1 Temmuz 2012 Pazar

ULUDERE’DEN AĞRIMIŞKEN ŞİMDİ DE URFA



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

“Zindanlar ‘Hukuk’un taşlarından yapılmıştır,
Kerhanelerse Din’in tuğlalarından.”

Cumartesi gecesi, büyük olasılıkla bizler klimalı odalarda veya vantilatör karşısında serinlemeye çalışır ve sıcaktan şikayet ederken, şanlı Urfa cezaevinde yaşları 20-25 arası değişen 13 mahpus “devlet dersinde” yanarak can verdi. Yangının “isyan nedeni ile çıktığı” bildirildi. “Sıcaktan bunalan mahkumlar kavga etmiş ve kendilerini yakmış” diyenler bile oldu. Devlet erkanı ve kalemşorları hemen sanal argüman bulmaya giriştiler. Uludere katliamı üzerine ilk yapılan ırkçı-milliyetçi, sevgisiz hatta alçakça diyebileceğim açıklamaları unutmadık. “Onlar insan değildi, kaçakçıydı, zengindi, bölücü örgüte kuryelik yapıyorlardı v.s…” diye yazanlar, gerçek ayan beyan ortaya çıktığı halde hayasızca yalan üretmeye devam ediyorlar.

Urfa’da cezaevi katliamı göz göre göre geldi. Adalet bakanı bu kez yalanla kendini kurtaramıyor. Konuşmalarında satır aralarından gerçekler sızıyor. 275 Kişilik cezaevinde 1000 kişinin kalmasını “geçici bir durumdu” diye açıklamaya çalışırken sirkatini söylüyor. Oysa 2012’de Mazlum-Der ve İHD “Urfa cezaevine dikkat” diye rapor yayınlamışlardı. Keza Urfa Baro başkanlığı aynı konuda rapor sunmuştu. Adalet bakanı ve yetkililere sunulan bu raporlar okunmamış olabilir mi. Okunmuyorsa ne iş yapar bu bakan ve yetkililer. Peki, bay bakan yine aynı cezaevinde yakın zamanda iki isyanın daha patlak verdiğini de mi duymadı. Temmuz 2010’da aynı cezaevinde, bir politik mahpusun koşulları protesto için kendini yaktığını da duymamış olabilir mi? Oysa mahpuslar defalarca yazdıkları şikayet dilekçelerinde sorunlarını dile getirmişlerdi: Sıcak sorunu, duş ve yatak sorunu, doktor sorunu, kantin sorunu, keyfi cezalar, işkence… v.d.

Tüm bu insanlık dışı uygulamaları sağır sultan bile duymuştu. İnsanların tabi özellikle muhaliflerin en mahrem ilişkilerini bile kayıt altına alan, izleyen, gözleyen devlet, “Devlet evinde” yani (c)eza evlerinde yaşananları bilmez mi? Yalan söylüyor Adalet bakanı. Sık sık yaptığı gibi. Kızım Öykü’nün mahpus amca ve teyzelerine yolladığı balonları yasaklayan da aynı adalet bakanıydı. Konu Akın Birdal tarafından meclise taşınınca “bay Bakan”, “Çocuk Öykü’nün balonları hukuku gevşetir, o nedenle yasakladık, uygulamalar tüm cezaevlerinde aynıdır ve genelgelere uyulur” diye bize cevap vermişti. Oysa balonlar bazı cezaevlerinde mahpuslara verilmiş bir kaçında ise sakıncalı ve tehlikeli diye yasaklanmıştı. Yani ortak bir karar-uygulama- genelge yoktu. Var olanlar da mahpusların aleyhine yorumlanıyordu. O zaman da yalan söylemişti Adalet bakanı. Şimdi de yalan söylüyor. (Bkz. Adalet bakanına açık mektup Adil Okay. http://adilokay.com/haber_detay.asp?haberID=271)

12 Eylül hukuku devam ediyor


Pamuk Yıldız’ın “O hep aklımda” adlı, 12 Eylül döneminde Mamak cezaevinde yaşananları yazdığı romanı okudunuz mu, Çayan Demirel’in yönettiği, 12 Eylül döneminin Diyarbakır zindanının anlatıldığı 5 No.lu Cezaevi 1980 – 1984… adlı belgesel filmi izlediniz mi? Ya da Diyarbakır zindanı ve Dörtlerin gecesini de kapsayan “karanlığın içinde aydınlık yüzler – ölülerimiz konuşuyor” adlı tiyatro oyununu izlediniz mi? Bunlar ve bu konularda yazılanlar tarih değil. 28 Tutsağın katledildiği 19 Aralık 2000 “Hayata dönüş” daha doğrusu hayat söndürme operasyonu tarih değil. Sivas madımak tarih değil. Devam ediyor. Uludere ile devam ediyor. Urfa yangınıyla devam ediyor. Geçmişte tüm hükümetler 12 Eylül faşist hukuğundan yararlandı, şimdi de AKP, eskiyi aratacak denli fütursuzca yararlanıyor… “Düşünce ve ifade özgürlüğünden yaşam hakkımıza dek her şeyin egemenliğin tasallutu, tehdidine maruz bırakıldığı, kaldığı vahşet kesinde, zalimlerin ikiyüzlü suratı asla kızarmamaktadır… Diyarbakır zindanı, Mamak, Metris ve ötekiler geçmişte kalmadı; yok böyle bir şey! Gül yüzlü Güler Zere’yi anımsayın, bir de Engin Çeber’i! Bunlar, anlatmak istediğim her şeyi açıklar, anlatır…”

1980 Yılında Adana cezaevinde yaşadıklarımız ve Urfa

“(…) Ve fotoğrafları yırtıyorlar, mektupları yırtıyorlar, sırf gıcıklık olsun diye. Öyle bir talandı. Bu tür aramalar tabi bizim çok başımıza geldi. Ayrıca oradaki yaşama koşullarımız da son derece rezildi. O yaz sıcağında bir yatakta iki kişi yatıyoruz. Yataklar kauçuk, cehennem sıcağı.

(…)Serçe parmak kalınlığında bir hortumdan su akıyor, gece sıraya girerdik duş yapabilmek için. Duş yapmadan uyuyamıyorduk. Duş yapınca da biraz serinlik olsun da biraz uyuyabilelim diyorduk, ama sabah üçte veya dörtte bize sıra gelirdi. O zaman ancak biraz uyuyabilirdik. Cezaevinde kaçta uykusu gelir insanların? Gece onda, on birde, o saatten yani gece saat ondan, on birden sabahın üçüne dördüne kadar bir parça duş almak bir parça serinleyebilmek bekliyorduk. Perişandık, bitlendik, bütün koğuş bitlendi…”

(…) Pazarlık sonucunda savcı, ‘Dayak ve işkence olmayacak, açın kapıları ’ diye söz verdi. Açtık kapıları, jandarmalar iki tarafa dizildiler ve mahkumları tek tek aradan geçiriyorlar. Jandarmalar dizilmiş böyle elli metre yüz metre boyunca, elli jandarma bir tarafta elli jandarma bir tarafta veya yüz bilemiyorum, aradan geçerken cop yiyoruz. Benim elim kolum sakat ve sargılıydı, sargıyı gizlemek için uzun kollu giyindim, elimin sakat olduğunu görürlerse daha çok döverler, ha sen elebaşısın yaralanmışın derler falan diye ama yine de o aradan geçtim cop yiyerek, tak tak tak copları yiyerek koşuyorsun. Sonra bizi avluya çıkarıp, yere yatırdılar, gündüz vakti, işte sabahın dokuzunda, Adana sıcak, yazın Adana’da sıcak nasıl olur bilen bilir. Avluya betona yatırdılar bizi, ellerimiz ensemizde, yüzüstü... (…) Ve saatlerce bizi o güneşin altında yatırdılar. İnanılır gibi değil ama terden beton sırılsıklam oldu, yağmur yağmış gibi, evet terden. Koğuşlarımızı tarumar ettiler, güya arama yaptılar, neyimiz var neyimiz yok yerlere atmışlar, bavulları birbirinin içine boşaltmış, üst ranzadaki eşyayı aşağı atmışlar, mektuplarımız karışmış, fotoğraflar karışmış, birçoğunu yırtıp atmışlar, tam bir talan yani. Tabi bu ilk değildi. Sık olan bir şeydi. Gerçi darbeden sonra cezaevinde yatan arkadaşlarımız çok daha fazlasını yaşadılar bunların.”

Yukarıdaki satırlar, M. Şehmus Güzel’in “Adil Okay ile geçerken” adlı kitabından alınmıştır. Dikkat çekmek istediğim 12 Eylül hukukunun devam ettiğidir. Söyleşide anlatılanlar 12 Eylül faşist darbesinden birkaç ay önce Adana cezaevinde yaşadıklarımızın bir bölümüdür. Hava sıcaklığının 50 derecelere dayandığı Urfa cezaevinde de bu sorunların (bir çok cezaevinde olduğu gibi) katmerlisi yaşanıyor. Ve mahpuslar her gün, her an işkence yaşıyor. Açıkça görülüyor ki: 12 Eylül hukuksuzluğu AKP eliyle sürdürülüyor.

Cezaevlerinden gelen binlerce mektup tanıktır yaşananlara

Cezaevlerinden dışarıya yollanan mektuplar yaşananlara birinci elden tanıktır. Ayrıca şikayet dilekçeleri, basına yansıyanlar, demokratik kitle örgütlerinin raporları… Pozantı skandalı, Osmaniye ve Hatay cezaevleri sorunları- yani işkenceler- şu anda mecliste. Ama ateş tüm ülkeyi sarmış. 130 bin tutuklu ve hükümlü zor koşullarda yaşıyor. Yeni gelen iki mahpus mektubundan birer paragraf aktarayım:

Yeliz Türkmen… Gebze M tipi cezaevinden yazıyor:

“Merhaba Adil arkadaş,

Hastaneye giderken de sorun yaşıyoruz. Kapıda tüm kimlik bilgilerimiz ellerinde olmalarına rağmen kimlik bilgisi istiyor askerler. Öyle ya amaç zorluk çıkarıp götürmemek için bahane aramak. Hastanede muayene odasından çıkmazlar. Yani askerin yanında muayene olmamızı dayatıyorlar. Var olan hastalığımızdan öleceğimizi bilsek de böyle gayri ahlaki bir dayatmayı kabul etmiyoruz. Var olan kendi yasalarına dahi uymuyorlar. En ufak bir hak alma-arama talebi dahi saldırıyla karşılık bulan bu düzende aksini beklemek hata olur…”

Tayyar Eroğlu, Sincan F tipi hapishaneden yazıyor:

“Merhaba sevgili Adil amca, (...)Ağırlaştırılmış müebbetliklerin kapıları günde 4 saat açılıyordu. Bu bile yetmezken şimdi 1 saate indirildi. 10 metre karelik alanda 23 saat kapalı kalıyorlar. Gerekçe “iyi halli” olmamaları. Yani hapishane idaresinin tüm keyfi uygulamalarını kabul etmemek, “iyi hal”in bozulması demek. Neleri kabul etmemiz isteniyor? Sıralayayım: telefon hakkımızı, tekmil dayatmasını kabul ederek yapmamız isteniyor. Hastane sevklerinin geç yapılmasına ve hastanenin bekleme yeri varken ring aracında saatlerce beklemeye razı olmalıymışım. Yani hastalığımızın daha da ilerlemesine itiraz etmemeliyiz. Yemeklere, hasta tutsaklara diyet yemek verilmemesine itiraz etmemeliyiz. Yasal sohbet hakkımız 10 kişi, 10 saatken ve tutuklu – hükümlü ayrımı yokken, idarenin haftada 6 saat 6 kişi uygulamasına yine ses çıkarmamalıymışız. Hücreden her çıkış ve girişte ayakkabı aramasına riayet etmeliymişiz. Tecrit işkencesini protesto etmemeliymişiz. Her ay açılan keyfi soruşturmalara, verilen disiplin cezaları nedeniyle yıllara varan açık görüş yasağına boyu eğmeliymişiz. Kişi başına 10 kitap sınır… V.d.”

Sonsöz: İşte “Bu nedenledir ki bütün bu inceden inceye tasarlanmış, Dr. Mengele’varî bir titizlikle kotarılmış “yasak”lar, (ve F tipi olsun olmasın, “terör” ile ilişkilendirilmiş siyasî tutsakların tutulduğu tüm cezaevlerinde süregittiğini bildiğimiz diğer bütün uygulamalar: kaba dayak, soyarak arama, olur olmaz saatlerde hücrelere baskın yapıp ortalığı altüst etme, süngerli oda, mektuplaşma, görüş yasakları, kelepçeli muayene, ısıtmama…) en dolaysızından, çırılçıplak, buz gibi bir intikam/teslim alma/boyun eğdirme/kişiliğini kırma ameliyesinin unsurları. Mekânsal, fiziksel tecridin boyun eğdiremediğini, türküleri, çiçeği, duvara resim/giysi asmayı, eşyaların yerini değiştirmeyi… kısacası belki de onlarca yıl yaşamak zorunda kalacağınız yeri kişiselleştirecek, size ait kılacak, dolayısıyla da özgüveninizi güçlendirmeye yarayacak her türlü çabayı yasaklayarak teslim almak… Hücreyi ne ise o olarak tutmak ve bunu tutsağa her daim duyumsatmak: kişilik dışı, buyurgan, cezalandırıcı bir baskı aracı… O kadar…” Ve Sivas’ı “zaman aşımına uğratan” devlet, Uludere’de suskun kalmayı tercih eden devlet bu gün göz göre göre gelen Urfa katliamı üzerine yalan söylemeyi tercih ediyor.



Hiç yorum yok: