş, milyonlarca insanın katline neden olmuştur. Unutmamalı ki, 1. Ve 2. Dünya savaşı kapitalizmin eseridir. İkinci dünya savaşından sonra savaşta hayatını kaybeden on milyonlarca insandan özür dilenir gibi, 10 Aralık 1948’de İnsan Hakları Beyannamesi yayınlanmıştır. BM’nin 1948 de yayınladığı bu bildirge, Türkiye’de Bakanlar Kurulu Kararı ile 27 Mayıs 1949 da kabul edilmiştir.

Söz konusu genelgeden iki madde aktarıp bugüne bakalım.
Madde 1- Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdırlar.

Madde 2- Herkes, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal veya başka bir görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi başka bir ayrım gözetmeksizin bu Bildirge ile ilan olunan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Ayrıca, ister bağımsız olsun, ister vesayet altında veya özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke yurttaşı olsun, bir kimse hakkında, uyruğunda bulunduğu devlet veya ülkenin siyasal, hukuksal veya uluslararası statüsü bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir.

Bu iki maddeden hareketle yorumlarsak: Hiç kimsenin ana dilinde konuşması, türkü söylemesi, çocuklarına ad vermesi, ana dilde eğitim yapması yasaklanamaz. Ama bizim ülkemizde on yıllar boyu bu en insani haklar yasaklanmıştır. Türkiye, imzaladığı İnsan Hakları beyannamesine uymamış, BM’de bu durumu görmezden gelmiştir. Irak’a, Libya’ya sözüm ona ‘demokrasi’ götüren, Suriye’ye de saldırmak için fırsat kollayan kapitalist dünya, Suudi Arabistan da yaşanan ortaçağ gericiliğine, İsrail saldırganlığına ve Türkiye’nin faşizan uygulamalarına karşı kılını kıpırdatmamış, üç maymunları oynamıştır. Ve sonuçta kardeş kardeşe düşman edilmiştir.

Bu gün AKP hükümetinin, bir avuç dolar için, Füze Kalkanlarının Türkiye’ye konuşlandırılmasını kabul etmesi, ülkeyi tetikçilikten Truva atına dönüştürmesi de halkların kardeşliğine değil, halkların düşmanlığına hizmet eden bir adımdır.

Sonsöz
Sonuç olarak, ‘Halkların kardeşliği’ şiarının henüz bir ütopya ve−veya dilek olduğunu söyleyebiliriz. Zira kapitalizm savaşlardan, halklar arası düşmanlıklardan, sömürüden beslenmektedir. Büyük tekellerin, savaş tacirlerinin emri altında, adlarının başında ‘prof’ unvanı olan koca koca adamlar ve kadınlar çalışmaktadır. Bunlar azgın sömürü amacıyla doğanın katledilmesini halklardan gizlemek için gözümüzün içine bakarak yalanlar söylemekte, yalan raporlar hazırlamaktadırlar. Keza ‘sanatçı− gazeteci− akademisyen’ kimliği taşıyan birçok insan da ya açıktan ya da suskun kalarak mevcut hükümete ve büyük patronlara hizmet etmektedir. Bu kesim, İşçiler işten atılırken, öğrenciler polisten işkence görürken, seçilmiş belediye başkanları, muhalif gazeteciler, yazarlar, avukatlar, Ragıp Zarakoğlu’lar, Büşra Eraslanlı’lar tutuklanırken susmaktadır. Oysa Halil Cibran’ın sözleriyle, ‘Zalim zulmünü işletirken, ak ellilerin elleri temiz kalamaz.’

Tarih, zalimleri olduğu gibi, onların destekçilerini de er geç mahkum edecektir. “Bu saldırı karşısında da hayat; Dalai Lama’nın, “İnsan kararlılığına inanın. Tarih boylu boyunca göstermiştir ki; insan iradesi bilinen tüm silahlardan daha güçlüdür,” sözünü anımsatan Ragıp Zarakolu gibi savunulmalıdır; savunulacaktır da…”

Sözlerimi, tüm düşünce-ifade ‘suçlularına’ adadığım ‘Gereği Düşünüldü’ adlı şiirimle bitirmek istiyorum.

“son noktayı koydu yaşlı kadın
kapattı daktilosunu
postaya verdikten sonra yazdıklarını
uzun bir yolculuk zamanı diye düşündü


gürültüyle çalındı kapı
hadi teyze hanım dedi kibar polisler
hazır mı valizleriniz
hakkınızda tatil müzekkeresi var


gereği düşünülünce
konuştu ak saçlı yazar
pişman değilim baylar
yarın yine imzalarım yazdıklarımı
son sözüm bu dedi…


kırıldı kalem…”

01 Aralık 2011 http://www.adilokay.com/
----------

Bu yazı Aralık 2010’da ‘Seyhan Sosyal Kültür ve Sanat Derneği’nin düzenlediği ‘Halkların Kardeşliği’ temalı panelde sunduğum tebliğden yola çıkılarak hazırlanmış ve güncellenmiştir.


Kamuoyunun Dikkatine, Ankara Düşünceye özgürlük Girişimi, Ankara, 22 Kasım 2011

Hatay’da yaşanan mahalle baskısı için Bkz. “Mahalle baskısıymış günaydın.” Adil Okay. www.adilokay.com. Veya Güney dergisi s.42. http://www.guneydergisi.com/sayilar/63-guney-42/223-gueney-say-42-cindekiler.html

Temel Demirer, ırkçılık depreminde sosyo-politik topoğrafya(mız)! Newroz, Yıl:5, No:193, 17 Kasım 2011.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Takunyacılar ile Postalcıların Dersim Çekişmesi


Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Başbakan Sayın Recep Tayyip Erdoğan Partisinin Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda Dersim katliamı ile ilgili bilinen belgeleri resmi olarak açıkladı… Sanki bu belgeler yeni biliniyormuş gibi bir tavır gösterdi. Hâlbuki bu belgeler yıllardır çeşitli yayın organlarında ve birçok kitapta yayınlanmıştır.

Üstelik M. Kemal Atatürk ile birlikte yan yana büyük bir pankartın asılı olduğu salonda Dersimle ilgili belgeleri açıklaması çok dikkatimi çekti. Hem devletin yaptığı bu katliam nedeniyle Dersim halkından özür dileyeceksin (ki, bunu çok önemsiyorum) hem de katliam emrini veren M. Kemal Atatürk ile yan yana aynı posterde olacaksın. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”

Başbakan’ın bu duruşu benim resmi ideoloji ile ilgili olarak söylediğim “postalcılarla takunyacıların iktidar paylaşımındaki danışıklı çekişmesidir. Bunların birbirlerinden hiçbir fark yoktur” tezimi doğrulayacak niteliktedir.

Başbakan’ın o salonda Dersimle ilgili olarak yaptığı konuşmada; kendisiyle ilgili şu olayı aktardı; “Geçmişte okuduğu bir şiir nedeniyle hakkında dava açıldığını ve yargılama sonucunda hapisle cezalandırıldığını, bu kararı veren yargıçların belli bir inanç grubuna (Alevi inancını kast ediyor) mensup olduklarını…” belirterek, Alevi halkını rencide etmiştir. Türkiye halkları açısından Başbakan’ın bu ifadesi çok tehlikeli bir durum arz etmektedir.

Sayın Başbakan!
Dersim katliamını yapanları deşifre edip, katliamın sorumlularının ortaya çıkması konusunda çok olumlu şeyler söylediniz. Hatta bir ara Pirim Seyit Rıza için söylediklerinizi dinleyince neredeyse gözlerimde yaş akacaktı. Gözyaşlarımı zor tuttum. Hitabetiniz çok güçlü ve rolünüzü çok muazzam oynuyorsunuz. Bu tutumunuzu alkışlıyor ve önemsiyorum.

Ancak, bu gün o günden çok farklı değildir. İşte sizin iktidarınızda yapılan haksız baskılar;

Önce kendimden örnek vererek başlamak istiyorum.

Yaklaşık bir yıldır yazdığım makalelerden dolayı Tunceli Cumhuriyet Savcılığı hakkımda ondan fazla soruşturma açtı ve bu yazıların büyük bölümü dava safhasına dönüştü. Halen 3 makale ile ilgili davalar sonuçlanmış, bunlardan birisi zaman aşımından düşmüş olup, biri hakkımda verilen cezanın ertelenmesine ve birinde de 3000 TL. Para cezasını almış bulunmaktayım. Geri kalan yedi makale ile ilgili soruşturmaların sonucunu ben de hala bilmiyor ve sonuçlarını merakla bekliyorum.

Sayın Başbakan!
Sizin o toplantıda Seyit Rıza ile ilgili yaptığınız açıklamayı çok önemsiyorum. Fakat, madalyonun arka yüzünü de görmeniz lazım. Pirim Seyit Rıza için yazdığım bir makalemde; “Pirim Seyit Rızaya ‘eşkıya’, Sevgili Mazlum Doğan’a ‘terörist’ diyenler çok yanılıyorlar. Bu yalan ve yanlış söylemlerinden dolayı bir gün çok utanacaklardır. Fakat, iş işten geçmiş olacaktır.” Benim bu cümlelerim Tunceli C. Savcılığı’nın iddianamesine suç olarak girdi.

İşite adı geçen savcılığın iddianamesinde yukarıdaki paragrafla ilgili suçlama: “Şüphelinin savunmasının anlatıldığı şekilde Seyit Rıza ve PKK terör örgütü kurucularından Mazlum DOĞAN’ı över mahiyette yazı yazarak üzerine atılı suçu ve suçluyu övme suçunu işlediği, bu nedenle mahkemenizde yargılamasının yapılarak TCK 215 maddesi uyarınca cezalandırılmasına, TCK 53 maddesi uyarınca hakkında güvenlik tedbirine hükmedilmesine karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunur. (Tunceli Cumhuriyet Savcılığı; Soruşturma No : 2010 / 1389, Esas No: 2010 / 624, İddianame No : 2010 / 190)”

Ey, Başbakan!
Bu hünerli savcılarınız size de aynı şekilde dava açabilirler mi? Nerede o cesaret onlarda! Ancak bizim gibi gariban halk çocuklarına gücü yetebilir bu “vatansever” yargıçlarınız. Nasıl olsa her zaman bir “BÖLÜCÜLÜK” bahanesiyle suçlayabiliyorlar.

“1938 Haziran’ında, ailemden; 28 çocuk, 12 kadın,14 erkek toplam 54 kişi, “sürgün” diye yola çıkarıldı. Köy dışında birbirine bağlandı, üstüne gaz dökülerek yakıldı, canlı kalanlar süngülendi. Beş yaşında tanığı olduğum bu vahşeti 1998’de yazdığım için, “devletin ülkesi ve milleti ile bütünlüğünü bozmaktan” uzun süre mahkemelerde süründüm. (Hüseyin Akar-Başbakan ve ‘Dersimli Kardeşleri’)

Bu gün farklı mı? Hayır. Bu gün de aynı gerekçelerle mahkemelerden sürünüyoruz. Bunun en canlı örneği benim. Bakın Tunceli C.Savcılığı’nın ileri sürdüğü gerekçeleri yukarıda açıkladım. Daha Ragıp Zarakolu’yu, Büşra Ersanlı’yı, Ahmet Şık’ı, hala cezaevinde bulunan onlarca gazeteciler… Yazmakla bu sayfaya sığmaz.

2011 Yılı’nın 1998’den ve 1938’den ne farkı var? AKParti Genel Başkanı ve Başbakan Dersim vb. konusunda istediği kadar rol yapsın, benim gibi düşünen insanlar bu tür sahte açılımlara inanması mümkün mü?.

Çünkü neredeyse her konuda Kur’anı ve Kemalizm’i referans olarak gösteriyorlar. Çağımızda Kur’an ve Kemalizm referans gösterilemez. Bu Türk-İslam zihniyeti değişmedikçe, evrensel bir hukuk düzeni olmadıkça demokratik bir düzenin olması mümkün değildir.

Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun kişisel dürüstlüğünden hiç şüphem yoktur. “Kurt Politikacı” ulusalcı CHP’liler şu anda Kılıçdaroğlu’nun suyunu ısıtmakla meşgul oldukları için AKParti’ye karşı muhalefet yapacak zamanları kalmıyor.

Peki, Kemal Kılıçdaroğlu bu konuda ne yapıyor? O da “KÜRT-KIZILBAŞ VE DERSİM” kimliklerini gizlemek için her türlü yola başvuruyor. Ulusalcı “KURT” CHP’lilerden ve Başbakan’dan ödü kopuyor. Galiba yakında yerini Mustafa Sarıgül’e bırakacağa benziyor. Bu ulusalcı CHP kadroları ile AKParti ile Dersim çekişmesi gayreti boşunadır.

Sayın Kılıçdaroğlu’na sadece geçmiş olsun dileklerimi iletmekten başka bir şey söylememe gerek yok sanırım.

Birkaç yıl önce Mersin’de bir “Bayrak Provokasyonu” yaşandı. O günkü bayrak yakma eylemini bahane eden CHP’li belediye başkanları her sokağa Türk Bayrağı asılması için düzenli olarak Türkiye’de bayrak dağıtımını yaptılar. Yine o tarihlerde birçok bayraklı miting yaptılar. Hem de on binlerce kişiyi toplayarak.

Peki, bu gün niye o kitle ortada yok? O gün kendini “demokrasi militanı” olarak lanse eden emekli Yargıtay savcısı bu gün ne yapıyor? O tarihlerde Kürtlerin ve Alevilerin her demokratik istemlerini “bölücülük” olarak değerlendiren bu savcılar AKParti’ye karşı neden “dut yemiş bülbül”e döndüler? Bunların bir tek gücü Kürtlere ve Alevilere mi yetiyor?

Takunyacılarla postalcılar ya da yeşil cüppeliler ile siyah cüppeliler bir başka deyimle külahçılarla kalpakçılar sadece yer değiştirmişlerdir. Çünkü “yok birbirimizde farkımız. Biz Osmanlı bankasıyız” reklamı gibi bir şey.

Faşist yasalarla suçluyu suçsuzu ayırmadan yürütülen operasyonlarla halkı şiddetle sindirmek çıkar yol değildir. Bu tür baskıcı yöntemler olduğu bir sistemde tarihinizle nasıl yüzleşeceksiniz? Bırakın tarihinizle yüzleşmeyi tam tersine Türkiye’yi daha da çıkmaza sokacaktır.

Gerçek yüzleşmeyi ABD destekli takunyacı AKParti ile postal destekli ulusalcı CHP yapamaz. Ancak demokratik-sosyalist bir cumhuriyetin inşasıyla bu yüzleşme gerçekleşebilir.

Belki bir çok okuyucu benim bu dileğimi “NOSTALJİ” olarak görebilir. Nostaljik de olsa en azında kulağıma hoş geliyor ve umutlu olmak istiyorum.

24 Kasım 2011 Perşembe

İTTİHAT VE TERAKKİ (PARTİLERİ) YAŞIYOR (*)


Bülent Tekin

bulenttekin47@gmail.com

Bir Alman’ın da(Andrea Wolf) gömülü olduğu Çatak’taki (Van) ölüm çukurunu vali, mahkeme ve devlet açtırmadı. 17 bin faili meçhul(!)-siz bunu faili belli (devlet) diye okuyun!-cinayetin yaşandığı bu ülkede sivillerin ölümü, içlerinde kendi yurttaşları da olsa, Batı ülkeleri tarafından önemsenmiyor. Oysa biz AB’ye girmek istiyoruz. AB’de faili meçhuller, sivillerin katli serbest mi? Eğer öyleyse böyle bir sisteme girmemek gerekir. Batılı hükümetler böylesi suçlara kendi ülkelerinde müsaade etmedikleri halde Doğulu bir ülkede, ya da kendinden daha az gelişmiş bir ülkede sivil ölümlerine sessiz kalmaları tuhaf gelse de olağandır: Çünkü söz konusu ülkeler çoğunlukla doğrudan ve ağır bir şekilde böyle suçlara katkıda bulunuyorlar. Mesela katliamlarda kullanılan silahları, gaz bombalarını, kimyasal silahları, panzerleri, cemseleri, uçakları, helikopterleri, ağır makinalı tüfekleri Batılı ülkeler satmıştır. İşin içinde çıkar, ticaret (ekonomi), kredi, para, ihale, anlaşmalar girince öldürülmeden önce iğfal edilmiş olan kadın yurttaşının cesedini o çukurdan çıkartamaz! İşte emperyalizm öyle lanet bir canavardır. Ve AB tipi demokrasi de olsa faşizmin kalıntıları o ülkelerin anlayışında silinmemiştir. İşte lanet olsun dediğimiz faşizmin kardeşliği ve işbirliği böyle bir şeydir!

Ülkemizde doğru dürüst bir JİTEM davası açılmadı. 17 bin faili meçhule rağmen mahkemelerde bir JİTEM davası açılmamıştır. Bir iki itirafçının veya herkesçe bilinen olayları içeren bir iki dava var. JİTEM, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı’ndan habersiz olarak kurulur muydu? Genelkurmay Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı bu cinayetlerden hiyerarşik olarak sorumludurlar. Bu örgütleri kurmak, sevk ve idaresinden sorumludurlar. JİTEM’in varlığından başbakanların ve cumhurbaşkanların da haberdar olmamaları düşünülemez. Bu iki yüksek makam da cinayetlerden sorumlu olmalıdırlar. Bir iki er, çavuş, başçavuş, subay, korucu, itirafçıdan oluşan bir avuç JİTEM şebekesini yargılar gibi yaparak cinayetlerin üstü kapatılmak isteniyor. Tıpkı Çatak’ta olduğu gibi, ölüm mezarlarının üstü örtülmüş çukurlar olduğundan, faillerin korunması amacıyla açılmak istenmemektedir! Ve tuhaftır ki darbe, lâiklik, andıç, eylem planı, tatbikat gibi eylemlerden dolayı orduyu hapse tıkayan AKP iktidarı 17 bin Kürt’ün katledilmesini görmezden geliyor. Bu cinayetlerden sorumlu olan orduya tek kelime etmemektedir. Bu davranışı anlamak zor değil: AKP, İttihat ve Terakki ile CHP’nin devamıdır. İttihat ve Terakki’nin pantürkist-panislamist görüşleri ile CHP’nin Türkçü ve ırkçı-şovenist sentezi AKP’nin gerçek ideolojisidir. Bu ideoloji aynı zamanda MHP’nin de ideolojisidir.

Sürekli artan, şimdilik %50 oy olan, AKP’nin oyu içinde MHP’lilerin oyu oldukça fazladır. Yani AKP’ye oy verenlerin bir kısmı aslında MHP’lidir. Bir örnek vermek istiyorum: Erzurum’da ve Elazığ’da AKP’ye oy verenler aslında MHP’lilerdir. Eski görüşlerinden asla uzaklaşmadıkları halde iktidarın avantajlarından yararlanmak düşüncesiyle geçici olarak AKP’ye oy vermektedirler. Bu örnekleri il il, kasaba kasaba çoğaltmak mümkündür. Yani AKP’ye oy verenlerin MHP’lidir, şimdilik AKP’li görünmektedirler. Bu durumda olan solcu(!), CHP’li ve başka partililer de var. Başbakanın CHP ve MHP’den farkı orduyu da ele geçirip, genelkurmay başkanlığını (Talat Paşa gibi) sivil bir paşa olarak fiilen yapmasıdır. Demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme iddiası da “Kürt” adını telaffuz etmekten ibarettir. Başbakanın ve AKP’nin Kürt politikası-İslami damardan kaynaklanan!-İran’ın bakışına çok benzemektedir. İran nasıl Kürtleri dini açıdan İslam görüyor ve Kürt ismini o anlamda kullanıyorsa, AKP de Kürtleri İslam içinde Türkleştirmek istiyor.

---------

(*)Hocam,maalesef dün itibariyle-sanırım iktidardan ürkmek te olabilir?-Gırgır Dergisi'ndeki yazarlığıma son verildi.Tabii bunu bana büyük övgüler yaparak ve üzülerek(?!) belirttiler.Son bir kez, bu hafta (23 Kasım tarihli) yayınlanan en son yazımı gönderiyorum.Bu nedenle de ben de size bundan böyle yazı gönderemeyeceğim.Bilgilerinize saygıyla arz ederim.Bülent Tekin

22 Kasım 2011 Salı

EMPERYALİZMİN UŞAĞI ARAP BİRLİĞİ...

"Türkiye’nin Suriye’ye karşı tutumu bizzat ABD emperyalistlerinin Dışişleri Bakanı Hilary Clinton tarafından övülmekle kalmadı, Türkiye’nin tutumundan memnun olunduğu görüşü de dile getirildi. Böylece bir kez daha anlaşılmış oldu ki, Suriye konusunda AKP iktidarı ABD emperyalistlerinin tartışmasız Truva Atı görevini üstlenmiştir."



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

Başkanlığını Katar’ın yaptığı Arap Birliği’nin, Suriye’nin emperyalistlere karşı kendisini koruma hakkını zora sokmak için üç gün süre tanıması ve Suriye’yi tehdide yönelmesi Suriye’den derhal karşılık gördü ve Suriye Arap Birliği üyeliğini askıya alarak böylesi işbirlikçi politikalara pabuç bırakmayacağını anında gösterdi. Arap Birliği’nin tutumunun arkasından fırsat kollayan ABD işbirlikçisi AKP iktidarı ise hemen konuya dahil olarak bir kez daha Suriye’yi tehdit etti. AKP iktidarının Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu konu ile ilgili yaptığı konuşmada; Suriye bu tavrının hesabını verecek anlamına gelen sözleri dünya haber ajanslarına düştü. Bu haber, daha sonra; Suriye böyle giderse yalnız kalmaya mahkumdur şeklinde düzeltildiyse de Türkiye’nin işbirlikçi AKP iktidarının amacı herkesçe bir kez daha görülmüş oldu.

Türkiye’nin Suriye’ye karşı tutumu bizzat ABD emperyalistlerinin Dışişleri Bakanı Hilary Clinton tarafından övülmekle kalmadı, Türkiye’nin tutumundan memnun olunduğu görüşü de dile getirildi. Böylece bir kez daha anlaşılmış oldu ki, Suriye konusunda AKP iktidarı ABD emperyalistlerinin tartışmasız Truva Atı görevini üstlenmiştir.

Daha önce diğer Arap ülkelerine emperyalistlerin yaptıkları operasyonlar nasıl Türkiye üzerinden yönetildiyse bu kez de Suriye’ye yönelik operasyonlar aynı şekilde devam etti. Uzun zamandır rejim muhalifi olarak Fransa’da olan Rifat Esat; kurt bulanık havayı sever örneğinde olduğu gibi ajans haberlerine göre Türkiye üzerinden Suriye’ye geçti ve Suriye Hava Kuvvetleri’ne ait bir karargaha saldırı düzenlenmesinde ve askerlerin yaşamını yitirmelerinde rol oynadı.

İş bu kadarla da sınırlı kalmadı. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün başkanı da Türkiye üzerinden Suriye’ye sokuldu. Aynı kaynaklar açıklama üstüne açıklama yaparak Suriye’de rejime yönelik eylemlerde bulundukları yolunda görüşler dile getirdiler. Bu açıklamalara emperyalist dünyanın işbirlikçisi AKP iktidarı da katılarak Suriye’de mezhep çatışmalarının yaşanacağı yolunda görüşler ileri sürülmekle kalmadı, Suriye’nin kuzeyinde güçlü bir direniş odağı oluşturulduğu yolunda görüşler dile getirildi.

Öncelikle Arap Birliği olarak devreye giren ve Araplardan çok emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda davranan ve de Suriye’yi üç gün süre vererek tehdit eden Arap Birliği’ni emperyalizm yanlısı bu tutumundan dolayı tüm Arap halkları mahkum etmeleri gerekir. Böylece kendi halklarını satan bir birliğin tepesine gök kubbe geçirilmeli Arap halkını açlığa, yoksulluğa ve köleliğe mahkum edenler yaptıklarının hesabını misliyle vermelidir. Bugün İsrail karşısında tek direnç noktası olan Suriye, emperyalistler ve Arap işbirlikçileri tarafından diz çöktürülmek isteniyor. Bu yüzden de Suriye içerden ve dışarıdan çok yönlü olarak saldırılarla karşı karşıya bulunuyor. Bu saldırıların en büyüğü ve bölgeye felaket getirecek olanı da hiç kuşku yok ki, uzun zamandır emperyalizmin uçbeyi görevini gören AKP iktidarıdır. Dünden bugüne ABD’nin izlediği Büyük Ortadoğu Projesi adım adım yaşama geçirilmiş durumda. Bay Tayyip ise bilindiği gibi bu projenin eşbaşkanlarından birisidir ve kendisine emperyalistlerce verilen görevi harfiyen yerine getirmiştir. Suriye ile ilgili bu denli saldırgan bir politika izlenmesinin de nedeni budur.

AKP iktidarı meşrebine uygun bir politika yürütmekte olup bölge halklarının ve ülkemizin başına çorap örmek için görevlendirilmiştir. Herhangi bir ülke, bizim ülke için aynı politikaları izleseydi hiç kuşku yok ki, çok ağır tepkilerle karşılaşırdı. Ancak Suriye bu politikalara tepki gösterdiğinde ise her nedense işin rengi değişmektedir. Türkiye’nin izlediği politika Suriye halkını iyice germiştir. Bu yüzden de Suriye’ye karşı düşmanca tutum içinde olan ülkeler tepki görmektedirler. Ne yazık ki, emperyalizm işbirlikçisi AKP iktidarı yüzünden Türkiye de tepkilerle karşı karşıyadır. Suriye’de yapılan gösteriler sonrasında kimi göstericiler Türk bayrağına yönelik provakatif davranışlarda bulunmuşlardır. Bu durumu fırsat bilen başta AKP iktidarı olmak üzere sözde muhalefet partileri Suriye’ye yönelik ağızlarına ne geldiyse söylemişlerdir. Hatta AKP iktidarı Suriye’ye bir Nota bile vermiştir. Ne gariptir ki, aynı iktidar Kuzey Irak’ta 11 askerin başına Amerikalılarca çuval geçirilmesi sonrasında gıkını çıkarmamış aynı iktidarın işbirlikçi Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök bu olay için “münferit olay” derken, AKP iktidarının başı ise Nota konusunda; “Nota vermek müzik notasına benzemez” diyerek ne denli teslimiyetçi bir politika izlendiğini açıkça göstermekten çekinmemiştir.

Sonuç olarak;

Rüzgar ekenler fırtına biçerler. AKP iktidarı 10 yıllık iktidarı döneminde rüzgar ekmenin de ötesine geçmiş bir iktidardır. Bu yüzdendir ki, Türkiye’nin ne fırtınalarla karşılaşacağını hepimiz görecek, ancak elimiz ayağımız bağlı oturmayacağız. Biz de ülkemize ve bölge ülkelerine bedel ödetenlerden yaptıklarının hesabını misliyle soracağız.
----------
TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:

http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm

TSİP WEB SİTESİhttp://www.tsip1974.com/

19 Kasım 2011 Cumartesi

ZORBALIĞIN BÖYLESİ...



TURGUT KOÇAK (TSİP GENEL BAŞKANI)

Bilindiği gibi AKP zorbalığın adresi haline geleli çok oldu. İçinden çıkamadığı hangi sorun olursa olsun yavuz hırsız ev sahibini bastırır örneğinde olduğu gibi saldırıya geçiyor ve iktidarlarını eleştirenleri ağır baskı altında tutarak seslerini kısmak istiyor. Deniz Feneri sanıklarının eldeki verilere dayanarak tutuklanmalarını sağlayan savcıları görevden aldıktan sonra yerlerine yönlendirebilmekte zorluk çekmeyecekleri savcıları atadılar. Arkasından da tutuklu sanıkların salıverilmesini sağlayarak eşi görülmemiş bir skandala imza attılar. Başlangıçta eleştirilerek üstüne gidilen AKP iktidarı ve onun başı Bay Tayyip, bir süre sonra ise bu konu ile ilgili olarak daha az eleştirilir oldu. Unutturmamak ve bu konuya kamuoyunun dikkatini çekmek için harekete geçen CHP Tunceli milletvekili Kamer Genç meclis kürsüsüne elinde deniz feneri ile çıktı. İşte bu andan başlayarak başta oturumu yöneten başkan vekili olmak üzere AKP’liler harekete geçtiler ve Kamer Genç’i konuşturmamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Daha sonra başka bir zorba AKP milletvekili ve Eski Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu, meclis idare amirliği sıfatını kullanarak Kamer Genç’i itip kakarak zorbalık kullandı. Bir başka deyişle AKP iktidarı, açıktan açığa kürsü dokunulmazlığını ihlal etti. Kürsü dokunulmazlığı ile ilgili olarak çok açık hüküm bulunmasına karşın, bunlar rahatlıkla bir milletvekiline karşı yapılabiliyorsa diğer sıradan yurttaşlara neler yapılabileceğini varın siz düşünün. Zaten AKP iktidarı döneminde yaşananlara baktığımız zaman bu durumu bütün çıplaklığı ile görmekteyiz. Tutuklu milletvekillerini mi dersiniz, askerleri mi, siyasi parti başkan ve yöneticilerini mi, gazetecileri mi birçok yurttaşımız şu an uzun tutukluluk dönemi yaşıyorlar.

Burada dikkat alınması gereken Salim Uslu’nun tutumudur. O, Salim Uslu ki, sendikacılıktan gelmiş bir kişidir ve sözde emekçilerin haklarını savunması gerekir. Bizler; Salim Uslu’nun sendikacılık döneminde işçilerin haklarını savunduğuna bir kez olsun tanık olmuş değiliz. Mecliste bulunduğu dönem içinde de işçilerin, emekçilerin yaşamını kolaylaştıracak hangi girişimin arkasında yer almıştır bilen varsa beri gelsin. AKP gibi uluslararası sermaye güçlerinin partisinde milletvekili olmak bile bütün bu dile getirdiklerimizi anlatmaya yeter de artar bile. Bu yüzden bu konunun peşini bırakmaması gereken kesinlikle Anamuhalefet partisi CHP’dir. CHP, meclise süreli olarak girmeyerek mi, daha başka yollar deneyerek mi bu konunun üstüne gider bilemeyiz ama mutlaka gitmelidir. Yoksa salt demeç verilerek konu ile ilgili etkili bir yol izlenmiş olamaz.

Van depremi bizi hazırlıksız mı yakaladı? İktidar çevrelerine sorarsanız evet. Oysa bu doğru değildir. Özellikle 17 Ağustos 1999 depreminden sonra bu ülkenin sorumluları çok şey öğrenmeliydi. Ama gördük ki. Bazıları için felaket bile rant olarak görülmekte bir türlü gerekli dersler çıkarılamamaktadır. Eğer çıkarılmış olsaydı AKP iktidarının dış güçlerin sözcüsü konumunda olan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, hiç kalkıp da deprem için toplanan paraları eğitim ve duble yollar için kullandık diyebilir miydi? Adamlara bu ülke insanı yüz verdikçe vermiş olmasalardı bunlar dönüp bu kez de astar istemezlerdi. Dar bir bölgede gerçekleşen deprem olayında bile eli ayağına dolaşan bir iktidar, 17 Ağustos 1999 depremi gibi bir deprem yaşansaydı ne yapardı kimbilir?

Van depremi, bizce acıları ile birlikte bir kez daha AKP’nin içyüzünün görülmesini sağlamıştır. Yetkililer gerek hasar tespitinde gerekse krizin yönetilmesinde denilebilir ki, sınıfta kalmışlardır. Doğru dürüst hasar tespiti bile yapılmasını sağlayamayan 5,6’lık bir depremle tekrar yıkılan Van’da bu kez 38 yurttaşımız daha can vermiştir. Bu duruma tepki gösteren halk sorumlu bakanlardan Deniz Feneri köstebeği Beşir Atalay’ı protesto ederek valinin istifasını istemişlerdir. Peki, sonuç ne oldu dersiniz? Güvenlik güçleri hemen harekete geçerek protestocuları copladı ve onları biber gazıyla dağıttı. Yani zorbalık kullandı. Bu gösterileri konuşmasına konu eden Başbakan Bay Tayyip ne yaptı? O da göstericileri depremzede değil, provokatör ve terörist ilan etti. Bu durumda gelin işin içinden siz çıkın. Bir iktidar ki, yaraları sarması gerekiyor, ama öyle yapmayıp bir yandan canları yananların üzerine polisi sürerek bir yandan da onları suçlu ilan ederek işin içinden çıkmaya çalışıyor.

AKP iktidarı ile birlikte zorbalık kol gezerken haksızlıklar ve vurgunlar başını almış gitmiştir. AKP iktidarını mercek altına aldığımızda görürüz ki, bu iktidarın uluslararası sermayenin güdümünde çivisi iyice çıkmıştır. Yürürlükte olan hukuk kuralları bile bu iktidarın elinde hiçe sayılmaktadır. Her konuda eşitlik rafa kaldırılmıştır. Bu iktidar bütün kamu kuruluşlarında keyfi bir kadrolaşmayı gözümüzün içine baka baka sürdürmektedir. Haksızlık olmasın diye konulan sınav sistemi bunların elinde kevgire çevrilmiştir. Son olarak kanun hükmünde kararname ile bu iktidar Milli Eğitimi de baştan aşağı yörüngesine sokmak istemiştir. Okul müdürlerine kadar indirilen meslekte yükselme sınavlarını sözlü hale getirerek denetimden kurtulmak istemiştir. Yani sözlü sınav yolu ile iktidar kadrolaşmasını bire bir gerçekleştirmek yolundadır. AKP’nin bu yöndeki tasarrufuna ise ne meslek örgütlerinden ne de diğer kurum ve kuruluşlardan etkili bir tepki gelmemiş olması da ayrıca düşündürücüdür.

Sonuç olarak artık zorba bir iktidarla karşı karşıyayız. Böyle bir iktidar karşısında demokratik haklarımızı sonuna kadar kullanmak ve toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet eden AKP’yi söküp atmak başat görevlerimiz arasına girmiştir.

Başka seçeneğimiz yoktur.

YA KATLANMAYACAĞIZ!

YA KATLANMAYACAĞIZ!

--------------

TURGUT KOÇAK YOLDAŞIN "HER GÜN" BAŞLIKLI ÖNCEKİ YAZILARI:
http://www.tsip1974.com/yeni_sayfa_317.htm
TSİP WEB SİTESİhttp://www.tsip1974.com/

YAZBOZ /YAPBOZ



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Türkiye Cumhuriyetinin geleneksel Kürt politikası hiç değişmedi: Daha çok, önce Kürtleri asimilasyona tabi tutup Türkleştirmeye, işbirlikçi Kürt yaratmaya (ağalar, şeyhler vb.) ve “ulusal sorun” yaratmamaya çalışmak. Ve bu arada istenmeyen başkaldırılar olursa (isyan, ayaklanma) en kanlı şekilde bastırmak. Bunları yaparken de klişe gerekçeler bulunmuştu: “Dış mihrakların maşası!” İşbirlikçi Kürtler Cumhuriyet’in ilk yıllarında aşiret reisleri (çıkar ve rant vererek) devlete bağlı hale getirilerek elde edildi. Büyük topraklar verildi; aşiretlerini ulusal sorun dışında, kan davaları, gasp, talan, hırsızlık, çapulculuk, evlilik, barış yapma konularında oyaladılar. Böylece asayiş berkemal oldu. Bu arada bazı uyanık köylüler de (kurnaz ve kaba gücü olanlar) aşiret reislerinin bilgisi dâhilinde tapu idaresinin yardımıyla (yalancı iki veya gerekirse tek şahitle) büyük toprak sahibi oldular. Böylece Yukarı Mezopotamya Ovası uyanık, zorba, fırsatçı köylülerce gasp edilmiş oldu.

İşte bugün önemli ölçüde toprağı olan bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti devletinin gücü oldular. Çünkü zengin olmuşlardı ve buralarda kurulacak bir Kürt yönetimi aynı rahatlığı (gaspı) onlara sağlamayabilirdi. Hoş, BDP, DTK, PKK veya KCK toprak reformu kavramını dahi ağzına almadı ya? Bu Kürt köylülerinin (kapitalizmin gelişmesiyle) bir kısmı kasabalı ve şehirli olduysa da, köylerindeki topraklardan kopmadılar. Şehirde yaptıkları ticaret, memuriyet gibi mesleklerinin yanında toprağın bereketini de gasp ettiler. Bu insanlar her zaman devlet partisinin sadık “oy depoları” oldular. Önce-Mustafa Kemal’le birlikte-CHP’li oldular, sonra DP, DYP, MHP, MSP, ANAP, AKP’li! Kürt sorununu gündeme getirenlere yapıştırılan klişe suçlama AKP ile değişti: “İç mihrak!”

Ilımlı İslamcı AKP yaptırdığı operasyonlarla yakaladıklarını ya da PKK eylemlerini Ergenekon ve derin devletle işbirliği yapmakla suçladı. Bu nasıl bir akıldır ki, Kürtleri öldüren Ergenekon, Jitem, derin devlet Kürtlere talimat veriyor ve onları eylem yapmaya yönlendiriyordu? Legal, illegal Kürt siyaseti içinde devlet ve hatta derin devletle işbirliği yapan unsurlar mutlaka vardır. Bizim bu görüşümüz (karşı çıkışımız) genel uygulamaya yapılan suçlama ile ilgilidir. Çünkü Türk devletine karşı mücadele eden bir hareketin onunla işbirliği yapması veya onun maşası olması çok mantıklı da değildir. AKP’nin Kürt sorununa bu bakış tarzı, öncellerinin yaptığı-tıpkı tek parti dönemindeki CHP gibi-iç savaş çıkarma politikalarının yeni çağ (Kapitalist Modernite) versiyonuydu.

AKP’nin bu klişe ile birlikte uygulamaya koyduğu iç savaş politikası legal ve illegal Kürt siyasetinin de katkısıyla tutmuşa benziyor: PKK artık her yerde askeri ve polisi vuruyor. Adam bulamazsa kendi sivillerini öldürüyor. Sonra da özür diliyor. AKP de (siyasetle ilgilenen ne kadar varsa?) Kürtleri tutukluyor, operasyon yapıyor, bombalıyor. Kandil’e bazı yabancı güçlerle birlikte kara operasyonu da düşünüyor. Gerekirse tampon bölge, işgal filan düşünüyor. Haklarını vermek gerekirse, iki taraf ta iç savaş çıkarma konusunda rollerini iyi oynuyorlar. Eksik bırakılan bir şey olursa diğeri tamamlıyor zaten. Bravo AKP’ye, bravo Kürtlere! Ve bu arada, Somali’ye yoksullara yardıma giden, Filistin’i bağımsız devlet yapmak isteyen, İsrail’e posta koyan ve Kürtleri bombalayan aynı başbakandır!

12 Kasım 2011 Cumartesi

Allah-Kur’an-Bayrak…



Mustafa Elveren
mustafaelveren@gmail.com


 Türkiye’de; Allah, din, inanç, bayrak,  gibi kavramlar evrensel hukuk kuralları ile vicdan ve düşünceyi ifade etme özgürlüğü çerçevesinde bir bütün olarak değerlendirilmediği için egemen güçler bu değerleri hep kendi çıkarları yönünde kullanmışlardır.

Dinler ve birçok inançlar tabu haline getirilmiş, bu konularda eleştiri yapan aydınlarımız kimi zaman yasalarla, bazen de mahalle baskısıyla hatta şiddet kullanılarak yasaklanmıştır. Hâlbuki hakaret içermemesi kaydıyla başta İslam olmak üzere tüm dinler tabu olmaktan çıkarılmalı ve eleştirilebilmelidir. Bu yapıldığı takdirde din-inanç gibi kutsal değerler üzerinden siyasi ve maddi çıkar elde edenleri önleyebiliriz. Aynı şekilde vatan-millet-bayrak-Atatürk vb. kavramlar da evrensel hukuk çerçevesinde eleştirilmelidir. 
Mersin (İçel)’de avukatlık yapan Sayın Burak Canlı; DP-MHP-CHP çizgisinde siyaset yapan sağ görüşlü amatör (kendi deyimiyle) bir yazardır. “Allah diyerek bizleri soydular. Filistin diyerek bizlere kitap, bayrak, CD sattılar. Hep ve her zaman pazarlama yoluyla akan kandan nemalandılar. Sürü gibi hep arkalarından gittik. Ardı ardına sorgulamadan araştırmadan düşünmeden gittik.” (Burak Canlı-27.10.2011 / Gomanweb)

Sayın Burak Canlı’nın Allah-Kur’an-Bayrak konusunda muhafazakâr olmasına rağmen, bu konuda cesurca dile getirdiği bazı görüşlerine katılmamak elde değil!
Din-iman-Kur’an-bayrak gibi kutsal değerler üzerinden halkı birbirine vuruşturup, siyasal ve parasal çıkar elde edenlere karşı dürüst insanların (etnik ve inançsal fark gözetmeksizin) birlikte hareket etmesi gerekir. Dolayısıyla Sayın Avukat Burak canlı ile çok farklı çizgilerde olmamıza rağmen, bu tür konularda cesurca yaptığı eleştirilerini 3K (Kürt-Kızılbaş-Komünist) kimlikli biri olarak önemsiyorum.

“Halil İncesu'nun Günlük gazetesinde geçen yıllardaki bir karikatürü aklıma geldi. Karikatürde olan bitene isyan eden bir köylü yaradana hitaben şöyle diyordu: 'hikmetinden sual olunmaz ama insan hem Kürt, hem Kızılbaş hem de solcu yaratılır mı? Hem de Erdoğan, Bahçeli, Baykal'ın bulunduğu bir ülkede'.” (Halil Güngör / mesajdan)
Egemen güçler; Din, iman, kitap gibi halkların kutsal değerleri ile bayrak ve benzeri ulusal simgeleri kullanarak insanları birer devlet kulu haline getirmişlerdir.

Türkiye toplumu hiçbir zaman demokrat olmadı. Demokrat görünür, fakat hep devlete kulluk eder. Çünkü yüzyıllardır Allah-Kur’an-Bayrak-vatan-masalı ile uyutulmaktadır. Hala da bu uykuda uyanamamıştır.
Hal böyle olunca, bu tür baskıcı ve aldatıcı rejimlere karşı halkların uyanıp, topyekûn birlikte mücadele etmeleri de zorlaşmaktadır.

Ancak, yine de başarabiliriz.

11.11.2011

24’E 24!



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com


Çukurca’da 24 askerimizin şehit edilmesinden sonra Cumhurbaşkanı açıklamıştı (“Misliyle intikamı alınacaktır!”)ve gerçektende gereken yapıldı. Kazan Vadisi veya Çukurca alanından alınarak Malatya Morgu’nda muhafaza edilen sayıya göre 12 kadın, 11 erkek ve bir çift ayak (cinsiyeti bilinmedi) cesedi gömülmeyi bekledi. Aslında beklemedi, gizlice gömülemedi, yaşadığımız bilgi çağından dolayı saklanamadı, ifşa oldu, basın duydu. Bunun üzerine sadece fotoğraflar(?!) gösterildi. Cesetleri teşhis etmeye giden İHD’nin içinde olduğu heyet ve aileler infial içinde kaldı. Ortalıkta ceset meset yoktu, kafası kopmuş, bacakları-kolları kesilmiş, dağlanmış et parçaları vardı. Kafa sayısının (Türk güvenlik birimlerinin deyimiyle “kelle sayısı”nın) gövde sayısına eşit olup olmadığı bile saptanamamıştı. Ailelerden alınacak kan örneklerinden yapılacak DNA testleriyle kimliklerin saptanabileceği söyleniyordu. Yanmış, yakılmış, tahrip edilmiş cesetlerden arda kalan et parçaları “cenaze” diye teslim edilecekti. İnsanların cesetleri ortalıkta bırakılmamıştı, “tahrip edilmiş insanlık” kalmıştı. Hakkını vermek gerekirse “İNTİKAM” tam anlamıyla alınmıştı. PKK bile nedense ölü sayısınıgünler sonra dahi açıklayamadı, Çukurca biriminden 35 kişiyle irtibatın kesildiğini ve onları ölü saydığından hepsinin kimliğini ajanslar servis etti.

Biz bu yazımızı PKK’nin askeri (silahlı)faaliyetlerini kutsamak için yazmıyoruz. Silahlı mücadelenin artık hiçbir ülkede hiçbir sorunu çözemeyeceğini biliyoruz. Değil midir ki Britanya, Fransa,İspanya, Portekiz, Hollanda, Almanya gibi, emperyal ülkeler-geç çağda olsa dahi-sömürgelerinden çekilmenin en iyi karar olduğuna karar vermişlerdi. Onlar dahi yıllarca (hatta yüzyıllarca) işgal ettikleri başka ülkeleri artık sömürge yöntemiyle sömüremeyeceklerini anlamışlardı. O muazzam orduları pes etmiş ve kendi elleriyle o ülkelerde bağımsız yönetimler kurmak istemişlerdi. Ya şimdilerde, hiç silahlı yöntemlerleırkların, dinlerin, dillerin, mezheplerin, kültürlerin yasaklanarak yerlerine “başkalaşmışinsanlar” yaratmak olanaklı mıdır? Ya da bunu daha ne kadar sürdürebilirsiniz? Silahlı yöntemle, hapisle, idamla, katliamla, asimilasyonla, “savaş”la bunu devam ettirmeye çalışsanız “tam ayrılma” gerçeği (talebi) çıkmayacak mı?Kürtlerle Türkleri tam ayırmaya kalkmış olmayacak mısınız?
22-24 Ekim (2011) tarihleri arasında Çukurca’da öldürülen 24 PKK’linin atılan kazan bombalarıyla, napalmla ve kimyasalla parçalandığını İHD’nin içinde olduğu heyet açıklıyor. Bu bir “iddia”dahi olsa asla övünülecek bir durum değildir! Devletin otopsi sonuçları yeri geldiğinde uluslararası insan hakları kuruluşları ve devletler tarafından kabul edilmeyecektir. Tarafsız uluslararası kuruluşlarca tahlil edilecektir. Üstelik bu sayının 35 ya da saklanmış başka cesetlerle 50-60 olduğu söylentileri var. Gerçekler bir gün ortaya çıkacaktır. İstediğiniz kadar saklayın, gizleyin, kayıp olanlardan bir gün gerçek sayılar ortaya çıkacaktır. En azından aileler kendi çocuklarının akıbetini sorgulayacak, sonlarını öğreneceklerdir. Zaten ailelerin bir kısmı morgdaki et parçalarından çocuklarını teşhis edemediler. Cesetlerin kayıp olduğu bildiriliyor. İnsanlar-Kazan Vadisi’nde yaptıklarıaramalarda-parçalar bir araya getirilebilirse dört ceset daha buldular. Napalm, kimyasal gibi suç sayılan silahların kullanımı, ölülere işkence yapmak, kol-bacak-kelle koparmak, göz çıkarmak, dil-kulak-burun koparmak kesmek insanlık suçudur. Bunu yapanlar bir gün uluslararası mahkemelerde yargılanacaklardır. Savaş hukukunu dahi uygulamayanlar asla adil sayılmayacaklar ve PKK’nin düzeyinden farklı olmayacaklardır. Böyle bir sayı ve yöntem dahi PKK’nin yeni bir katliamına davetiye çıkarmak anlamına gelecektir. Böyle bir devlet anlayışıyla iftihar edenlere çok yazık! Evet, siz, biz, devlet, insan olarak, demokrasiyi şiar edinmiş olanlar olarak, terör yöntemlerini kullanan PKK’den farklı olmamız gerekirdi. Biz her şeyi mubah sayamazdık! Ama ne yapıyoruz: Söyleyecek sözümüz kalmıyor!

Abdullah Gül’ün askeri üniformalar içinde “İNTİKAM” naraları çağımızın bir cumhurbaşkanına yakışmıyor. Artık Tansu Çiller, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, JİTEM, KONTRA olma zamanı geçmiştir. Artık asla ırkçı olamazsınız. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, sözde kadın tv sunucularının Van Depremi ile ilgili sözlerini kınarken söylediklerine bir bakınız: “Asker ve polisi taşlamak için organize olanlar (en az BDP’yi kastediyor) bakıyorsunuz ortada yoklar.” Başbakanın yaptığı, o sözde kadın sunucuların yaptıklarının aynısıdır. Sui misal emsal (misal) olmaz! Sözde, Van depreminde arama, kurtarma ve yardım işlerine (BDP ve destekçilerini kastetse de aslında) Kürtlerin katılmadığı demek istiyor. Sivilleşmemiz, demokratikleşmemiz, insanileşmemiz gerekir. Ama bu asla bir Türk profesörü olan Büşra Ersanlı’yı ya da yazar-yayıncı Ragıp Zarakolu’yu KCK bahanesiyle içeri almakla olmaz. Tam demokrasiyi, kardeşliği, eşitliği ve bütünlüğü tesis etmemiz gerekiyor. Ve her şeyden önce “insan” olmalıyız.


Tövbekârlık ve İtirafçılık!(*)



"..İnsan inançla, aklılla her türlü işkenceyi yenebiliyor. Ama ne yazık ki, inançsızlık, beyinsizlik, yani korku, yani aklın durması her zaman tövbekârlık, ihanet ve itirafçılık oluyor!"

Demir Bilgin
demir.bilgin@yahoo.dk


Daha önceleri yazmam gereken bu notlarımı ancak şimdi yazabiliyorum. Yazacaklarım, şimdilik, özettir. Notlarımın özeti şudur: Türkiye solunda var olan ve hâlâ devam eden ”tövbekârlık” ve ”itirafçılık” konusudur. 12 Eylül ile devam eden ve hâlâ kendini gösteren bu durum, gerçekten sol adına utanç verici bir durumdur. 12 Eylül 1980 faşizminin en büyük başarısı bu olmuştur.

Gerçekten, 12 Eylül 1980’nin en büyük başarısı, Türkiye solundan bir kesimi etkisiz, tövbekâr ve itirafçı duruma getirmesidir. Aradan 29 yıl geçmesine rağmen, örgütlenmek bir yana, hâlâ bu tövbekârlık ve itirafçılık belâsından kurtulmuş değiliz. Bu, gerçekten, bizler için, sosyalizmi savunan insanlar için acı verici bir durumdur. Ne yazık ki, Vedat Nedim Tör’le başlayan büyük itirafçılık, 12 Eylül 1980’de de devam etmiş; devrim ve sosyalizm adına çıkan bazı tipler, yalnız kendi kendilerine ihanet etmekle kalmayıp, hem kendilerini, hem de örgütlerini de polise teslim etmişlerdir. Demek ki, insan hangi örgütten olursa olsun, ihanetçi olduktan sonra, başka ihanetçilerle birleşebiliyor; bu sonuçta tövbekârlık oluyor; bu, eşittir itirafçılık oluyor. Bunları, şimdilik, notlar halinde sıralamakta yarar var:
Bir: Tövbekâr solcular; Türkiye’ye dönen, Türkiye’de yaşayan kesim ile Avrupa’da kalan kesimdir. Bunların ikisi de aynıdır: Devlete ve silahlı kuvvetlere öpücükler göndermek; Avrupa demokrasisine olan ilahi aşklarını ilan etmek.

İki: THKP-C ve THKO geleneğinden gelen ve daha sonraları itirafçı olan bir kesim. Bunların şimdiki görevleri, arkadaşlarına ve direnişçi geçmişlerine küfretmek oluyor. Beyinsizdirler. Beyinsiz oldukları için, itirafçı olmuşlar. Zaten itirafçılık burada düğümleniyor: beyinsizlik, korkaklık eşittir itirafçılık oluyor.
Üç: İtirafçılık, bazen Türkiye maskeli, bazen de Avrupa maskeli oluyor. Şudur: Türkiye’de Şemsi Özkan misali itirafçılar devlet yardımı ile estetik ameliyet yaptırıp fiziki olarak, yüzsüz yüzlerini kapatabiliyorlar. Ama Avrupa’da mülteci olan, ”mülteci itirafçılar” da var. Bunlar da cesaretlerini ”Avrupa demokrasisinden” alıp, yine büyük bir korku ile, direnişçi çizgilerine küfrediyorlar. Avrupa maskeleri ile geçmişlerini kusuyorlar. Mücadele eden arkadaşlarına olan kinlerini gösteriyorlar.

Tövbekârlık ve itirafçlık bu oluyor. Bu, aynı zamanda, tövbekâr ve itirafçı olmayan herkese kin ve nefret dolu olmak demektir.
Ne yazık ki, 12 Eylül 1980, bir bölümümüzü bu hâle getirdi. Ne yazık ki, generaller ve mülk sahipleri, bir kısmımızı tövbekâr ve itirafçı yaptı. Her iki kesim içten ve dıştan aldıkları cesaret ile geçmişlerini kustular, kusmaya devam ediyorlar.

İlerde açacağım bu notlarımı, şimdilik, bitiriyorum. Bitirmeden önce bir noktayı da yazayım, bana gelen iletilerden farkına vardım, mülteci itirafçılardan bir fare, Mihrac Ural’a kinini ve nefretini gösteriyormuş! Bu da anlaşılır bir durumdur. Tövbekâr ve itirafçı olmak bu oluyor. Bu, kendisi gibi olmayan herkese kin ve nefret duymak oluyor…
Bu , herşeye karşın, acıdır. Acı olan şudur: İnsanın kendi kendine ihanet etmesidir!..

Ama yaşamak direnmektir diyenler de vardır.
Ama 12 Eylül 1980’de destani kahramanlıklar gösterenler de vardır: Mazlum Doğan var. M. Hayri Durmuş, Ferhat Kurtay, Akif Yılmaz, Ali Erek, Aytekin Tuğluk, Kemal Pir gibi Kürt / Türk devrimciler var. Ölümsüzleştiler. Bizlere inançlı olmanın örneklerini gösterdiler.

Notlarımın sonucu şudur: İnsan inançla, aklılla her türlü işkenceyi yenebiliyor. Ama ne yazık ki, inançsızlık, beyinsizlik, yani korku, yani aklın durması her zaman tövbekârlık, ihanet ve itirafçılık oluyor!
-------------

(*)3.10.2009

6 Kasım 2011 Pazar

”Gomanweb sitesi yayınına ara vermiştir.”


Mustafa Elveren

Merhabalar,


http://www.gomanweb.com/ sitemiz Ankara 11.Ağır Ceza Mahkemesi kararıyla Türkiye üzerinden yayını yasaklanmıştı.

Bu defa http://www.gomanweb.net/  sitemize karanlık odaklar tarafından DDOS saldırı yapılmaktadır. Sitenin barındığı Kanada’da Bravehost şirketi yetkilisi tarafından çok ağır DDOS saldırılarının yapıldığı, bu saldırıları önleyemediklerini, dolayısıyla sitenin yayını durdurulduğunu bildir...miştir.

Yapılan bu saldırılar nedeniyle, henüz mevcut dokümanları kurtaramadık. Yeni bir sunucu buluncaya kadar Gomanweb sitesi yayınına ara vermiştir.

Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı; göndermiş olduğunuz yazıları yayınlayamıyoruz.

Bilgilerinize iletir, en kısa sürede yeni bir sunucuda yayına geçmek için tüm çalışmalarımız devam etmektedir.

Bilgilerinize iletir, çalışmalarınızda başarılar dileriz.

http://www.gomanweb.net/
http://www.gomanweb.com/

siteleri yayın yönetimi Adına

M.HOCA

HASAN GÜLBAHAR’DAN BİR SÜRGÜN MEKTUBU

Haber: Adil Okay

27 YILDIR CEZAEVİNDE OLAN HASAN GÜLBAHAR’DAN ÖYKÜ TADINDA BİR SÜRGÜN MEKTUBU:

Sevgili Adil, Merhaba!

‘İyi ki silahlanmışız acılara karşı
türküsüz çıkmamışız yollara
ekmekten ve gömlekten önce
aşk ve sevinç doldurmuşuz koynumuza
iyi ki,
koparmamışız çiçekleri


sevgiyi öfkesiz takmamışız yakamıza
hani ağlamasın diye başaklar
yüreğimizi biçerek çıktık tarlalardan
şimdi yürümek zamanıdır dedik
yepyeni sonsuzluklara
yepyeni güzelliklere doğru
meğer, ne çok düşmanı varmış güzelliğin.’


Kandıra’da iken almıştım kartınızı. O ara sürgün sevkler başladığı için beklemeye girmek durumunda kaldım. Ve beklediğim geldi başıma! Bir kısım dostun yaşadığı gibi. İşte şu an sana Orta Karadeniz’in bir ilçe mapusanesinden yazıyorum. Bafra T-Tipi Kapalı Hapishanesinden. Bu 20 günlük sürede eminim sen de haberdar olmuşsundur. Siyasi tutsaklık bu ülkede bir yanıyla da sürgünle özdeş kılınmıştır hep. Aklıma ilk anda 40’lı yıllardaki aydınların yaşadıkları geliyor. Halikarnas Balıkçısı’ndan Rıfat Ilgaz’a, Ahmet Arif’ten Aziz Nesin’e, Enver Gökçe’den daha nice ilerici-demokrat-devrimci yazar, şair ve bilim insanına. Salt içeriye has da değil sürgünlük! Resmi ideolojinin makbul görmediği azınlıklar da nasibini almış bundan farklı inanç kesimleri de. Ve yakın dönemde Kürt halkı da. Bir nevi yabancılaştırma aracı, mağduriyetle terbiye etme ve doğal ortamından soyutlanmışlığın ruhsal yıkıcılığıyla yüzyüze bırakmadır tehcir/sürgün. Biliyor musun Adil, politik tutsaklar için içeriye has bir politika da değil/di sürgün. Eylül döneminde çıkanları bir de zorunlu sürgün bekliyordu! Benim de iki yıl Adıyaman’a vardı. 90’a doğru bu tür mahkeme kararlarını uygulamadan kaldırdılar. Velhasıl dert, hayatımız kah içerden içeri, kah bölgeden bölgeye. Kah senin yaşadığın gibi ülkeden ülkeye zorunlu mültecilik/sürgünler içinde devinip durmuş/ ve hala da durmakta.

Çoğu politik tutsak için mahpusluk yedi bölge dört mevsimi yaşamak/solumak demektir. Benim de Sivas’ta başladı, Kayseri-Ermenek-Kocaeli/Kandıra ve Samsun/Bafra durağında noktalandı şimdilik sürgünlüğüm.

Sevgili dost, uzun mahpuslukta olunca insan kısa hastane, mahkeme yolculuklarında bile çok fazla görüntüyü zihnine yerleştirmeye çalışır. Bu defa iki gün süren bir yolculuk ve ilk defa tanıma imkanı bulacağım bir bölge olduğu için bolca küçücük demirli bir pencereden seyretmeden de alamadım kendimi. Seninle bu sürgünün ilk anlarından buraya gelişimize kadar olan süreci de paylaşmak istiyorum.

Sürgün gönüllülüğü değil zorla yollanmayı, zorunluluğu ifade eder bilirsin. Bana birgün önce gelip söylediklerinde iki tanıdık arkadaşımın (Ercan Binay ve Cihan Deniz Tarak) da olduğunu öğrendiğim konuşmada, görevlilere gönüllü gitmeyeceğimi de belirttim. Ve hemen o bloktaki dostlarla veda notlaşmalarına akşam da eşyalarımı derlemeye giriştim. Sabah 6 gibi kalkıp, İbrahim ve Mulla yoldaşla kahvaltı yaptık. Saat 7 gibi gelip hadi dediler ve hayır deyince de zorla dışarı aldılar, eşyalarımı da. Tabi sloganlar ve tüm bloklarda kapı dövmeler ile kapı altına götürüldüm. Bir nevi vedalaşmada saymalı yoldaşların, dostların bu tavırlarını. Protesto yanında. Ardından Cihan ve Ercan’la sarılıp durduk, uzun süredir görüşememenin özlemiyle de. Eşyalarımızın fazla, ring aracının ise yetersiz olduğu söylenerek bir kısım eşyalarımızı orda bırakmaya zorlandık. Ringin küçük hücre tarzı bir bölümüne eşyalarımızla tıkıştırıldık adeta. Sert plastikten üç bitişik oturak ve tepemizde bir kamera ile çıktık yola. Sahilden sonra ara yollardan yol almış olmalıyız ki doğru dürüst araç/otobüs vs. ile karşılaşmadık. Öğlen saatlerinde sanırız Çankırı taraflarında bir karakolda mola verdik. Ve hemen devam ettik. Hep rampa ve orman içlerindeydik. Merakımızı ancak Ilgaz Ormanı Milli Parkı tabelasını görünce giderebildik. Ben yayla çocuğuyum, Torosların 2000-3000 metre yükseklerinde geçti yazlarım. Ancak Ilgazlardaki kadar yüksek hiç çam ormanı görmemiştim dost. Bakmakla sonunun getiremiyorsun. Ve ormanın her iki yanı da bembeyaz karla kaplıydı. Ağaçların bir kısmı da öyle. Bir de güneş vuran yerlerde ortaya çıkan renk cümbüşü ağzımızdan bolca şaşkınlık ve hayranlık sözcükleri döktürdü. Doğaya uzak kalmışlığın doğurduğu bir özlem yükü mahpus insanın içinden hiç eksik değildir ya. Bizimkini de buna saymalı. J Her ilerleyişimiz küçük küçük yerleşimlerle tanıştırdı bizi. Ve konak tarzı evleriyle meşhur Kastamonu’daydık.

Yerleşim olarak gözüme hiç de büyük bir şehir gibi görünmedi. Hafta sonunun getirdiği bir sessizlik/ıssızlık duygusu hakim oldu şehrin tam ortasından geçmemize karşın. En dikkat çekici şey de tam ortasından baştan sona uzanan geniş bir kanalın varlığı ve onun da susuz oluşuydu. Yağmuru bol alan bir bölgede nasıl olur bu hayret!. Neyse, yolumuz dağ-bayır arsında uzanıp durdu. Ta ki yola çıktığımız günün akşamı İnebolu’ya varmamıza kadar. Kastamonu’dan dimdik Karadeniz sahiline çıkmış olduk. Ve deniz kıyısında, ama dağların yamaçlarıyla adeta içiçe bir ilçe ve hemen dışında sırtını bir ağaç denizine dayamış, önü ise sonsuzca deniz! Bir hapishanenin böylesi güzel bir yere kondurulmasına şaşmamak elde değil. İçeri alınınca bekleme odasından akşamın serinliği hem denizin hem ormanın içiçe geçmiş havasını pencereden adeta boca etti üzerimize. Ringin dar hücresindeki havasızlığın yarattığı o uyuşukluk, yorgunluk halinden sıyrılıverdik. Buna bir de denizin üzerinde batmaya başlayan kıpkızıl güneş görüntüsü de eklenince, pencereden dışarı gözlerimiz çivilendi adeta. Deniz tarafından yutuluvermişti ufuktaki güneş. Böyle bir görüntüyü onca yıl hiç yaşamamıştık! Ya kartpostallardan ya da TV görüntülerinden aşinaydık desem!... Zorunlu bir yolculuğun kimi hoş sürprizlerindendi işte bu da. Ruhumuz şenlendi gerçekten. Uzak kalışlar bizlerin ilgi alanına daha fazla görüntüyü sokmayı da getiriyor beraberinde. Çiçeğin bile yasak olduğu bir on yıl geçirdik. Umarız burda sınırlı da olsa bu imkanı buluruz.

Sevgili Adil, İnebolu’da akşam vardiyası yemek - çay ikramıyla konuk ettiler. Gel gör ki, sabah vardiyası sorumluları talebimize karşın ne kahvaltı verdirtti mutfaktan ne de komutanların istemine rağmen kuru ekmek. İnsani yanları olmayanların yaklaşımı saymalı bunu da. Ve bir günlük yola aç aç çıkardılar bizi. Bunu kabullenmek mümkün değil/di. Burada yerleşir yerleşmez bakanlığa dilekçelerle ilettik yaşadıklarımızı. Keza Kandıra idaresinin bizim iki gün, islamcıların (Tokat) üç günü için yarımşar ekmek içinde beyaz peynir ve birer küçük piknik reçeli vermesini de şikayet konusu yaptık. Neyse, artık İnebolu’dan sonra tümüyle bazen iyice deniz kıyısında bazen hafifçe dağ yamaçlarından denizi izleyerek saatler süren yolu geride bırakarak Karadeniz’in denize en uç şehri Sinop’taydık öğle sonu 3 gibi. Şehrin içinden sahile indik. Onca şehir geçtik ilk defa sahili dolduran oldukça kalabalık insanlarla karşılaştık. Pazar gününü değerlendiriyorlardı. Balıkçı barınakları, gemi ve yatlar takıldı gözlerimize. Sonra meşhur Sinop Zindanını gördük. Ve surları, kayaları döven dalgaları. Yatanlar geçti aklımdan ve illa ki Sabahattin Ali’nin ‘Aldırma Gönül’ dizeleri. Yaşamda izlerimiz ne çok! Ne kadar fazla yerde öyle! Bunun o an düşünce ve duyguların gel-gitleri arasında dışa vurumu biraz hüzün, çokça gülümsemeler ve mutlu oluş hali oldu desem! Her yolculuk sadece yeni bir yer ya da şey/ler görme ötesinde kendimizi yeniden keşfetmeleri de içeriyor sanki. İbrahim’in ‘yollarınız tükenmesin’ lafı buraya ne kadar da uygun düşüyor şimdi. Değil mi?!

Sinop’tan sonra da yollarımız tükenmedi! Denizle öylesine içli-dışlı bir yol hattındaydık ki an geldi tekerlekler kumların üzerinde ve dalgalarla yıkanarak yol aldı. Pencereden bakınca insanda denize atlama duygusu yaratan bir yakınlık içersindeydik. Yüreğimi bu duyguların dalgasına bırakmanın nasıl bir keyif olduğunu bir bilsen dost! On yılın tecrit hücrelerinden sonra ruhum yanında bedenim de özgürlüğün tadına vardı desem biraz olsun anlaşılmam mümkün olur herhalde. TV’lerden izlediğim Karadeniz’in kimi görüntülerini doğrudan seyretmenin zevkiyle başbaşaydım. Bazen Ercan ve Cihan’la, birbirimizle ilginç görüntüleri paylaşma adına -oturduğumuz anlarda- pencereye çekecek betimlemeler/ benzetmeler yapıveriyorduk. J İşte Bafra! İlk görüntü hayli bol apartmanlarla gelişkin bir şehir izlenimi yaratıyor insanda. Ve şehir dışına doğru yol yükseklik kazanıp nerdeyse Bafra’yı ayağımızın altına seriveriyor. Evlerin bitimine doğru hayvanlar ve ahırlar, tarlalar çarpıyor daha çok. Sonra kuleleri ve duvarları ile büyük bir şatoyu andıran kapısında kocaman ‘Adalet Bakanlığı, Bafra T-Tipi Kapalı ve Açık Cezaevi’ tabelası ile karşılaşıyoruz. Bir dönem mesken eyleyeceğimiz mekana geldik. Eşyalarımızı içeri indiriyoruz. Sonra formaliteler bitip, içeri tam alınmadan önce tek tek odalara alınıp, üzerimizi soymamız isteniyor. Tabi bu insanı aşağılayan, onur kırıcı uygulamayı kabul etmeyeceğimizi söylüyoruz. Bakanlığın talimatnamesini astıkları yere dikkatimizi çekiyor görevliler. Yapmak zorundayız deyip gönüllü olmaya ikna etmeye çalışıyorlar. Çıplak aramanın kendisi onur kırıcı iken talimatnamede bu aramanın insan onuruna yakışır şekilde yapılması belirtiliyor. Soyacaksın ama insan onuruna uygun olacak diyor bakanlık görevlilere. Nasıl olacaksa?!

Sonuçta tavrımızı koruduğumuzu görünce zorla, bildik yöntemle yapıyorlar. Ancak özel bir yönelime girmiyorlar. Ve alınıyoruz sekiz kişilik boş bir yere. Bir memur Mersin’li olanın hangimiz, İstanbul’lu olanın kim olduğunu sorup ‘aileleriniz iki gündür bizi / burayı telefon yağmuruna tuttu’ diyor. O an onların endişelerini bilmek canımızı da sıkıyor. İşte on yıl sonra üç kişilik hücrelerden sonra sekiz kişilik bir yerdeyiz! Bu bile ilk değişik bir atmosfere girdiğimiz duygusu yaratmaya yetiyor. Ertesi gün Pazartesi ve eşyalarımızın önemli bir bölümünü alıyoruz. Ufak - tefek verilmeyenlere incelemek için kitap - dergiler de eklenmiş halde önceki gün akşamdan itibaren sürgün sevki protesto için yedi günlük açlık grevine başlıyoruz. Limon ve şeker veriyorlar. O gün telefon günümüzde olup ailelerin endişelerini gidermek için ısrarlı olunca, sonunda akşama doğru ilk telefonlarımızı açıyoruz. Evdekiler de biz de rahatlamışlık içersindeyiz. Ve yeniden kalıcı bir koğuşa geçeceğimiz söyleniyor. Giriyoruz ki, bu defa tam 16 kişilik, çift katlı, ranzası olan boş bir koğuştayız. İki katlı. Koridordan geçerken kapıdan selamlaştıklarımızın adliler ve sonrasındakilerin de yurtseverler olduğunu öğreniyoruz. Bir yıl öncesinde açılmış bin iki yüz kişilik bir hapishaneymiş. Henüz yarısı boş. Şehir merkezine 20 dk. mesafede. O taşınmadan hemen öncesinde, endişelerini gidermek için gelen kardeşim Ali ile 20 dk.’lık bir savcılık görüşü yaptım. Saat 4.30 gibi. Bir haftalık diyet sona erdi. Kısmen kitap edindik. Biraz daha normal yaşama dönme başladı. Gazete ve radyolarda sürgün sevk haberi ve girişte ciddi sorun yaşadığımıza dair haberler farklı yerlerden bolca fax vb. almamıza da yol açtı. Yabancı ve bilinmezlik taşıyan bir yere gitmenin anlamını bilen dostlar bizi yalnız bırakmamış oldular satırlarıyla. İnsan dayanışmanın güzelliğine bir kez daha varıyor. Ki peşimiz sıra DELİ DALGALAR adlı Kültür / Sanat çevresi birer mektup ve kitapla sürpriz de yaptı. Çok anlamlı, değerli geldi bana / bize.

Artık güneşi az, yağmuru bol Karadenizdeyiz! İbrahim Sincan 1’de, Mulla ise Erzurum’da.

Eeee… sen / siz nasılsınız Adil? Geçen zamanda tiyatronun yorgunluğunu da atmış, yeni çalışmalarla ilgili olmalısın. Çok güncel ve yakıcılığı medya üzerinden gözümüze de sokulan bir sorun Kadın Sorunu. O nedenle de çok isabetli olmuş yazıp, tiyatrolaştırman/ız. Öykü’nün yolladığı tiyatro biletini de aldım. J Davete icap etmek boynumuzun borcu artık. J Tülin sahnelenmede rol aldı mı yine? O da yine ayrıca işte çalışmakla da meşgul sanırım. Evet evet, balon haberini Sabah’ta genişçe görünce, balon almış gibi sevindik ha J İşi böyle kamuoyuna taşımanız hoş da olmuş. Çevredeki dostlarla epeyce muhabbetini de yaptık. İşte buraya gelişimizin bir artısı da bu konuda oldu. Ben iki, Cihan da bir balonumuzu aldık. J Öykü Cihan’a da yollamış meğer. (Cihan Deniz Tarak) Cihan, Öykü’ye bileklik yollamış. Alıp almadığını soruyor şimdi.

Cihan ve Ercan (Binay) ile hala üç kişiyiz. Oltu ve Gümüşhane’den komşu hevallere gelenler oldu. Biz de Kandıra ve diğer yerlerden dostlar gelir diye bekliyoruz. Şimdilik durumumuzda özel bir yaramazlık yok. Moralimiz de gayet iyi. Özgür, aydınlık ve eşit, güzel bir ülke / dünya özlemiyle kucaklıyorum/z. ÖZGÜRCE NİCELERİNE!

Sana ve Tülin’e en içten sevgi ve selamlarımızı iletiyorum/z. Dostlukla.

--------------------

HASAN GÜLBAHAR T TİPİ KAPALI HAPİSHANE A−5 BAFRA− SAMSUN