9 Ekim 2008 Perşembe

ALEVİLERDE KAFA KARIŞIKLIĞI




İsmail BEŞİKÇİ

Bir Alevi’ye “Neden namaz kılmıyorsun, neden oruç tutmuyorsun, neden Hacca gitmiyorsun?” şeklinde sorular sorduğumuzda, “Biz Alevi’yiz, bizim inancımızda, bizim geleneğimizde namaz, hac, oruç vs. yok” diyor. “Alevi isen o zaman dördüncü halife Ali’ye bağlılık nedendir, ‘Hüseyin çileleri’ nedendir, on iki imama bağlılık nedendir?” diye sorulduğu zaman ise Alevi epeyce şaşırıyor. Dördüncü halife Ali’ye bağlılığın Müslümanlık olduğu, ‘Hüseyin çileleri’ çekmenin, on iki imama bağlılığın Müslümanlık olduğu, Şiilik olduğu, Müslümanlığın da namaz, oruç, hacca gitmek vs. gibi şartları olduğu anlatılıyor. Aynı Alevi’ye “Sen hem dördüncü halife Ali’ye, on iki imama bağlı olduğunu söylüyorsun ‘Hüseyin çileleri’ çekiyorsun hem de Müslüman olmadığını Alevi olduğunu, Alevilikte namaz, oruç, haç olmadığını söylüyorsun bu bir çelişki değil midir?” şeklinde yeni bir soru soruyorsun... Alevi olduğunu söyleyen buna vurgu yapan kişinin kafası iyice karışıyor, ne diyeceğini bilemez oluyor. Ama yine de, Alevilik’ten de, dördüncü halife Ali’den de, on iki imamdan da vazgeçmiyor.

Kafa karışıklığı, düşüncelerde duygularda bir berraklık olmaması günümüz Alevilerinde çok sık rastlanan bir durum oluyor. Bazı gazetelerin son yıllarda Alevilerle, Alevi gençlerle ilgili röportajlar yayımladıkları, anket sonuçları yayımladıkları görülüyor. Bu röportajlarda, anketlerde Alevilerin, özellikle Alevi gençlerin çok karışık düşünceler ve duygular aksettirdikleri görülmektedir. Alevilere kendilerini nasıl algıladıkları, kimlikleri hakkında sorular sorulduğu zaman, dinleri, inançları sorulduğu zaman “Müslüman bir Alevi’yim” veya “Alevi bir Müslüman’ım” gibi cevaplar verdikleri görülüyor. İçten çelişkili olan bu kavramları, bu ibareleri Aleviler gayet rahat bir şekilde kullanabilmektedirler. Halbuki Alevi ise Müslüman değildir, Müslüman ise Alevi değildir. Alevilik, Yahudilik gibi, Hıristiyanlık gibi, Müslümanlık gibi, Budizm gibi farklı bir dindir, farklı bir inançtır. Yahudilik nasıl Müslümanlık değilse, Hıristiyanlık nasıl Müslümanlık değilse Alevilik de Müslümanlık değildir. “Yahudi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Yahudi’yim”, “Hıristiyan bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Hıristiyan’ım” birbirleriyle çelişen ibarelerse, içten çelişkili kavramlarsa “Alevi bir Müslüman’ım”, “Müslüman bir Alevi’yim” kavramları da içten çelişkili kavramlardır. Aleviliğin bir mezhep olmadığını, ayrı bir inanç, ayrı bir din olduğunu belirtmeye çalışıyorum.

Alevilerin büyük kısmı “Ali’yi sevmek, on iki imama bağlılık Aleviliktir. Ali sevgisini on iki imam sevgisini yüreğimizden hiçbir güç çekip çıkaramaz...” diyorlar. Müslümanlar da, örneğin Selamet Partisi veya Fazilet Partisi de “Ali’yi sevmek Alevilikse biz Ali’yi herkesten daha çok severiz. On iki imamı da...” diyordu. “Öyleyse biz de, Aleviyiz” diyordu. Alevinin kafası bu sözlerle bir defa daha karışıyordu. Alevi bu akıl yürütmeler karşısında bocalayıp duruyordu.

Ahmet Şık ve Hatice Yaşar, 7-13 Nisan 2002 tarihleri arasında Radikal gazetesinde bir röportaj yayımladılar. Röportaj, “Alevi Gençler Konuşuyor” başlığı altında yayımlandı. “Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Sizce etnik kimlik mi daha önde yoksa dinsel kimlik mi?” “Alevi olduğunuzu gizleme ihtiyacınızı hissettiniz mi? Alevi olduğunuz için baskı ya da farklı muamele ile karşılaştınız mı?”, “Kendinizi Alevi olduğunuz için farklı görüyor musunuz?” gibi sorulara gençlerin verdiği cevapların bazıları şöyle:

“Alevi’yim, demokratım. Elbette İslami inanış içindeyim. Kürdüm ama kendimi tanıtırken bu ön planda tutmam. Mezhep kimliğim ön planda gelir.”

“Alevi’yim Müslüman’ım.”

“Alevi’yiz Müslüman’ız. Biri soracak olursa Türküm ve Alevi’yim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı içinde olmadım.”

“Alevi’yim. Aleviliği seviyorum. Hoş görü, sevgi gibi birçok şeyi Alevilikte öğrendim. Müslüman’ım ama yobaz değilim.”

“Kendimi Alevi olarak düşünüyorum. Dinsiz insan düşünemem. Alevilik Müslümanlıktan ve Anadolu’dan çıkma... Bazı ortamlarda Aleviliğimi gizledim.”

“Müslüman’ım ama herkesle barışık biriyim. Ayrımcı değilim. Aleviliğimi gizleme ihtiyacı duymadım. Baskı da görmedim.”

“Alevi’yim, Alevilik Müslümanlık içinde bir mezhep.”

“Alevi’yim, Erzincanlıyım, bunu hemen söylerim. Kur’anı Kerim’de belirlenen İslamın şartları var. Yardımlaşma, dayanışma içinde yaşıyorum. Bence bunlar namazın yerine geçer. Kız lisesinde din hocamla tartışmaya girdim. ‘Aleviler Ali’ye inanır Muhammed’i tanımaz’dedi. ‘Cem’de Allah, Muhammet, Ali diye başlarız’ dedim... Sünnilik Alevilik ayrımı yapmak doğru değil... Yanlış bir şey söylenirse sessiz kalmam. Ama Alevi’yim diyorsam bunu iyi bilmek zorundayım.”

“Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. Kendimi İslam içinde tanımlarım ama Taliban da Müslüman diyorlar, Recep Tayyip Erdoğan da... Allah, Muhammet, Ali üçlemesi içinde Ehlibeyt içinde görüyoruz kendimizi. Özetle Türküm Alevi’yim. Beş yıl öncesine kadar Aleviliğimi gizledim.”

“Alevi’yiz, Müslümanım.”

“Ailemden gördüğüm kadarıyla Alevi’yiz, Müslümanız, Aleviliğimi asla gizlemedim.”
“Dinle çok fazla alakam yok ama uzak da değilim ama Alevi’yim.”

“Köken olarak Alevi’yim. Alevi kültürü ile yetiştirildim. Bunun içinde Kur’an da var. Sünnilik ve Aleviliğin zamanla ayrıldığı düşünülüyor. Ama ikisi de Müslümanlığa girer.”

“Kendimi Alevi olarak tanımlıyorum. Müslümanlık? Derine inersek çok karışır...”

“Alevi’yim, mezhep ya da dini anlamda demiyorum. Bir kültür, bir felsefedir bana göre. Peygamberimiz Hz. Muhammet. Biz de Allah, Muhammet, Ali üçlüsüne inandığımız için, ben de kesinlikle Müslümanım. Etnik kimlik geri planda kalmalı bence. Aleviliğimi gizlemem.”

“Alevi’yim, tabii ki Müslüman’ım.”

“Ehlibeyti bilen Müslüman’dır. Alevilik de onun bir parçası. Benim için ne etnik kimlik, ne dinsel kimlik önemli. Alevi olan artık bu niteliklerini gizlemiyorlar.”

Ahmet Şık ve Hatice Yaşar yüz gençle konuştuklarını söylüyorlar. Bunlardan yirmi dördü ile yaptıkları konuşmaları yayımlamışlar. Bu gençlerin yaşı 18-29 arasında değişiyor. Gençler arasında lise öğrencisi olanlar da var, üniversite öğrencisi olanlar da var. İşçi, müzisyen, özel şirket elemanı, muhasebeci, terzi, elektrik kaynakçısı, makine mühendisi, eczacı kalfası, turizmci olan gençler de var. Bu gençler arasında semah hocaları olanlar da var. Gençlerin bir kısmı erkek, bir kısmı kadın. Bu küçük bir soruşturma bile Alevi gençlerin duygularında ve düşüncelerinde ne kadar büyük bir karışıklık olduğunu gösteriyor. Bu durumda kafa karışıklığının Alevi gençleri belirleyen temel bir niteleme olduğu söylenebilir. Konuşmaları yukarıda belirtilen on yedi kişiden sadece ikisinde kuşku var. Bu kuşku Aleviliği, Müslümanlığı sorgulamaktan kaynaklanıyor olabilir.

Şiilik şüphesiz Müslümanlıktır. Bu çok açıktır ama Alevilik de Şiilik değildir. Bu da çok açıktır. Türkiye’nin toplumsal yapısını ve sorunlarını izleyenlerin ve gözleyenlerin bir kısmının çok basmakalıp bazı ibareler ortaya koydukları görülmektedir. “Türk-Kürt çelişkisi”, “Alevi-Sünni çelişkisi” gibi bazı çelişkilerden söz edilir. Buradaki “Alevi-Sünni çelişkisi” çok yanlış kurulmuş bir kavram çiftidir. Doğru kurulmuş kavram çifti “Alevi-Müslüman çelişkisi” olmalıdır. “Şii-Sünni çelişkisi” yine doğru kurulmuş bir kavram çiftidir. Şiiliğin Müslümanlıkla ilgili bir olgu olduğunu söyledik. 7. Yüzyılın ortalarında İslamiyet’teki iktidar mücadelelerinin Şiiliği ortaya çıkardığını görüyoruz. Şiilik her şeyden önce bir Araplık olayıdır. Araplardaki iktidar mücadelesinde daha doğrusu peygamberin ölümünden sonra yerine geçecek halifenin tayini konusunda gerçekleşen mücadelede muhalefeti temsil edenlerdir. Ama Şiiliğin iktidar biçiminde kurumlaşması, devlet dini olarak kurumlaşması, İran’da Farslarda gerçekleşmiştir. Şiiliğin dinsel ibadetlerinde, dinsel inançlarında Kur’an, cami, namaz, hac vs. elbette vardır. Ama Alevilikte cami, namaz, hac vs. yoktur. Kur’an da yoktur. Örneğin Alevi inancından olan, Aleviliği yaşayan köylerde camiye rastlanmaz. Aleviliğin en önemli özelliklerinden biri de Alevilikte sazın, sözün olmasıdır. Sazın, sözün olmadığı bir cem düşünülemez. Müslümanlıkta ise müzik yoktur. Örneğin Müslümanlıkta saz/bağlama hiç yoktur. Müslümanlıkta Alevi semahlarını andıran hiçbir figür yoktur. Ama bazen ilahiler def, davul gibi bazı vurmalı çalgılar eşliğinde okunmaktadır. Alevi cemlerinde de vurmalı çalgılar yoktur. Ünsal Öztürk Alevi cemlerinde vurmalı çalgılar olmadığını söylemektedir. Gerek dördüncü halife Ali, gerek on iki imamlar İslamiyet’i yaymak için çok büyük çaba içinde olmuşlardır. Örneğin Halife Ali’nin bölgenin yerli halklarına İslamiyet’i kabul ettirmek için çok yoğun baskıların uyguladığı bilinir. Alevi inancında olanların, Kızılbaşların ise böyle bir sorunu yoktur. Yani İslamiyet’i yaygınlaştırarak bütün halkları İslamiyet’e katmak gibi bir sorunu yoktur. Alevilerde Aleviliğin propagandasını yapmak, herkesi Alevi yapmak gibi bir uğraşta yoktur, böyle bir inançta Alevi geleneklerine aykırıdır.

Alevilik İslamiyet’ten önce Mezopotamya’da yaşayan bir inançtır. Zerdüşt kökenli bir inançtır. Örneğin Ezidilik ile Alevilik arasında çok sıkı bir bağ vardır. Her iki inancın da Zerdüşt kökenli olduğu söylenebilir. İkinci halife Ömer, üçüncü halife Osman ve dördüncü halife Ali döneminde İslamiyet’in çevredeki halklara kabul ettirilebilmesi için çok yoğun bir baskı uygulandı. Bu baskı Mezopotamya’da da gerçekleşti. Örneğin Kürtlere İslamiyet’in kabul ettirilmesinde çok ağır bir şiddet kullanıldı. İşte bu ağır baskı karşısında bazı yerli halklar İslamiyet’i kabul ediyor göründüler. Dağların zirvelerine, gözden ırak yerlere çekilerek, içten, kendi inançlarını yaşamayı sürdürdüler. Ama dağların arkalarında, zirvelerinde hiç bir zaman İslam’ın gereklerini yerine getirmek gibi bir çaba içinde olmadılar. Kendi inançlarını, geleneklerini yaşamayı sürdürdüler.

Alevilik Mezopotamya kökenli, Zerdüşt kökenli bir inançtır. Ezidilik ile çok yakın bir benzerliği vardır. Fakat Alevilik sanıldığının tersine Orta Asya kökenli, Şamanizm kökenli bir inanç değildir. Alevi semahının, figürlerinin incelenmesi Orta Asya’nın, örneğin Türkmenistan’ın folkloruyla karşılaştırılması bunu açıkça ortaya koyar. 2002 yılı başlarında Kanal 7’de “Ekonomi Vizyon” isimli bir program yayınlanıyordu. Bu programda Türkmenistan’daki ekonomik gelişmeler, ekonomik atılımlar dile getiriliyordu. 6 Ocak 2002 tarihinde öğleden sonra yayınlanan programda, Türkmenistan Devlet Başkanı’nın “Büyük Safar Murat Türkmenbaşı”nın “Ruhname” ismiyle hazırladığı ve yayınladığı kitaptan söz ediliyordu. Devlet başkanı Türkmenbaşı’ndan “Büyük Safar Murat Türkmenbaşı” diye iltifat içeren ibarelerle söz ediliyordu. Ruhname isimli kitabın içeriğinde Selçuklular, Oğuzlar, Alparslan, Tuğrul Bey, Dede Korkut, Köroğlu gibi konular vardı. Seyfullah Türksoy isimli muhabirin hazırladığı ve sunduğu bir programdı bu. Ruhname isimli kitabın yazılması, basılması, dağıtılması kutlanıyordu. Sık sık Tükmen-Türk kaynaşmasından söz ediliyordu. Devlet kurmak-millet kurmak sık sık dile getirilen kavramlardı. Programa Türkiye’den Kutlu Aktaş, Yalım Eralp, Saffet Arıkan Bedük gibi emekli bürokratlar, TRT Genel Müdürü Yücel Yener de katılmıştı. Tekstil fabrikaları sahibi Ahmet Çalık da oradaydı.

Bir saate yakın süren programda sık sık folklor ekipleri de ekrana geldi. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı oynuyorlardı. Oyunlarda daha çok Hint etkisi, Çin etkisi göze çarpıyordu. Çok yumuşak dönüşler, çok yumuşak eğilişler, yumuşak hareketlerle sağa sola savrulmalar,süzülerek, sekerek elips çizmeler, göze çarpan hareketlerdi. Folklor ekipleri sık sık ekrana getirildi. Her defasında kadınların ve erkeklerin ayrı ayrı oynadıkları görülüyor. Bu oyunlarda Alevi semahını andıran hiçbir figür olmadığı gibi gerek kadınların, gerek erkeklerin giyim kuşamlarında da Alevi giyim kuşamını andıran, hiçbir şekil, hiçbir figür yoktur. Alevilerde kadınlar-erkekler karışık bir şekilde semah yürürler. Kadınların ve erkeklerin karışık oynamaları Alevi semahlarının önemli bir özelliğidir. Yaşlı kadın ve erkeklerin de semah yürümeleri Alevi semahlarının diğer önemli bir özelliğidir. Çocuklar da semah yürüyebilir. “Büyük Safer Murat Türkmenbaşı”nın Ruhname’sinin kutlandığı eğlencelere ise folklor gösterilerine, oyunlara ise hep gençlerin katıldığı gözlenmektedir.

Alevi semahları Alevi cemleriyle çok yakından ilgilidir. Cem her şeyden önce bir araya geliş demektir. Dinsel ve inançsal bir tapınma durumudur. Ama cem sadece bu değildir. Cem toplumsal belleği nesilden nesile taşıyan bir kurumdur. Paylaşımın, konuşulduğu, gerçekleştiği, direnişin planlandığı, tartışıldığı bir alandır. Alevi cemleri suçlardan ve kötülüklerden arınmayı, kendi kendini yönetmeyi hedefleyen bir mekanizmadır.Alevi cemleri yaşamla organik olarak bağlantılı bir kurumdur. Örneğin Mevlevi ayinleri gibi hayattan kopuk değildir Mevlelikteki sema sadece kendinden geçme ve Tanrı’yla buluşma, Tanrı’nın varlığı içinde erime vardır. Nakşibendi ayinlerinin de böyle olduğu söylenebilir. Alevi cemlerindeyse doğa vardır, ırmak, kurt-kuş, çiçek,ağaç, toprak vardır. Alevi cemleri tarımsal ve hayvansal üretimle organik olarak bağlantılı bir kurumdur.Alevi cemleri genel olarak kış aylarında düzenlenir. Herkes işinde olduğu için genel olarak yaz aylarında cem düzenlenmez. Öte yandan cem için özel bir mekan, özel bir ev yoktur, Cem için müsait olan her evde cem gerçekleştirilebilir. Semah yürümek cemlerin sonunda gerçekleşen bir oyundur. Semahın ağır semah, orta semah, hızlı semah olmak üzere bölümleri vardır. Cemlerde söylenen nefesin ritmine göre semah yürümenin hızı da ağırdan hızlıya doğru değişir. Türkmenbaşı’nın Ruhname’sinin kutlandığı gösterilerde sergilenen oyunlar ise orta kararlılıkta bir hızda sürüp gidiyordu. Semahlarda semah yürüyenlerle, semaha katılan öbür Aleviler arasında yoğun bir iletişim vardır. Duygu, düşünce ve ruh olarak semah yürüyenlerle, ceme katılan öbürleri arasında yoğun bir bütünlük vardır. Ceme katılan herkes semah yürüyenlerin bir parçasıdır. Türkmenistan’da yukarıda anlatmaya çalıştığımız gösterilerde ise oyuncuların dışındakiler sadece onların seyircisidir. Burada sadece bir eğlence söz konusudur. Alevi semahlarında ise duygu, düşünce, kutsal bir varlığa sevgi sunma ön plandadır. Büyük Safer Murat Türkmenbaşı’nın 62. yaş yıldönümü de 2002 yılına rastlıyordu. 62. yaş yıldönümünde de büyük kutlamalar yapıldı, aynı oyunlar bu kutlamalarda da sergilendi.

2001 yılında TRT’de “İpek Yolu” belgeseliyle ilgili bazı gösterimler olmuştu. Bu TRT’nin de katkılarıyla çekilen bir belgeseldi. Bu çekimi yapanlar Çin’den başka, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan gibi ülkelerde de çekimler yapmışlardı. Bu çekimler sırasında da bu ülkelerin folklor zenginlikleriyle ilgili programlar ekrana getirilmişti, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan gibi ülkelerdeki halk oyunları da Türkmenistan’daki halk oyunlarına benziyordu. Bu oyunlarda da, örneğin Turnalar Semahı’nı, Kırklar Semahı’nı andıran hiçbir figür yoktu. Bu semahlarda keskin dönüşler, kırık adımlar, örneğin sağa dönüyormuş gibi yaparken sola sıçramalar kutsal bir varlığa saygı sunma hali önemli figürler olarak görülüyor. Yeldirme, Alevi semahlarının çok önemli bir figürü oluyor. Türkmenistan’daki “İpek Yolu” adlı belgeseli izlediğimde, hep Alevi semahları aklıma geliyordu. “Alevilik Orta Asya kökenlidir, Şamanizm kökenlidir, Türklerin Orta Asya’dan getirdiği bir inançtır, gelenektir” diyenler acaba bu programları izlemişler midir? İzleyenler acaba neler düşünüyor? Alevi semahlarının köklerini bu oyunlara, bu gösterilere bakarak bulabiliyorlar mı? Orta Asya’ya bakarak Alevi semahlarının kökenleri hakkında hiçbir şey öğrenilemez, ama Ezidilerin ibadetlerine bakıldığında Ezidilerin güneşe yüzlerini çevirip dua etmeleri izlendiğinde, kutsal günlerde gerçekleştirdikleri rakslara bakıldığında Alevi semahının kökenleri hakkında çok sağlıklı bilgiler elde edilebilir. İpek Yolu programı yapımcılarından Atila ErdenS’e bu izlenimlerini anlatmıştım. “Türkmenistan’da, Kazakistan’da, Kırgızistan’da öyle olabilir ama Azerbaycan’da öyle değil demişti.” Aslında, örneğin üç fotoğraf bu düşünceleri açık bir şekilde ortaya koyabilir. Türkmenistan folklorunu gösteren bir fotoğraf, herhangi bir Alevi semahını gösteren bir fotoğraf ve Ezidilerin güneşe durup dua etmelerini gösteren bir fotoğraf.

Orta Asya’dan Horasan’a, Mezopotamya’ya, Anadolu’ya gelen Oğuzların önemli bir kesiminin Alevi inancını benimsemeleri çok doğal. Çünkü göçebe olup at sırtında dolaşanlar için, yerleşik olmayanlar için Alevi inancı çok elverişlidir. Günde 5 vakit namaz buyuran, oruç, hac buyuran İslamiyet’in ise göçebe yaşamı karşısında benimsenmesi çok zordur.

ALEVİLER-KÜRTLER

Alevilerin yaşadıkları, karşı karşıya oldukları en büyük tehlike asimilasyondur. 19. Yüzyılın ikinci çeyreğinden beri Alevilere uygulanan politika, asimilasyondur. 1826’dan beri Vak’a-i Hayriye’den beri Alevilere asimilasyon politikası uygulanmaktadır. Bu tarihte Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ile birlikte Bektaşi dergâhları da yıktırılmıştır. Sultan Mahmud bundan sadece Hacıbektaş’taki dergâhı istisna kılmıştır. Hacıbektaş’taki dergâh yıktırılmamış, kilerevinin karşısına cami yaptırılmıştır. Bu camiye de bir Nakşibendi şeyhi gönderilmiştir. Dergâh cemaati artık Nakşibendi terbiyesiyle yetiştirilecektir. Asimilasyon başlamıştır. Alevilerin Müslümanlığa asimile edilmeleri, aynen Kürtlerin Türklüğe asimile edilmeleri gibi bir süreçtir. Alevi köylerine cami yapılması 20. yüzyılın başında Jön Türklerle birlikte iyice gelişmiştir. Cumhuriyetle birlikte ise sistematik bir politika olmuştur. Her Alevi yerleşim birimine cami yaptırmak, camiye bir imam tayin ettirmek, Alevileri Müslümanlaştırmanın etkin bir yoludur. Dr. Cemşit Bender’in, On iki İmam ve Alevilik (Berfin, 5. Baskı, 2003) kitabında “Resmi İdeoloji ve Alevilik” başlığı altında yer alan bir bölüm var. (s. 141-145) Bu bölümde Dr. Cemşid Bender 1992 yılında Ankara’da Diyanet İşleri Başkanlığı’nda yaptığı bir görüşmeyi anlatıyor. Görüşme konusu Alevilik. Dönemin diyanet işleri başkanı Said Yazıcıoğlu’ndan randevu alınıyor, fakat son anda Said Yazıcıoğlu tartışmaya girmeme gibi bir ilkesi olduğunu belirterek, görüşmeyi kendi adına Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili İrfan Yücel’in yapmasını istiyor. İrfan Yücel de Aleviler’in Müslüman olduğunu, camileri olduğunu, namaz kıldıklarını, oruç tuttukların söylüyor. Alevilerin Müslüman olduğunu, Alevilerin köylerinde de cami olduğunu sık sık dile getiriyor. Dr. Bender Alevi köylerine zorla cami yapıldığını, örneğin Dersim’de Vali Kenan Güven’in vatandaşlardan toplanan paralarla cami yaptırdığını bu konudaki düşüncelerini soruyor. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkan Vekili yine Alevilerin Müslüman olduğunu, her Müslüman köyünde cami olmasının istenen bir şey, güzel bir şey olduğunu söylüyor.

Osmanlı, Alevileri Müslüman bir grup olarak görmüyor, Alevi’yi , Alevi olarak, “Kızılbaş” olarak görüyor ama yok edilmesi gereken, Müslümanlar içinde yaşamaması gereken bir grup olarak görüyor. Bunun için vahşete varan uygulamalar da yapıyor. Bu vahşetten korunmak için de Alevilerin dağların yüksekliklerinde, anayolların çok uzağında kendilerine yer aradıkları, yerleşim birimleri oluşturdukları biliniyor. Buysa toplumun Alevi/ “Kızılbaş” olarak kalmasını inançlarını, geleneklerini yaşamasını, iç özerkliğini korumasını sağlıyor. Cumhuriyetle birlikte düşüncede ve duyguda tek tip insan yaratma politikası doğrultusunda Kürtler Türklüğe asimile edilirken, Alevilerin de Müslümanlığa asimile edilmesine gayret ediliyor. Aleviler inançlarını, geleneklerini, iç özerkliklerini bu şekilde yavaş yavaş yitirmeye başlıyor. “Müslüman’ım ama Aleviyim”, “Aleviyim ama Müslüman’ım”, “Müslüman Aleviyim”, “Alevi Müslüman’ım” ibareleri bu şekilde ortaya çıkıyor. Ali Yıldırım,Osmanlı’nın Alevi’ye karşı tutumunun daha dürüstçe olduğunu söylemektedir. Bu görüşe ben de katılıyorum. Çünkü Osmanlı Alevi’yi Alevi olarak görüyor, ama fiziki olarak onu yok etmeye çalışıyor. Alevilerde yok olmamak için kendilerince önlem alıyorlar. Cumhuriyet ise Alevi’yi Müslüman olarak görüyor, fiili olarak Müslümanlaştırmaya, Aleviliği yok etmeye çalışıyor. Alevi kurumlarını, Alevi inançlarını, geleneklerini bozuyor, etkisiz kılıyor.

Asimilasyon şüphesiz sadece Kürtlere, Alevilere uygulanan bir politika değildir. Asuriler, Ezidiler, Çerkesler, Lazlar vs. de bu politikanın etki alanı içindedir. Bir zamanlar Kürtler “en iyi Türk biziz, esas Türk biziz, has Türk biziz” derlerdi. 1960’larda böyle bir slogan vardı. Bunun gibi zaman zaman “en iyi Müslüman biziz, esas Müslümanlar Alevilerdir” diyen Alevilere de rastlanmaktadır. Bu asimilasyonun yoğunluğu ve yaygınlığıyla ilgili bir göstergedir.

1994’den önceki, yani Nelson Mandela’nın cumhurbaşkanlığına seçilmesinden önceki Güney Afrika yönetimini düşünelim. Yerli halkın ve beyazların ayrı ayrı mahalleleri, ayrı ayrı okulları vardı. Lokantaları, sinemaları, otelleri hep ayrıydı. Nüfusun % 20 kadarını oluşturan beyazlar, yerli halkı kendi içlerine almak istemiyorlardı. Yerliler “Bantustan” denilen dikenli tellerle çevrili çok geniş alanlarda, çok büyük bir mağduriyet içinde yaşıyorlardı. Kanalizasyon, elektrik, su, konut gibi temel hizmetler çok yetersizdi. Ama toplum kendi geleneklerini, kendi inançlarını yaşıyordu, Güney Afrika toplumu iç özerkliğe sahipti, işte bu iç özerklik giderek iktidarı yarattı. 1994’de yapılan ilk demokratik seçimlerde “Afrika Ulusal Kongresi” iktidara geldi. Nelson Mandela cumhurbaşkanlığına seçildi. Nelson Mandela’yı uzun yıllar cezaevinde tutan, Afrika Ulusal Kongresi’ni terör örgütü ilan eden beyaz yönetimin Cumhurbaşkanı, De Klerk ise Nelson Mandela’nın yardımcısı oldu. 1990’ların ortalarında “Dünyanın en ırkçı devleti” denen Güney Afrika’da böyle bir süreç yaşandı.

Ali Yıldırım’ın Alevi Öğretisi (İtalik, 2000) kitabında çok ilgi çekici bir bölüm var. Bu bölüm “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” başlığını taşıyor. (s. 176-183) İranlı dini liderlerden Şeriat Medari, dönemin Diyanet İşleri Başkanı Süleyman Ateş’le yaptığı resmi bir görüşmede Türkiye’deki Alevilerden şikayet ediyor, Alevilerin ateistleştiklerini söylüyor. “Ya siz ilgilenin Sünnileştirin, ya da bize bırakın Şiileştirelim” diyor. Bu sözün başbakanlığı döneminde Tansu Çiller için hazırlanmış Alevilik Raporu’nun ilk sayfasında yer aldığı belirtiliyor. “Türkiye’de Alevilik, Aleviler ve Alevilerde Siyasal Yapı, Siyasal Kültür” başlığını taşıyan 107 sayfalık raporun 24 Aralık 1995 seçimleri öncesinde Tansu Çiller’e sunulduğu belirtiliyor. Raporun bir bölümünün de, Diyanet İşleri Başkanlığı Baş Müfettişi, Abdülkadir Sezgin’in hazırladığı not ediliyor. İranlılara verilen cevap açıktır. “Biz Alevileri Sünnileştiriyoruz” buradaki Sünnileştirme Müslümanlaştırma anlamına geliyor. Her Alevi köyüne cami yapılması, cemevi yapılmışsa bile muhakkak bir de cami yapılması, camiye bir de imam, müezzin tayın edilmesi asimilasyonu yaygın bir yolu oluyor. Cemevlerinde resmi ideolojiyi güçlendirici konuşmalar yapılması, bu yönde programlar oluşturulması yine kararlı bir şekilde yaşama geçiriliyor. İran’la yapılan böyle bir pazarlık Alevi kitlelerde nasıl bir düşünce, nasıl bir duygu yaratıyor acaba. “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” ne anlama geliyor. Sünniliğin ve Şiiliğin Müslümanlığın iki yorumu olduğunu düşünürsek, asimile edilmek istenen kitlenin Müslüman bir kitle olmadığı açık değil mi?

Irak’ta Saddam Hüseyin rejimi çöktükten sonra Şii Araplar çok büyük bir hareketlilik içine girdi. Nisan, Mayıs aylarında (2003) İmam Hüseyin’in şehit edilmesinin yıldönümünde on binlerce Şii Kerbela’da toplanmaya başladı. Şiilerin çoğu buraya yürüyerek gitmeye çalışıyordu. Yüzlerce Şii demir zincirlerle sırtını, başını dövüyordu. Sırtından başından kan çıkarıyordu. Binlerce Şii sürüne sürüne İmam Hüseyin’in Kerbela’daki türbesine, dördüncü halife Ali’nin Necef’deki türbesine varmaya çalışıyordu. Bütün Şiilerin “Hüseyin Çileleri” çekmediği söylenebilir. Ama bu süreçte olan, bu çileleri çeken on binlerce Şii’nin olduğu da gerçektir. Şiiler, “Hüseyin Çileleri” çekerken, insan ister istemez Alevileri hatırlıyor. Aleviler şüphesiz Kerbela’ya, Necef’e filan gitmiyor. Alevilerde böyle bir hac anlayışı, geleneği yok. Yukarıda belirtildiği şekilde “Hüseyin Çileleri” de çekilmiyor. Tüm bunlara rağmen bazı Alevilerin kendilerini on iki imama bağlı hissetmeleri, bunu sık sık vurgulamaları, her Alevi evinde dördüncü halife Ali’nin resimlerinin asılı bulunması irdelenmesi gereken bir durumdur. Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlılık tamamen Şiilikle ilgili bir olaydır. Aleviliğin bu açıdan Şiilikle hiçbir ilgisi olmamasına rağmen, Aleviler neden bunu açıkça ifade edemiyor. Aleviler elbette tarihte yaşanmış bir zulümle ilgilenebilir, böyle bir ilgi Alevi inancıyla, Alevi yaşam biçimiyle de uyuşur. Hatta bir gereklilik olarak da ortaya çıkar. Ama sanki Alevi cemaatinin bir üyesiymiş gibi, Halife Ali’ye, Hüseyin’e, on iki imama bağlanmak şaşırtıcıdır. “On iki imam çileleri” çeken Aleviler acaba tarih boyunca sırf Alevi oldukları için kendilerine gösterilen şiddeti biliyorlar mı? Ali Yıldırım’ın “Osmanlı Engizisyonu” (Öteki, 1998) kitabı bu şiddetin, işkencenin, katliamın boyutların irdeleyen değerli bir çalışmadır.

2 Temmuz 1993’te, Sivas’ta Alevilere karşı çok ağır bir katliam gerçekleştirildi. Mart 1995’de de İstanbul’da Gazi Mahallesinde ve Ümraniye’de bir kırım gerçekleştirilmişti. Daha önce de Çorum’da (Temmuz 1980), Maraş’ta (Aralık 1978) yine Alevilere dönük zulümler, katliamlar oldu. Bu katliamların Alevilerin yüreklerinde ağır yaralar açtığı da bir gerçektir. Acaba Alevilerin yüreklerini yaralayan bu olaylara İranlı Şiiler, Iraklı Şiiler ne kadar üzüldüler? Veya İranlı Şiiler, Iraklı Şiiler bu katliamları kendilerine dert ettiler mi? Aleviler tamamen Araplıkla, Şiilikle ilgili bir olay olduğu halde, ‘Hüseyin Çileleri’ çekerek 1400 yıllık bir davayı günümüzde de sürdürmeye çalışıyorlar. Acaba Alevilerin Sivas’ta, Maraş’ta, Çorum’da uğradıkları zulümler Şiileri dertlendirmiş midir?

“Hüseyin çileleri”, Adnan Yücel’in Ateşin ve Güneşin Çocukları ( Yurt Kitap- Yayın, 4.bs.2000) şiirinde Kürtlere sitem ederken kullandığı bir imgedir.

“O günah sorguları yetmedi mi yazgınıza
O Hüseyin çileleri bitmedi mi daha
Kırklar yediler çekip gitmedi mi
Sazlar kırıla kırıla çalınırken” (s. 44)

Şiilerin Kerbela’daki çile çekmelerini izlerken, insan ister istemez şu konuyu da düşünüyor. Kerbela törenlerinde Alevi semahlarını andıran hiçbir bölüm, hiçbir gösteri yok. Aleviler bunları karşılaştırarak, Alevilik, Şiilik konusunda Aleviliğin Şiilik olmadığı konusunda neden berrak bir düşünce oluşturamıyor. Şurası çok açıktır dördüncü halife Ali hiçbir zaman Alevi olmamıştır. O, İslam Sünneti’ne sıkı sıkıya bağlıdır, kendinden önceki halife Osman, halife Ömer, halife Ebubekir gibi... Burada, acaba bilmediğimiz bir “sır” mı vardır?

Örneğin Hasan Sabbah Alamut’ta yaptığı çeşitli konuşmalarda bu sırrı açıklıyor. (Wladimir Bartol, Fedailerin Kalesi Alamut, Çeviren Atilla Dirim, Yurt Kitap-Yayın, s. 166-173; s. 441 vd., s. 452-454) Burada bu “sırrı” açma gereğini duymuyorum. Ama Hasan Sabbah’ın kavrayışının çok dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Kanımca Tapınak Şövalyelerinin de böyle sırları vardı. Acaba Alevilerin de benzer sırları var mı? Bu sır ne olabilir? Şurası çok açıktır ki Alevilerin Ali’siyle tarihsel kişilik olan Ali, yani dördüncü halife olan Ali çok farklı kişilerdir. Alevilerin Ali’si halktan herhangi bir kişidir, Alevilerin Ali’si Doğa-Tanrı-İnsan bütünlüğünde yer alır. İnsan Ali doğanın-Tanrının kendisidir. Dördüncü halife Ali ise yeryüzünü, gökyüzünü, bütün canlı ve cansız varlıkları yaratmış Allah’ın bir temsilcisi olarak kavranılmaktadır. İslamiyet’i yaymak için çevre halklara çok ağır şiddet gerçekleştirmiştir. Alevilerde böyle bir tanrı anlayışı yoktur. Doğa-Tanrı-İnsan bir bütün oluşturmaktadır. Doğayı gören insan, tanrıyı da görür, tanrı her insanda ayrı ayrı tecelli eder. Müslümanlardaki yani Sünnilerdeki ve Şiilerdeki tanrı anlayışıyla, Alevilerdeki Tanrı anlayışının çok farklı olduğun belirtmeye çalışıyorum. 19 yüzyılda yaşamış Hilmi Dede’nin

Ayine tuttum yüzüme
Ali göründü gözüme
Nazar eyledim özüme
Ali göründü gözüme

Şiirinde sözü edilen örnek insan Ali’dir. Tanrı Ali’nin kişiliğinde gözlere insan niteliğinde görünür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türk Şiirinde Tanrı’ya Kafa Tutanlar, Okat Yayınları, İstanbul 1968, s. 119)

ALEVİLİKTE ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ

Alevilik ile Müslümanlık arasında çok derin bir fark vardır. Bu doğanın, toplumun ve insanın kavranması sürecinde ortaya çıkan bir farktır. Müslümanlıkta Kur’an her şeye egemendir. Doğa, toplum, tarih insan hakkında en doğru bilgilerin Kur’anda yazıldığı kabul edilir. Kur’an eleştirilemez. Kur’andaki bilgilerin doğruluğundan kuşku duyulamaz. Bu bilgiler tartışılamaz. Halbuki Alevilikte sınırsız bir tartışma özgürlüğü vardır. Alevilikte doğa, tarih, insan, Ali (dördüncü halife Ali değil) her şey tartışılır. İslam teolojisinde varoluş tanrının yoktan var etmesidir. Yaratan-yaratılan ikilemi Müslüman teolojisinin en önemli unsurudur. Alevilikte ise yaratanla yaratılanın birliği vardır. Alevi inancında varoluş Tanrı’nın kendi özünden fışkırmasıdır. Alevi Tanrı’yı kendi içinde bilir. Alevi inancında yer, gök, deniz, her şey Tanrı ile doludur. Alevilikte Doğa-Tanrı-İnsan birdir, bütündür. İnsan Ali doğanın ta kendisidir. Hallac-ı Mansur’un (9-10. yy.), Yunus Emre’nin (13. yy.), Nesimi’nin (14-15. yy.), Süruri’nin (16. yy.), (Hilmi Dede’nin (19. yy.), Edip Harabi’nin (19. yy.) şiirlerinde bu niteliği görmek mümkündür. Kaygusuz Abdal’ın,

Hakkı ister isen Âdem’de iste
Irak’ta, Mekke’de, Hac’da değildir

deyişi yine aynı anlama gelmektedir. Tanrı’nın bir parçası olması nedeniyle insan kendi geleceğini kendi belirler. Fiillerinden sorumlu, her biri Tanrı’nın bir parçası olan insan şüphesiz özgürlükçü bir düzeni seçecektir. İslam’i teolojide ise insanın kaderi Allah tarafından belirlenir. İslam inancında insan Tanrı anlayışı içinde kaybolur, yok olur. İnsan Tanrı’nın varlığında eridiği için artık insandan eser kalmaz. Alevi inancındaysa insan Tanrı’yı kendi içinde yoğurur, Tanrı’ya yeni bir ruh ve şekil verir. Alevi ozanlar her zaman yeri, göğü, insanı, her şeyi yaratan Tanrı anlayışına karşı direnmişler “senin karşında ben de varım, senden ayrı ben de varım...” demek istemişlerdir.

Alevilikte dogmatizm yoktur. İslam’daysa yoğun bir dogmatizm vardır. Kaygusuz Abdal’ın şu şathiyye/yergi’sine bakalım.

Kıldan köprü yaptırmışsın
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı

Kaygusuz Abdal’ın 14. yy. sonu 15. yy. başında yaşadığı bilinir. Bu şiirde din ve Tanrı eleştirisi vardır. Tanrı’nın var olduğu varsayılan gücünü göstermesi istenmektedir. Böyle bir eleştiri ancak Alevi şairlere has bir eleştiridir. Müslüman bir kişinin böyle bir Tanrı eleştirisinde bulunması olası değildir. Bu şiir 1950’lerdeki lise edebiyat kitaplarında şiirin ruhuna aykırı bir yorumla değerlendirilmektedir. Örneğin “şair,Tanrı’ya ulaşmak için insanların nefislerini yenmeleri gerektiğini belirtiyor. Tanrı’ya ulaşmak için nefsini yenme zahmetine katlanmayan insanları yeriyor. İnsanların Tanrı’ya ulaşmak için kıldan ince kılıçtan keskin sırat köprüsünden geçmeleri gerektiği anlatılıyor...” (Ağuh Sırrı Levent, Türk Edebiyatı, Lise II, İnkılap Kitabevi, 1951, s. 63-64; Nihat Sami Banarlı, Metinlerle Türk Edebiyatı, Lise II, Remzi Kitabevi, 1951, s. 54-55; Abdurrahman Nisari, Metinle Türk Edebiyatı, Lise II, İnkılap, 1955, s. 55-56; Cevdet Kudret, Türk Edebiyatından Seçme Parçalar, İnkılap ve Aka, 1973, s. 72-73)

Böyle ters, şiirin ruhuna hiç uygun olmayan bu yorumlara rağmen bu şiir, bu şathiyye/yergi 1950’lerde liselerde okutulan Türk Dili ve Edebiyatı kitaplarına konabilmiş. Günümüzdeki kitaplarda da bu şiire, şathiyye/yergiye yer veriliyor mu acaba?

16. yy.’da yaşadığı söylenen Azmi Baba’nın

Yeri göğü ins-ü cin-i yarattın
Sen ey mimar başı eyvancı mısın?
Ayı, günü çarhi, burcu varettin
Ey mekan sahibi rahşancı mısın?

Şeklinde başlayan şiiri de şathiyye/yergi kabul etmek mümkündür. (Bu şiir için bak. İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s. 78-84)

Yunus Emre’ye veya Müridi Molla Kasım’a atfedilen bir şiir de, şathiyye/yergi kabul etmek mümkündür. Bu şiir şöyledir.

Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedir
Varıp anın üstüne evler yapasım gelür
Altında gayya vardır içi nâr ile pürdür
Varup ol gölgesinde biraz yatasum gelür. (Nihat Sami Banarlı, a.g.e., s. 55)

Yunus Emre’nin de, “Ya ilahi ger sual etsen bana” diye başlayan “kıl gibi köprü gerersin geç deyi” diye devam eden bir şiiri vardır. Bu şiirde de örneğin Tanrı’nın terazi tutması, kötülükleri tartıya vurması, eleştirilmektedir. Terazi tutmak tacirlerin, bakkalların işidir, denilmektedir.

“Terazi korsun hevesat dartmağa
Kastedersin beni oda atmağa
Terazi ana gerek bakkal ola
Ya bazergan, tacir-ü aktar ola” (İsmet Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s. 42-43)

Doğanın, tarihin, toplumun, insanın kavranışındaki bu çok farklı bakışlar, birbirlerine çok zıt olan anlayışlar elbette Alevilik-Müslümanlık farkının temelinde duran bir konudur. Bütün bunlara rağmen şunu da belirtmekte yarar vardır. Dördüncü halife Ali’ye bağlılık, on iki imama bağlılık gibi konular Alevileri de dogmatik bir düşünceye doğru çekmektedir. Aleviler bu konuları kolay kolay tartışamamaktadırlar. Buysa Aleviliğin temelindeki düşünce ve kavrayışa zıttır. Bu bağlılıklarla Alevilik kendi öz değerlerinden yavaş yavaş kopmaktadır.

Aleviler çocuklarına Ebubekir, Ömer, Osman gibi isimler vermezler. Bunu birinci halife Ebubekir’in, ikinci halife Ömer’in, üçüncü halife Osman’ın, dördüncü halife Ali’nin haklarını yemelerine, Ali’nin haklarını vermek için mücadele etmelerine bağlarlar. Bu suretle Aleviler tarihsel bir davayı 1400 yıla yaklaşan bir davayı günümüzde de sürdürürler. Halbuki İslamiyet’in kavranması konusunda, dördüncü halife Ali ile önceki üç halife arasında hiç fark yoktur. Nitekim halife Ali’nin çocuklarının içinde isimleri Ebubekir, Ömer, Osman olanlar da vardır. Halife Ali’nin kızlarından, önceki üç halife ile Ebubekir’le, Ömer’le, Osman’la evlendirilenler de vardır. Bu konuda Faik Bulut’un “Ali’siz Alevilik” (Doruk 1997, daha sonra Berfin) kitabı önemlidir. Faik Bulut’un “Yol” dergisinde Şakir Keçeli’yle yaptığı tartışmalar da dikkate değer. (Yol, sayı:5/2000, sayı:9/2001, sayı:10/2001)

Alevi inancına Şii unsurlarının nasıl karıştığı incelenmeye değer bir konudur. 15. yüzyılın sonları, 16. yüzyılın başları İran’da Şah İsmail’in yönetime gelmesi, Safevi Hanedanlığı’nın kurulması, Osmanlı’da Şah Kulu Ayaklanması (1509-1510) Yavuz Sultan Selim’in padişahlığı ve Çaldıran Savaşı (1514) ayrıntılı bir şekilde incelenmesi gereken bir süreçtir. Alevi inancına Şii unsurların karışması kanımca bu dönemde gerçekleşmiştir. Daha doğrusu, 15. yüzyılın ortalarından itibaren İran-Osmanlı ilişkilerinin gelişmesi sürecinde Şeyh Safiyüddin’in, Şeyh Cüneyt’in, Şeyh Haydar’ın, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın, Şah İsmail’in Osmanlılara ve İran’a komşu olan halklarla, örneğin Kürtlerle, Alevilerle geliştirmeye çalıştıkları süreç içinde değerlendirilmelidir. Bu dönemden önce Alevi inancında acaba “Dördüncü halife Ali’ye bağlılık”, “On iki imam’a bağlılık” var mıydı?

Yukarıda Hacıbektaş Dergâhı’ndaki caminin 1826 yılında yapıldığını belirtmiştim. Örneğin bu tarihten önce Alevi köylerinde, Alevi yerleşim birimlerinde cami olup olmadığı araştırılabilir. Alevilik, Osmanlı toplumunda özellikle İmparatorluğun yükselme döneminde dışlanan bir inançtı. Aleviler de hep dışlanan bir grup olmuştur. Şiilik de genel İslam anlayışı içinde hep muhalefette kalmıştır, muhalefette kalan, dışlanan grupların birbiriyle ilişki kurması doğaldır. Ama Şiiliğin Alevi inancı ve anlayışı içinde, Alevi gelenekleri içinde kurumlaştığı görülmektedir. Bu kurumlaşmanın Alevi inancının geleneklerini bozduğu da görülmektedir. İşte Şiiliğin Alevi inancı içindeki bu kurumlaşma sürecinin incelenmesi gerekir. Bu süreçte, Velayetname, Menakıpname gibi eserlerin tahrip edildiği, bozulduğu, bu eserlere yeni bölümler eklendiği, bu eserlerden bazı bölümler çıkarıldığı çok büyük bir olasılıktır. Yine bu süreçte Alevi ocaklarına, yeni Silsilenameler düzenlendiği çok büyük bir olasılık dahilindedir. “Menakıb-i Hacı Bektaş Veli”, Hacı Bektaş Veli’yi on iki imamlardan Musa el Kazım’a bağlamaktadır. Halbuki Musa el Kazım 798 tarihinde ölmüştür. Hacı Bektaş Veli ise 1207 tarihinde doğmuştur. Hacım Sultan Velayetnamesinde ise Hacı Bektaş’ın doğrudan doğruya Ahmet Yesevi’nin öğrencisi olduğu yazılmaktadır. Halbuki Ahmet Yesevi 1166 yılında ölmüştür. Hacı Bektaş ise yukarıda değindiğimiz gibi 1207 de doğmuştur. Velayetnamelerin veya menakıpnamelerin 1481-1501 yılları arasında derlenip toparlandığı, yazıya geçirildiği söylenmektedir. (Nejat Birdoğan, Anadolunun Gizli Kültürü Alevilik, Hamburg Alevi Kültürü Merkezi Yayınları, 1990, s. 73-74, 96-97)

Bu noktada Alevilerdeki bu “sır” kavramının değerlendirilmesinde de yarar vardır. Alevi sırrı nedir? Bu sır kimde saklanmaktadır. Her durumda şu söylenebilir: Şiiliğin temel kavramlarının Aleviliğe aşılanması, Alevilerde giderek çok büyük bir kafa karışıklığının yaratılmasına neden olmuştur. Bu kafa karışıklığı sadece Anadolu Alevilerinde görülen bir durum değildir. Mezopotamya Alevilerinde, İran Alevilerinde, Suriye Alevilerinde, Nusayrilerde, Kafkasya Alevilerinde de rastlanan bir durumdur.

Kafa karışıklığı devrimcilerde de aynen görülmektedir. Cezaevlerindeki direnişlerde, ölüm oruçlarında yaşamlarını yitiren Alevi gençlerin cenazelerinin cemevlerine getirildiği, oradan kaldırıldığı görülmektedir. Cenazenin cemevine getirilmesi, oradan kaldırılması, yaşamını yitirenin Alevi olduğunu göstermektedir. Fakat cemevlerine imam da gelmektedir. İmamı cemevlerinde ne işi vardır? Alevilikte namaz var mı? Alevi gençlere sorarsanız “halkımızın dinsel inançlarına saygı gösteriyoruz” derler. Gençlerin sözünü ettiği halk Alevi değil mi? Alevilik de imam/imamlık diye bir kurum var mı?

Alevi inancına bazı Şii unsurların karıştığını söylüyoruz. “Ya siz Sünnileştirin, ya biz Şiileştirelim” önerisiyle ilgili bazı somut gelişmelere de dikkat çekmekte yarar vardır. Örneğin Çorum merkezindeki Alevilerin Şiilere benzemeye başladıkları, kendilerine ait bir cami yaptıkları, camiye gittikleri gözleniyor. Şiilerin Hüseyin’in Kerbela’daki dördüncü halife Ali’nin Necef’teki türbesine sürünerek vardıklarını belirtmiştim. Türbelere, dergahlara sürünerek girme geleneğin bazı yerlerde, bazı Alevilerde de görüldüğü gözlenmektedir. Bunları Şiileşmenin bir göstergesi olarak değerlendirmek mümkündür.

Aleviliğe Şiilik unsurlarının nasıl girdiğini anlatmaya çalıştık. Aleviliğe Şamanist unsurlarının nasıl girdiğinin de aynı şekilde irdelenmesi gerekir. Bu konuda kısaca şu söylenebilir. Aleviliğin Şamanizmle ilişkisinin kurulması Osmanlı’nın son dönemlerinde İttihat ve Terakki ile başlamıştır. O yıllarda Balkan Savaşlarından (1912) hemen sonra İttihat ve Terakki Kürtleri Türkleştirmek, Alevileri Müslümanlaştırmak yolunda bazı projeler geliştirmeye çalışmaktadır. İttihatçılar Alevilerin Türklükle, eski Türk inançlarıyla bağını kurmaya çalıştılar. Dr. Fritz adıyla Kürtler kitabını yazan kişinin de İsmail Pelister takma adıyla yazılar yazan Habil Adem isminde bir İttihatçı olduğu bilinmektedir. 1918 yılında Osmanlı Muhacirin Dairesi tarafından yayınlanan bu kitapta Kürtlerin aslının Türk olduğu, Kürtçe dili denen dilin aslının Türk dili olduğu ispat edilmeye çalışılmaktadır. İttihat ve Terakkiye bağlı unsurlardan Baha Said Bey 1914-1915 yıllarında bu çerçevede Anadolu’ya gönderilmiştir. Alevi Cemaatıyla ilgili incelemeler yapar. Bunun için Alevilerin yaşadığı bölgelerde inceleme gezileri tertipler. Aleviliğin Şamanizmle bağının kurulması Şamanizmin Alevilikde yaşadığı, Baha Said Bey’in çalışmalarıyla temellendirilmeye gayret edilmiştir. Baha Said Bey “Türkiyede Alevi, Bektaşi, Ahi, Nusayri Zümreleri” başlıklı çalışmasında Şiiliğin Araplıkla, Aleviliğin Türklükle ilgili bir olay olduğunu anlatmaya, Aleviliğin eski Türk dininin bir devamı olduğunu ispat etmeye çalışmaktadır. Şeyh Safi’nin, Safiyüddin’in, 14. asrın ortalarında Erdebil’de kurmaya çalıştıkları Şiilikle Aleviliğin ilgisi olmadığını, Aleviliğin Türk dini, Türk İnancı olduğunu, Orta Asya’dan Oğuzlarla birlikte getirildiğini söylemektedir. O dönemde Türk Yurdu Dergisi etrafında toplanan Fuat Köprülü, Baha Said, Hamit Sadi (Selen), Hamid Vehbi gibi araştırmacılar da aynı görüşleri dile getirmektedir. Baha Said Bey bu çalışmaları Alevi cemaatına duyduğu ilgiden değil, Türk Milliyetçisi olduğu için yapmaya çalışıyor.

Aleviliğin Orta Asya kökenli olduğunu, Şamanizmin yani eski Türk dininin, eski Türk inancının Alevilerde yaşadığını yazan bir diğer araştırmacı Profesör Yusuf Ziya Yörükan’dır. Profesör Yusuf Ziya Yörükan 1931 yılında Atatürk tarafından “Türk Dinleri ve Türk Mezhepleri” üzerine bir kitap yazmaya memur edilmiştir. Profesör Yusuf Ziya Yörükan’da 1932 yılında “Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri” ve “Müslümanlıktan Sonra Türk Mezhepleri” konusunda iki cilt halinde her biri 400 sayfa civarında olan daktilo metni Atatürk’e sunmuştur. 1930’lu yıllar Türk Tarih Tezinin ve Güneş Dil Teorisinin geliştirildiği yıllar. En yüksek siyasi irade İlahiyat Profesörü Yusuf Ziya Yörükan’dan “Türk Dinleri ve Türk Mezhepleri” ile ilgili bir kitap yazmasını istiyor. Profesör Yusuf Ziya Yörükan ne yazabilir? Çok büyük bir olasılıkla siyasi iradenin uygun göreceği, hoşlanacağı düşünceleri yazar. Ismarlama üzerine yazılan kitaplardan bilim çıkmaz. Bu siyasi iradenin görüşlerini, isteklerini doğrulayan kitaplar yazılır.

Yusuf Ziya Yörükan’ın “Alevilik ve Tahtacılar” isimli kitabında bu düşünceler dile getirilmeye çalışılmıştır. Kitap Kültür Bakanlığı tarafından 1998 yılında yayımlanmıştır. Profesör Yusuf Ziya Yörükan’ın oğlu, Prof. Dr. Turhan Yörükan’ın “Yusuf Ziya Yörükan’ın Hayatı, Eserleri ve Alevilikle İlgili Görüşleri” başlıklı yazısı Yol dergisinin 8. sayısında (Kasım-Aralık 2000) yayımlanmıştır. (s. 59-91)

Bu yıllarda Baha Said, Yusuf Ziya Yörükan, Besim Atalay, Baha Toros gibi yazarlar hep Aleviliğin Şamanizmle, Orta Asyayla bağını kurmaya çalışmışlardır. Etnolog Hasan Reşit Tankut’da aynı görüştedir. Hasan Reşit Tankut’un “Zazalar Üzerine Sosyolojik Tenkitler” (Kalan Yayınları, Nisan 2000) kitabında bu konularla ilgili bazı değerlendirmeler vardır. Mehmet Bayrak’ın “Kürdoloji Belgeleri” (Özge, 1994) ve “Alevilik ve Kürtler” (Özge, 1997) isimli kitaplarında da Hasan Reşit Tankut’un devlet ve hükümet yetkilileri için hazırladığı bazı raporlar yer almaktadır. Daha sonraki yıllarda bu görüşler dönem dönem tekrar gündeme getirilmiş, tartışılmıştır.

Aleviler-Türkler ilişkisi ile Aleviler-Kürtler ilişkisinin ayrı ayrı değerlendirilmesi gerekir kanısındayım. Ahmet Şık’ın ve Hatice Yaşar’ın “Alevi Gençler Konuşuyor” röportajına yine işaret etmek gereğini duyuyorum. Bazı gençler Kürt olduklarını ama Alevi kimliklerinin her zaman etnik kimliğin önünde olduğunu söylüyorlar. İşte bu kavrayışa, bu düşünceye, bu duyguya ve bu tutuma işaret etme gereğini duyuyorum. Bu anlayışın, bu sürecin gelişiminin incelenmesinde yarar vardır. Kürt sorunu söz konusu olduğu zaman bu anlayış egemen güçler tarafından yönlendiriliyor olabilir. Etnik kimliğin ön plana çıkarılmaması, gerilerde tutulmasını egemen değerlerle uyuşan bir düşünce ve tutum olduğu açıktır. Mehmet Bayrak’ın “Alevilik ve Kürtler” (Özge, 1997) kitabı bu konuda değerli bir inceleme, araştırma ve belgeler kitabıdır. Ali Ülger, 1990’ların başında yayınladığı “Yeni Divan”, 1990’ların sonunda yayınladığı “Pir” dergilerinde Alevi/Kızılbaş Kürtlerin sorununu dile getirmeye çalışmıştır. Haşim Kutlu “Alevi Kimliğini Tartışmak, Kitap 1, Alawiydiler, Hem de Kızılbaş” (Belge, 1997) ve “Temel Özellikleriyle Kızılbaş Alavilik, Talib’in El Kitabı” (Tarihsiz) isimli kitapları Alevilik ve Kürtler konusunda dikkate değer incelemelerdir.

“Arap Alevileri, Nusayriler” ibaresindeki Alevi sözcüğünün yanlış kullanıldığı kanısındayım. Türklerden ve Kürtlerden Aleviler olduğu gibi,Araplardan da Aleviler olabilir. Fakat Nusayriler olarak adlandırılan grubun Alevi olmadığı kanısındayım. İran’daki ve Irak’daki Şiiler gibi Nusayrilerin de Ali taraftarı olduklarını düşünüyorum. Şiilik her şeyden önce bir Araplık olayıdır. Irak’taki Şiilerin çok büyük bir kısmı Arap’tır. Nusayrilerin de Şii Araplar olduklarını, fakat Alevi olmadıklarını düşünüyorum. “Anadolu Aleviliği” doğru bir tanımlamadır. Fakat “Arap Aleviliği, Nusayriler” doğru bir tanımlama değildir. “Suriye Şiiliği, Nusayriler” tanımlamasının doğru bir tanımlama olduğu söylenebilir.

Eski yunanlılar Kızıılıırmak’ın Batı yörelerine Anadolu derlermiş. Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü’nde (Remzi Kitabevi, 2. bs. İstanbul l978) Anadolu sözcüğünün, Adonis,Apollon, Artemis,Hektor Kybele, Midas gibi sözcükler yerine kullanıldığını belirtmektedir (s.339) Halbuki Alevilik daha çok Dersim, Koçgiri, Erzincan merkezli bir dinsel inançtır. “Anadolu Aleviliği” kavramının bu bakımdan yerinde bir kavram olmadığı söylenebilir.

Alevilik incelenirken “kızılbaş” kavramı üzerinde de durulmalıdır. “Kızılbaş” sözcüğü Şiileri mi, Alevileri mi anlatmaktadır? Azeri yazar Ali İsa Nicat Kızılbaşlar kitabında (Yurt Kitap-Yayın, 2003, çev. Züyfiye Veliyeva) “Kızılbaş” sözcüğü ile Şiileri anlatmaktadır. Ali İsa Nicat,Şeyh Safiyüddin’den beri yani
1430 lardan beri, savaşlarda, başlarına bağladıkları kırmızı bağlardan dolayı, Şiilerin “kızılbaş” olarak tanımlandıklarını anlatmaktadır. “Kızılbaş” kavramı Anadolu Alevilerinin tanımlanmasında da kullanılmaktadır. Alevi toplumu söz konusu olduğu zaman, Aleviler için Alevi, Kızılbaş gibi kavramların ne zamandan beri kullanıldıkları incelenmesi gereken bir konudur. “Kızılbaş” kavramı Alevileri mi, yoksa Şiileri mi anlatmaktadır veya hangisini daha çok anlatmaktadır?

Alevilik-Müslümanlık konusunda önemli bir sorun da, Alevi semahı ile Mevlevilikteki sema ayini arasındaki ilişkilerin irdelenmesidir.Müslümanlığın ilk asırlarında, örneğin Arap yarımadasında, Anadolu’daki sema ayini gibi bir ibadet biçiminin olmadığı açıktır Mevlevilikteki sema ayini Anadolu’ya has bir ibadet biçimidir. Müslümanlıktan önceki inançlarla, ibadet biçimleriyle ilişkili olması kuvvetle muhtemeldir. Ama, sema ayinleri ile Alevilikteki semah arasında çok büyük fark vardır.Sema ayinlerinde ibadet edenler, hep oldukları yerde dönmektedirler. Sadece erkekler bu ibadete katılmaktadır. İbadete sadece yetişkin erkeklerin katılması örneğin çocukların katılmaması belirtilmesi gereken önemli bir özelliktir. Sema ayininin özel bir mekanda, dergahta, Mevlevihanede yapılması yine önemli bir ayrıntıdır. Ayrıca toplumun üst tabakaları bu ibadete katılmaktadır. Üretimden kopuk bir yaşam biçimi, bir ibadet biçimi olduğunu daha önce de söylemiştim.Alevi semahlarındaysa, kadın-erkek, yaşlı-genç birlikte semah yürürler. Semaha Alevi toplumunun bütün üyeleri katılabilir.Alevi semahlarının toplumsal yaşamla organik bağlarının olduğunu, üretimle doğrudan ilişkili olduğunu, örneğin yaz aylarında semah düzenlenmediğini, semah yürümek için özel bir mekanın gerekli olmadığını, her evde semah düzenlenebileceğini daha önce de belirtmiştim.

Alevilik, Dünün Sosyalizmidir!




Serra Güneyli / guneyli.serra@gmail.com


Daha önceki yazılarımda dile getirmiştim: Anadolu’da oluşan ve şekillenen Alevilik, o dönemin köylü sosyalizmidir. İçinde sosyalist fikirler içeren bir öğretidir. Ezilen Anadolu halkların, sunni feodal Osmanlı devletine karşı bir isyan bayrağıdır!

Burada, Anadolu Aleviliğinden bahsediyoruz. Burada, Bektaşi Aleviliğinden ve çizgisinden söz ediyoruz. Bu, Bektaşi felsefesidir. Zira burada savunduğumuz Alevilik, Bektaşi Veli’nin Aleviliğidir. Bektaşi Aleviliği ile 4. Halife Ali’nin aleviliği arasında fark vardır. Fark vardır, zira savunduğumuz Bektaşi Aleviliği, islami kurallarla hiç bir ilişkisi yoktur. Yani, camiyle, nazmazla,
oruçla, hacla bir ilişkisi yoktur.

Anadolulu Alevilerin namaz tuttuğu, camiye ya da hacca gittiğini hiç duymadım. Yoktur!

Peki, bu islami vecibeleri getirmeyen Aleviliğe ”islami” demek ne kadar doğru olur?

Bu soru üzerinde herkesin düşünmesi gerekiyor.

Başka farklar da var: Cemevleri ve Cami. Biz Alevilerin toplanma yerimiz cami değil, Cemevleri’dir. Cem, toplanmak, bir araya gelmek demektir. Direnişin ve birlikteliğin sergilendiği alandır. Cemevleri’nin en önemli özelliği ”sazın” ve ”bağlamanın” olmasıdır. Alevi semahları (kadınlı/erkekli) – bağlama ve Cemevi. Bunlar iç-içe geçmiştir. Biri olmadan diğeri olmaz! Bu birliktelikteki amacın bir başka özelliği, ”Tanrı” ile buluşmak değil, hayatla, doğayla, tüm dünya insanlığı ile birleşmek ve bütünleşmek içindir.

Unutmamak gerekiyor: 4.Halife Ali döneminde kadınlı / erkekli semahın tutulduğu görülmemiştir. Yoktur. Bu, bir.

İki: 4.Halife Ali hem saza hoş bakmaz, hem de içki içmezdi…

Üç: 4.Halife Ali tüm islami kuralları benimsiyordu. İslam dinini savunuyordu.

Oysaki, Anadolu Bektaşi Aleviliği 4.Halife Aleviliği ile ilgisi yoktur. Bizimki ayrı bir öğretidir.

Anadolu’da Alevilik evrimleşerek, bugünkü halini almıştır. Bektaşi Veli’nin yolundan Kaygusuz Sultan, Kazak Abdal, Virani, Pir Sultan Abdal, Yemini ve onlarca ozan yürümüştür. Bu Alevi ozanlarla birlikte Alevilik felsefesi yayılarak şuanki aşamaya gelmiştir…

Evet; Alevilik, ezilen köylülerin sunni feodal Osmanlı devletine karşı bir isyan bayrağıdır. Bu bağlamda dünün köylü sosyalizmi olan Alevilik, bugünün şartları için de ”devrimcilik” ve ”sosyalistlik” oluyor.

Ne ilginç, insan evrim tarihinde, en ilerici söz olan: ”Okunacak en büyük kitap: İnsandır!” sözü, yine Bektaşi Veli’ye aittir.

Yazımı Bektaşi’den bir fıkra ve üç temel ”özdeyişi” ile bitiriyorum:

Önce bir fıkra:

-Hoca camide, tanrıyı anlatmaya başlamış: ”Tanrı, ne yerde, ne gökte. Ne sağda, ne solda.ne erkek, ne dişi, ne yer, ne içer… ” deyince, Bektaşi, ”Geçenlerde tanrı yoktur dedim, bana yapmadığınız kalmadı. Dinleyin hocada ”YOK” diyor. Ona bir şey söylemiyorsunuz.”

Üç temel özdeyiş:

Bir: Eline beline diline sahip olacaksın

İki: Gelme gelme, dönme dönme

Üç: Gelenin malı, dönenin canı


Bektaşi’nin dörtlüğünden oluşan tevhidi, Ruhi Su söylüyor:

”Ellerin Kabesi var / Benim Kabem insandır. / Kuran da kurtaranda/ İnsanoğlu insandır.”

İşte Anadolu Bektaşi aleviliği böyle bir dindir!


Tüm okuyuculara selamlar...

8 Ekim 2008 Çarşamba

BAHÇELİEVLER KATLİAMI

Evet, 30 yıl önce, faşistler ”Bahçelievler Katliamı”nı gerçekleştirdiler... 9 Ekim 1978 de katliamla ilgili olarak, Behice Boran televizyonlarda şunları haykırıyordu:

Faşistler, döktükleri kanda boğulacaklardır. Örgütlü birleşik gücün en geniş kitlelerin ortak talepleri için yürüteceği tutarlı ve kararlı bir mücadele etkin kitle hareketiyle demokratik hak ve özgürlükleri koruyarak, demokratik mevzilerden bir adım bile geri çekilmeden daha ileri hak ve özgürlükler sağlanacaktır…”


7 Türkiye İşçi Partili yoldaşlarımı anıyor, sizleri unutmadık diyoruz…

F.C
-----------------------


30 YIL ÖNCE TİP ÜYESİ YEDİ ÖĞRENCİ KATLEDİLDİ: BAHÇELİEVLER KATLİAMI (*)

”Türkiye'de 1978 yılı, faşist terörün giderek azgınlaştıği; okulların, derneklerin, kahvehanelerin basıldığı, bombalandığı, otomatik silahlarla tarandığı yıl olarak tarihe geçti. Faşistlerin köşe başlarında pusu kurdukları, kendinden olmayan herkese saldırdığı o yıl; Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Dr. Necdet Bulut, Savcı Yardımcısı Doğan Öz öldürüldü, Doç. Dr. Servet Tanilli uğradığı silahlı saldırıda sakat bırakıldı. Türkiye, o yıl toplu katliamlarla sarsıldı; Kahramanmaraş'ta 105 kişi, Sivas'ta 9 kişi, Ankara Balgat'ta 5 kişi, Ankara'da 7 TİP'li devrimci öğrenci, İstanbul'da 5 işçi, İstanbul'da Beyazıt'ta 7 devrimci öğrenci ve daha yüzlercesi hunharca katledildi...

Tarihe "Bahçelievler Katliamı" olarak geçen, Ankara Bahçelievler'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi öğrencinin 9 Ekim 1978'de, öldürüldüğü gece yaşananları beraber okuyalım. 9 Ekim Pazar gecesi Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinden Salih Gevenci ve Faruk Ersan'ın Bahçelievler'deki öğrenci evinde zemin katında misafirleri vardı. Faruk Ersan ders çalışmak için arkadaşlarına gitmişti. Evde Salih Ge-venci'den başka ODTÜ öğrencisi Serdar Alten, Ankara İktisadi Ticari Bilimler Akademisi öğrencisi Efraim Ezgin, Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Osman Nuri Uzunlar ve aynı okul öğrencisi Latif Can bulunuyordu.

TELLE BOĞMAYA KALKTILAR
Saat 22.00'ye doğru kapı çaldı. Televizyon seyretmekte olan öğrenciler kapıyı açtıklarında karşılarında silahlı dört kişi vardı. İçeri girenler evdeki 5 devrimciyi etkisiz hale getirerek ellerini arkadan bağladı. Katiller evde 3 kişiyi beklerken 5 kişi bulmuşlardı. Plana göre evde iki ya da üç kişi olması gerekiyordu. Bir süre kendi aralarında tartıştılar. Dışarıda kendilerini bekleyen "Reis"e danışmaya karar verdiler. Devrimci öğrencilerin sorgusu sürerken Reis bir şişe eterle geri dönmüştü. Öğrenciler eterle bayıltıldılar. Saat 24.00 sıralarında Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses de eve geldi. O da arkadaşları gibi bayıltıldı. Faruk Ersan ders çalışmaktan geri dönerken evin girişinde faşist çete tarafından yakalandı. Katiller "esirleri" nasıl öldüreceklerini kendi aralarında tartışıyordu. Eve giren dört kişiden biri olan "İdi Amin" lakaplı kişi, onları telle boğabileceğini söyledi. Telle beceremeyince havlu ile boğmayı denedi. Osman Nuri Uzunlar boğularak öldürülmüştü. Ancak onları böyle öldü-remeyeceklerini düşünen katiller, Salih ve Serdar'ı Reis'in arabasına götürdüler. Reis, Serdar'ı tekrar eve yolladı. Araba Faruk ve Salih ile birlikte hareket etti. Kaçırılan iki öğrencinin cesedi ertesi gün, Eskişehir yolu üzerinde enselerinden kurşunlanmış olarak bulundu. Araba hareket ettikten sonra evdeki beş devrimci "İdi Amin" lakaplı katil tarafından kurşuna dizildi. Katil, evden koşarak uzaklaşırken eve giren komşular korkunç manzara ile karşılaştılar.

KATILLERIN ŞEREFİ...
Yerde yatan 5 kişiden Serdar Alten ağır yaralıydı. Hastaneye kaldırılan Serdar, olayı bütün ayrıntılarıyla anlattı. Hacettepe Hastanesi'nde tedavi edilen Serdar Alten, 17 Ekim'de yaşamını yitirdi. Ser-dar'la birlikte katliamda ölen devrimcilerin sayısı 7 oldu. Katliama karışanlardan bazıları, katliamın ardından yakalandı: "İdi Amin" lakaplı Haluk Kırcı, Ahmet Ercüment Gedikli, İbrahim Çiftçi, Ömer Özcan, Duran Demirkıran. İbrahim Çiftçi dışındaki sanıklar ceza aldı. Katliamı yöneten "Reis" yani dönemin Ülkücü Gençlik Derneği Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Çatlı ise aranmaya başladı.

Yıllar sonra 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta Mercedes marka bir araba ile bir kamyonun kazasında ortaya çıktı Abdullah Çatlı. Kazada ölenlerden biriydi. Kaza, "devlet-mafya-aşiret" ilişkilerinin ortaya çıkmasına neden oldu. Skandalin ardından dönemin DYP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller: "Bu devlet uğruna kurşun atan da, yiyen de her zaman bizim için saygıyla anılır. Onlar şereflidirler" diyerek Cadılara sahip çıktı. Unutmadık!”

(*) Kaynak: birgün gazetesi

KURD 1


Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de


Kürt medyasına Kurd 1 adıyla yeni bir Televizyon kanalı katılıyor. Elbetteki bu Kürtler adına sevindirici bir gelişmedir ve her Kürdün hayırlı olsun, demesi gerekiyor.

Bu kanal daha deneme yayınındayken, onunla ilgili bazı değerlendirmeler var:
Bazı kesimler bu kanalın Kürt kanalı Roj TV ye alternatif olarak ortaya çıkacağını söylüyorlar. Bunun gerçekten böyle mi olduğu, yoksa bu gibi çevrelerin mi böyle olmasını istedikleri bilinmez. Ama belkide böyle bir niyeti olmayan, kanalı böyle görmek ve yönlendirmek istiyenlerin niyetleridir bu. Umarım eğer varsa bu gibi „art-niyetler“ ve hevesleri kursaklarında kalır; ve Kurd 1’in izleyeceği ulusal yayın politikasiyla onların emellerini boşa çıkarır; inşallah.

İşin alternatif olma konusuna gelince, eğer bu normal ölçülerde olursa bir mahsuru yoktur. Keşke onlarca Kürtçe kanalı olsa. Her biri bir alanda Kürt dili, kültürü ve bir bütün olarak kürt yaşamını geliştirmeye hizmet etse ne mutlu. Yani birbirlerinin eksik kalan yönlerini tamamlamaya ve biribirinden çok daha iyi hizmet etmeye aday olacak kanallara söylenecek söz olmaz ve olmamalı. Ancak biz Kürtler alternatif olmayı birazda tersinden değerlendiriyoruz. Birbirini tamamlak yerine birbirimizi alt etme, yok etme şeklinde kulanıyoruz. Umarım bu sefer böyle olmayacak ve böylesi beklentileri olanların emelleri gerçekleşmeyecektir.

Bu beklentiler yerine, olması gereken ve Kürtlere hizmet edecek olan anlayış kanalların birbirlerini alt etme yarşı yerine, birbirlerinin eksik yanlarını tamamlama ve birbirleriyle dayanışma halinde yayınlarını çeşitlendirip geliştirmeleridir.

Kürtler yalnız basın - yayın alanında değil, her temel konuda birbirleriyle yarışmaktan önce, birbirleriyle dayanışmayı öğrenmelidir. Ulusal kurtuluş sürecini henüz tamamlayamamış Kürtler için bu aşamada yarışmanın birazda lüks ve gereksiz olduğunu düşünüyorum. Hele birbirini yok etme yarışına girecek olanlar varsa bu kürt davası ve kültürünü geliştirmek yerine zayıflatmaya hizmet edeceklerdir.

Kürtler öncelikle ulusal haklarını kazanmada birleşip bunu kazandıktan sonra, bu hakkı daha iyi kulanma konusunda yarışabilirler. Bu her alanda olduğu gibi basın ve yayın alanında da böyle olursa çok daha sağlıklı olacaktır.

Sözünü ettiğimiz anlamda yeni çıkan kanalların kendini eski kanalları alt etme misyonu yüklememesi gereği kadar, var olan kanallarında bunları kendileri için tehlike görmekten önce, dayanışma temelinde yaklaşmalarının Kürt halkı ve televizyonculuğunun gelişimine çok büyük katkılar sunacağı kesindir.

Gerçi Kurd 1 kanalı da şimdiye kadar siyasi bir kanal olmadığı ve amaçının sadece kültürel bir yayın olduğunu ifade etti. Kültürel olsun ,siyasi olsun ya da ikisi veya daha fazlası olsun, nasıl olursa olsun önemli değil. Önemli olan ulusal temel değerlere bağlı kalmak ve birbirlerine „düşman kanallar“ haline gelmemektir. İsteğimiz, çoğalan kanalların her halukarda Kürt kültürü ve ulusal mücadelesine hizmet etmeleridir.

Bu inanç ve umutla hem Kürt 1’e, hem de diğer tüm Kürt Televizyon kanallarına en içten dileklerle üstün başarılar diliyor, birlik ile beraberliğe aracı olmalarını umuyorum.

Nice Kürt ve Kürtçe kanallar dileğiyle.

07.10.2008

7 Ekim 2008 Salı

Sorumlu Amerika’dır!




Turgut Koçak


Ülkemizde uzun zamandır körüklenen şey bir iç kavgadır. Hiç kuşkunuz olmasın ki, bu iç kavgadan çıkar uman pek çok çıkar çevreleri vardır. Bu çıkar çevrelerinin adını bir türlü doğru koyamayan Türkiye egemen güçleri ise ülkemizin başına dinci, Amerikancı AKP eliyle içinden çıkılmaz çoraplar örmek için her yolu denemektedir. ABD emperyalizminin bölgemizde ve dünyada neler yaptığına bakarak neler yapabileceğini de kestirmek olası iken; Türkiye’deki işbirlikçilerinin ABD; “stratejik müttefikimiz” diyerek neleri toplumun gözünden gizlemek istediklerini anlamamak olanaksızdır. Bütün bunlara karşın, Türkiye egemen güçlerinin politikalarına baktığımız zaman kendisini açıkça belli eden bir hainlik görülmektedir.

Uzun zamandan beri toplum; sistemli bir şekilde bir Türk-Kürt çatışmasının eşiğine getirilmiş durumdadır. Balıkesir’in Altınova Beldesi’nde yaşanan olaylara baktığımız zaman tehlikenin boyutlarının nerelere kadar geldiğini açıkça görmekteyiz. Küçücük bir yerleşim biriminde bile altında birçok şey yatmasına karşın; kolaylıkla önüne geçilemez olaylar tırmandırılabilmektedir. Olaylar durmuyor tabi. Girişilen karakol baskını yaraya tuz biber ekiyor. Saldırıda yaşamını yitiren 16 halk çocuğu askerimizin cenazeleri öfke seline dönüşerek kamplaşmalar biraz daha artıyor. Bir başka deyişle tehlike açıktan açığa; “ben geliyorum” diyor. Bugün; bu olayların görmezlikten gelinmesi, gerçekten de yarın bedeli ağır olan sorunlar yaşanmasına neden olacaktır. Bu yüzden de öyle kıvırtmadan sorunların açıkça ortaya konulması, kararlıca üstüne gidilmesi gerekiyor.

Anlaşılıyor ki, Aktütün Karakolu’na girişilen bu eylem hem baskın verilerek hem de Kuzey Irak topraklarından ağır silahlar kullanılarak gerçekleştiriliyor. Sonrası belli. Toplumda çok büyük bir öfke patlaması gündemin ilk sırasına oturuveriyor. Yetkililer, daha önce olduğu gibi, “hesap sorulacak”, “kanları yerde kalmayacak” benzeri demeçlerini yineleyip günü kurtarmaya çalışıyorlar. Ancak bu kez, bu demeçlere emperyalist dünyanın sözcüleri de katılarak gözboyamaya girişiyorlar. Bu durum AKP iktidarını çok sevindiriyor. Kınamanın BM’den, ABD’den, İsveç’ten vb. yerlerden gelmiş olmasının somut olarak ne işe yarayacağı sorulması gerekirken Türkiye’deki yetkililer bir kez daha halkın dikkatini başka alanlara çekmeyi daha uygun bularak ülkedeki emperyalizm karşıtı uyanışı sönümlendirmeye çalışıyorlar. Hele bir Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek var ki, ne söylemek istediğini anlamak için Cemil Çiçek olmak gerekiyor. Neymiş efendim; eylem tam da teskere görüşülecekken yapılmışmış, manidarmış. Böylesi çok söz söyleyip hiçbir şey söylememeye gayret gösterenler; kendilerini iyi bir devlet adamı sanıyor olsalar gerek. Ama değiller. Bunları böylesine tutuk yapan şey, politikalarının emperyalist güç odaklarınca çiziliyor olmasındandır. Bir başka deyişle işbirlikçi oluşlarının gereğidir.

Bölgede yaşanan sorunların birinci derecede sorumlusu Irak’ı işgal altında tutan işgalci Amerika ve onun koalisyon ortaklarıdır. Sözü geçen bu emperyalist odaklarda bilmektedir ki, onca ihanetlere karşın Türkiye yine de emperyalist odaklar için Ortadoğu’da ve Kafkaslarda emperyalistler açısından ciddi bir engeldir. Ya da daha güçsüzleştirilmiş bir Türkiye’nin varlığı onların işlerini bir hayli kolaylaştıracaktır. Senaryo budur, oynanan oyunlar da buna gör sahnelenmektedir. Amerika bize anında istihbarat verecek diye şişinenlerin mumları sönmüştür. Bugüne kadar yaşanan sayısız olayda ABD’nin anında istihbaratının yararı olmadığı açıkça görülmüştür. Dün, konu ile ilgili olarak katil Bush’un dizi dibinde demeç vererek Türkiye kamuoyunu kandıran Recep Tayyip Erdoğan ve iktidarı, yaşamını yitiren çocuklarımızdan kesinlikle sorumludur.

Ülkemizde böylesine boyutlanan bir sorunla karşı karşıya olduğumuz halde; AKP iktidarı siyaseten hiçbir şey yapmayarak suç işlemektedir. Oysa Recep Tayyip Erdoğan kendi ülkesinde yaşanan sorunları çözme konusunda acizken üstüne vazifeymiş gibi bir Suriye ve İsrail’i barıştırmak, bir Gürcistan-Rusya Savaşı’nın yarattığı zorlukların ortadan kaldırılması için dolaşıp durmaktadır.

Tanıyı doğru koymaya bir türlü yanaşmayan AKP iktidarı, yaşanan saldırıların sorumlusu açıkça ABD’dir diyememekte, bu yüzden de köklü çözümlere yönelmek yerine işi basbayağı savsaklayarak suç işlemektedir. Dahası Recep Tayyip Erdoğan ve iktidarının ABD emperyalistlerine karşı söz söylemek yürekliliği de yoktur. Çünkü hem işbirlikçidir hem de iktidarını başta ABD emperyalistleri olmak üzere emperyalist güç odaklarına borçludur.

Öyleyse diğer başka konularda olduğu gibi Kürt sorununda da AKP iktidarının yapabileceği hiçbir şey yoktur. Hele hele sorunu emperyalist güç odakları ile birlikte düşünmek ve soruna çözüm yolları aramak büsbütün yanıltıcıdır. Saldırı paktı NATO, emperyalist amaçlar doğrultusunda burnunu sokmadığı yer bırakmazken, iş Türkiye’nin başına çorap örmeye gelince gıkını bile çıkarmamaktadır. Türkiye egemen erkinin gözlerini ne yazık ki işbirlikçiliği kör etmekle kalmamış, onların bu politikaları Türkiye’yi her bağlamda uçurumun kıyısına itivermiştir. Özetle söylemek gerekirse; geçmişte nasıl Damat Feritlerin Osmanlı için yapabileceği bir şey yok idiyse şimdi işbirlikçi egemen güçlerin de Türkiye için yapabileceği hiçbir şey yoktur.

İzlenen politikalar Türk-Kürt çatışmasının maddi zeminini büyük ölçüde hazırlamıştır. Bu maddi zemini ortadan kaldıracak olan tek çözüm sosyalistlerin sınıf bağlamında sürdürdükleri çözümdür ki, ülkemizde döne döne üzerinde durulması gereken tek zemin de burasıdır.

Açıkça işaret etmek isteriz ki, inanç ve etnik bağlamda politika yapmak ve bu doğrultuda örgütlenmelere girişmek ülkemize ve Türkiye işçi sınıfına çok büyük zararlar vermektedir. Toplumu etnik ve inanç bağlamında kamplaştıranlar gerçekte asıl düşmanların gözden kaçırılmasına hizmet etmişlerdir. Dün ve bugün etnik milliyetçi bir çizgiye oturmuş olan MHP’nin politikalarının Türkiye ya da Türkler için bugüne kadar bir getirisi olduğunu kim söyleyebilir? Sözü geçen parti dün nasıl ABD emperyalistlerinin politikalarının oyuncağı olmuş sayısız kışkırtmalarda rol almışsa bugün de aynı rolünü eksiksiz sürdürebilmektedir. Durum MHP için böyleyse diğer aynı anlayışla örgütlenen parti ve örgütler için farklı mı olacaktır?

Ebetteki hayır!

AKP, BBP, SP vb partiler nasıl dinsel temelde örgütlenmişler, politika yapıyorlarsa, MHP ve DTP de etnik temelde örgütlenmiş partiler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu ilkeler ışığında örgütlenen partilerin adları ne olursa olsun özünde toplumun geriliğinden yararlanarak taban bulan partiler olduğu bir gerçektir. Bu yüzden de toplumu ileriye götürecek her türlü görüş ve anlayışlardan uzaktırlar. Durum bu olunca da sözü geçen bu örgütlenmeler dünyanın en gerici güçleriyle kolaylıkla işbirliğine yönelmektedirler. Emperyalist dünya, politikalarını yaşama geçirmek için dünya halklarının geriliğinden yararlanmaktadır Bu temelde örgütlenen yapılar emperyalist güçlerle işbirliğine girerek ya iktidara gelmekte ya da iktidardan gitmemek için emperyalistlerin desteğine gereksinim duymaktadırlar.

Somut olarak AKP’ye baktığımız zaman bu yönelimlerini açıkça görmekteyiz. AKP emperyalist çevrelerle hemen herkesten çok daha içli dışlı olmakla kalmamış, emperyalist çevrelere toz kondurmayan işbirlikçi güç odağına dönüşüvermiştir. DTP de, tıpkı AKP gibi ne adına ve niçin örgütlenirse örgütlensin AKP’nin düştüğü açmazın aynısına düşmüştür. DTP, etnik kökene göre kurulmuş bir partidir. Bu yüzden de geniş Türk ve Kürt emekçilerinin çıkarlarını öne çıkarmak yerine doğrudan kendisini Kürt sorunu ile sınırlandırıvermiştir. Bu sınırlandırmadır ki, DTP’nin emperyalist güç odaklarına yönelmesini engelleyen sigortayı ortadan kaldırmış, onu doğrudan emperyalistlerin yanına itmiştir. DTP’nin, AB ve ABD emperyalizmine bakışı bu yüzden çatallaşmış durumdadır. Dolayısı ile DTP, Türk ve Kürt kardeşliğini öne çıkaran bir politika izleyememekte, emperyalistlerin politik seçeneklerine yakın duran bir yol izlemektedir. Hoş böyle bir partinin Kürt söyleminin dışında Kürt halkı için önereceği başkaca da bir politika yoktur. Nasıl toplumda Kürtlere karşı düşmanlık arttığında MHP’nin kazanç hanesine bir şeyler yazılıyorsa; Kürtler arasında da Türklere karşı düşmanlık tırmandırıldığında DTP ve benzer örgütlerin kazanç hanesi kabarmaktadır.

İşte bu yüzden Türkiye’de var olan bazı parti ve örgütlerin Türk-Kürt kardeşliğini sağlama şansları neredeyse sıfırdır.

Sonuç olarak; ülkemiz ve Türkiye işçi sınıfının çıkarları açısından Türk-Kürt kardeşliği yaşamsal bir öneme sahiptir. Bu politikayı ne sözünü ettiğimiz partilerin ne de diğer burjuva partilerinin inşa etmelerinin olanağı yoktur. Bu politika ancak ve ancak sosyalistler tarafından yaşama geçirilebileceğine göre; Türk ve Kürt sosyalistlerinin birlikte örgütlenmesini ve birliğini savunan partimiz Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ni bütün gücümüzle örgütlemeye yönelmeliyiz. Yoksa yaşadıklarımız; altından kalkılması çok daha zor büyük olaylara gebedir.

LİBERAL TEORİLERİN ÇÖKÜŞÜ


Yener ORKUNOĞLU

1989-1990 yıllarında Sovyetler Birliğinin/Doğu Blokunun çökmesinde sonra ‘kapitalizmin tarihsel zafer kazandığı’ çığlıkları yükselmişti. Kapitalizmin hegemonyasının sonsuz olacağı biçiminde yeni-liberal masallar yayılmaya başlamıştı. Küresel mali kriz, liberalizmin masallarına son vermiştir.

Mali kriz, kapitalizmin kendi iç dinamiğinden, kâr oranının düşmesinden kaynaklanan krizdir. Kapitalizmin işleyiş yasalarını kavramayanlar, ekonomik krizlerin gerçek nedenini izah edemezler. Krizlerin nedeni sermayenin mantığında değil, başka yerlerde ararlar. Örneğin kimileri, krizin nedenini bankaların yeterince denetlenmediği, menecerlerin hatalar yaptıkları, petrol fiyatlarının yükselmesi gibi nedenlerle izah etmeye çalışırlar. Böylece krizin gerçek nedeni gizlerler.

Marx, kapitalizmin 2 temel özelliğine dikkat çekmişti: Birincisi, kapitalizm, dinamik bir sistemdir. Üretim teknolojisini devrimcileştirmeden var olamaz; İkincisi kapitalizm yıkıcı bir sistemdir. Kriz, kapitalizmn yıkıcı özelliklerin açığa çıkarır. Marx, ‘kapitalist üretimin engeli bizzat sermayenin kendisidir’ diyordu. 1929 krizinde, Brezilya’da 10 milyon çuval kahve yok edilmiş, Arjantinde de 100 bine yakın koyun telef edilmişti. Bu krizin neleri yıktığı daha sonraki bir süreçte tüm yanlarıyla ortaya çıkacaktır.

Kapitalizmin krizini analiz etmeye çalışanlar, kendi prizmalarından olaya yaklaşmaktadırlar. Yaşanan krizin analizi konusunda yazıları ikiye ayırmak mümkün. 1. ABD ve Batı ülkelerinde yapılan analizler; 2. Türkiye gibi ülkelerde yapılan analizler.

Batı’da kapitalizmi sorgulayan analiz eğilimi ağır basmaktadır. Küresel kriz’in Marx’ı haklı çıkardığı çok sık bir şekilde dile getirilmektedir. Örneğin, İngiltere’deki Guardian gazetesi, ‘Marx, bu kriz anını zevkle izlerdi. Mali sermaye her taraftan darbe yemektedir’ diye yazıyor. Dolayısıyla İngiliz basınında ‘Kaptalizmin sonu mu?’ soruları sıkça sorulmaktadır.

Hollanda’daki NRC Handelsblad: ‘ Şu andaki mali kriz tarihsel bir krizdir. Çünkü hiç kimse artık sınırsız ticaretin otomatik olarak daha iyi bir dünya yarattığını artık iddia edemez. Pazar ekonomisinin kendini düzenlediği masalına da artık inanılamayacak. 2008 yılının yaz sonu, 20. yüzyılın en son politik ideolojisinin, liberalizmin çöküş anı olarak tarihe geçecek. Komünizmi yenmiş gibi görünün galiplerin, şimdi kaybedenler olduğu anlaşılmaktadır.’

Almanya’daki Welt gazetesindan Eckhard Fuhr bir söyleşide şunları söylüyor: ‘Real sosyalizm’ çöktüğü zaman, liberalizmin ve pazar ekonomisinin ebedi zazfer kazandığına inandı insanlar. Pazar ekonomisine yönelik eleştirilerin yok olunacağı sanıldı. Şimdiki kriz, pazar ekonomsinin iflas ettiği anlamına geliyor.

Avrupa’da çeşitli uzmanlar, kapitalizmin bu biçiminin sona erdiğini, küresel yeni bir düzenin zamanın geldiğini dile getiriyorlar.

Şimdi ABD ‘paket-yardımı’ mali krizin yükünü emekçilerin sırtına yükleyecektir. Artık şu söz çok sık duyulur hale geldi: ‘Karlâr özelleştiriliyor, zararlar kamulaştırılıyor.’ Zararların kamulaştırlması demek, halkın sırtına yüklenecek yeni vergiler demektir. Burjuva ekonomisti Nouriel Roubini ABD’nin hükümetinin izldiği politikayı ’zenginler için sosyalizm’ diye adlandırarak, devletin zenginler için hizmet ettiğini dolaylı yoldan ifade etmek istiyordu belki de.
‘Devlet, elini ekonomiden çekmeli’ diyen liberaller şimdi devleti yardıma çağırıyorlar. Zaten kapitalizm, devletin müdahelesine her zor dönemde ihtiyaç duyar. Hem zararların kamulaştırılmasını devletten başka kim yapabilir ki!

Küresel mali krizin analizi, bizim gibi geri bıraktırılmış ülkelerdeki bazı liberal bakış açılarının sefaletini ortaya koymaktadır. 28 Eylül tarihli Taraf gazetesinde ‘Krizin çözümü sosyalizm soslu kapitalizmde değil’ başlıklı yazıda Alper Akalın şöyle diyor:

’Öncelikle şu belirtilmelidir ki; kriz kapitalizmin değil bizahati devletçilik ve müdahaleciliğin krizidir. Ve tekrar iddia etmekte yarar vardır ki; sıkı kurallar ile piyasaları denetlemek yerine, bilakis piyasaların devlet otoritesinden tamamen bağımsız şekilde yoluna devam etmesine olanak vermek, bu derin krizin çözümü için uygulanması gereken tek reçetedir.’ Eeh, geri biraktırılmış bir ülkenin geri kalmış liberal bakış açısından ancak bu kadarı olur!

Lenin, kapitalizm için içinden çıkılmaz durum yoktur diyordu. Kapitalizmin krizini, sersemlemiş boksöre benzetiyordu. Sersemlemiş boksörü nakavt etmek için, isabetli yumruklar indirmek gerekir. Emekçilerin yumruğu kapitalizmi nakavt etmezse, kapitalizm sersemliğinden kurtulabilir.

Yaz izlenimleri - Verimli yaz



Adil OKAY / adilokay@hotmail.fr

2008 yazı benim için verimli geçti. Simdi ‘yaz mı kaldı, biraz gecikmedin mi yaz izlenimlerini yazmakta’ diyeceksiniz. Ben bu yaz mevsimini ağırlıklı olarak güney bölgesinde geçirdim. Dolayısıyla güneyde en az dört ay süren yaz hâlâ devam ediyor. Akşamları sonbahar kendini serin bir rüzgârla hissettiriyor. Bir kaç kez de güneylilerin özlediği yağmur çiseledi. Ama doğa yeşilini soyunmadı henüz. Sonbahar renkleri olan kurşuni, vişneçürüğü ve kahverenginin tonları hakim olmadı yaşadığım coğrafyaya. Sonbahar sadece takvim yapraklarında.

Her halükarda bahar güzeldir. Hayat neden hep bahar olmaz der hayıflanırım. Keşke dünyamız iki mevsim yaşasaydı. İlkbahar ve sonbahar. Tabi baharlar savaşla kirletilmeseydi. Doğa kapitalizmin azgın kâr hırsıyla tahrip edilmeseydi. Denizler, göller, nehirler eğilip baktığımızda -çok değil daha 25 yıl öncesinde olduğu gibi- bizi bize gösteren doğal ayna gibi apak parlasaydı.
Ne yazık ki bu dileğimiz kısa vadede yerine gelmeyecek. Gerçi yılın 12 ayı baharı yaşayan şanslı insanlar var. Veya parayla baharı satın aldığını sanan para babaları. Neyse konumuz onlar değil. Her ne kadar biz kışın ortasında başka bir kıtaya gidip güneşlenemiyorsak da baharı düşlerimizde yaşıyoruz.

Evet bu yaz benim için verimli geçti. Aşırı sıcaklar performansımı düşürdüyse de yaylalara gidecek-sığınacak yaşım daha gelmedi diyerek direndim. Önüme koyduğum hedeflerin çoğunu başardım. 12 Eylül üzerine yazılmış altı roman okumam gerekiyordu beşini bitirdim. ‘12 Eylül ve edebiyat’ konulu çalışmamı zenginleştirmiş oldum. Bunun yanı sıra aynı konuda onlarca makale-yazı-araştırma okudum. Kendi özgün düşüncelerimle sentez yaparak bu konuda kelam edecek düzeye geldim. Keza 78’liler derneğinde yaptığım ‘12 Eylül ve edebiyat’ başlıklı sunumumu genişleterek bir araştırma yazısı haline getirdim.

Şimdiye kadar okuduğum 12 Eylül temalı romanlar içerisinde en çok: Süheyla Acar’ın ‘Yağmurun yedi yüzü’, Şöhret Baltaş’ın ‘Koşarken yavaşlar gibi’, Pamuk Yıldız’ın ‘O hep aklımda’, Osman Akınhay’ın ‘Gün ağarmasa’ ile A. Kadir Konuk’un ‘Su uyur insan kaçar’ adlı romanlarını beğendim. Size de tavsiye ediyorum. Özellikle başta adlarını saydığım üç kadın yazarın bu konuda başarılı romanlar yazması beni ayrıca mutlu etti. İtiraf edeyim bu romanları okurken kendimi, ölen öldürülen yoldaşlarımı ve çocukları düşündüm. Bir kaç kez de ağladım.
Pamuk Yıldız’ın “O hep aklımda” ile Osman Akınhay’ın “Gün ağarmasa” adlı romanları 1980-1990 Mamak gerçeğinden hareketle 12 Eylül’ü anlatır. Unutmaya-unutturulmaya inat. Zira yaşayanlar unutmamıştır. Bu yazarlar gerek yapıtlarında, gerek söyleşilerinde bunun altını çizerler. Unutmak ve affetmek yok. Zira suçlular henüz cezalandırılmadı. O toplumsal yara açık kaldı. Yıldız romanında, yazması gerekenlerin neden yazmayıp tanıklık yapmadıklarını sorgular. “İçeride kahramanca direnenlerin bile” dışarı çıkınca neden bir unutma çabasına daldıklarını anlamaya-anlatmaya çalışır. (Bkz. S.356)
Osman Akınhay da ‘Gün ağarmasa’da, roman kahramanına benzer sorgulamaları yaptırır. (Bkz. S. 183.)

Süheyla Acar ‘Yağmurun yedi yüzü’ adlı romanında, içeriden çıkanların ya da sürgünden dönenlerin çocuklarıyla kurdukları travmatik ilişkiyi çok ustaca sorgular. (Bkz. S. 294-295.).
Keza üzerinden atlanılmayacak bir yazar Şöhret Batlaş ‘Koşarken Yavaşlar gibi’ adlı romanında bu kuşağın çocuklarını hem sakınıp, hem devrimci yapmaya uğraştıklarından, çelişki yaşadıklarından söz eder. Elbette ‘biz çektik onlar çekmesin’ gibi yanlış bir düşünce sonucu çocuklarını lümpenleştiren, apolitikleştiren eski solcuları da eleştirir. (Bkz. S. 131.)

Kitap çalışmalarım
Bu yaz boyunca ‘12 Eylül ve Filistin Günlüğü’nün genişletilmiş ikinci baskısını hazırladım. İkinci baskıya önsöz yazdım. Giriş yazısını değiştirip genişlettim. Yeni yaptığım söyleşilerin bir kaçını kasetlerden çözdüm. Cüneyt Kafkas’ın ‘Filistin Günlüğü’ adlı anı kitabını okuyup notlar aldım. Yine Mehmet Tepebaşı’nın ‘Yaşanmamış sayılan anılar’ını okudum. (İki ayrı ülkede beni bekleyen iki Lübnan gazisi ile söyleşi yaptıktan sonra kitap yayınlanacak. Bekleyenlere duyurayım. Beklediklerinden fazlasını bulacaklar.)

Bunların yanı sıra cezaevinden gelen Sami Özbil’in ‘Harman’ adlı şiir kitabıyla, Faiz Cabiroğlu’nun ‘Pedagoji yazıları I- Eylemsel Yetke’yi, Sinan Seyfittinoğlu’nun ‘Dokuncasız’ adlı öykü kitabını ve Murat Altunöz’ün ‘Kırılgan zamanlar’ adlı şiir kitabını okudum. Eylemsel Yetke’yi Çocuğu olan herkese tavsiye ediyorum. Sinan’ın öyküleri de yaz sıcağında yüreğimi serinletti. Son zamanlarda moda olan ‘bunalım’ öykülerinden sonra hayata ve insana dair yazılmış öykülerle karşılaşmak beni sevindirdi. Halen ‘içeride’ olan Sami’nin şiir kitabı da zindanların duvarlarını delip özgürlüğe koşan mısralarla doluydu. Murat’ın kitabı da ‘sözlük yardımı olmadan!’ okunan, beni berrak bir nehirde yolculuğa çıkaran şiirlerden çatılmış bir sal gibiydi. Sevgili Nebih Nafile de bu günlerde yayınlanacak yeni şiir kitabının müjdesini verdi. Sabırsızlıkla bekliyorum. Böylelikle yaz boyunca okuduğum kitap sayısı onu geçti.
Bu çalışmalara paralel olarak ‘Konuşan Fotoğraflar’ adını verdiğim kitap dosyası üzerine çalıştım. Kapak çalışması ve sayfa düzeni üzerinde çalışmalar bitince son düzenlemeyi yayıncım yapacak ve yakında kitap yayınlanmış olacak. Bu kitabın fazladan bir özelliği var: 10. Kitabım olması. Yani onuncu kitabım yayınlanacak.

Yaz boyunca yayınlanan yazılarım:
Temmuz başında Cumhuriyet Kitap ekinde. ‘Osman Şahin, Darbeler ve postmodernizm’ başlıklı yazım yayınlandı.

Osman Şahin bizzat arayıp teşekkür etti. Kutladı. Türkiye’nin önemli öykücülerinden ve senaristlerinden Osman Şahin’in duyarlılığı, telefonda söylediği övgü dolu sözler, Prof. Dr. Talat Halman’ın Cumhuriyet-Kitap’ta yazıyı okuduktan sonra Osman Şahin’i arayıp onun aracılığıyla beni kutlaması, keza Prof. Dr. Şehmus Güzel’in bu yazı için Paris’ten beni arayıp kutlaması ve Osman Şahin’le ilgili anılarını aktarması bana moral verdi.
Yine yaz boyunca:
Güney Rüzgarı’nda ‘Yaz yazısı’ başlıklı denemem yayınlandı.
Arkadaş dergisinde ‘Yılmaz Güney’i nasıl bilirsiniz’ başlıklı araştırma yazım yayınlandı.
Güney dergisinde ‘Zor zamanlardı’ adlı şiirim yayınlandı.
Yeni Adana gazetesinde ‘Tehditler ve 12 Eylül Filistin Günlüğü’ başlıklı makalem yayınlandı.
Mercek dergisinde ‘Aşk üzerine’ başlıklı denemem yayınlandı.
Figan gazetesinde ‘Sorgulayan Denemeler’ başlıklı bir yazım yayınlandı.
İmece gazetesinin genç ve şirin muhabiri Sinem ile bir söyleşi yaptık. Söyleşi tam sayfa yayınlandı. Bir iki hataya rağmen amatör bir gazeteci için iyi bir çalışma olmuş diyerek Sinem’i kutluyorum. İmece gazetesine de teşekkür ediyorum.

Bu yaz yazdığım ancak henüz yayınlanmayan yazılarım:
Almanya’da 25 yıldır yayın hayatını sürdüren ‘Yazın dergisi’ benden yeni yazdığım ‘Korku Aşısı’ adlı yazımı aldı. Sanırım önümüzdeki günlerde yayınlanacak.
Güney dergisi ekim sayısında, yine bu yaz yazdığım ‘Köylü Amca’ adlı bir anı-öyküm yayınlanacak.
Hatay’da Murat Altunöz, Faiz Cabiroğlu ve birkaç arkadaşın yayınladığı ‘Dar sokak’ adlı dergide ’12 Eylül darbesinin edebiyattaki izdüşümü’ adlı çalışmamın bütünü yayınlanacak.
‘Dershaneler ve 12 Eylül’ başlıklı tartışma yazılarıma devam ediyorum.

Eh fena değil diye düşünüyorum. Elbette dediğim gibi yaz sıcakları nedeniyle tam hedeflediğim verimi alamadım. Bazı okuyucularım neden Ergenekon konusunda yazmadığımı sordular. Açıklamıştım. Yineleyeyim. Her konuda yazmak için zaman yetmiyor. Başka bir çalışma öne geçiyor. Bir panel-seminer konusu için binlerce sayfa karıştırıyor, okuyorum bazen. Öyle kürsüye çıkıp ajiteyle olmuyor artık bu işler. Her konuda gelecek soruya hazırlıklı olmalısınız. O konuda belli bir yetkinliğe sahip değilseniz o kürsüyü işgal etmemelisiniz. Takdir edersiniz ki ben de işimi ciddiye alırım. Ergenokon konusunda özellikle iki yazarın yazıları benim bakış açımla örtüştü. Ayrıca benim yazmama gerek kalmadı. O yazıları da bu konuda soru soran arkadaşlara yolladım. Fikret Başkaya ile Temel Demirer’in konuyla ilgili yazıları. Ayrıca bu konuda yazan yüzlerce hatta binlerce isim sayılabilir. Amatör yazarlar da kolaj yaptılar. Bunlar da yararlı oldu. Kendi özgün düşünceleri olmasa da her yazanın kendine göre okuyucusu olduğunu düşünürsek, bu kolaj yazılar da bilgi aktarımı, anımsatma, derleme anlamında yararlı olmuştur.

Yaz boyunca konuşmacı olarak davet edildiğim Festivaller-Etkinlikler
15-16 Haziranda Kristal-İş’le Aka-Der’in düzenlediği panelde sendikacı İbrahim Akyol’la birlikte konuşmacıydım.

Temmuz sonlarında Hatay’ın Sinanlı köyü festivaline konuk oldum. ‘Savaş ve Edebiyat’ konulu bir sunu yaptım. Çok yoğun bir ilgiyle karşılaştım. Küçük beldelerde henüz insanlar mekanikleşmemiş. Değerlere sahip çıkıyorlar. Gerek Sinanlı köyü sakinleri, gerekse yerel basın beni onurlandırdı. Yazılarımı suya yazmadığımı, konuşmalarımın havaya gitmediğini görmüş oldum. Sinanlıya götürdüğüm tüm kitaplarım bitti. İmza günü ve söyleşi de çok iyi geçti.
Ağustos ayında Adana’da Güney dergisi şenliğine konuk oldum. Konuşma yapıp şiir okudum.
Ağustos sonunda Hatay’ın Samandağ ilçesinde yazar Pamuk Yıldız ile bir panele konuşmacı olarak katıldım.

Ağustos sonunda Hatay’ın Yeşilpınar belediyesinin düzenlediği 3 gün süren festivalde ben ve Pamuk Yıldız ‘12 Eylül darbesinin edebiyattaki iz düşümü’ başlıklı panelde konuşmacıydık.
Aynı festivalde karşılaşmaktan mutluluk duyduğum ünlü sinemacı Pr. Dr. Semir Arslanyürek’in konuşmamı dinlemesi, bana katkıda bulunması ve kutlaması beni sevindirdi. Benden sonra ‘Yaşamsal gerçeklikten, sanatsal gerçekliğe’ başlığı altında bir konferans veren Semir Arslanyürek, ‘Adil hocamdan sonra konuşmak kolay değil ama’ diyerek söze başladı. Bir ara da benim bardağımda yarım kalan suyumu içti. Görevlilerin uyarısı üzerine ‘Bardak yabancının değil, Adil hocamdan olsa olsa bana edebiyat bulaşır, keşke bulaşsa’ diye hoş bir şaka yaptı. Beni dinleyenler arasında babam Süleyman Okay’ın evine alıp benim yatağımı verdiği (hapisten çıkınca gidecek yer sorunu olan) sanatçı Hilmi Arayıcı’yı da görmek güzeldi.

Yeşilpınar belediyesinin düzenlediği dafne festivalinde eski dostlarımı da görmüş oldum. 12 Eylül ve Filistin günlüğü adlı kitabımda adı geçen arkadaşlardan bazıları da beni dinlemeye gelmişlerdi. Yerel ve ulusal basının ilgisi beni şaşırttı. Tüm Hatay gazetelerinde ve ulusal basında söyleşimin özetini görmek beni sevindirdi. Ulusal basından Dem-TV sunumumu kayda aldığı gibi benimle özel bir röportaj yaptı. (12 Eylül gecesi yayınlandı. Bir hafta sonra tekrar verdiler.)
Antakya’da Dafne festivalinden sonra arkadaşların beni Suriye’ye götürmesi, Lazkiye, Kesep kentlerini gezdirmeleri de benim açımdan bu yazın en iyi kültür gezilerinin arasında sayılır. Orada yaptığım gözlemler, 1981-1982 zor yılarına ilişkin anılarımın canlanması da başka bir yazı konusu olacak.

Bu güzel gelişmeler, paylaşımlar, dayanışma ruhu, emeğe saygı gösteren, anlamak, sorgulamak, öğrenmek ve öğretmek isteyen samimi, içten insanların çevremde çokluğu bana moral verdi. Velhasıl verimli bir yazı arkamda bıraktım. Elimdeki kitaplar da yayınlanırsa küçük bir tatili hak ettim diye kendimi ödüllendirecek, kısa bir süre yazılarıma ara vereceğim. Her ne kadar ‘Az çalışmalı aşka zaman ayırmalı’ adlı bir kitap yayınlamış da olsam, bunun henüz bir ütopya olduğunun bilincindeyim. Ama ütopyasız yaşam kuraktır. Ütopyası olmayan insan edilgen, pasif, korkak bir yaşam tarzını tercih etmiştir. Onları da sarsmak, sorgulamaya sevk etmek ütopyaları olan insanların ödevidir.

Yine aynı dilekle bitireyim: Az çalışıp, aşka, sanata ve diğer güzelliklere daha çok zaman ayırabileceğimiz sınıfsız, sınırsız, savaşsız bir dünya dileğiyle.

4 Ekim 2008 Cumartesi

KAPİTALİZM: ÖNCE PARA, SONRA İNSAN!


Faiz CEBİROĞLU

Mülk sahipleri sistemi, bir sömürü sistemidir. Sömürü, bir insanın bir başka insan tarafından sömürülmesi demektir. Sömürü; kâr, kâr ille de kâr içindir. Sermayedir.

Sermaye, kâr elde etmek için, her türlü ahlaksızlığı yapmak, demektir. Sınırsızlık demektir. Kitapsızlık ve Allahsızlık demektir. Bu, artı- emek susamışlığıdır. Kapitalizm de budur. Kapitalizm, kâr, kâr ille de kâr sistemidir.

Kâr, kâr ille de kâr sisteminde insan, bir ”üründür”. Bu sistemde insan, bir metadır. Alınıp satılan ve ticareti yapılan bir meta!

Bu sistemde insan, metadır.

Değişim için, satış için üretilen “ürünlere” ekonomi politikte meta adı veriliyor. İnsan da bu toplumda budur: metadır.

Bununla uğraşan tüccarlar vardır. İnsan tüccarları vardır. Yalnız bir yılda, insan ticareti yapanların kurbanlarına uğrayanların sayısı; milyona yaklaşmaktadır. Yunanistan’da insan ticaretiyle ilgili yapılan “Konferans’ta” verilen rakamlar, gerçekten korkunçtur: 800 bin kişi, insan ticareti yapanların gadrine uğramıştır.


Burada, özellikle, kadın ve çocukların alınıp – satıldığı ve seks endüstrisinin ticari maddeleri haline getirildiğini belirtmekte yarar var.

Dahası da var.

Seks endüstrisi dışında, insanlar; ya organ bağışçısı olarak, ya da değişik yerlerde, zirai ve çiftliklerde, bir köle olarak satın alınıp, çalıştırıldıkları gerçeği vardır.

Son on yılda, insan ticaretiyle uğraşanlarn sayısı giderek büyüyor. Büyüyor, zira bu ahlaksız “insan ticaretinden” sağlanan para, gerçekten çok büyük! Milyonlara varmaktadır. Her yıl, bu utanılası insan ticaretinden, milyonlarca dolarlık para kazanılmaktadır.

Kapitalist – emparyalist sistemde insan budur; kurbandır. Açlığın, sefalatin, kısacası, sermayenin kurbanıdır.

Sermaye, kâr için yapamayacağı şey yoktur. Sınırsız, kitapsız ve Allahsız olduğu için, sermaye, her türlü ahlaksızlığı yapmaya hazırdır.

İşte insan ticareti, böylesi bir mentalitenin ve ahlakın ürünüdür.

Çocukların, bu sistemde, bir ticaret maddesi olması, böylesi bir sistemin sonucudur.

Kadınların, seks endüstrisinin aracı olması, böylesi bir sistemin ürünüdür.

İnsanın insan tarafından satın alınması, böylesi bir sistemin sonucudur.

Kurtuluş, emeğin kurtuluşundan geçiyor.

Kurtuluş, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünü kırmaktan geçiyor.

Tek ve çözücü yol budur.

Önce insan, sonra para, ancak böyle sağlanır.

Tek yol budur; başka seçenek yoktur!

3 Ekim 2008 Cuma

Aleviliğin İslamla Hiçbir İlişkisi Yoktur!



Sosyolog İsmail BEŞİKÇİ

Aleviliğin, İslamla, İslamiyetle hiçbir ilişkisi yoktur. İslamiyetten çok önceleri oluşmuş, Mezopotamya kökenli, Zerdüşt kökenli bir inançtır. İslamiyetle, Müslümanlıkla, Dördüncü Halife Ali’yle, 12 İmamlarla hiçbir ilişkisi, hiçbir bağı yoktur. Alevilerin, 12 İmamlar adına, Ali adına yalvarış-yakarış içinde olması, dualar etmesi, kendisi olmamasının, kendisine empoze edilmiş bir ritüeli yaşıyor olmasının dikkate değer bir görüntüsüdür.

Alevilik son yıllarda, çok konuşulan konulardan biridir. Alevilik konusunda yayınlar artmakta, televizyonlar, radyolar çoğalmaktadır. Aleviler arasında örgütlenme de boyutlanmaktadır. Fakat Aleviler, kendisi olarak konuşmamakta, örgütlenme kendisi çerçevesinde gelişmemekte, dışarıdan, Alevilere empoze edilen bir bilinç doğrultusunda gelişmektedir. Kendisi olarak konuşan, kendisi olmayı savunan Aleviler şüphesiz vardır. Ama sayıları azdır. Seslerini yeteri kadar duyuramamaktadır. Böyle bir damarın bulunması şüphesiz çok olumludur. Sayıları ne kadar az olursa olsun, düşün hayatında belirleyici olan da bu damardır.


İttihat ve Terakki yönetiminden beri başlıca iki grup üzerinde yoğun bir asimilasyon uygulanmıştır. Kürtleri Türklüğe asimile etmek, Alevileri Müslümanlığa asimile etmek, yüz yıla yakın bir zamandır temel bir devlet politikasıdır. Bu, sistematik bir şekilde uygulanan bir devlet politikasıdır.

Asimilasyona karşı gösterilen tavırda Kürtler ve Aleviler arasında önemli bir fark vardır. Kürtler asimilasyonun bilincine varmış, ona karşı yoğun bir mücadele içindedir. Aleviler ise, büyük bir çoğunlukla, asimilasyonun bilincinde değildir. Alevilerin büyük bir kısmı, “Aleviyiz ama, İslamız”, “İslamız ama Aleviyiz” deyip durmaktadırlar. Aslında, Aleviliğin, İslamla, İslamiyetle hiçbir ilişkisi yoktur. İslamiyetten çok önceleri oluşmuş, Mezopotamya kökenli, Zerdüşt kökenli bir inançtır. İslamiyetle, Müslümanlıkla, Dördüncü Halife Ali’yle, 12 İmamlarla hiçbir ilişkisi, hiçbir bağı yoktur. Alevilerin, 12 İmamlar adına, Ali adına yalvarış-yakarış içinde olması, dualar etmesi, kendisi olmamasının, kendisine empoze edilmiş bir ritüeli yaşıyor olmasının dikkate değer bir görüntüsüdür. Devlet ve hükümet, devlete ve hükümete yakın yazarlar, “Alevi İslam” dan, “İslamın sufi bir kolu olan Alevilik”ten, “İslamın üç büyük yolundan biri olan Alevilik”ten söz etmektedir. Hükümetin, “Alevi İslam” la ilgili olarak reformlar yapacağından, Alevilikle ilgili açılımlar gerçekleştireceğinden söz edilmektedir. Devlet Bakanı, “Aleviler, Sünniler kadar Müslümandır” demektedir. Bu arada, kendilerini, 12 İmamlara, Peygamber Muhammed soyuna dayandıran Aleviler de vardır. O zaman onlar, Türkmen değil Arap olmuyor mu? Veya Kürt değil Arap olmuyorlar mı? Veya, “evladı Resul”, “Seydi Saadet Evladı Resul” olduklarını söyleyenler, Arap olmuyorlar mı? 1937-1938 Dersim ayaklanması lideri Seyit Rıza’nın, zulüm gördüklerini anlatırken, “evladı Kerbelayız” diyerek bu zulme layık olmadıklarını anlatmaya çalışması, elbette yanlıştır. “Evladı Kerbela” olunca Arap ve Müslüman olmuyor mu? O zaman Kürtlük/Zazalık ve Alevilik nerede kalıyor? Kaldı ki, Kerbela’da katledilenler, 72 kişidir. Dersim ayaklanmalarında katledilenlerin sayısı ise onbinlerle ifade edilmektedir. Alevilik üzerine çalışan bazı araştırmacılar da, Aleviliği “heterodoks İslam” içinde değerlendirmektedir.

Şiilik elbette İslamlık içindedir. Şiilik İslamiyetteki iki önemli mezhepten biridir. Dördüncü Halife Ali, 12 İmamlar, Şiiliğin temel sembollerindendir. Alevi inancının ise, Şiilikle bir ilişkisi, bir bağı yoktur. Aleviliğin Orta Asya kavimlerinin, bu arada Türklerin de İslamiyetten önceki dini olan Şamanizmle de bir ilgisi, ilişkisi yoktur. Bu bakımdan, İslamiyetle ilişki kuran veya Şamanizmle ilişki kurmaya, bağ kurmaya çalışan bugünkü Alevi düşüncesinin eleştirisi gerekmektedir. Bu eleştiri devamlı ve dinamik olmalıdır.

Bugün gerek Kürt Alevilerin, gerek Türk Alevilerin Dördüncü Halife Ali için, 12 İmamlar için, örneğin Hüseyin için yakarışta bulunduğu büyük bir gerçektir. Alevilerin örneğin Muharrem ayında, üçüncü Halife Hüseyin için, Kerbela’da katledildiği günün yıldönümünde Şiiler gibi dövünmemekte, fakat 12 İmamlara yalvarmalarını yakarmalarını sürdürmektedir. Buradaki temel sorun ise, Şii inancının, Şii sembollerinin, Alevi inancına nasıl girdiğidir. Temel soru, Alevi inancının ne zamandan beri ve nasıl başkalaşmaya uğradığıdır.

Haşim Kutlu’nun Kızılbaş Alevilikte Yol, Erkan, Meydan, Alevilik Öğretisi, (Yurt Kitap-Yayın, Eylül 2007, Ankara) kitabında bu konuyla ilgili dikkate değer açıklamaları vardır. Alevilik yerine Kızılbaşlık tabirinin daha çok kullanıldığı bu eserde Haşim Kutlu, Kızılbaş ocaklarının merkezinin Dersim olduğunu belirtmektedir. Ocakların aile ya da aşiret adıyla anılmalarının Kızılbaşlıkta (Alevilikte) bir sapma olduğu dile getirilmekte, Alevilik inancındaki bozulmanın 13. yüzyılda başladığına işaret edilmektedir. Moğol istilası ve Alamut ocağının ortadan kaldırılması Alevilik inancında büyük bir yıkımın başlangıcı olmuştur. Moğol istilası döneminde Anadolu’da meydana gelen Babai ayaklanmalarının (Baba İlyas-Baba İshak önderliğinde gelişen ayaklanmaların) Selçuklu lejyon ordularınca bastırılması, bu arada Alevi yapılanmasının darmadağın edilmesidir. Babai ayaklanmalarını Selçuklu lejyon ordularınca bastırılması sırasında Alevi yapılanmaları çok ağır darbeler almıştır. (age., s.126).

Ondördüncü asırda ise İran’da Müslüman Ali Şiası yaygınlaşmaya başlamıştır. Müslüman Ali Şiası, Anadolu Alevileri ile yaptıkları siyasal ittifakları istismar yoluna da gitmiştir (s.126). İşte Müslüman Ali Şiası’nın Aleviliğe, Kızılbaşlığa sızma çabaları bu dönemde başlamış, onbeşinci yüzyıl süresince devam etmiştir. Onaltıncı yüzyıl başlarında Şah İsmail ile birlikte (1487-1524) doruk noktasına ulaşmıştır. Alevi yapısındaki bu bozulmalar sürecinde ocak pirlerinin tavır ve davranışlarında da değişmeler olmuş, Alevi yol kuralları giderek aile çıkarlarına tabi kılınmış, yol evladının korunup kollanmasını esas alan Alevi yasalar, ailenin korunup kollanmasına dönüşmüştür (s.127).

Kızılbaş (Alevi) düşüncesine Hakk-Muhammed-Ali ritüellerinin, 12 imamlar ritüellerinin girmesi, 15. yüzyıl içinde kök salmaya başlamıştır. Şeyh Cüneyt’in (ölümü 1460), Şeyh Haydar’ın (ölümü 1488) iktidarı döneminde, Şah İsmail döneminde, bu ilişkiler iyice gelişmiştir. İmam Cafer buyruğu, Kızılbaşların (Alevilerin) ilgi duyduğu temel bir kitap olmuştur. İmam Cafer 702-765 yılları arasında yaşamıştır. Altıncı imamdır. 676-732 yılları arasında yaşayan ve beşinci imam olan Muhammed Bakır’ın oğludur. İmam Cafer’in büyük buyruğunun Bisati tarafından yazıldığı da bilinmektedir. Bisati ise 15. yüzyılda yaşamıştır (ölümü 1439). Aleviler bakımından bu konuda da derin bir çelişki vardır çünkü Caferi mezhebinin atası sayılan İmam Cafer, Kızılbaşlar için hiç iyi şeyler düşünmemektedir. İmam Cafer, Kızılbaşlar için “bilinsin ki ne onlar bizdendir, ne de biz onlardanız. Onlarla savaşanlar ise Hz. Muhammed’in önünde, onun düşmanlarıyla savaşanlar gibi kutsaldır, cennetliktir” demiştir (age, s. 128). Örneğin, 1510’larda cereyan eden Şahkulu ayaklanmasının da bu ilişkiler çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Osmanlı karşısında yeniler Şahkulu güçlerinin, İran’a, Şah İsmail’e sığınması, Şah İsmail yönetiminin kendilerine nasıl muamele ettiği olgulara dayanılarak anlatılmalıdır... İmam Cafer’in bu sözü, 1990’ların ortalarında, Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde İran yöneticilerinin Türk yöneticilere yaptığı öneriyi hatıra getirmektedir. O dönemde İran yöneticileri Türk devlet ve hükümet yöneticilerine Aleviler hakkında “ya siz Sünnileştirin ya da müsaade edin biz Şiileştirelim” demişti. Kızılbaşlar için İmam Cafer döneminden günümüze kadar hiçbir şeyin değişmediğini bu öneri de açıkça ortaya koymaktadır. Bütün bunlar ise Alevilerin büyük bir aymazlık yaşadığını göstermektedir. Alevilerin bu yönden eleştirilmesi gerekir. Bu eleştirinin devamlı kılınması da gerekir. Alevilerdeki aymazlığın “ille de Müslüman olma” ısrarının maddi ve manevi nedenleri üzerinde de durmak gerekir. Müslümanlığın hiçbir koşulunu yerin getirmeyen Alevilerin, Müslümanlıkta ısrarlı olmaları dikkate değer bir konudur. Alevi olan ama namaz kılan Aleviler de var deniyor. Onları, artık asimile olup Müslüman olmuş kişiler olarak değerlendirmek daha doğrudur.

Haşim Kutlu’nun sözü edilen Kızılbaş Alevilikte Yol, Erkan, Meydan kitabında bu konulara ilişkin bölümler vardır. Haşim Kutlu’nun, Alamut Ocağı ile ilgili düşüncelerinin Alevileri anlatıp anlatmadığı tartışılabilir. İsmailiye’nin, Nizarilik’in Alevilik olup olmadığı tartışılması gereken bir konudur. Öbür düşüncelerinin ise ufuk açıcı olduğu açıktır. Haşim Kutlu kitabında “Kürt ya da Türk Alevilerin, ya da bugün kendisini bu başlık altından ifade edenlerin Müslüman olup olmadıklarını tartışmak oldukça geri bir tartışmadır” demektedir (s.397). Bunu, “Alevilerin Müslüman olmadıkları çok açık bir gerçektir. Bunu tartışmak bile yanlıştır” şeklinde anlamak gerekir. Kitabın örneğin 154-155 sayfalarında dile getirilenler de bunu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen bu ilişkilerde aymazlığı yaşayan Alevilerin eleştirilmesi gereği kaçınılmazdır.