Müslüm Kabadayı
“Alnında “Yaşasın 1 Mayıs” yazan
kırmızı bandıyla karşımıza geçip pozlar vermeye başladı genç. Sağ eliyle
yumruk, sol eliyle de zafer işareti yapıp sağa sola dönerek duruş sergiliyordu.
Şahin’in cep telefonundaki düğmeye basışıyla arka arkaya çekim sesleri
yankılanıyordu. Burnu uzun siyah ayakkabıları, siyah pantolonu, üst tarafında
beyaz bir kazağı olan genç, âdeta stüdyodaki mankenler gibi değişik açılardan
poz veriyordu. Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Birkaç dakika sonra
pozlarını yeterli görmüş olacak ki önce ceketini, sonra telefonunu aldı
arkadaşlarımızdan. Yüzünden gülücük, gözlerinden mutluluk yayılıyordu çevreye
sanki...”
Pankartlar, flamalar,
dövizler, kızıl bayraklar, bandolar, davul zurnalar eşliğinde kortejler alana
ilerliyordu. Basın emekçileri, belgeselciler, fotoğraf sanatçıları oradan oraya
koşturuyor, yürüyüşten genel ve yakın çekim yapıyorlardı. Sadece onlar mı?
Fotoğraf makinesi, kamerası olmayanlar da cep telefonları ya da tabletlerine
sarılıyorlardı; selfi çekenler de az değildi.
Yürüyüş
güzergâhı halktan, sokaktan yalıtılmış bir noktada. Alan, beş yüz metre ileride Bakırköy Pazarı.
Orasını da soğuk adliye binası, kentten
ve halktan soyutlamış. Doğuşundan yüz otuz yıl sonraki 1 Mayıs’ta ve on beş
milyonluk İstanbul’da kabak gibi bir alan… “Sendikalar, meslek örgütleri ve
partiler burayı nasıl tercih ederler?” diye içimden bir sorunun alevi
fışkırıyor. Benim mi sadece? Yürüyüş boyunca kulak kabarttığım birçok yerde,
benzer soruların gri havayı kuşattığını anlıyorum.
“Savaş, yoksulluk ve işsizlik yangını,
ülkenin her yanını yalarken bu geriye gidiş niye?” diyorum yanımdakilere. Gözleri
umutlu bakan ama alınlarında kaygı çizgileri belirginleşen arkadaşlarım, “Örgütlü örgütsüzlük!” diyorlar. Kortejdeki
örgütlerin pankartlarına, kitlesine bakarak ilerliyoruz arkadaşlarla. Turgay’la
Trabzon’dan, Umut’la Ankara’dan tanışıyoruz. Umut, İstanbul’dan baba Dursun’la
oğul Şahin’i tanıştırıyor bize. Baba-oğul, Erzincan sevecenliğiyle yüreklerini
açıyorlar bize. Kısa sürede kaynaşıyoruz. Geldiğimiz yerlere dönünceye kadar da
birbirimizi bırakmıyoruz. Kısa günün kârı değil bu, birlik-dayanışma ve
mücadele gününün kazanımı… Dostluk kuruyoruz, kolay mı?
Mesajını farklı bulduğum her
pankartı, dövizi fotoğraflıyorum. Laiklikle
ilgili pankartların sosyalist örgütlerce öne çıkarıldığını saptıyorum
öncelikle. Barışa dair sloganlar da yükseliyor. Sendikaların kortejlerinde
işçiler kıdem tazminatını, iş cinayetlerini gündeme taşıyorlar. “Kadın
Cinayetlerini Durduracağız”ı haykırarak yürüyenler de az değil. “Gençlik
Başkanlık İstemiyor” diyen öğrenciler geçiyor yan tarafımızdan. “İmam Hatipler
Kapatılsın” pankartını polis alana sokmak istemiyor arama noktasında. Kısa süre gerginlik yaşanıyor. Pankarttaki koca-karı
Erdoğanların başı kesilip çıkarılıyor. Yanımdakilerden bazıları, “Pankartta da
olsa kurtulduk şunlardan,” diyorlar. Bazıları da “İşin kolayına kaçtılar canım,
pankarta dokundurtmayacaklardı,” diye çıkışıyorlar.
Kadınlar, arama noktasında kadın
polislerin olduğu tarafa yöneliyorlar. El ele yürüyen iki genç tepki
veriyorlar: “Burada da birliğimizi, mutluluğumuzu kıskanıyorlar.” Pankartlar
derlenip arama noktasından geçildikten sonra yeniden açılıyor. Akın akın alana
gidiyor insanlar. Kortej halinde yürüyenler köprü altına gelince hep bir
ağızdan slogan atıyorlar. Ses katlanarak yankılanıyor ama duyanlar sadece
mitinge gelenler. Yüzünden sevgi halesi eksik olmayan Umut arkadaşımızı polis,
mal bulmuş mağribi gibi arıyor. Mıncıklanmadık yerini bırakmıyor arkadaşımızın.
Ona dönüp “Seni çok sevdi bu herif herhalde,” diyorum. Gülüşüyoruz. Arkamızdan
orta yaşlı, mavi gözlü, etine dolgun ve sakallı biri aramadan geçiyor. Sinir
harbinden çıkan adam, “.ötümüzü ellemekten zevk mi alıyorsunuz be!” diyor
başını sertçe sağa sola sallayarak.
Alana girmeden önceki köprünün altına
yetiştiğimizde “Oyuncu da işçidir” dövizini taşıyan Oyuncular Sendikası ilgi
odağımıza giriyor. Fotoğraf çekenler ya da oyuncularla çektirenler yanında
tanıdıklarıyla sohbete dalanlar oluyor. Kortejin önüne gittiğimizde Genco
Erkal’ın, genç oyuncuların omuz başlarında yürüdüğünü görüyorum. Kırk yıl
öncekiyle şimdiki sahne başarımını, yürüyüş kolunda da sürdürdüğünü görmenin
sevincini duyuyorum bu usta sanatçımızın. “Politeknik” çerçeveli dövizleriyle genç
mühendisler geliyor arkadan. “AKP Karanlığına Karşı Halkın Mühendisleri
Mimarları Plancılarıyız” diyerek geçiyorlar yanımızdan. Kenara çekilerek
alkışlıyoruz bizi selamlayanları. İnsanın yüreğini ısıtan, mücadele azmini
bileyen bir atmosfer oluşuyor yavaş yavaş.
Durduğumuz yer, alana girişin
çatallaştığı bir nokta… Yüzümüzü köprü tarafına, sırtımızı alana dönüp gelen
toplulukları izliyor, fotoğraf çekiyor ve etkileyici slogan, pankart
gördüğümüzde alkışlıyoruz. Arada bir tanıdıklarımızla kucaklaşıyor, ayaküstü
durum değerlendirmesi yapıyoruz. Kimi alanın doldurulamadığından, bazıları
sendikaların zayıf kaldığından, birileri Taksim’in terk edilmesinin
yanlışlığından söz ediyor. “Peki, biz niye buradayız?” dediğimde sessizlik
başlıyor. Belki çaresizlik, yetmezlik… Birleşik Metal-İş’in eski
yöneticilerinden biri isyan ediyor bu sessizliğe. “Ben emekliyim ama
sınıftaşlarımı takip ediyorum. Bizimkiler bu oyuna gelmedi bakın, sınıfın
kalbinin attığı İzmit’te miting düzenliyorlar. Az önce temsilciyle görüştüm cepten.
‘İşçilerin katılımı, coşkusu çok iyi’ dedi. Bu kuyrukçuların yanında olmaktan
çok evladır arkadaş!”
İki taraftan alana girenleri
fotoğraflamak için mekik dokuyorum. Arkadaşlarım su, simit, çay dağıtılan bir
paravanın önünde duruyorlar. Arada onlara göz atıyorum. Tanıştırmak istedikleri
olunca yanlarına çağırıyorlar beni. Görüşmemiz biter bitmez ya da bazen izin
isteyerek fotoğraflamam gereken toplulukları, pankartları kaçırmamaya
çalışıyorum. “Yaşasın 1 Mayıs” ve “Bıji Yeke Gulane” pankartıyla geçen ona
yakın örgüt saydım. Onlardan biri de ASİ-DER’di. Kentteşlerimi alkışlıyordum ki
içlerinden çıkıp beni kucaklayanlar oldu. Yıllar sonra kentteşim Tevfik’le 1
Mayıs’ta buluşmanın sevinciyle gönendim.
"Gericiler Değil İşçiler Baş
Olacak” pankartı, dönemin kritik olgusunu ve bir hedefi dile getirdiği için
birkaç açıdan kadraja aldım onu. “Omuz Ver Haramilerin Saltanatını Yıkalım”
pankartıyla yürüyen kitle kalabalıktı. “İşçi Sınıfı Güçlüdür” pankartıyla alana
kitlesel bir disiplinle giren ve korteji kızıla bezenen parti de yol kenarında
bekleyenlerden alkış alıyordu. Gezi direnişinde sembol haline gelen “Boyun
Eğme” önlükleriyle yürüyordu gençler. Tanrısına, padişahına, babasına kul
olmaktan kurtulmak için mücadele edenlerin çocuklarıydı onlar. Sermaye düzeninin
her şeyi piyasada haraç mezat ettiği çürümeye boyun eğmeyenlerin çoğalması,
örgütlü güç haline gelmesi için çekilen acılar, katlanılan zorluklar… 1 Mayıs,
bu yoldaki engellerin kaldırılması için bir ivme kazan(dır)malıydı. Umut, işte
o zaman daha büyür ve göz doldururdu…
“Çalışırken Ölmek İstemiyoruz”
döviziyle yürüyordu gencecik kadınlar. “Akvaryumdan Okyanuslara Plazalardan
Meydanlara” yazıyordu güleç yüzlü bir işçinin elindeki dövizde. Plaza Eylem
Platformu kortejindeki orta yaşlı bir kadın da “Rakibim Değil Arkadaşım”
dövizini taşıyordu sınıfın onuruyla.
Onları alkışlarken düşündüm. Ülkenin büyük kentlerinde cismiyle insanı
yutan plazalar son yıllarda mantar gibi çoğalırken, en yoğun sömürü de
buralarda uygulanıyordu. Plaza emekçilerinin örgütlenip seslerini duyurmaları,
işçi sınıfı hareketine taze bir kan katacağa benziyordu.
“Ben Dirensem Herkes Yaşar” döviziyle yürüyen
plaza emekçisin arkasından “Gün Gelir Zorbalar Kalmaz Gider” pankartıyla
yürüyen Sol Açık’ı gördüm. “Sevdaya Yasak Koyanın Dünyada Yeri Olmaz” yazan
pankartın alt tarafını hızla okumaya çalıştım: “Faşizme Faşolige e-Bilete
Gericiliğe Geçit Yok!” Eskiden takım taraftarlığını, kitleleri uyuşturmanın bir
aracı olarak görürdük. Son yıllarda hızla politikleşen taraftarlar çoğaldı. Bu mücadelenin
kırk yıl önceki ateşleyicilerinden Metin Kurt geldi aklıma. O sırada “Tek
Yumruk” dövizi taşıyanlar görünmesin mi? Gebze’den gelen arkadaşım Turgay,
onların önüne geçerek fotoğraf çektirmeye çalıştı Umut’a. Eskiden onların
hayranıymış da…
“Bu Abluka Dağıtılacak Direnen
Halklar Kazanacak” pankartıyla alana giren topluluktan da ilginç kareler yakaladım
ve kayda aldım. Diğer koldan geçen korteje yetiştim koşarak. “Hakları Kazanmak
İçin Tek Yol Sokak” yazıyordu pankartlarında. Taşımakta zorlanan gençlere,
arkadan gelenler destek veriyorlardı. İyi ki rüzgâr yoktu alanda. Günün özüne uygun dayanışma, her noktada
kendini hissettiriyordu. Yürüyüş kolunda ve alanda, birçok eylemde yaşanan
sürtüşme ve kavgaya yer verilmiyordu. İnsanlar temkinli… Örgütler güvenliğe
önem veriyorlardı. Son aylarda yüzlerce insanı sokak ve alanlarda katleden
canlı bombalarla yaratılan korku, kendini gösteriyordu. Örgütler, insanlar
dayanışarak, çevreyi kolaçan ederek korku sisini dağıtmaya çalışıyorlardı.
“Barış İstemek Yetmez AKP’yi Yenmeden
Savaş Bitmez” diyerek yürüyenler, “İsrail’le Tüm İlişkiler Kesilsin” dövizini
de taşıyorlardı. Onların ardından alana giren 1 Mayıs mitinginde ADAM-DER yazan
pankartlarıyla yürüyen beş on kişi dikkatimi çekti, hemen önlerine geçip fotoğraflama
yaparken, merakımı gideren açılımını okudum derneğin: Askeri Darbelerin Asker
Muhalifleri. Onların sol tarafından İstanbul Demokrat Ordulular Platformu,
“Taksim’i Unutmadık” pankartını taşıyorlardı. Tevriyeli bir durum oluştu o anda
yanı başımızda, “ordu” üzerine. İncirli
Durağı’ndaki Yağcıoğlu Pastanesi’nde tanıştığımız Ordulu arkadaş bizi
selamlayarak ilerliyordu. Alkışlayarak selamını aldık.
“Laiklik ve Kardeşlik İçin İşçiler
Direnecek” pankartıyla yürüyordu inşaat işçileri. Arkadaşlarımızla var
gücümüzle alkışladık onları. Biraz sonra kortejler bitmiş, geç kalanlar alana
giriyorlardı. Arkadaşlarıma su verdiğim sırada Umut’a yaklaşan bir genç,
elindeki ceketi uzatarak “Tut!” dedi. Tedirgin olan arkadaşımız, duraklayınca,
“Korkma, bomba yok!” diye çıkıştı Kürt şivesiyle. Umut, ceketi tutunca diğer
elindeki telefonu da Şahin’e uzattı. “Çek! Çek bakalım!” dedi. Bunlar
yaşanırken makine elimde olup biteni kayda alıyordum ama tedirgin de olmuştum.
Kısa sürede gencin kötü bir niyetinin olmadığını fark edip ruh halini anlamaya
çalışıyordum. Arkadaşlarımın bakışlarından da aynı çaba içinde oldukları
anlaşılıyordu.
Alnında “Yaşasın 1 Mayıs” yazan
kırmızı bandıyla karşımıza geçip pozlar vermeye başladı genç. Sağ eliyle
yumruk, sol eliyle de zafer işareti yapıp sağa sola dönerek duruş sergiliyordu.
Şahin’in cep telefonundaki düğmeye basışıyla arka arkaya çekim sesleri
yankılanıyordu. Burnu uzun siyah ayakkabıları, siyah pantolonu, üst tarafında
beyaz bir kazağı olan genç, âdeta stüdyodaki mankenler gibi değişik açılardan
poz veriyordu. Gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Birkaç dakika sonra
pozlarını yeterli görmüş olacak ki önce ceketini, sonra telefonunu aldı
arkadaşlarımızdan. Yüzünden gülücük, gözlerinden mutluluk yayılıyordu çevreye
sanki.
“Nerelisin kardeş?”
“Vanlıyam.”
“Ne iş yapıyorsun İstanbul’da?”
“İnşaatta çalışıyam.”
“1 Mayıs’a ilk kez mi katılıyorsun?”
“He!...”
Başka soru sormamıza fırsat vermeden, “Bizimkiler nereye gitti lo?” deyip
hızla alana ilerledi. O sırada KESK Genel Başkanı konuşuyordu. Yanımızda duran
ve yüzündeki kırışıklıklardan deneyim sızan emekli bir işçi, “Akil adamı mı
dinleyeceğim arkadaş!” deyip köprüye yöneldi.
Turgay, bakışlarını gözlerime dikti. “İşte sınıfın öncülüğü, bu iki
işçiyi mücadeleye kazanmakla olur,” dedi.