Sosyolog ve araştırmacı yazar İsmail Beşikçi
müzakere sürecini değerlendirdi. Beşikçi, devletin Kürtlere hiçbir şey
vermeden, veriyormuş gibi yaparak, ama Kürtleri de hiçbir zaman muhatap kabul
etmeyerek, yeni bir süreç başlattığını ifade ediyor. Beşikçi, barış konusunda
Kürtlerin Türk yöneticileri gibi düşünmediğini, Kürtlerin barışı haklarını ve
özgürlüklerini garanti altına alan bir sistem olarak düşündüklerini belirtiyor.
Devletin Kürtleri hala bir halk olarak tanımadığını söyleyen Beşikçi, Abdullah
Öcalan’ı tanıması, onunla konuşması, Kürtleri tanıdığı anlamına gelmediğini,
PKK, BDP, Kandil ve KCK’nin bu durumun bilincine varmaları gerektiğinin altını
çiziyor.
Resmi ideolojinin ürettiği bilgiler
eleştirilmelidir diyen Beşikçi, “ortak tarih”, “misak-ı milli, “Çanakkale
ruhu”, “İslam kardeşliği” gibi kavramların, Öcalan’ın görüşleri bağlamında PKK,
BDP’nin resmi ideolojiye ve AKP’ye ne kadar yakın olduğu tespitinde bulunuyor.
İsmail Beşikçi, Öcalan’ın, Rum, Ermeni, Yahudi lobilerinden şikayet etmesini ise,
devleti kollayan Ermeni, Rum-Pontus, Süryani soykırımını gizleyen bir görüş
olarak değerlendiriyor.
Çetin Çeko : Sayın Beşikçi, bir kısım çevreler hükümetin
MİT aracılığıyla Öcalan’la sürdürdüğü müzakerelerin Kürt sorununun çözümüne
yönelik olduğunu belirtirlerken, bir kısım çevreler de Kürt hareketinin
“Türkiyelileştirilmesi”, Kürt sorununun sürdürülebilir bir kriz şeklinde idare
edilmesi süreci olarak değerlendirmekte. Sizce söz konusu müzakerenin hedefi
nedir?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Kürd sorunu diye
bir sorun yoktur, barış PKK’nin silahlarını bırakıp ülkeyi terk etmesidir diyor.
Bu tutumun irdelenmesinde yarar vardır.
Başbakan için, Filistinli Arapların sorunu vardır. Bu Filistin’in bağımsızlığı
sorunudur. Bosnalı Müslümanların sorunu vardır. Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin uluslararası kurumlar tarafından, Örneğin, Birleşmiş Milletler,
Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, İslam Konferansı, Arap Birliği gibi
uluslararası kurumlar tarafından, ABD; İngiltere, Fransa, Almanya, Rusya gibi
devletler tarafından tanınmaması bir sorunudur. Ama Başbakan için, Türk
yöneticiler için Kürd sorunu diye bir sorun yoktur. Bu çelişkinin kavranması ve
irdelenmesi önemlidir.
Örneğin, iki ay kadar önce, Birleşmiş
Milletler Genel Kurulu’’nda, Filistin için, gözlemci devlet kararı alındı. Bu
kararı Türkiye’de herkes, sağcılar, solcular, liberaller coşkuyla alkışladı.
Ama, Kürdlere sıra gelince, “Kürd devleti, Kürd federasyonu Kürdler için iyi
değildir” deniyor. Herkes böyle söylüyor. Kürdlerin de böyle söylemesi
aymazlıktır. Dünyada herkes için iyi olanın, Kürdler için neden iyi olmadığı
başta Kürdler, Kürd aydınları tarafından düşünülmesi gereken bir konudur.
Halbuki Kürd sorunu Oratadoğu’da çok ağır bir
sorunudur. Kürd/Kürdistan sorunu, 1920’lerde, Milletler Cemiyeti döneminde,
Kürdlerin, Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması, paylaşılması ve bağımsız
devlet kurma haklarının gasp edilmesidir. Emperyal güçlerin 1920’lerdeki en
kalıcı, en derin, en yaygın operasyonu budur. Büyük Britanya, Fransa, gibi
emperyal güçler, bu operasyonlarını, Ortadoğu’daki, Türk, Arap ve Fars
yönetimleriyle işbirliği yaparak gerçekleştirmişlerdir. Ulusların kendi
geleceklerini tayin hakkının, gerek Lenin, Stalin, Troçki gibi Sovyetler
Birliği yöneticileri tarafından, gerek ABD Başkanı Wilson tarafından
savunulduğu bir dönemde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın böyle bir felaketle
karşılaşması dikkate değer bir durumdur.
Bu durumda, Kürdler, bazı temel ilkelerden
taviz vermemelidir. Kürdler kendi kendilerini yönetebilmelidir, Kürdler kendi
geleceklerini belirleme hakkına sahip olmalıdır. Bu açıdan Kürdçe mecburi
eğitim vazgeçilmez bir ilke olmalıdır.
Hükümet ile Öcalan arasında varılan
mutabakatın içeriği bilinmiyor. BDP ve PKK’nin bile bu konuda tümüyle bilgi
sahibi oldukları konusunda kuşkular var. Murat Karayılan, “Erdoğan’ın bir çözüm
projesi gerçekten var mı? Varsa nasıl bir çözüm projesi? Daha bilmiyoruz
bunları…” diyor. BDP ve PKK gerçekten Öcalan’ın söylediklerine iknalar mı?
Yoksa Öcalan faktöründen dolayı söylenenlere evet demek zorunda mı kalıyorlar?
Barış konusunda Kürdler şüphesiz Türk
yöneticiler gibi düşünmüyor. Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini garanti
altına alan bir sistemi düşünüyor. Neden böyle bir sorun var sorusunu ilk önce
sormak gerekir. Cumhuriyet’le birlikte, Kürdlerin demokratik hakları ve
özgürlükleri gasp edilmiş. Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan ve Kürd milleti
olmaktan doğan hakları gasp edilmiş. Bundan dolayı sorun var. O zaman bu
hakların iade edilmesi gerekir. Barış ancak böyle gerçekleşir.
Görüşmelerin, cezaevinde tutulan Abdullah
Öcalan tarafından yürütülüyor olması ve Abdullah Öcalan’ın son sözü söyleyen
kişi olması çok önemli bir zaaftır. “İrademiz Öcalan” anlayışı yanlıştır.
Devlet, Kürdleri hala bir halk olarak, millet
olarak tanımamaktadır. Abdullah Öcalan’ı tanıması, onunla konuşması, Kürdleri
tanıdığı anlamına gelmemektedir. PKK/BDP, Qandil’deki, Avrupa’daki yöneticiler
ve KCK bu durumun bilincine varmalıdır.
Başbakan, “pazarlık yok” diyor, “taviz
vermedik” diyor. Gasp edilen hakların özgürlüklerin iadesi taviz midir? Bugünlerde
kullanılan kavramlardan bir de “helalleşme”dir. Gasp edilen haklar ve
özgürlükler konusunda bir gelişme olmadan “helalleşme” olur mu? Nasıl olur?
Devletin üç bine yakın cinayeti var. Kürdler
devlet güçleri tarafından kaçırılmış, işkenceli sorgularla yok edilmiş.
Aileler, uzun çabalar sonunda yakınlarının, çocuklarının cesetlerin,
kemiklerine ulaşabilmişler, onlar için bir mezar yapabilmişler.
“Faili meçhul” denen üç bine yakın bir cinayet
daha var. Devlet güçleri Kürdleri kaçırıp yok etmiş. Katletmiş. Aileler,
yakınlarının, çocuklarının bütün aramalarına, soruşturmalarına rağmen,
kemiklerine bile ulaşamamışlar… Bunların aydınlığa kavuşması için “hakikatleri
araştırma, yüzleşme komisyonu” gerekmez mi? Bütün bunlar, karanlıkken,
“helalleşme”den nasıl söz edilebiliyor? Türk yöneticiler “geçmişi
unutalım” diyorlar. Kürdler, bu durumda, geçmişi nasıl unutabilirler?
Bu arada, 1921 Anayasası’ndan da söz etmek
gerekir. 20 Ocak 1921 tarihli ve 85 sayılı yasa Teşkilat-ı Esasiye Kanunu
olarak bilinmektedir. Bu yasanın 10, 11 ve 12. Maddeleri ademi-i merkeziyetten,
özerklikten söz etmektedir. 10. Maddede, “vilayet, mahalli umurda manevi
şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir” demektedir. 11. Madde, vilayet şuraları
seçiminden 12. Madde ise, vilayet şuralarının yönetiminden söz etmektedir.
1921 Anayasası’nın bu maddeleri, 29 Ekim 1923
günü, yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün sessiz bir şekilde değiştirilmiştir.
29 Ekim 1923 günü, 364 sayılı kanunla, 10. Madde, “Türkiye Reisicumhuru,
TBMM heyet-i umumiyesi tarafından seçilir” şeklinde değiştirilmiştir. 11.
Madde, “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir…” şeklinde değiştirilmiştir. 12.
Madde, “Başvekil, Reisicumhur tarafından ve meclis azasından intihap olunur”
şeklinde değiştirilmiştir.
1921 Anayasası’nın yürürlükte kalması 2 yıl, 8
ay, 8 gündür. 1921 Anayasası’ndaki adem-i merkeziyet ilkesi, 1924 Anayasası’na
varmadan, sessiz bir şekilde değiştirilmiştir. Bu Türk yöneticilerin, Mustafa
Kemal’in niyetini göstermesi bakımından irdelenmesi gereken bir süreçtir.
Abdullah Öcalan, PKK/BDP, Qandil’deki ve
Avrupa’daki yöneticiler, KCK 1921 Anayasası üzerinde çok duruyorlar. Önemli
olan bu anayasada, 29 Ekim 1923 günü, sessiz bir şeklide yapılan
değişikliklerdir. Bu tutumun irdelenmesi, Türk yönetiminin nasıl bir yönetim
düşündüğü, Kürdlerin nasıl yönetileceği konusunda önemli bir fikir vermektedir.
1921 Anayasası’na, adem-i merkeziyet ilkesinin konulması konjonktürel bir
durumdur. Savaş koşullarında böyle bir hükmün yararlı olacağı düşünülmüştür.
1923’de, Yakındoğu İşleriyle İlgili Lozan Antlaşması imzalanıp devlet güçlü bir
şekilde ortaya çıkınca, ilk iş bu temel ilkenin terk edilmesi olmuştur.
Oslo görüşmelerinde bir sonuca varamayan AKP
hükûmeti ile Öcalan ve PKK'nin tekrar bir ucu yarı açık 'süreç' başlatmalarına
neden olan bölgesel ve uluslararası koşullar nelerdir?
Kürdler artık Ortadoğu’da önemli bir güçtür.
Kürdistan sorunu, artık, uluslararası bir sorundur. Bu durumda, Türk
yöneticiler, Kürdlere hiçbir şey vermeden, veriyormuş gibi yaparak, ama
Kürdleri de hiçbir zaman muhatap kabul etmeyerek, yeni bir süreç başlatmak
gereğini duymuştur. Artık, inkar ile imha ile bu durumu götüremeyeceğinin
bilincine varmıştır.
PKK, BDP dışındaki Kürt kesimlerinin Öcalan’a
yönelik iki temel önemli eleştirileri söz konusu. Birincisi, Öcalan’ın
tutsaklık koşullarından dolayı baş müzakereci olmasının yanlış olduğu. İkincisi
gerillanın otuz yıllık mücadele sonucu hangi kazanımlarla kayıtsız şartsız geri
çekilmek zorunda bırakıldığı. Bu eleştiriler konusunda neler söylemek
istersiniz?
Görüşmelerin MİT ile yapılması, Abdullah
Öcalan’ın son sözü söyleyen kişi olması yanlıştır. Görüşmelerin hükümetle
yapılması gerekir. Çünkü, MİT bir güvenlik kurumudur. Her zaman Türkiye’nin
güvenliğini gündeme getirir. Kürd/Kürdistan sorunu da Türkiye’nin güvenliği
için tehdit olarak algılanır. Kürd/Kürdistan sorunu ise, politik bir
sorundur. Bu bakımlardan, görüşmelerin hükümetle yapılması gerekir.
Öcalan’ın Diyarbekir Newrozu'nda okunan
mesajında atıfta bulunduğu “ortak tarih”, “misakı milli”, “Çanakkale ruhu” ve
İslam’a vurgu yapan düşüncelerini içeren “yeni paradigmasını” nasıl
değerlendiriyorsunuz?
“Ortak tarih”, “misak-ı milli, “Çanakkale
ruhu”, “İslam kardeşliği” gibi kavramlar, PKK/BDP, görüşlerinin, Öcalan’ın
görüşlerinin resmi ideolojiye, AKP’ye ne kadar yakın olduğunu göstermektedir.
“İslam kardeşliği”, Ezidi Kürdleri, Alevi Kürdleri Kürd birliğinin dışında
bıraktığı için yanlıştır.
Çanakkale’de birlikte savaşmak, Kıbrıs’ta,
Kore’de birlikte savaşmak, Kürd-Türk kardeşliğinin bir göstergesi falan
değildir. Bu savaş kimin savaşıydı. Siyasal eşitlik olmadan kardeşlik falan
olmaz. Ayrıca, şunun da sorulması gerekir. Çanakkale’de birlikte savaştık.
Daha sonra neler oldu? “Kıbrıs’ta, Kore’de birlikte savaştık” daha sonra neler
oldu? Çanakkale, Kıbrıs, Kore kimlerin savaşıydı, kimler için savaşıldı?
“İslam Kardeşliği” sloganının, Kürdleri
kandıran, avutan bir slogan olduğu da dikkatlerden uzak tutulmamalıdır. Kürdler
bu sloganın da bilincine varmalıdır. Kürdlerin haklarını özgürlüklerin
kısıtlayanların, bu konuda, emperyal devletlerle işbirliği yapanların hep İslam
devletleri olduğu açıktır. İslam devletleri her zaman da, “İslam kardeşliği”
sloganının kullanarak bu engellemeleri yapmışlardır. İbrahim Sediyani’nin,
“Kürdleri kandıran, Bengal Halkını Kandıramayan İslam kardeşliği” yazısı bu
bakımdan önemli bir yazıdır. Kadir Amac’ın “Kürdistan’ı Sevme Sanatı” başlıklı
yazısı da öyledir.
Kürdler, hakları, özgürlükleriyle ilgili
olarak, hep İslam devletleriyle mücadele içinde oldular. Müslüman Bengal
halkının, Müslüman Pakistan devletine karşı mücadelesinde “İslam kardeşliği”
sloganı kullanılmıştır. Haklarını ve özgürlüklerini kazanması bakımdan Müslüman
Bengal halkının bu slogana yaklaşımı ve mücadelesi incelenmesi gereken bir
süreçtir.
Öcalan merkezli PKK ve BDP ile sürdürülen Kürt
sorununun olası çözümüne ilişkin müzakerelerde bunun dışında kalan diğer Kürt
örgütleri, sivil toplum kuruluşları, Ermeni,Süryani, Alevi ve kanaat önderleri
temsilcilerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları, sürece dahil olmaları
gerekmiyor mu? Gerekiyorsa bunun mekanizmaları nasıl oluşturulmalıdır?
Son 30 yıllık mücadelenin çok önemli bir
kazanımı olmuştur. Artık Kürdlerle, Kürdistan’la ilgili her konu rahatça
konuşulabilmektedir, tartışılabilmektedir. Bunda gerilla mücadelesinin şüphesiz
çok büyük rolü vardır. Ama Kürdlerle, Kürdistanla ilgili araştırmalar
yapılırken; Rum sorunu, Rum-Pontus sorunu, Ermeni sorunu, Süryani sorunu, Alevi
sorunu gibi sorunlar da gündeme geldi. Daha doğrusu bu sorunların da bilincine
vardık. Bütün bu sorunlara resmi ideolojinin bilgileriyle yaklaşmak yanlıştır.
20.yüzyılın ilk çeyreğinde, İttihat ve
Terakki’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk milleti odak noktasında yeniden
organize etme anlayışı, Osmanlı ekonomisini Türkleştirme anlayışı dikkate değer
bir süreçtir. Bu dönem, halklar arasındaki ilişkiler, bilimin kavramlarıyla
bütün boyutuyla incelenmelidir. Resmi ideolojinin ürettiği bilgiler eleştirilmelidir.
Abdullah Öcalan’ın, Rum, Ermeni, Yahudi
lobilerinden şikayet etmesi, devleti kollayan bir görüştür. Ermeni soykırımını,
Rum-Pontus soykırımını, Süryani soykırımını gizleyen bir görüştür. Yirminci
yüzyılın ilk çeyreğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Ortadoğu’da yaşanan en
önemli olaylar bunlardır. Bu konularda, resmi ideolojiyi eleştirmek gerekirken,
ona haklılık kazandıran açıklamalar yapmak yanlıştır.
Kürt ulusunun özerk, federe veya bağımsız bir
siyasal statüye kavuşmadan Ortadoğu’da kalıcı bir barış istikrarın sağlanması
mümkün müdür?
Kürdler bir statü sahibi olmadan Ortadoğu’da
sorunlar çözülmüş olmaz. Kürdler, en azından bir federasyona sahip olmalıdır.
“Sınırlar kalkıyor, bütünleşme oluyor” anlayışı yanlıştır. Bu, Kürdleri
kandırmak, oyalamak için üretilmiş bir düşüncedir. Daha büyük yapılarda
devletler bir araya geliyor, ama herkes oraya kendi kimliği ile giriyor. O
birliklere girenlerin hepsi siyasal bakımlardan birbirlerine eşit. Kürdler
henüz Kürd/Kürdistan kimliğini bile kazanamamışken o birliklerde nasıl yer
alabilirler?
Hiçbir yerde de sınırlar falan kalkmış değil.
Örneğin Kürdler bunu Filistinli Araplara söyleyebiliyorlar mı? Filistinli
Araplara, “Ne diye devlet peşinde koşuyorsunuz, Yahudilerle kardeş kardeş
yaşayın…” diyebiliyorlar mı? Filistinli Araplara, Kuzey Kıbrıs Türklerine,
Bosnalı Müslümanlara diyemediklerini neden Kürdlere söylüyorlar? Bu sağlıklı
bir söylem değildir. Yaranmacı bir politikadır. Kürd/Kürdistan kimliğinin
kazanılması, Kürdçe mecburi eğitim, Kürdler için vazgeçilmez talepler olmalıdır.
Kürtler için federasyon, bağımsız devlet
gündeme geldiği zaman, özellikle PKK/BDP çevresi, “diyelim ki bağımsız
devlet oldu, bu hangi sorunu çözecektir?” şeklinde karşı bir soru soruyorlar.
Bu konuda ne demek istersiniz?
Bu soru yanlış bir sorudur. Kürd kimliğini,
Kürdistan kimliğini küçümseyen, önemsemeyen, resmi görüşe arka çıkan bir
anlayıştır. İşaret edilen de Güney Kürdistan Bölgesel Yönetimi’dir.
Bugün, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde, gelir
dağılımında dengesizlikler, bozukluklar olabilir. Rüşvet, yolsuzluk, akraba
kayırma gibi sorunlar olabilir. Bunlar, Kürdlerin kendilerinin halledecekleri
sorunlardır. Sağlıklı toplumsal politikalarla, Kürdler bu şikayetlerin asgariye
inmesini sağlayabilirler. Ama Kürdlerin önce, Arap yönetimiyle, daha sonra da
Türk ve Fars yönetimleriyle sorunlarını çözmesi gerekir.
“Dünya uluslar ailesi içinde eşit koşullarda
yer almak” diye bir sorun vardır. Bugün, Türkiye 2014 Dünya Futbol
Şampiyonası’na katılıyor. Avrupa klasmanında ise D grubunda katılıyor. Bu
grupta yer Alan 6 devletten biri de Andorra. Andorra şimdiye kadar oynadığı 6
maçta hiç puan alamamış. Ama Dünya Futbol Şampiyonası’na katılıyor, “Avrupa
Futbol Şampiyonası”na katılıyor. Olimpiyatlara katılıyor.
Andorra,
Avrupa’da 40 bin civarında nüfusu olan bir devlet. Avrupa Konseyi’nin, Birleşmiş Milletlerin
üyesi. Çeşitli uluslararası toplantılarda, komisyonlarda temsil ediliyor. Sen
Ortadoğu’da 40 milyonsun, 50 milyonsun, belki 50 milyondan da fazlasın. Ama
senin adın uluslararası toplantılarda, hiçbir yerde geçmiyor, sadece “terör”
denildiği zaman geçiyor. Birleşmiş Milletler’de, Avrupa Konseyi’nde, Avrupa
Birliği’inde, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nda, İslam Konferansı’nda,
hak-hukuk, özgürlük söz konusu olduğu zaman sen yoksun. Senin adın sadece
“terör” denildiği zaman geçiyor. “Terörü yok edeceğiz, terörün kökünü
kazıyacağız” şeklinde… Bu seni rahatsız etmiyor mu? Resmi görüşe arka
çıkmak senin hangi sorununu çözmüş? Sen şimdiye kadar neyin mücadelesini
verdin? Ne için mücadele ettin?
Federasyon, bağımsız devlet söz konusu
edildiği zaman, “diyelim ki bağımsız devlet oldu, bu hangi sorunu çözecek?”
diyenler, önce bu ilişkiler üzerinde durmalıdır. Ortadoğu’da, Türkler, Araplar
ve Farslarla kendi konumlarını karşılaştırmalıdırlar. Örneğin, Başbakan, 31
Mayıs 2010’daki Mavi Marmara saldırısında ve bu saldırıda 9 Türk vatandaşının
ölümünden dolayı, İsrail’e karşı yoğun bir siyaset yürütmüştür. Filistinlilerin
ve Türklerin haklarını aramıştır. Ama 27 Aralık 2011’de meydana gelen Roboski
katliamı mağdurlarını hiç dinlememektedir, Kürdlerin taleplerini hiç
önemsememektedir! Bu neden böyle olmaktadır? Senin bu konuyla ilgili
düşüncen nedir diye sormak gerekir.
Kürtler, eğer hükümet samimi ise müzakerelerin
sadece MİT-Öcalan görüşmeleriyle sınırlı kalmaması, meclisin de sürece dahil
olmasını istemekte. İktidar, Kürt sorununu resmiyette belgelendirmeden,
muhataplığı resmi olarak kabul etmeden hala Kürtlerin varlığını suya yazılmış
kelimelerle telaffuz etmiyor mu? Yeni anayasa tartışma ve önerilerini, “Akil
İnsanlar Grubu” oluşumunu da dikkate alırsak sürece ne kadar umutla bakabiliriz?
Kürd/Kürdistan sorunu açıkça ortada
durmaktadır. Bu durumda, akil insanlara önemli bir görev düşmektedir. Akil
insanların, Kürdlere, PKK’ye söyleyeceği bir şey yoktur. Akil insanlar devlete,
“Kürdlerin haklarını tanı” demelidirler. Devlet, hükümet, bunu kabul eder veya
etmez. Ama bu ortamda, akil insanların devlete, hükümete söyleyeceği bu
olmalıdır. Sorun açık bir şekilde ortada durmaktadır. Sorun, Cumhuriyet’le birlikte,
Kürdlerin hakları ve özgürlükleriyle ilgilidir. PKK’nin ortaya çıkışının temel
nedeni bu gasptır. O zaman akil insanlar devlete, hükümete böyle
söylemelidirler.
Akil insanların, koruculuğun kaldırılması
konusunda da devlete önerilerde bulunması gerekir. Devletin, bugün, Özgür
Suriye Ordusu’nu el altından silahlandırdığı biliniyor. Katar, Suudi Arabistan
ve Türkiye, bu silahlandırmayı gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Özgür Suriye
Ordusu, sadece, Baas Partisi’nden ayrılanlar tarafından oluşturulmuş değil.
Müslüman kardeşler, El-Kaide, Hizbullah da Özgür Suriye Ordusu içindeler. Özgür
Suriye Ordusu’nun silahlandırılması demek, El-Kaide’nin, Müslüman Kardeşler’in,
Hizbullah’ın silahlandırılması demektir. Öte yandan, Ortadoğu’da herkes
silahlıdır. Durum buyken, Kürdlerin, PKK’nin silahsızlandırılması gayreti
dikkatlerden uzak değildir.
Katar’ın durumunda da ayrıca işaret etmek
gerekir. 300 bin nüfuslu Katar, Ortadoğu’da 40 milyonun üzerinde nüfusu olan
Kürdlerin geleceğini belirlemeye çalışmaktadır. Bu da dikkatlerden uzak
değildir.
Bir ay kadar önce, 300 civarında Türk aydını
Türklük bildirisi yayımlamıştı. İçlerinde, profesörler, emekli generaller,
emekli savcılar, yargıçlar, siyasetçiler, gazeteciler, iş adamları vs. vardı.
Türk sözünün anayasadan çıkarılmamasını istiyorlardı.
Türkler, Türklükleriyle istedikleri gibi
övünebilirler. Ama Türk’ü Kürd’e teşmil etmeleri, Türklüğü Kürd’e
dayatmaları, “Türk herkesi kapsayan bir üst kimliktir” demeleri bir
kandırmaca, bir avutmacadır. Bu bir riyakarlıktır! İster profesörler olsun,
ister generaller, savcılar, gazeteciler, iş adamları vs. olsun durum budur.
Kürd kimliğini açıkça tanımayan, Kürdçe mecburi eğitime, Kürdlerin kendi
kendilerini yönetmesine, Kürdlerin kendi geleceklerini belirlemesine yol
vermeyen bir anayasa, Kürdler için yeni bir anayasa değildir.
Türk’ün üst kimlik olarak kabul edilmesi,
Kürdleri ille de biz Türkler yönetecek demektir. Halbuki Kürdler kendi
kendilerini yönetebilmelidir. Demokrasi budur. Türkler, Türk kimlikleriyle
istedikleri kadar övünebilirler. Ama, Kürdleri ille de ben yöneteceğim demek,
ırkçılıktır, faşizmdir.