23 Nisan 2011 Cumartesi

12 HAZİRAN MİLLETVEKİLİ SEÇİMLERİ ERTELENMELİDİR



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Yüksek Seçim Kurulu (YSK) önce BDP’li bağımsız milletvekili adaylarını veto etti. Kürt halkı ile bazı aydınların gösterdiği sert tepkilerden dolayı Cumhurbaşkanı’nın devreye girmesiyle YSK bu kararını yeniden düzenleyerek geri adım attı. Bu karar Türkiye ve Dünya kamuoyu tarafından hayretle izlenmektedir.

YSK’nın verdiği bu kararlar hukuki değil, siyasidir. Veto kararı da düzeltme kararı da siyasidir. Çünkü Prof Doğu Ergil’in dediği gibi; “Hukuk fakültelerinde yetişen öğrenciler ‘önce devlet sonra hukuk’ anlayışıyla yetiştirilmektedir.” Sayın Ergil’in bu tespiti çok doğrudur. Buna bir ilave yapmak istiyorum. Türkiye’de mevcut hukuk fakültelerinde yapılan bir ankette; “Önce devlet mi, hukuk mu?” sorusuna öğrencilerin büyük çoğunluğu “önce devlet” yanıtını vermişlerdir. Bu anketi kaynağıyla birlikte daha önce yazdığım bir makalemde belirtmiştim.

Bu tespitlerden anlaşılıyor ki, YSK veto kararını “önce devlet” anlayışına göre siyasi olarak vermiştir. Verilen bu karara karşı Kürt halkının çok sert tepkisi ile birçok yazar ve aydının eleştirileri sonucunda Cumhurbaşkanı devreye girmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine YSK karar düzeltme gereğini duymuştur. Bazı belgelerin zaman aşımına uğradığı halde, yine de kabul etmiştir. Yani karar düzeltme de siyasidir. “… Cumhurbaşkanı Gül’ün son iki gündür, geçmişte Süleyman Demirel döneminde görülen türden yaptığı (haydi müdahale demeyelim) katkı önemliydi. / Murat Yetkin-Radikal” Sayın Cumhurbaşkanı’nın YSK’ya müdahale ettiği Murat Yetkin’in bu ifadelerinden anlaşılmaktadır.

Dolayısıyla YSK’nin verdiği her iki kararın da siyasi olduğunu çok net olarak görmekteyiz. O nedenle 12 Haziran’da yapılacak olan milletvekili seçimlerine gölge düşürülmüştür. Bence YSK tarafsızlığını yitirmiştir. Bu şartlarda yapılacak seçimlerin de sağlıklı olamayacağını söylemek abartılı olmayacaktır.

BDP’nin bağımsız milletvekili adayları YSK’nın bu siyasi kararına karşı, sonucu beklemeden derhal seçimden çekilmeliydiler. Ne yazık ki bu basireti göstermediler. 70 milletvekili yerine 25 milletvekilliğine razı oldular.

Bence, mevcut YSK üyelerinin tümü derhal istifa etmeli ve yerine yenileri seçilinceye kadar seçimler ertelenmelidir. TBMM’nin de muhalefet tarafından hemen olağanüstü toplantıya çağrılmalıdır. Aksi halde bu YSK ile yapılacak seçimlerin sonuçları da hukuki değil, siyasi olacaktır.

Bu öneriyi yapmak için ille de hukukçu olmak gerekmez. Benim gibi sıradan her insan da bu tür önerileri yapabilmelidir.

Şimdi bazı okuyucuların; “Yahu! Ortalık ancak yatışmışken sen de ‘pişmiş aşa su katmak’ mı istiyorsun?” diyerek, bana bir serzenişte bulunabilirler.

Zaten bu güne kadar verdiğimiz demokrasi mücadelesinde çok yetersiz kalmamızın en önemli nedenlerini sıralarsak;

Etliye-sütlüye karışmayan ve “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” deyip, zehirli aşı bize yedirenlere göz yumanlardır.

Kıbrıs’tan nemalanıp, “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür” diyen Mümtaz Soysal gibi kafaları bize solcu diye yutturanlardır.

Diyarbakır’da yakaladığı eylemcileri AKParti binasında sorgulayan, Van’da camide zorla aldığı kişiye “kaç rekât namaz kıldın?” diye soran polislere karşı hiçbir tepki vermeyenlerdir.

Hakkımızda uyduruk gerekçelerle soruşturmalar-davalar açan savcı ve hâkimlere ücret karşılığında bilirkişi raporu veren sözde aydın prof.lerdir.

Neyse, biz yine esas konumuza dönelim.

Dünya kamuoyu gözü önünde açıkça siyasi kararlar alan mevcut YSK ile 12 Haziran seçimlerinin sonuçlarına nasıl güvenebiliriz? Ben güvenmiyorum. Yapacağım önerilere “deli saçması”, “hayal âleminde yaşıyor” istedikleri kadar desinler. Tarihin beni haklı çıkaracağına inanıyorum.

Sonuç olarak;

TBMM hiç zaman kaybetmeden derhal olağanüstü toplanmalı ve öncelikli olarak 12 Haziran’da yapılacak milletvekili seçimlerini ileriki bir tarihe ertelenmelidir.

Barajlı bir seçim demokratik olamaz. O nedenle, Seçim Kanunu’nda değişiklik yapmak suretiyle yüzde on baraj kaldırılarak, tüm siyasi partiler eşit olarak yarışmalıdır.

Gerçekleşmesi dileği ve umuduyla...

22.04.2011

Web site: http://www.gomanweb.net/

15 Nisan 2011 Cuma

ZAR TUTMAK!


Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Hükümet’in bizi tüm dünyaya rezil eden “telekulak” olumlaması haklı/hasız, suçlu/suçsuz, kadın, erkek, genç, yaşlı ayırımı yapmaksızın herkesi kapsadı. Oysa dinlemelerin, mahkeme kararlarıyla ve suç işleme şüphesinin yüksek olasılık taşıması gerekçesiyle uygulanması gerekirdi. Dinlemelerin bir kısmı-yasal ya da yasal olmasa da!-medyaya düştü! İyi de oldu: Komplocu, faşist, darbeci ya da askerini ölüme gönderen kimi komutanlar deşifre oldu! Bazı kirli ilişkiler, illegal işler ortaya çıktı. Kendi öldürttüğü Mehmetçikleri PKK’ye yükleyecek zihniyette komutanların olduğunu bu ülke öğrendi. Bunlar iyi şeylerdi. Ama AKP ve Hükümet içindeki dinlemeler yansımadı ya da olmadı. AKP ve Hükümet içindeki görüşmeler, ilişkiler dışarıya yansımadığı için sorgulanması gerekebilecek bazı olaylar konuşulamadı. Polis sınavlarında bazı dinci tarikatlara yakın adaylara dağıtılan soru ve cevapların yanında bir de geçen sene KPSS’de yaşanan skandal ise az da olsa konuşulabildi. O sınavdan bazı adaylar tam puan almıştı.

Ve en son üniversiteye yerleştirme sınavlarında bir sorun çıktı. Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS) sorularda (ya da cevap anahtarlarında)-algoritmalar ya da aritmetik dizilere benzer-şifreler vardı. Bu aritmetik diziden ya da şifreden haberi olan bir öğrencinin ilgili tüm soruları doğru yanıtlayacağı kesindir. Hükümet, Milli eğitim Bakanı, YÖK bu işten sorumludur. ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Demir’in sorumluluğu ise en fazla olanıdır. Hükümet, YÖK ve ÖSYM tarafından bu işte bir art niyet olmadığı ya da tesadüf olduğu şeklinde açıklamalar yapılıyor. Ve ilginçtir ki ÖSYM Başkanı kabahati kitapçıkları basan matbaaya yükledi. Oysa soruların yanıtlarının şıkkı-bu tür sınavlarda!-her seferinde rasgele atılan bir zarın geldiği sayıyla belirlenir. [Bunu (doğru cevabın yerleştirilmesi gereken şıkkı) bize ODTÜ’de Probablity and Statistic(s) dersinde “(at) random” (rasgele) olması gerektiğini öğretmişlerdi.] Yani doğru şık rasgele atılmış zarın geldiği sayı olmalıydı.(Bir örnek vermek istiyorum: Bir soru için atılan rasgele zarda gelen sayı 2 ise, o sorunun doğru yanıtı b’ye yerleştirilecektir.) Hükümet ya da ÖSYM, anlaşılan hileli zar kullanmış ya da zar tutmuştur. Öyle bir hileci kumarcı bulmuşlar ki, attığı her zarla istenilen (aritmetik)diziyi ya da şifreyi sağlamıştır. Bunun böyle olmamış olmasını dilerim! Bu sınavı yapmış olan kurum sınava giren her öğrenciye (bir milyon yedi yüz bin kişiye mi?) ayrı soru kitapçığı dağıttığı anlamında açıklamalar yaptı. Buna şaşmadım dersem yalan olur: Eğer bu doğruysa bunun hangi bilimsel yönteme göre veya akılla(?!) yaptıklarını açıklayabileceklerini düşünmüyorum. Eğer bir tesadüf değilse bu işte de-hiç düşünmek istemiyorum!-polis sınavı, KPSS skandalı benzeri bir kurnazlık düşünülmüşse bu ülkede birileri (devlet) bizleri (yetmiş milyonu) tek tek kontrol ediyor demektir.

Melle Hasan’ın (bir arkadaşımın babasıdır) imamlık yaptığı bir köyde hem muhtar, hem ağa olan Mehmet adlı biri varmış. Artık orta yaşlıydı. İkinci bir hanım almayı düşünmeye başlamıştı. Cemaatte de arada sırada bu niyetini söylüyordu. Bir gün cemaatte bir köylü: “Yahu Mehmet Ağa, evlen artık!” “Vallahi nasipse evleneceğim!” Köylü bu işi ağırdan aldığını bildiği ağaya çatmış: “Vallahi billahi, talakıma, dinim imanıma, bir genç kız kendi ayağıyla gelse, benle evlen dese, evlenmezsin!” “Öyle söyleme!” Köylü: “Madem kararlısın, benim on dört yaşında bir kızım var, onu sana veriyorum. Sen de kızını oğluma ver!” Köylüler de kızını verecek köylüye sırt çıkarak ağayı sıkıştırmışlar. Ağa o ateşli tartışma içinde parlamış: “Vermeyenin karısı ondan boşansın mı?” Köylü: “Âmin! Almayanın da öyle olsun!” Melle Hasan da cemaatteydi ve olanları gözlüyordu. Mehmet: “Hoca, nikâhımızı kıy!” Israr ve dayatma karşısında Melle hemen oracıkta nikâhlarını vekâleten (kız huzurda olmadan) kıymış. Zaten Ağa’nın kızı 30-40 yaşlarında, yaşı geçmiş biriydi ve fırsat eline düşmüşken-Ağa-bir taşla iki kuş vurmuş(tu). Ancak Melle Hasan bir tavsiye etmekten de kendini alamamış: “Bak Mehmet! Sen bu kızla ilişkiye girme, yaşı daha çok küçük!” “Zaten banim hanımım var Melle. Ne acelem var? Yavaş yavaş bana alışsın, ne zaman o büyür ve ihtiyacımız olursa?” Ve böylece Mehmet Ağa’nın ikinci evliliği başlamış. Tabii yeni gelin tek başına odasında kalmış, Ağa ona hiç uğramamış bile. Bir süre sonra köylüler, biraz da kızın anlatımıyla olayı fark etmişler. Bir gün çeşmede köylü kadınları yeni gelini sıkıştırmışlar: “Evlilik nasıl gidiyor?” “Mehmet’le hiç alakam yok. O eski karısıyla kalıyor. Onu hiç görmüyorum!”Bunun üzerine köylü kadınları her yerde dedikodu etmişler: “Mehmet’in bu kıza karşı erkekliği yok!” İnsanlar gelip bunu Mehmet’e söylemiş. Mehmet Ağa’nın kanı beynine fışkırmış ve dama çıkıp avazı çıktığı kadar bağırmış:”Ulan karınızı getirin, gelininizi getirin, küçük kızlarınızı getirin! Onlara öyle öyle yapayım!” Bu kez Melle Hasan damdaki Ağa’ya çıkışmış: “Hacı Mehmet ne yapıyorsun? Ayıptır! Sen köyün ileri gelenisin! Bu nasıl söz?” Ağa zorla nefes alarak yanıt vermiş: “Yahu Hoca, baksana! Yatak işlerimize kadar karışıyorlar!”

Yasadışı olarak yurttaşların yatak odalarına kadar dinleyenleri, polis adaylarına cevap kâğıtlarını verenleri, KPSS skandalını işleyenleri ve üniversiteye girecek öğrencilere şifreleri verenleri sorgulayamayan bir hükümet var. Ve bu yetmez gibi Kürtleri, sosyalistleri, gerçek dindarları ve radikal demokratları kontrol altında tutan bir hükümete dönüşmüş. Ve yurttaşların vaveylasını Mehmet Ağa’nın bağırması gibi değerlendiren bu hükümet yeni bir seçim kazanmaya göz dikerken ikinci bir gelin aldığını unutur gibidir. Tunus, Mısır, Libya faşist diktatörlüklerine açıktan tavır alan AKP hükümeti ve Tayip Erdoğan, Suriye faşist diktatörlüğüne-Kürt sorunundan dolayı-destek vermektedir. “Gelin, Kürtlere fazla taviz vermeyelim!” anlamındadır. Mehmet Ağa, çokeşlilik ve zavallı köylülük bu ülkenin yazgısı olmamalıdır.

13 Nisan 2011 Çarşamba

ELAZIĞ’DAKİ ŞAFİİ VE KIZILBAŞ KÜRTLER ÜZERİNE



Mustafa Elveren (Em. Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

 Gerek çocukluğumda duyduklarım, gerekse okul ve iş hayatımda karşılaştığım Şafii ve Kızılbaş Kürtlerle ilgili çok sayıda anılarım vardır.   Zaman buldukça bu anılarımı da okuyucularla paylaşmaya çalışacağım.

 Osmanlı ve T.C. devletinin resmi ideoloji politikaları gereğince yüzyıllarca bir Kızılbaş ile bir Şafii’nin yan yana oturmadığı bilinen bir gerçektir. Elazığ yerleşim bölgesinde bulunan Kızılbaş Kürtler ile Şafii Kürtler bu resmi ideolojilerden en çok etkilenenler olduğunu söylemek bence pek abartılı sayılmaz.

 Devletin her türlü asimilasyonuna ve baskılarına rağmen Elazığ’da bazı Şafii ve Kızılbaş Kürt aydınlarının çabalarıyla bu tabu önemli bir oranda kırılmış bulunmaktadır.

 Demokrasi ve özgürlük yolunda hayatını kaybeden Doktor Rodi, Av. Metin Can ile can dostu Dr. Hasan Kaya, Mehmet Artan Hoca, Tunceli’de baraj inşaatında çalışırken karanlık bir el tarafından öldürülen dostum mühendis Hüseyin gibi onlarca arkadaşlarımın bu yöndeki çabalarını hiçbir zaman unutmam mümkün değildir.

 Yine, Eczacı Orhan Demirbağ gibi zorunlu olarak yurt dışına çıkmış olan yüzlerce kişilerin verdiği mücadele olmasaydı, Elazığ’daki Kürtler bu günlere gelemezdi. Bu arkadaşlarımızın Şafii-Kızılbaş birlikteliği konusunda ölümüne yaptıkları çalışmalar sonucunda bu güne gelindi.

  Halen Elazığ’da ikamet etmekte olup, bu birliktelik için katkı yapan Kızılbaş ve Şafii Kürt aydını birçok arkadaşımı da unutmadım.

 Tabii ki Kürt özgürlük hareketinin bu alanda gösterdiği çaba ve rolü de inkâr edilemez bir gerçektir. Elazığ’da bu gelişmeler kendiliğinden olmadı.

 Önümüzde öyle bir tabu var ki, çelikten yapılmış demir kapıları adeta tırnaklarımızla keserek kırmaya çalışıyoruz. Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu, Kızılbaşlar'ın Müslümanlığa asimilasyonu, İttihat ve Terakki’den beri, Türk Devleti’nin kararlı bir şekilde, sistematik bir şekilde uyguladığı bir politikadır. Sevgili İsmail Beşikçinin bu iki cümlesi konuyu daha net olarak ortaya koymaktadır.

 Günümüzde “suçu ve suçluyu övmek – Terör örgütlerini övmek” gibi saçma sapan gerekçelerle yazarlarımızın yargılandığını göz önüne alırsak, Oral Çalışlar’ın: “Askeriyenin çöplüğünde hâlâ açılmamış toplu mezarların bulunduğu bir ülkede yaşadığımızı unutmayalım…” uyarısını dikkate almak durumundayız.

 O nedenle demokrasi ve özgürlük güçlerinin “Bölüne bölüne büyümek” değil, tam tersine “birleşe birleşe” bütünleşerek büyümeli ve güçlenmelidir. Bu benim tespitlerim ve düşüncemdir. Çünkü bunun pratiğe geçmediğini ne yazık ki bizzat yaşayarak görmekteyiz.

 Demokrasi ve özgürlük yürüyüşünde hayatını kaybeden arkadaşlarımı saygıyla anıyor, hayatta olanlara da sağlıklı uzun ömürler dilerim.

 13.04.2010

  NOT: Bazı Kemalist Kızılbaşlar ile dinci geçinen bazı Şafii Kürtler bana çok kızabilirler. O nedenle hakaret, küfür ve tehdit olmaması kaydıyla makalenin yayınlandığı tüm sitelerde yazının altına istedikleri yorumu yazabilecekleri gibi aşağıdaki e-posta adresi ile doğrudan bana da gönderebilirler.:


 -----------

10 Nisan 2011 Pazar

Emperyalizm: Herşey kâr için!



Faiz Cebiroğlu

Sovyetlerin yıkılmasından sonra, agresif olan emperyalizm daha da agresif hale gelerek, yeni pazarlar elde etmek için, halklara bomba yağdırıyor; özellikle zengin petrol bölgelerinde, kendi siyasi ve ekonomi egemenliklerini sürdürmek için ellerindeki tek araç olan agresifliyi, saldırganlığı, şiddeti uyguluyor. Bu savaş, yıkım, ölüm ve işgal, hep kâr, aşırı kâr elde etmek içindir. Burada herşey kâr içindir!

Libya, bunun için, emperyalist barbarların saldırısı altındadır.

Emperyalizm bunun için, Libya’ya bomba yağdırıyor; Libya bunun için, uranyum bombalarıyla yerle bir ediliyor. Burada herşey, aşırı kâr içindir. Emperyalizm, aşırı kâr için yapamayacağı ahlaksızlık yoktur!

Unutmamak gerekiyor, emperyalizmin, genelde Ortadoğu’da ve şimdi de Libya’da yürütmüş olduğu saldırılar, Nazilerin işlediği suçlara eş ölçüdedir. Bunu da yazmakta yarar var. Yarar var, zira emperyalist haydutların amacı, ne ”insan haklarını” savunmak, ne de saldırı altındaki ülkelere ”demokrasi” getirmektir.

Emperyalizm, yeni pazarlar elde etmek için, halkları birbirine kırdırmak, bu ülkeleri siyasi ve ekonomik olarak kendi boyunduruğu altına almak oluyor. Irak’ın işgali bunun içindir. Libya’ya atılan ve atılmakta olan uranyum bombaları, yeni pazarlar elde etmek için, aşırı kâr içindir. Emperyalizm, aşırı kâr için yapamayacağı ahlaksızlık yoktur. Bu, birinci noktadır.

İki: Emperyalizm hem ahlaksız, hem de ikiyüzlü bir sistemdir. Mısır halkını yıllardır, ”Camp David” antlaşması ile inim inim inleten emperyalist / siyonist haydutlar, şimdi de hiç sıkılmadan, Mısır halkının bu ”Camp David” antlaşmasına karşı başlatmış olduğu devrimsel kalkışmalardan yana tavır alıyor, sözümona, destekliyor!

Emperyalizm, ikiyüzlü ve ahlaksız bir sistemdir.

Emperyalizm, 17 Eylül 1978’de Jimmy Carter gözetiminde, Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail başbakanı Meneham Begin arasında süren ”gizli pazarlıklar” sonucunda ( bu pazarlıklardan bir tanesi, Sina yarımadasının Mısır’a verilmesi ), ”Camp David” antlaşması imzalanarak, hem Filistin devrimini engellemek, hem de bölgede gelişecek bir anti-emperyalist, anti-siyonist hareketi önlemek için yapıldığını, bizlere unutturmaya çalışıyor.

Emperyalizm, insanları yanıltmak ve beyinleri silmek için vardır. Emperyalizm, manipülasyondur.

Üç: Emperyalizm, manipülasyondur. Manipülasyon, dünya kamuoyunu, kulağa hoşgelecek sözcükler ile, ”insan hakları”, sivilleri koruma” demokrasi” gibi kelimelerle yanıltmak için yapılan bir medya savaşıdır. Emperyalizm, kamuoyunu önce bu medya savaşı ile, yanlış bilgilerle yönlendiriyor, manipüle ediyor, daha sonra halklara bomba yağdırıyor. Libya, böylesi bir manipülasyondan sonra, bombalandı. Libya, ”sivilleri koruma”, ”demokrasi” gibi sözcükler ile, dünya kamuoyu manipüle edilerek, bombalandı. Bombalanıyor…

Emperyalizm, askeri savaş yanında, kurnazlık, oyun ve düzenbazlıktır!

Emperyalizm, aşırı kâr için yapamayacağı ahlaksızlık yoktur.

Emperyalizm, dün de buydu. Bugün de budur.

Emperyalizm şudur: Aşırı kâr için savaş demektir. Bu da şu demektir: Emperyalizm var olduğu sürece dünyada her zaman savaş ve savaş tehlikesi var, demektir.

Burada bizlere düşen görevler var. Görevlerin birincisi, emperyalizmin manipülasyon yöntemlerini açığa çıkarmak, onların bu ikiyüzlü, sahtekâr, dalavereci politikalarını gözler önüne sermek, teşhir etmektir.

İkinci görev, emperyalizm ve onun yardakçılarına karşı, yerel ve küresel cepheler oluşturarak kararlı bir şekilde durmaktır.

Şimdi, devrimci olma zamanıdır.

Şimdi, emperyalizme, siyonizme ve onların yardakçılarına karşı mücadele etme zamanıdır!

8 Nisan 2011 Cuma

ERGENEKON’DAN YEŞİL ERGENEKON’A!



Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Bir canavar gibi duran Ergenekon’un yargılandığına ve yok edileceğine seviniyorduk. 1920’lerdeki (28-29 Ocak 1921) Mustafa Suphilerin katlinden bugüne kadar işlenmiş tüm cinayetlere, belki de Osmanlıdaki komplolar kadar uzanan olayların aydınlanacağını düşünüyorduk. JİTEM gibi hain, faşist bir cinayet şebekesinin katliamları aydınlanacaktı. Sevinç duyduk, umutluyduk. Oysa JİTEM’ci katillerin büyük çoğunluğu-devlet tarafından isimler değiştirilmiş olarak!-dışarıda dolaşıyor. İşte, Ayhan Çarkın isimli bir eski özel harekâtçı, devlet istedi 400 kişiyi öldürdüm, anlamında demeçler verdi. Birçok operasyonla (katliam) ilgili bilgiler verdi, isimler saydı. Mardin-Ömerli’deki (Pınarcık Köyü) 30 kişinin öldürme olayını JİTEM yaptı dedi. Katliamların büyük kısmını biz yaptık ama PKK’ye yükledik dedi. Büyükelçilerimizi biz öldürdük dedi. [Yani Ergenekon kendi yurttaşlarını öldürerek Kürtlere, Türklere, Ermenilere iftira attı. Tüm bunları yaparken de bir oligarşik devletin (yönetimde olan) üst tabaksının milliyetçiliğini Türk milliyetçiliği sayarak, alt tabakaları (çarıksızları) Türk milletinden saymadı. Bilimsel olarak anlatmaya çalışırsak Ergenekon’un yaptığı buydu.] Bu faşist seri katilin ifadesi alındı ama ne hikmetse mahkeme serbest bıraktı(bu arda Diyarbakır’da hakkında bir soruşturma açıldı, izleyeceğiz). Ergenekon’un (JİTEM’in) deşifre olmuş birkaç cinayetinin dışında Ergenekon olduğu gibi duruyor. Cezaevindekilerden bir kısmı da-belki de!-Ergenekon örgütünün üstüne yıkılacağı birkaç kurbanlık kişi(dir). Zaten AKP Ergenekon konusunda TSK ile de anlaşmış durumdadır. Poyrazköy Davası’nın bakan Ercan Şafak ile Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz terfi edilme yöntemleriyle görevden alındılar. Bu savcılar-sözde!-terfi ettirildiler ama kendileri ve herkes biliyor ki aslında onlar görevlerinden alındılar. Çünkü Hükümet Ordu’yla anlaşmış ve Ergenekon’u da, operasyonları da artık sulandırmak gerekiyordu. Ergenekon ve Darbe konuları az bir zayiatla kapatılmaya çalışılıyor. Gelişmeler (yargılamalar, operasyonlar) bugüne dek bu anlattığım tarzda olmuştur. Ergenekon’un tasfiye edileceğinin veya yok edileceğinin olasılığını görmüyorum.

Sosyalist sistemin yıkılmasıyla dünyanın her tarafında tasfiye edilen Gladio, ülkemizin Ortadoğu’da Şef Ülke yapılması projesiyle ilgili görevi nedeniyle şekil değiştirdi. Ergenekon’la anlaşan AKP, operasyonu sınırlı tuttu. Ülkede kendi düzenini kurmak için Baasvari bir yöntem kullandı, Yeşil Ergenekon’u kurdu. Artık AKP de Hafız Esad gibi, Saddam gibi, Kral Hüseyin gibi elli yıllar iktidarda kalabilecekti. AB ve ABD’nin Ortadoğu’daki stratejileri dolayısıyla da destek alabiliyordu. İslam ve Allah’ı Allah’ına kadar bu ülkenin insanları üzerinde kullanmanın ortamını yakalamıştı. Ergenekon’un jandarmaları yerine belki polisleri vardı ama olsun, yüzünü yenilemişti ya, bu da nerden baksan bir elli sene giderdi! Evet, AKP’nin JİTEM’i YEŞİL ERGENEKON’dur. AKP ve Yeşil Ergenekon, Kürt Sorunu’nu Kürtleri İslam potası içinde eritip Türkleştirerek çözmek istiyorlar. Bu çok tehlikeli bir oyundur. JİTEM (Ergenekon) bunu katliamlarla çözmek istedi. AKP bunu Türkleştirilmiş Kürtlerle (mesela Diyarbakır’da milletvekili olmak için tüm değerlerine yüz dönebilecek tonla aday var) yapmaya çalışıyor.

Basılmamış bir kitabı yakmak dehşetengiz bir olaydır. Kapitalist Modernite çağında düşünce ve ifade özgürlüğünü yasaklamak mümkün değildir. Globalleşen kapitalizm basın ve ifade özgürlüğünü yasaklamaz, çünkü tutunacağı tek dal özgürlüklerdir. Zaten sosyalist sistem ulus devletin başka bir çeşit diktatörlüğünü yarattığı için kapitalist modernite içinde eridi. Şimdilerde AKP yönetimi tarihi tersine çevirmek istiyor. Basılmamış kitapları yakıyor! Bunu herkim yapıyorsa-yargı bile yapıyorsa!-izah edemez. Henüz basılmamış bir kitabı suç unsuru olarak görmeyi modern hukukun hiçbir içtihadında bulamazsınız. O kitapta iftiralar varsa, iftiraların belgesini yakıyorsunuz demektir. O kitapta doğrular varsa, doğruların belgelerini yakıyorsunuz! Yargı bunu bırakınız demokratik cumhuriyetin hukukuyla,-Ortaçağ hariç!-Yakınçağ hukukuyla da açıklayamaz. Oysa hedeflediğimiz demokraside-beğenmediğimiz dâhil!-her türlü düşünce ifade edilmelidir. Faşizm, komünizm dâhil her türlü konu hakkında kitaplar, çalışmalar yapılabilmelidir. İnsan beynine engel konmamalıdır.

Mankurtlaşma denen olay insan beynine kelepçe takılmasıdır. Bu robotvari bir nesil yetiştirir. Ahmet Şık’ın basılmamış kitabının (İmam’ın Ordusu) yakılması altından kalkılacak bir olay değildir. Yargı da bu işi açıklayamayacaktır! Bunu yapanlar Ergenekon’a güç verildiğinin farkında mıdırlar? AKP demokratik bir anayasa yapmaktan da caymış durumda. Kürt Sorunu’nu da çözmek istemiyor. Sadece strateji değiştirip onu (İslam dini içinde?) tarihe gömmek istiyor. Oysa demokratik çözüm demokratik bir anayasa ile olur. En iyi çözüm budur. Bu iş Ergenekon’la filan olmaz. İnsanlarımız her iki Ergenekon’dan birini seçmek zorunda değildir. Ve unutulmasın ki, gün gelecek Yeşil Ergenekon da Ergenekon (JİTEM) gibi yargılanacaktır. Değişen-bu kez-sanıklar olacaktır! Ve son bir söz: Ülke olarak Ergenekon’dan Yeşil Ergenekon’a terfi ettik. Çok yaşa Başbakan, çok yaşa AKP!

1 Nisan 2011 Cuma

TOKAT’LA GELEN ÖZGÜRLÜK!



Bülent Tekin
btekin1954@mynet.com

Sebahat Tuncel’in Newroz gösterilerinde polise tokat atması doğru değildi(r). Polisleri hükümetlerin ve kendi ideolojilerinin yönlendirdiğini bilen biriyim. Demokratik bir ülkenin hukuka saygılı, insan haklarından yana, hukuku bilen polislerinin bu ülkede olmadığını biliyorum. Bu ülkede polis kurşunuyla ölen gençlerin olduğunu da biliyorum. Ve bu ülkede sol görüşlü gençlere, Kürtlere polisin işkence yaptığını da biliyoruz. Hatta bu ülkede polis bir milletvekilinin (Sevahir Bayındır) kalça kemiğini de kırdı. Biz yine de bir milletvekilinin kıyameti bile kopartabilecek kadar yetkileri varken-polis haksızlık bile yapsa!-bir polise tokat atmasını doğru bulmuyoruz. Üstelik BDP’nin-sözde!-kadınlara “Ana Tanrıça” mitosuyla saygı duyduğunu okuyoruz. BDP, DTK-ve hatta PKK’nin!-kadınların “barış”ı getireceğine dair inancı var(dır). Kadın “barış” ve “özgürlük”le eş tutuluyor. Kadınların çığlığının, gözyaşlarının, haykırmasının bütün yöntemlerden daha etkin olduğu da doğrudur. Hiçbir ses bir kadının çocuğunun cenazesi önünde haykırmasından acı olamaz. Bir kadın çocuğunun öldürülmesini ya da cesedini görmek istemez. Çünkü kadının yüreği daha çok duygu ve şefkat doludur. Kadınlara ait tüm bu duygular içinde Sebahat Tuncel’in polise tokat atması şık olmadı!

Başbakan bu olaya-tıpkı bizler gibi!-tepki verebilirdi, kınayabilirdi. Hatta sık sık yaptığı gibi-işine geldiğinde yapıyor!-cumhuriyet savcılarını göreve çağırabilirdi. Biz bunu anlardık. Ancak vücut dili ve söyledikleriyle konuşmasında bir tehdit hissettik. Daha önce de (2006’larda) Kürtler için, “Kadın da olsalar, çocuk ta olsalar görecekler!” demişti. Gerçekten de 13 kişi öldürülmüştü. Böylesi de şık değil(di). İşi ırklar arasındaki tercihe ve hatta cinsiyet tercihine götürme psikolojisi kimseye methiyeler kazandırmaz. Adaletli ve eşitlikçi olmak gerekir. Polisin sert ve acımasız tavrı karşısında olacaksınız, milletvekilinin tokat atması karşısında da. BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, “Daha dün Urfa’da polis beni darp etti. Polis milletvekillerinin üstüne basınçlı su sıkıyor, gaz bombası atıyor ve onları copluyor.” dedi. Başbakan’ın gösteri ve yürüyüşlerdeki polisin sert tavrını görmesi de gerekir. Eğer başbakanlar tanrısallaşmaya kalkarlarsa onların dışındakiler hepsi “kul” olur. BDP’lisiyle, MHP’lisiyle, CHP’lisiyle, AKP’lisiyle herkes kul sayılır.

Diyarbakır’da oturma eylemlerini yasaklamamak gerekir. Bu ülkenin yöneticileri biraz demokrat olmalılar. İnsan haklarına dayalı Avrupa tipi bir demokrasi istiyorsak özgürlüklerden kaçmamak gerekir. Şiddet içermeyen demokratik eylemlere valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri müdahale etmemelidirler. Olaylar büyür ve istenmeyen bir yöne doğru giderse, AKP’nin parti yöneticileri gibi davranan valileri, kaymakamları, emniyet müdürlerini yine bu AKP görevden alacaktır. Mülki idari yöneticilerinin referansı “hukuk” olmalıdır. Suç olmayan eylemleri engellememelidirler. Bir gün AKP tarafından günah keçisi ilan edilirlerse şaşmamalarını öneririm. Bu ülkede basılmamış kitaplar (İmam’ın Ordusu-Ahmet Şık) yakılıyorsa bir demokrasi sorunu var demektir. Tek taraflı yayın faşizmde olur. Bu da insanın hapsedilmesidir. Eğer bizim yolumuz AB tipi bir demokrasi ise oligarşik cumhuriyeti gerilerde bırakmalıyız.

Son günlerde TSK’nın PKK’ye karşı operasyonlarını izliyoruz. Bu durumda PKK’nin misilleme yapmayacağını kim söyleyebilir? Oysa bana göre seçime kadar-tersini söylese de!-PKK’nin gizli bir eylemsizlik içinde kalacağını düşünüyorum. Devlet bunu mutlaka benden daha iyi biliyordur. Ve ölü(m)lere en çok üzülecek annelere-bu vesileyle-gelmek istiyorum. Ananın kutsal duygu ve şefkatinin büyüklüğü “devlet” ve “örgüt” duvarlarına karşın zarar görmez. PKK’li ya da Mehmetçik, ölen herkimse sadece anne(si)nin karnında dokuz ay taşıdığı cenin değildir. O, annesinin sürekli sorumluluğunu hissettiği kendi(si)nden bir parçası ve Allah’ın bir vergisidir. Onun ölümüyle anne ruhen ölür zaten. Hani biz, yaratılanı yaratandan dolayı seviyorduk, derdik ya? Bu nasıl bir takiyyedir ki ölümleri gizliden kutsuyorsunuz. Hani dindardınız? Evet, Başbakan’dan bahsediyorum. Bu sözü sık sık kullanır çünkü. Oysa biz de bu tip sözleri sık sık kullananlara ihtiyatla bakarız: Çünkü bu tip sözleri söyleyip te tersini yapan/yaptıran birçok insan tanıdık. 12 Eylül öncesi dindar geçinen birçok kişi bu ülkede cinayet işledi, işkence yaptı. Bu tip sözleri söyleyen birçok insan da fabrikalarından işçilerini attılar. Şimdilerde de durum aynı. Doğrusu insan sevgisini sık sık dindarlığına, yaratana bağlayanlara biz hiç güvenmedik.

POSTALCILAR, TAKUNYACILAR VE KÜRT MUHALEFETİ


Mustafa Elveren
mustafaelveren@gmail.com

Yaşım altmışı geçti. Bu güne kadar kendimi bildim bileli hep aynı güç iktidardadır. Bu güç bazen siyah bazen de yeşil renge bürünebiliyor. Ancak, renk değiştirirken iç çelişkiler yaşayabiliyor. Zaten hep iki renkten oluştu, üçüncü bir rengin katılması mümkün olmadı.

“Biri postalcı, diğeri takunyacı. Biri darbeyi çare, ötekisi şeriatı çare olarak görüyor. Her ikisi de resmi görüşün ideolojik imalatından çıkmış. Biri “cumhuriyetin kazanımları” ile “bu ülkenin ulusal bütünlüğünün çimentosu milliyetçiliktir” eksenini korurken, diğeri ise “bu ülkenin ulusal bütünlüğünün çimentosu Müslümanlıktır” ilkesini savunur. Her ikisinin toplamından ve sentezinden, bildik malum ideoloji çıkıyor; “Türk İslam sentezi”.(Turan Eser)

Terazinin bir kefesinde; dinci muhafazakâr olarak tanımlayabileceğimiz yeşil takunyacılar, diğer kefesinde ise; ırkçı-ulusalcı siyah postalcılar bulunmaktadırlar. Sayın Turan Eser’in de belirttiği gibi her ikisinin toplamından “Türk İslam sentezi” çıkıyor. Bu çift renkli görünümündeki güç, halkları ve özgürlükleri sembolize eden üçüncü bir rengi hep yok saydı. Direnenleri de zindanlara ve sürgünlere gönderdi.

Bu güç 1960’lı-70’li yıllarda MHP üzerinden milliyetçiler kullanılarak Türkiye sol hareketini tasfiye etti. Günümüzde ise, güçlenen Kürt muhalefetini inkâr ve imha temelinde Hizbi Kontranın domuz bağıyla yok etmeyi başaramadığı için bu defa sahte İslamcıları kullanarak Kürt hareketini tasfiye etmek istiyor.

“Türkiye’de Kemalizm ve İslam adlarında 2 tane din var. Birincisi bitsin diye uğraşıyoruz, o bitmeden ikincisi başladı. İkisinin de hamuru temelde aynı: Çoğulcu hiçbir şey istemiyorlar; laik veya İslamî cemaat dışında “İnsan” olunmasına tahammülleri yok. Küpe, Darwin, Kürtçe, Atatürk, alkol… fark etmiyor.” (Baskın oran)


Bu güne kadar İki renkli siyasal çizgi gibi görünen bu güç, aynı zamanda çok Değerli Sayın Baskın Hoca’nın ifade ettiği gibi, iki din gibi de karşımıza çıkmaktadır. Ermenileri, Rumları, hatta Alevileri tasfiye etmeyi başarabildi. Ancak, Kürtleri yok etmeyi bir türlü başaramadı. Edebilir mi? Çok zor!

Bu gün en büyük Kürt muhalefetinin DTK-BDP-KCK… ve devamı çizgideki örgütler olduğunu görmekteyiz. Bu hareket Kürt sorununun barışçıl, demokratik ve gönüllü birlikteliğe dayanan bir çözüm ile “tasfiye” olabilir. Dolayısıyla çokça denenmiş olan şiddet kültürüyle bu hareketin tasfiyesi mümkün değildir.

Öyle ise, mevcut cumhuriyetin yeniden gözden geçirilerek demokratikleşmesi gerekir. Peki, bu nasıl olacak? Bu soruyu her kes demokratikleşmeyi nasıl anlıyorsa o şekilde yanıtlayacağını tahmin ediyorum. Verilen yanıtları ortaklaştırabilirsek bizi bir adım daha çözüme yakınlaştıracağını düşünüyorum.

AKParti iktidarından demokratikleşmeyi beklemek bence biraz hayalcilik olur. En son olarak da birkaç savcının ve hâkimin yerini değiştirerek Türkiye’de sanki evrensel hukuk işliyormuş gibi yapıp, göz boyamıştır. Çünkü bu iktidar demokratikleşme konusunda hep göz boyamaktan başka hiçbir şey yapmamaktadır.

30.03.2011

BEŞİKÇİ’YE SELAM

Adil Okay

okayadil@hotmail.com

“Dr. İsmail Beşikçi’nin Kürt sorunu üzerine yazdığı 36 kitaptan 32'si yasaklandı. Yazdıkları için 100 yıl ceza aldı, hapiste hayatının 17 yılını geçirdi. Beşikçi, son olarak, Çağımızda Hukuk ve Toplum dergisinin, kış-2010 tarihli sayısında çıkan Ulusların Kendi Geleceğini Tayin Hakkı ve Kürtler başlıklı yazısı yüzünden 15 ay ceza aldı.”

Birkaç gün önce İsmail Beşikçi’ye yazdığı bir yazı nedeniyle yeni bir ceza verilmesi üzerine düzenlenen imza kampanyasına destek daveti aldım. Elbette tereddütsüz hemen imzamı verdim ve yıllar öncesine sürgün yıllarıma doğru gittim. 1980’lı yıllarda bu küçük dev adama karşı birçoğumuzda olduğu gibi bende de bir hayranlık vardı. Türk kökenli bir bilim adamı “Kürtler var ve Kürtçe bir dildir” diyor, sadece demekle kalmıyor, üstelik bu konuda bilimsel yazılar yazıyordu. Mahkemelerde onu yargılamaya çalışanları yargılıyordu. Beşikçi hayatının 17 yılını zindanlarda geçirdi ve baş eğmedi. O dönemde ona (birkaç istisna dışında) ne meslektaşları, ne bu günün ‘çok demokrat’ geçinen gazetecileri - yazarları destek olmadılar. Yok saydılar. Beşikçi onların vicdanını sızlatıyor, yüzlerini kızartıyordu. O gün susan yazar ve gazeteciler, bir zamanlar yok saydıkları Kürt sorunu hakkında bu gün uzman görünerek bol maaşlı köşe kapma yarışındalar.

İsmail Beşikçi için uzun yıllar önce bir şiir yazmıştım. Sözünü ettiğim bu şiir 2000’de “Kaç kişi Kaldık” adlı Ütopya yayınevinden yayınlanan kitabımda yer almıştı. O tarihte henüz ülkeye giriş yasağım vardı ve ben Beşikçi ile tanışmıyordum. Benden önce ülkeye dönen sürgün arkadaşım Temel Demirer kitabımı Beşikçi’ye iletmiş bunun üzerine duygulanan İsmail hoca da bana uzun bir mektup yazmış teşekkür etmişti. Elbette ona asıl teşekkür etmesi gereken bendim. Bizlerdik.

İsmail Beşikçi için yazdığım şiiri okumayanlar için yeniden paylaşma zamanı geldi.

“VEFA


Seninle ne içeride kesişti yollarımız
Ne rakı sohbetlerinde ahkam kestik birlikte
Kitaplarını da okumadım
İmza kuyruğuna da girmedim
Ama sevdim seni Beşikçi
Duruşunu sevdim
Küçük mahkemelerde büyük…


Ah Beşikçi
Şimdilerde ne adın geçiyor
“Aynalı gazetelerde”
Ne görüntün “devlet” ekranlarında
“Aydınların” geyik muhabbetlerinde
Postmodernizm biraz
Biraz da globalleşme…


Sen içeride volta atarken gölgenle
Karabasanlarım yirmi yıldır Eylül
Ya onlar nasıl uyuor Beşikçi
Ya onlar
Nasıl uyuyor…
Geç kaldım bağışla Beşikçi
Yarın gidip yasak kitaplarını
Korsan alacağım…


Adil Okay

http://www.ismailbesikciyedestek.com/ sitesinde, İsmail Beşikçi'ye Destek başlıklı imza metninde şunlar söyleniyor:

"Ne yazık ki ülkemizde düşünceyi açıklamak hala suç.
Hala milyonlarca insanın kullandığı anadili yok sayılıyor.
Hala KCK davasında Kürtçe olduğu düşünülen bilinmeyen dil ibaresi kullanılarak bir dilin varlığı inkâr edilmeye çalışılıyor.
Biz,
Fikirlerin yasaklanmadığı bir ülkede yaşamak istiyoruz.
İnsana karşı devleti koruyan zihniyetin terk edilmesi gerektiğinin altını çiziyoruz.
İsmail Beşikçi'nin şahsında, insanların düşünceleri yüzünden yargılanmasını, ceza almasını kınıyoruz.
Eğer İsmail Beşikçi'nin söz konusu yazısı suç ise, yazısının altına imzamızı atarak aynı suçu işlediğimizi bildiriyoruz."


Bu açıklama ve imzalar Cumhurbaşkanlığı, TBMM Başkanlığı, Başbakanlık ve Adalet Bakanlığı'na gönderilecek.

Yıllarını zindanlarda geçiren, yılmadan gerçekleri anlatmaya devam eden Dr. İsmail Beşikçi'nin yanındayız. Beşikçi'nin düşünceleri suç olamaz.

Siz de bu adresten imza kampanyasına katılabilir, Dr. İsmail Beşikçi'nin 15 ay hapisle cezalandırılan makalesini okuyabilirsiniz:
http://www.ismailbesikciyedestek.com/


http://www.adilokay.com/

MAZLUM DOĞANI ÖVMEKTEN YARGILANMAK



Mustafa Elveren (Em.Öğrt.)
mustafaelveren@gmail.com

Özelde Dersim’de genelde ise Kürdistan’da Newroz ateşi simgesi haline dönüşen Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ı övmekten Türk mahkemelerinde yargılanmaktayım.

Köylüm ve ilkokul arkadaşım olan sevgili Mazlum Doğan ve Dersim 38 direnişinin lideri Pirim Seyit Rıza ile ilgili yazdığım her satır Tunceli Cumhuriyet Savcılığı tarafından “suçu ve suçluyu övmek” gerekçesiyle soruşturma konusu oldu ve bu soruşturmaların hemen hemen tümü mahkeme safhasına dönüştü.

Savcılık ve Mahkeme bununla yetinmeyerek, bu defa “MUNZUR FESTİVALİ’NDE MAZLUM DOĞAN UNUTULMAMALIDIR” başlıklı yazımdan dolayı suçun özelliğini değiştirerek “Terör” kapsamında Malatya Özel Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açıldığı yönünde bilgiler aldım. Bu güne kadar 7 tane dava ve o kadar da soruşturma açıldığını biliyorum. Ancak, henüz bana tebligat yapılmamış olanlarla birlikte şu ana kadar bu davaların sayısı 10’dan fazla olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, bağlı bulunduğum polis karakolu tarafından defalarca ifade vermemin dışında iki kez de mal varlığı soruşturması kapsamında bildirimde bulunmak durumunda kaldım.

Sevgili Mazlum Doğan’ı ve Pirim Seyit Rıza’yı övmek suçundan yargılanmaktan şikâyetçi değilim. Ancak, bir türlü Türkiyeleşemeyen Türk Adalet(sizlik)inden şikâyetçiyim. Çünkü bu çağda bu tür bir suçu kabul etmiyorum.

Bu satırları yazdığım sıralarda Türkiye Başbakanı Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın gazetelerde yayınlanan şu demecini Tunceli Cumhuriyet Savcısının dikkatine sunuyorum: “Bir başbakan olarak adım atsanız, bir savcı size karşı hissi baksa, hakkınızda dava açsa, bir ülkenin başbakanı o savcının elinde oyuncak olacak. Sincan Hâkimi (Osman Kaçmaz) Cumhurbaşkanı Abdullah Bey’i aldı, kendine göre dalgasını geçti. Benimle ilgili alt mahkemeler karar verdi. Aynı kişi MHP’den aday adayı. Siyaseti nasıl bunların eline teslim edeceksiniz?…” (19.03.2011 / Hürriyet)

Şimdi aynı mealde Tunceli Cumhuriyet Savcısı için ben de bir yazı yazmış olsam bu savcı tarafından derhal hakkımda yeni bir soruşturma daha açacağını tahmin etmek zor değildir.

Yine Türkiye Başbakan’ı 38 Dersim olaylarının ”katliam” olduğunu söyledi. Bu gün Dersim şehir merkezinde heykeli dikilmiş olan Pirim Seyit Rıza’yı ve katliama uğrayanları övmek suç olabilir mi? Milyonlarca insanın meydanlarda yaptığı etkinliklerle sahiplendiği Mazlum Doğan’ı övmek 21.yy.da suç sayılıyorsa, yüz binlerce insan zaten bu suçu işlemektedir. Ben de bunlardan birisi olabilirim. Dolayısıyla bu “suç”tan ceza da alabilirim. Ancak, AİHM sürecine kadar da hukuki yoldan mücadelemi veririm.

Mazlum Doğan’ı unutmayacağız ve unutturmayacağız. Türk hukuk(suz) sistemi bu kadar üzerime gelmesi, baskı altına alması Mazlum Doğan’ın sevgisinden beni bir milimetre dahi geriletemez.

Bu gün 21 Mart. İşte Kürtler Türkiye’nin her yerinde Newroz Bayramı kutlamaları yapmaktadırlar. Daha önceki yazılarımda da belirtmiştim. Kürdler bir yandan sevinci yaşarken, öbür yandan da hüznü yaşıyorlar. Çünkü her 21 Mart Newroz’unda başta sevgili Mazlum Doğan olmak üzere, binlerce kürd insanı hayatını kaybetmiştir. Halepçe katliamı hala hafızalarımızdadır.

Karakol-adliye-hastane üçgeninde boğuşurken, bu defa “Ferhat Tunç’u ve Ahmet Kaya’yı Övmek Suç Sayıldı” başlıklı makalemde geçen şu cümle de suç saydı; “…İnadına Pirim Seyit Rıza… inadına Mahir, Ulaş, Cevahir.., inadına ibo…, inadına Mazlum Doğan…” dediğim için bu hafta yeni bir davanın daha açıldığını ve tebligatın yapıldığını yeni öğrenmiş bulunmaktayım. Bu davadan da 24 Mart Perşembe günü savunma yapmak üzere yine mahkemede olacağım.

İşte o davayla ilgili İDDİANAME’NİN örneğini aşağıya kopyalıyorum. Bunun değerlendirmesini de artık okuyuculara bırakıyorum.


TC
TUNCELİ
CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI


İ D D İ A N A M E
TUNCELİ ASLİYE CEZA MAHKEMESİNE

DAVACI : K.H

ŞÜPHELİ :

MUSTAFA ELVEREN, ZÜLFÜ oğlu FADİME’den olma, 08.03.1951 doğumlu, TUNCELİ ili, MAZGİRT ilçesi, YAŞAROĞLU köy/mahallesi, 83 cilt, 26 aile sıra no, 15 sıra no’da nüfusa kayıtlı …..

SUÇ : Suçu ve Suçluyu Övmek

SUÇ TARİHİ VE YERİ : 22/11/2010 TUNCELİ/MERKEZ

SEVK MADDESİ : Türk Ceza Kanunu 215/1, 43/1, 53

DELİLLER : Tunceli Emek Gazetesinin 22/11/2010 ve

03/01/2011 tarihli nüshaları, nüfus ve adli sicil

Kayıtları
Soruşturma Evrakı İncelendi:
Şüphelinin Tunceli Emek Gazetesi köşe yazarlarından olduğu; gazetenin 22/11/2010 tarihli nüshasında yayınlanan “Ahmet Kaya ve Ferhat Tunç” başlıklı yazısında hakkında daha önce soruşturma açılmasına neden olan yazı içeriğini aktardıktan sonra yine “…Pirim Seyit Rıza’ya ve ilkokul arkadaşım sevgili Mazlum Doğan’a layık olmaya…” şeklindeki yazıları ile atılı suçu işlediği;
Aynı gazetenin 03/01/2011 tarihli nüshasında yayınlanan “Ferhat Tunç’u ve Ahmet Kaya’yı Övmek Suç Sayıldı” başlıklı makalesinde de açılan önceki soruşturmaya yönelik yaptığı değerlendirmelerin ardından “… İnadına Pirim Seyit Rıza… İnadına Mahir, Ulaş, Cevahir…, İnadına İbo…, İnadına Mazlum Doğan…” şeklinde devam eden yazısında atılı suçu işlediği;

Şüphelinin savunmasının soruşturma için öngörülen yasal süre içinde ikmali mümkün olmadığı için beklenmesinden vazgeçilerek kamu davasının açıldığı;

Yukarıda açıklandığı şekilde şüphelinin Tunceli Emek Gazetesinin 22/11/2010 ve 03/01/2011 tarihli nüshalarında yayınlanan makalelerinde üzerine atılı suçu işlediği anlaşılmakla TCK 215/1, 43/1 maddeleri uyarınca mahkemenizde yargılanmasının yapılarak cezalandırılmasına ve TCK 53 maddesi uyarınca güvenlik tedbirine hükmedilmesine karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunur. 20.01.2010

HALİL GÜLMÜŞ 107406
Cumhuriyet Savcısı


Evet, bu iddianameye karşı savunmamı yapmak üzere 5 gün sonra yani 24 Mart Perşembe günü mahkemede olacağım. Önümüzdeki süreçte yeni soruşturmalar, iddianameler, mahkeme kararları konusundaki gelişmeleri de okuyucularla paylaşmaya devam edeceğim.

Henüz yüz yüze görüşmediğim bir dostumun telefonda bana dediği gibi; “demirden korkan trene binmez.” Bu saatten sonra demirden korkacak halimiz de yok zaten…

19.03.2011

YEŞİL ERGENEKON

Bülent Tekin
bulenttekin47@gmail.com

Ergenekon soruşturması kapsamında yapılan (3 Mart’ta başlatılan) operasyonda gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener gözaltına alınıp tutuklandılar. Kanser tedavisi görmekte olan Edebiyatçılar Derneği yönetim kurulu üyesi Ahmet Mümtaz İdil gözaltına alınmaya çalışıldı. Bu operasyonu diğer Ergenekon operasyonlarından farklı kılan, AB ve ABD’nin bundan kaygı duyması oldu. Hatta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül bile kaygı duydu. Ayrıca içlerinde Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) ve Uluslararası Af Örgütü’nün de bulunduğu bazı yabancı ve yerli örgütler iki gazetecinin muhalif görüşlerinden dolayı gözaltına alınmalarını ifade özgürlüğünün sınırlandırılması olarak değerlendirdiler. Bu kınama organizasyonları arasında benim de üyesi olduğum PEN ve Edebiyatçılar Derneği vardı.

Nedim Şener, Hrant Dink’in katline giden yolu Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları kitabında yazmaya çalışmıştı. Kırk Katır Kırk Satır kitabında da Ahmet Şık “Ergenekon”u anlatıyordu. Tuhaftır ki Ahmet Şık Nokta’da “Darbe Günlükleri” haberine de imza atmıştı. Bu operasyonda Ahmet Şık’ın Polis-Gülen Cemaati ilişkilerini irdeleyen “İmamın Ordusu” adlı henüz basılmamış bir kitabının ele geçtiği söyleniyor. Savcı Zekeriya Öz’ün bu operasyonla ilgili yaptığı açıklama-açıklanamayacak delillerden bahsetmesine karşın!-kamuoyunu tatmin etmemiştir. Ergenekon, TİT, JİTEM, Hizbulkontra gibi katil örgütlerin işlediği cinayetlerin, suçların ortay çıkarılmasını ve cezalandırılmalarını isteyen biriyim. Bu nedenle de Ergenekon operasyonunu, darbecilerin yargılanmasını, katillerin ortaya çıkarılmasını destekledim. Ancak önceleri bu örgütlerin üzerine hızla giden AKP hükümetinin sonraları deşifre olmuş birkaç kişiyle bu işleri sınırlandırmak istediği kanaati bende oluştu. 17 000 faili meçhul(?) Kürt insanının katilleri araştırılmadı. Karakol bahçelerine kadar uzanan “ölüm çukurları”na gömülen bu insanların katilleri ortaya çıkarılmak istenmedi.

Ergenekon Savcısı’nın yazılı açıklamasına rağmen, bu iki gazetecinin şahsına bakılarak, soruşturmaların Ergenekoncu katillerin, darbecilerin, Ergenekon yöneticilerinin bulunmasından çok AKP’ye muhalefet eden herkese yönelebileceği kuşkusunu doğuruyor. Ergenekon’un İttihat ve Terakki’nin Teşkilatı Mahsusa’sından Mustafa Suphilerin Karadeniz’de katledilmelerine, Şeyh Sait Ayaklanması’na, Dersim Katliamı’na, oradan da Maraş, Çorum, Sivas, 1 Mayıs katliamlarına ve daha birçok katliama uzandığını söyleyebiliriz. Ergenekon’un tasfiyesi bir yüzleşmeyi gerektirir. Buna cesaret edemeyenlerin (AKP’nin) bir bakıma Ergenekon’la uzlaştığını ve hatta kendi Ergenekon’unu kurduğu şüphesini yarattığını gözlemliyoruz. Türkçü, ırkçı bir Ergenekon’dan İslamcı (Yeşil) bir Ergenekon’a geçişin emareleri yoktur denemez.

Ergenekon soruşturmaları-istense!-tüm eylemleri, cinayetleri ve suçluları ortaya çıkartacak kadar genişleyebilirdi. Mesela Yüzbaşı (Binbaşı) Atilla Uğur’un Mardin’de görev yaptığı dönemde ilişkide bulunduğu feodal reisleri, korucular, korucubaşları, itirafçı PKK’liler, aşiretler saptanabilir. Yüzbaşı Aytekin Özel’in de Mardin’deki eylemleri, uygulamaları, adamları, olaylarıyla birlikte açığa çıkarılabilirdi. Yüzbaşı Cemal Temizöz’ün Cizre’deki faaliyetleri, işbirlikçileri tüm ayrıntılarıyla ortaya konabilirdi. Ancak bu adamlardan (yerli işbirlikçilerden) bazılarının şimdilerde Bölgede AKP içinde faaliyet göstermeleri soruşturmaların derinliğine yapılamadığı kuşkusunu veriyor. Bu bir durumu daha vurguluyor: AKP’nin (derin)devlet, JİTEM, Ergenekon ve TSK ile uzlaştığını! Eğer bu doğru değilse ahtapotun tüm kolları ortaya çıkartılmalı ve suçlular korunmamalıdır. Ölüm çukurlarına, artezyen kuyularına, petrol kuyularına atılan ve Jandarma karakolları kalorifer kazanlarında yakılan Kürtlerin hesabı sorulmalıdır.

Son zamanlarda Yüksekova’da, Hakkari’de MEZİT adlı bir Jitemvari örgüt türedi. Plakasız araçlarla, geceleri, kar maskeli üyeleri Yüksekova’da tehdit dolu bildiriler dağıtmaktadır. Biz beş yüz kişiyiz, göreceksiniz, filan gün katliam yapacağız gibi cümleleri içeren bildiriler Hükümet’in, Vali’nin, Kaymakam’ın, Emniyet Müdürü’nün gözleri önünde dağıtılmaktadır. MEZİT üyeleri güpegündüz (21 Şubat 2011 günü Yüksekova’da) bir pasaja bomba yerleştirirken halk tarafından kovalandı. MEZİT üyelerinden biri kendini fark eden bir esnafa (Oğuz Karagöz) silah çekti, esnaf bunun silahını aldı ama boğuşma esnasında üye esnafın parmağını ısırıp kopardı. 2 Mart’ta da yine benzer bir bomba yerleştirme eylemi oldu. Bombacı polis memuru (Aziz İba?) linç edilmekten kurtuldu. Bu olayların valilik ve kaymakamlıkça örtbas edileceği kuşkusu oluştu. Yargının ise bu olayları sorgulayıp sorgulamadığı bilinmiyor. Bu olaylardan çıkışla ilk bakışta MEZİT’in Yüksekova’da bir polis örgütlenmesi olduğu intibası oluşuyor. Bölgede Hançer Timi adlı bir illegal çete daha var. Bıçak Timi’nden de söz edilebilir. Daha başka timlerden söz ediliyor. Tüm bunlar hayırlı ve iyi şeyler değildir. Eğer AKP kendi Ergenekon’unu (Yeşil Ergenekon) yaratıyorsa, Kürt sorununu benzer yöntemlerle, cinayetlerle, lejyoner orduyla (korucular), asimilasyonla ve hukuksuzlukla çözecek demektir. Tüm bunların kendisinden yeni bir demokratik anayasa ve AB tipi bir demokratik düzen beklenen AKP’nin döneminde-AB ve ABD’nin gözleri önünde-hiçbir direnç gösterilmeden vuku bulması da oldukça düşündürücüdür.