Çam ve zakkum kokularını ciğerlerime
doldurarak sahile vardığımda, “Bu sabah dubaya kadar yüzeceğim.” dedim içimden.
12 Eylül işkencecilerinin kollarımda ve ciğerlerimde yaptıkları tahribatı
yenmeye kararlıydım artık.
Deniz çarşaf gibiydi, hava serin
olmasına karşın su ılıktı. Canlı olarak milyonlarca yıl önce çıktığım yere,
ölüm kaygısı duymadan girmeyi ne çok isterdim; oysa soluğumun suya yetmeyeceği
korkusunu taşıdım hep. Solmadan her ortamda soluklanmayı türümün becerememiş
olmasına tepkilendim bir an. Kıyıdaki küçük taşlara, çakıllara vuran suyun, sabah
güneşini kırarak gözüme yansıtmasına daha fazla dayanamayıp girdim denize.
Kıyıdan yirmi metre kadar
ilerlerken dizime gelen suyun dibinde beni büyüleyen bir ışık manzarası oluşmuştu.
Dipteki her şey cam gibi görünüyordu. Üç beş santim genişliğinde kıyıya paralel
uzanan kum dalgalarına vuran baklava dilimi biçimindeki ışık yansımaları, suyun
hafif dalgaları eşliğinde âdeta dans ediyordu. Bir karış uzunluğundaki
kefallerin bu ışık huzmesinde dolanmaları da bu manzaraya bir başka renk
katıyordu. Kum dalgalarının üzerine yapışan küçük yosunları hareketlendiren
kefalleri ürkütmemek için âdeta milimetrik ilerliyordum. Bu manzaraya kendimi
çok kaptırmış olmalıyım ki benden sonra suya girenlerin ileride kulaç atmaya
başladıklarını fark ettim. Büyük dalgalar peydahlanmadan, su uykusundayken
dubaya kadar gidip gelmeyi hedeflemiştim oysa. “Ateş yakar, su boğarmış.” sözü
geldi aklıma. Ardından annemin “Suyla oynanmaz!” uyarısı. Hemen derine
ilerledim ve deniz çarşafının üzerine uzanıp suyun içinden ellerimle seri
kulaçlar çekerek yüzmeye başladım.
Küçük kırmızı bir dubaydı gideceğim
yer. İleride üçer beşerli insanlar yüzüyor ve aralarında sohbet ediyorlardı.
Oldum olası yüzenlerin sohbetleri ilgimi çekerdi. Sanki karada unuttuklarını,
suda daha derinden anımsıyorlardı. Suyun kaldırma kuvvetinden insanların derin
bellekleri etkileniyordu belki de. O anda, “Yüzerken yaratıcılığımız da dipten
yüzeye yükseliyor mu?” sorusu geldi aklıma. Bu konuyu hiç deneyimlememiştim ya
da üzerine hiç düşünmemiştim. Düşünmemiş olduğuma hayıflanırken önümdeki orta
yaşlı iki erkek yüzere yaklaşmıştım. Etine dolgun, iri başlı ve dişleri
bembeyaz görüneni, siperi uzun şapka giyen arkadaşına, “Ben hep ileri giderim
arkadaş. Bak, dubaya yakın yüzenleri geçmezsem rahat edemem.” diyordu. Siperi
uzun şapka giyen kır saçlı ve ince bıyıklıydı. Bana doğru dönerek yüzüyordu.
“Hayrola, neden dönüyorsunuz?” dedim. “Benden buraya kadar. Su, daha önce bana
haddimi bildirmişti.” yanıtını verince, “anlıyorum” dercesine baş işareti
yaptım ama haddimi bilmemekte ısrar ederek dipten kulaç atmaya devam ettim.
“Hepilerici”den benim neyim geriydi ki…
Göğsüm sıkışmadan,
kollarım kesilmeden ilerliyordum suda. Deniz dostluğunu sunuyordu âdeta bana.
Sağ ilerimde üç yaşlı yüzerin konuşmaları kulağıma geliyordu bu kez. Konuşmalarından
üçünün de Kömür İşletmeleri’nden emekli mühendis oldukları anlaşılıyordu.
Şivesinden Kürt olduğu anlaşılan yüzer, arkadaşlarına ekonomiyle ilgili
değerlendirmesini şöyle bitiriyordu: “Her gün komşusundan ödünç yumurta alan
biri gerektiğinde ona kafa tutamaz arkadaş! Bakın sizlerle 38 yıl birlikte
çalıştık. Bir gün benim kimseden borç aldığımı gördünüz mü?” Onun bu sözlerine
“Haklısın!” diyen arkadaşlarının susmaları üzerine düşündüm. “Borç yiğidin
kamçısıdır, diyenler, ‘jöleli yiğitler’ olabilir herhalde.” cümlemi kurdum
içimden. “İlk insan topluluklarında olduğu gibi ekonomisiz yaşamı, denizle dost
olmayı bilerek kurmak…” dedim ama orada durdum.
Düşünmede durdum ama suyun
kaldırma ve dalganın itme kuvvetine orantılı su içinden kulaçlarım hızlandı. Bu
kez sol yanımdaki bir grup kadının sohbetleri kulağıma çalınmaya başladı. Üçü
yaşlı, ikisi gençti kadınların. Saçı örgülü ve esmer tenli olan genç kadın,
arada bir elini sudan dışarı çıkarıp heyecanlı konuşmasına işaretlerle katkıda
bulunuyordu. “Teyze ya, senin çalıştığın dönemdekinden çok farklı şimdi
fabrikanın durumu. Bak senin çalıştığın dönemde sendika varmış, tüketim
kooperatifi çalışıyormuş. Şimdi çalışanların yaş ortalaması kaç biliyor musun?
Yirmi altı buçuk! Ekiplerin başında hep genç mühendisler. Birbirleriyle
performans yarışması yapıyorlar, patron için yağlı börek tabi ki!” Yirmi yıl
önce performans uygulamasının emekçilerin kazanılmış haklarını tasfiye
edeceğini, çalışanlar arasındaki dayanışmayı moral açıdan da parçalayacağını,
buna cepheden karşı mücadele yürütmek gerektiğini dile getirdiğimizde kimi
sendikacıların, işgüzar yöneticilerin nasıl kıvırdıklarını anımsadım. “Ağacı
çürüten içindeki kurttur, içimizdeki çürükleri eleyerek yol almalıyız!”
dediğimizde de kurtların, elmaların çoğunu ısırdığını anlamakta geç kalmıştık.
Hayatta
zamanlamanın ya da koşulları kendi iç dinamikleriyle ustaca değerlendirmenin
yaşamsallığını böyle deneyimlerimden de biliyordum. Kapsayıcı olanınsa büyük
tarihi iyi okumaktan geçtiğini, olgu ve durumlara bütünsel, felsefi bilinçle
bakmak gerektiğini diyalog kurduğum herkese hissettirmeye çalışıyordum. Bu
fabrika işçisi genç kadının anlattığı durum, çubuğu zamanında ve doğru yöne
bükmekte ustalaşmayı derinden duyumsattı bana. Duyumsadım; Paris Komünarlarının
yeterince hazırlık yapmadan, örgütsel donanıma kavuşmadan isyanı
başlatmalarının yol açtığı yıkımı… Duyumsadım; Ekim Devrimini ateşlememiş
olsalardı, Sovyetlerin intihar edeceğini… Şimdiyi düşündüm; isyanla
oynayanların savaş baronlarının ekmeğine nasıl yağ sürdüklerini… ve suda
çırpındım, acılı yurdumun yaralı insanlarını denizin sağaltıcı zengin sularında
nasıl tedavi edeceğimizi daldım.
Kadınlar sohbetlerine ara
verip sırtüstü yüzerek geri dönerken, dubaya çok yaklaşmıştım. Su durgundu,
bense biraz yorgundum. Göğsüm daralmadan, kollarım kesilmeden hedefime
varacağıma aklım kesmişti. Tabi hepilerici orta yaşlıdan geri kalır yanımın
olmadığını da kendi korkuma göstermiştim. Suyun hallerini tanımadan, bu hallere
göre yeteneklerimi geliştirme deneyimine girişmeden korkmamın sanal olduğunu
fark etmiştim.
Kırmızı dubaya elimi
vurduğumda, güneş ışınları tenimi hafiften yakmaya başlamıştı. Bu gidişin bir
de dönüşü vardı ama zor olanı başarmanın rahatlığıyla dubaya çıkıp önce açık
denize baktım. Tavşan Adası’na doğru balıkçı teknelerini gördüm. Sanki ip gibi
hizalanmıştı tekneler. Bugünlerde çapariyle avlanma serbestliği başlamıştı. O
anda “Denizden ne çıkmaz ki!” diye düşündüm. “Hücre orada oluştuğuna göre her
şey çıkabilir.” diye aklımdan geçirdiğimde kıyıya bakıyordum artık. Önce
simitçinin elindeki tepsiyle müşterilere yürüdüğünü gördüm. Sonra mini
traktörle kıyıda ilerleyen bir genç işçinin, tırmıkla topladığı deniz atıklarını
römorka dolduruşu dikkatimi çekti. Düşündüm. Her sabah kıyıda dalga boyutunda
ve bir şerit halinde çöp oluyordu. Demek geceleyin deniz, safra atıyordu kıyıya.
Düşündüm.
“Ekonomisiz yaşam” cümlemi şöyle tamamladım: “Deniz gibi çöplerimizi zamanında
kıyıya atarak, yaşamı çürüten kurtları anında ayıklayarak…”