Adil Okay
İnsankızının-oğlunun
iletişim araçları her çağda biraz daha gelişti. Tam tam’lardan, dumanla
haberleşmeye, güvercin kanadından, telgrafın tellerine, posta arabalarından,
cep telefonlarıyla yazışmaya, 140 karakterle sınırlı aşk mektuplarından,
“kopyala-yapıştır” kiç mektupların yoğunlaştığı internete vardık. Peki,
“mektup” bitti mi. Mektuplaşma tarihe mi karıştı? Hayır. Belki artık insanların
büyük çoğunluğu elle yazmıyor. Klavye yerini aldı kalemin. Ama mektuplar,
“e-mektuplar” gidip gelmeye devam ediyor. Türkülere - şarkılara konu oluyor.
Pullar ve postahaneler ise ağırlıklı olarak resmi yazışmalar ya da reklam için
kullanılıyor.
Ancak
hapishanelerden halen el yazılı-pullu ve “görülmüştür” mühürlü mektuplar
gelmeye ve gitmeye devam ediyor.
Hapishanelerde kaç bin mahpus ve yakını mektup
yazıyor.
Bu gün itibariyle
Türkiye hapishanelerinde 130 binden fazla tutuklu ve hükümlü var. Bunun çarpan
etkisini düşünürsek yani her mahpusa yılda 10 ayrı kişi, yakını:
eşi-çocuğu-yeğeni-anası-babası-arkadaşı, tek bir mektup yazarsa, toplamda yılda
en az 1 milyon 300 bin mektup eder. (Sayı az değil. BM’ne üye bazı devletlerin
sayısı 1 milyonun altındadır.) Bir örnek vereyim: Yeni yapılan Şakran
cezaevinde 10 bine yakın tutuklu ve hükümlü kalmaktadır. PTT, Şakran cezaevi
için özel şube açmak zorunda kalmıştır.
Demem o ki, pullu
ve elle yazılan mektuplar henüz tarihe karışmamıştır.
Bir firarinin limon suyuyla yazdığı mektuplar
Eski bir mahpus ve
cezaevi firarisi olarak hapishanelerde “illegal” haberleşme araçlarını çok
kullandım. İçeriden dışarıya şifreli-kodlu mektuplar yolladım. 1980 yılında
Adana cezaevinden firarımdan sonra, kaçak-sürgün hayatım boyunca da devam ettim
bu illegal haberleşmeye. O zamanlar deşifre olma korkusuyla açıklayamadığımız
“limon suyuyla”, yani görünmeyen yazıyla mektuplar yazardık. Hapisten firar
ettikten sonra yıllarca sürdü bu “limonlu” mektuplar. Dolmakalem haznesine
limonun suyunu çekiyor ve normal kalemle yazılmış mektuplarımızda satır
aralarındaki boşluğa meramımızı yazıyorduk. Mektubu alan arkadaşımız da kâğıdı
ısıtınca görünmeyen yazılar ortaya çıkıyordu. Daha sonra aynı işlemin başka
ülkelerde sütle yapıldığını öğrendim. Ve aradan çeyrek asır geçince bu sırrın
artık ifşa olduğunu öğrendim. Bu nedenle şimdi yazabiliyorum.
Ve güncel hapishane mektupları
Ve o gün bu gündür, mahpuslarla dayanışma amacıyla
(ama bu kez legal) mektuplaşmalarım devam ediyor. Hapishaneden aldığım çok
sarsıcı mektuplar oluyor. Elle hazırlanmış zarflar. Ellerinde bulunan sınırlı
boyalı kalemlerle süslenmiş mektuplar. Gazetelerden kestikleri çiçekleri
kâğıdın kenarına yapıştıran sevgi dolu insanlar. Kendilerini, çocuklarını,
özlemlerini dolaylı anlatan, çoğu zaman da hapishanelerdeki yönetimin keyfi
uygulamalarını, tecrit içinde tecridi, yasakları - cezaları betimleyen
mektuplar.
Bu mektupların hemen hepsini www.gorulmustur.org web sitesinde yayınlıyoruz.
Bu sitenin kuruluş amacını açıklarken şöyle demiştik: “Bir tutsak için en
önemli moral kaynağı: ziyaretçi ve mektuplardır, diyorlar. Hele de bu tutsak,
bir de toplumsal fayda için bedel ödüyorsa ve hapishanede de türlü baskılara
maruz kalıyorsa biz 'dışarı'dakilere düşen de en azından bu tutsaklarla
dayanışmaktır. Bu asgari zorunluluk, bizi “Görülmüştür” isimli çalışmayı
yapmaya itti. Politik tutsakların, görüş yasağına, mektup yasağına, kimi
cezaevlerinde renkli kalem, fazla kitap v.b bulundurma yasağına rağmen, ayakta
kalma ve üretme mücadelesi içinde olduğunu biliyoruz. Öte yandan, politik
tutsakların “dışarıdan” yeterince mektup alamadıklarından -dolaylı olarak-
şikayetçi olduklarını da görüyoruz.”
Sonsöz:
Bitirirken yine bir politik mahpusun mektubundan alıntı yapmak istiyorum.
Bu gün yaşamayan, kanser hastası olduğu halde tahliye edilmeyip hapishanede
hayatını kaybeden İsmet Ablak’ın ölmeden birkaç gün önce yazdığı mektup, hâlâ
devam eden karanlık bir dönemin “devlet politikasını” özetliyor:
İsmet
Ablak. Doğum: 1969. Ölüm tarihi: 18
Temmuz 2009
“Ben İsmet Ablak. Bu mektup
elinize geçtiğinde, ben sonsuzluk âlemindeki yeni yaşamıma, yeni başlamış
olacağım. Doğrusunu isterseniz nereden başlayacağımı bilemiyorum. Çünkü
dünyadayken bir doğduğumu, bir de cezaevindeyken yaşadıklarımı biliyorum. Tüm
hayatım, anlamlı mahkûmiyet yıllarındaki sessizlikler içinde geçti. Ses olduğum
tüm zamanlarda bile, sessizliğe itildim. Yatılı okulu okurken de Türkçeyi pek
bilmezdim ve bilmemek de suçtu.
Konuşamadığımız için hep dayak
yerdik. En çok dayak yiyenlerden biri de bendim. Sessizdim. Sessizliğim başıma
bela olmuştu; tavır olarak bilinirdi.(…) Ve büyüdüm bir gün içeri alındım. 20
gün boyunca Aliye bekânın sevgili kara kollarında, kara günlere, kâbuslara
budandım. Ben yine sessizdim; bağırmadığım, konuşmadığım için, anamdan emdiğim
ak sütü fitil fitil burnumdan getirdiler.(…)
Cezaevi yıllarım zordu.
Karartma gecelerini izleyenler, ‘Bu insanın çığlıklarını unutmayın’ diyenlerin
hayatını bilenler, beni iyi anlarlar. Biz ‘insanlık onuru’ dedik. Ve bunun
cefasına göğüs gerdik; sürgünler oldu. Dirhem dirhem eriyenler ve alev alev
yananlar oldu. Ama biz bu soğuk demir ve duvar ortasında yaşamın sessiz
çığlıkları olmaya devam ettik.(…)
Derken bir gece vakti aniden
titremeye başladım, gözlerimi hastanede açtım. Ameliyata yattım. Ameliyat
olurken de kanser olduğumu söylemediler. Hani bilmiş olsaydım, belki
sevdiklerimi hazırlardım. Böyle ani olmazdı gidişim. İtiraf etmeliyim ki
hastanede kaldığım o izbe yerde, bedenim çok zorlandı. Havasız ve ışıksızdı,
hemen her gün ameliyata alınıyordum ve bedenim paralanıyordu. Dışarıdaki
dostlar kan vermek için kilometrelerce yol gelip, sıra alıyorlardı. Yoksulluk
hepsinin belini bükmüştü. Gözlerinin feri kaçmıştı. Damarlarındaki kan miktarı,
hayata tutunmalarına ancak yetiyordu. Onun da yarısını bedenimi diri tutmak
için veriyorlardı. Mahkûm arkadaşlarım kanlarını paylaşmak için başvurmuşlardı.
Ama bürokrasinin soğuk çarkları donmuştu.(…)
Ben, sessizce yaşadım. Sessizce
direndim ve bu dünyayı sessizce terk ettim. Gücümü sizlerden ve daha önce
inançları uğruna gidenlerden aldım. Sizin şahsınızda tüm dostlarıma ve
insanlığa veda ediyorum. Sevgiyle kalın. İsmet ABLAK”
Not: Yazı 4 Nisan 2014 tarihli Özgür Gündem
gazetesinde yayınlanmıştır.
kaynakça: Adil
Okay, Ben Çıkana Kadar Büyüme e mi…,
Nota Bene yayınları, Ankara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder