Müslüm Kabadayı
Canlı olmak, biyolojik olarak varlığını
sürdürmek için mücadele etmek demektir aynı zamanda. Bitkiler, hayvanlar ve insan
türlerinin canlı olarak varlıklarını sürdürmelerinde kendi doğalarını
belirleyen temel unsur beslenme olduğuna göre, doğrudan toprak, hava, güneş
gibi besin kaynaklarını kullanan bitkiler, tam doğal beslenme zincirinde yer
alırlar. Hayvanlardan solucan vb. dışındakiler bitkiler yanında diğer
hayvanları ve insanları yiyerek beslenirler. İnsan türüyse hem bitkiler ve
hayvanları, canileştiği durumlarda da diğer insanları yiyerek yaşamını devam
ettirir. Bilindiği üzere canlıların tümü için geçerli olan bir beslenme-ısı
dengesini sağlayan kanunu 1930’lu yıllarda Max Kleiber, “Metabolizma, kütlenin dörtte üçüncü kuvvetine eşittir.”
biçiminde ifade etmiştir.
Beslenmenin tüm canlılar için yaşamlarını sürdürmenin temel dayanağı olarak, yapı
taşını oluşturan proteinlerle enzimiyle bunu gerçekleştirirler. Canlılarda, 20 farklı amino asidi vardır. Proteinler, zincir
benzeri moleküller halinde bir araya getirilmiş farklı amino asit
kombinasyonlarından meydana gelir. Amino asitler de, esas olarak karbon,
oksijen, hidrojen ve azottan oluşur.
Canlıların evriminde insan türünün farklılaştığı ve zamanla yaşadığı
doğayı değiştirme-yeniden biçimlendirme, yönetme yeteneğini de geliştiren temel
organ beyindir. Beynin, ateşin et başta olmak üzere besinlerin pişirilerek
yenilmesinde kullanılmasıyla birlikte hem hacim olarak büyüdüğü hem de nöron
sayısının ve ağlarının arttığı bilinmektedir. Homo Sapiens Sapiens döneminde
insan beyninin gelişimi hız bakımından da katlanarak artmaya başlamıştır.
1956’da John McCarthy tarafından kullanılan “yapay zekâ”nın günümüzde
“yapay süperzekâ” aşamasına gelmesiyle insanlığı, dünyayı, belki başka
gezegenleri daha yaşanabilir kılmayla yok etme arasında salınan bir ikilem
aşamasına sıçramaktadır.
Şimdi şu soru hemen akla gelebilir: Bu anlatılanların
katliam-savaş ve Sivas kıyınıyla ne ilgisi olabilir? “Niye olmasın?” diyerek
estirmeden yanıt vermekten öte, insanın milyonlarca yıllık biyolojik evriminde,
diğer canlılardan farklı olarak bir kültürel evrim de geçirmekte oluşunu
sağlayan temel organın beyin olduğuna dikkat çekmek için böyle bir giriş
yaptığımı belirtmeliyim.
İnsan beyninin nasıl çalıştığı, belleğin nasıl oluştuğu, dil
yeteneğinin gelişmesiyle belleğin yeni nesillere biyolojik evrim yanında
kültürel evrimle nasıl aktarıldığına dair yapılan bilimsel çalışmalar,
Marksizmin 19. yüzyılda geliştirdiği doğa ve toplum-insan üzerine felsefeyi,
insanın dünyayı yorumlamak çabasından değiştirme eylemliliğine geçiş gücüne
daha zengin veriler sunmaktadır. Konuyla bağlantılı olarak insanın kişilik ve
bilinç geliştirme süreçlerine özce değinmekte yarar görüyorum.
İnsan yaşamının, önceki süreçlerden çok farklı bir sıçrama
yaptığı tarım devrimi, yaklaşık 12 bin yıllık bir sınıflı toplumlar sürecini de
tetiklemiştir. Avcı-toplayıcılıktan yarı avcı-toplayıcılığa, oradan da yerleşik
yaşamın kök saldığı tarım devrimine geçişin coğrafyası olan verimli hilalde
yapılan araştırma ve incelemeler, bugün insanın kişilik geliştirme
özelliklerinin eski örnekleri olarak ele alınmaktadır. Bilimsel çalışmalar
göstermektedir ki insanın kişilik özelliklerinin % 50’si genetik kökenlidir.
Diğer yarısı da toplumsallaşma ve öğrenme süreçleriyle biçimlenmektedir.
Kişiliklerin farklılaşmasıyla ilgili çalışmalardan birini yapan evrimsel psikolog, bilişsel bilimci ve popüler
bilim yazarı Steven Pinker, “Zihin Nasıl Çalışır?” adlı kitabında şöyle
betimlemektedir:
“Kişilikler en az beş temel
biçimde farklılık gösterir: Bir insanın sokulgan ya da çekingen olması
(dışadönüklük-içedönüklük), bir insanın sürekli kaygılanması ya da sakin ve
kendinden emin olması (nevrotiklik-dengelilik), bir insanın kibar ve güven dolu
ya da kaba ve kuşkucu olması (anlaşılabilirlik-çatışmacılık), bir insanın
özenli ya da özensiz olması (vicdanlılık-vicdansızlık) ve bir insanın cesur ya
da uyumlu olması (açık olma-açık olmama).”
İnsan topluluklarının komünler
halinde yaşadığı, özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyetin hakim olduğu
insanlık tarihinin en uzun döneminde küçük çapta şiddet olaylarına, cinayetlere
rastlanmakla birlikte katliam ya da savaşlar söz konusu değildir. Doğa-insan ilişkilerinin, doğadaki yaşamsal zorlukları
komün halinde aşma mücadelesinin egemen olduğu bu dönemde, insanların sıcak ve
ılıman ormanlarda yaşadığı (alt), balık üretiminin yapıldığı (orta) ve ok ile yayın
bulunduğu (yukarı) aşamalardan geçtiği bilinmektedir. Dolayısıyla
bu dönemde insan kişiliğine egemen olan özelliklerin, yukarıdaki beş temel
özellikten ilklerinin olduğu söylenebilir. Stevn Pinker’in betimlediği beş
temel biçimden “anlaşılabilirlik-çatışmacılık”la “vicdanlılık-vicdansızlık”,
insanın şiddet eğiliminin zıtlıklar açısından nasıl gelişebileceğine de açıklık
getiriyor. Bu açıdan bakıldığında belgelenebilen tarih öncesi bireysel şiddet eylemlerine en eski örneklerden biri, İspanya’da
bulunan 430 bin yıllık cinayet kurbanıdır. Katliam ya da savaşların nedeni, tarım devrimiyle üretim aşamasına geçmiş
toplulukların başkalarına ait bölgeleri, depolanan ürünleri ele geçirmek
amacından kaynaklandığı belirtilir. Daha gelişkin ve yerleşik toplulukların
döneminde başladığı vurgulanır. Oysa “Kenya’nın Turkana Gölü’nün batısındaki
Nataruk’ta bulunan şiddete uğramış iskeletler, yerleşik hayata geçen
toplumların sayısı artmadan çok önce, göçebe insanların arasında bu türden
zalim olayların yaşandığına dair iç karartıcı bir kanıt olarak görülüyor.” Yaklaşık 10 bin yıl önce
gerçekleşen bu katliamın nedenlerinden ikisi, yani su kaynağı, kurtulmuş et ve
balıkla toplanan yemişler, yerleşik toplulukların savaşlarının gerekçeleri
arasında sayılabilir. Üretim araçlarını,
ürünü ve üretim bölgesini ele geçirme amacıyla yaşanan katliam ve savaşlar
yanında, başka nedenle gerçekleşenlerin de görüldüğünü Glowacki, aynı haber
metninde şöyle dile getiriyor: “Örneğin Yeni Gine’de bol miktarda kaynak ve toprak
olsa da eskiden beri kabile ve statü dinamikleri nedeniyle çok şiddetli
savaşlar olduğunu görüyorsunuz.”
İnsanın şiddet gösterme eğiliminin, şempanzelerde olduğunu
biliyoruz. Ancak, bu eğilimin insan türünde baskın hale gelmesinin, insan
yaşamını kitlesel ve doğayı kütlesel olarak tehdit etme aşamasına sıçramasının
temelleri, komünal yaşamın ve anaerkil dönemin sonlandığı koşullarda
aranmalıdır. Sömürünün sistemleştiği köleci toplumla yaygınlaşan katliam ve
savaşlar, feodal toplum döneminde kıtaları aşmış; kapitalist toplum döneminde
büyük savaşlar, hatta I. Ve II. Dünya Paylaşım Savaşları gerçekleşmiş;
günümüzde de nükleer ve siber savaş tehlikesiyle insanlığın, Dünya’nın sonunu
getirecek bir boyut kazanmıştır. Kapitalizmin egemen olduğu dönemde yaşayan
önemli katliamlara baktığımızda, şiddet ve savaşın ekonomi politiğini anlamak
kolaylaşmaktadır. Farklı coğrafyalardan birkaç örnekle bunu somutlamak isterim.
ABD'nin güney eyaletlerinde 1865’te kurulan Ku Klux Klan örgütü, Amerikan İç
Savaşı’nın ardından tüm ülkede kaldırılan
siyahi köleliğine karşı çıkmıştır. Teşkilat,
siyahı ırka mensup insanların ölmesi veya beyaz ırkın refahı için çalışması
gerektiğini savunmuştur. Katliamlar
yapmıştır. Ne yazık ki zayıflamış olsa da bugün varlığını sürdürebilmektedir.
Aynı dönemde Kafkaslar’da yaşayan Çerkezlere karşı katliam ve sürgün politikası
(1864) Rus egemenleri tarafından uygulanmıştır. I. Dünya Paylaşım Savaşı’nda
Osmanlı egemenleri, Ermenilere katliam uygulamış ve tehcir etmiştir; Ermeni
ırkçıların da egemen oldukları bölgelerde yaşayan Türk ve Kürtlere
uyguladıkları kıyımlar söz konusudur. II. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Nazilerin Yahudilere
uyguladığı soykırımda 5 milyonu aşkın insan ölmüştür. ABD’nin Vietnam’da
uyguladığı katliamlar, Bertrand Russell'ın önderliğinde kurulan “Uluslararası Savaş Suçları
Mahkemesi” tarafından
yargılanmıştır. Yıllarca
Belçika'nın sömürgesi olan Ruanda'da iktidarı ele geçiren Hutular,
Tutsilere karşı ayrımcılık ve soykırım yapmaya başlamıştır. Bunun
sonucunda 800.000 kadar insan yaşamını yitirmiştir. 1988’de Irak’taki Saddam
rejimi, Halepçe’de zehirli gazla Kürtlere katliam uygulamıştır. Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra
Hollandalı askerlerin denetimindeki bir kampta Sırp ırkçılar tarafından
gerçekleştirilen Srebrenitsa Katliamı Boşnaklara yapılmıştır. Çin’de Uygurlara, Myanmar
ile Sri Lanka'da Budistler tarafından Müslüman topluluklara uygulanan
katliamlar… Saymakla bitmeyecek kadar
çok katliam örnekleri var.
Dikkat
edilirse bu katliamların etnik-milliyet, dinsel-inanç, kabilecilik-bölgecilik
çatışmaları üzerinden gerçekleştirildiği görülüyor. Her birinin kendine özgü
ekonomi politiği yanında ortak noktası şudur: Bir devletin, bir sınıfın, bir
ulusun-kabilenin, bir dinin-mezhebin egemenlik alanını korumak ya da
geliştirmek amacıyla “tehlike” gördüğü başka bir topluluğu zayıflatma, yok etme
isteğidir. İşte tam bu noktada “Sivas Madımak Katliamının temel niteliği ve
ekonomi politiği nedir?” sorusuna açıklık getirmek gerekir.
2 Temmuz 1993’te 33 aydın ve
sanatçının, 2 de otel çalışanının
katledildiği Sivas kıyımının iki temel özelliği dikkat çekmektedir. Türkiye
sermaye sınıfı, 1989 Bahar eylemleri, Zonguldak’ta büyük madenci yürüyüşü, kamu
emekçilerinin eylemleri, Petrol-İş başta olmak üzere işçi ve emekçi sendikalarının
önderlerinin sınıf mücadelesini birleştirme çabaları, Kürt emekçi hareketinin
yükselişi karşısında yaşadığı krizi aşmak istemektedir. Bunun için biçilmiş
kaftan olan dinci gericiliğin güçlendirilmesine karar verilmiştir. 2 Temmuz
katliamına giden süreç dikkatle incelendiğinde temel nedenlerden birinin bu
olduğu anlaşılmaktadır. Bu katliamla iki şey hedeflenmiştir. Birincisi, orada
yakılarak öldürülen aydınlar ve sanatçılar üzerinden topluma korku yayılmıştır.
Böylece Türkiye aydının ve sanatçısının ilerici-direnişçi damarı kesilmek
istenmiştir. Diğer yandan, Alevi-Sünni inanç ve kültüründen gelen insanların
bir arada yaşadığı Sivas hedef seçilerek, mezhepler üzerinden toplumun
dinselleştirilmesi, bu temelde kutuplaştırılması amaçlanmıştır. 2 Temmuz’dan üç
gün sonra 5 Temmuz’da Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde 33
masum insanın katledilmesi ve bunun da “Sivas’ın öcünün alındığı” biçiminde PKK
tarafından (Bu katliamı yapan Baran’ın daha sonradan PKK içindeki hesaplaşmada
öldürülmesinde bu yanlışının da bedelini ödediği doğrultusunda yapılan
açıklamalar, bu hareketin sorumluluğunu hiçbir zaman hafifletmez.)
siyasallaştırılmasıyla bu amaç hasıl olmuştur. Böylece, Sivas katliamı sadece
bir Alevi katliamıymış izlenimi yaratılmış ve Başbağlar katliamının gölgesine
alınmak istenmiştir. Başbağlar katliamından Tunceli’nin Alevi köyleri sorumlu
tutularak, hedef gösterilmiştir. İyi ki bunun farkına varan Başbağlar halkı,
kendilerine jandarma tarafından dağıtılan silahları iade etmiş ve kışkırtmaya
gelmemiştir. Egemen sınıf, ulus ve din siyasetinin emekçilerin, yoksulların,
ezilenlerin birbirine kırdırılması politikasının önüne geçmek bakımından ders
alınması gereken bir durumdur.
Sivas katliamı sonrasında
gerçekleşen politik süreç dikkatle incelendiğinde, bu katliamla salınan korku
nedeniyle Alevi toplumundan dinci gericiliğe kadrolar devşirilmeye, Reha
Çamuroğlu ve Fermani Altun gibi dilbazlar öne çıkarılmaya, İzzettin Doğan ve
Cem Vakfı üzerinden de ehlileştirmeye ağırlık verilmiştir. Haksızlıklara,
sömürüye, baskılara karşı yüzyıllarca direniş geliştirmiş Alevilerin haklarını
vermek yaftasıyla çalıştaylar düzenlenmiş, yeni bir asimilasyon politikası
sinsice uygulanmıştır.
Sivas Madımak katliamıyla
ilgili ayrıntılar, basın-yayın organlarında, internet sitelerinde,
araştırma-inceleme kitaplarında, raporlarda geniş biçimde yer almaktadır.
Burada dikkat çekmek istediğim önemli noktalardan biri, bir devlet organı olan
Devlet Denetleme Kurulu’nun hazırladığı raporda yer alan şu bölümdür: “Bu nedenle, olayın ortaya çıkmasında, önlenememesinde ve
soruşturulmasında/yargılanmasında Devlete terettüp eden ağır bir hizmet kusuru
bulunmaktadır. Bu açıdan, Sivas olaylarında hem yönetsel hem de siyasal
organları itibariyle olayın temas ettiği dönemin tüm Devlet ricali ile
yaklaşımları, 37 kişinin ölümünden dolayı; en az kalabalıkları şuursuz hale
getiren ve kolayca tahrike kapılan Sünni kolektif hafızaya ait bazı algı ve
yaklaşımlar ile Sünni kolektif hafızanın tahrikine yol açtığı kanaati edinilen
bazı davranışlar kadar sorumludur. Ne yazık ki, gerek kamu görevlileri ile
ilgili etkin bir adli ve idari soruşturma ve yaptırım kapasitemizin olmaması
gerekse siyasal sorumluluk algılaması ile ilgili yetersiz demokratik
standartlarımız nedeniyle herkes “tüm suçu” kalabalıkların ve toplumun üzerine
yıkma kolaycılığını tercih etmiştir. Sorumlulukların böyle bir perspektifte
belirlenmesi; hiçbir şekilde oteli yakan ve 35 kişinin ölümüne yol açan
kişilerin ve anlayışların suçunu hafifletmeye yönelik bir tavır olmayıp; tam
aksine, Sivas olaylarında söz konusu kişiler ve anlayışlar dışında da faillerin
ve sorumlulukların olduğu gerçeğinin kavranılmasına ve topluma bu gerçeğin
gösterilmesine yönelik bir yaklaşımı ifade etmektedir.”
2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde 33 aydın-sanatçının yakılarak
katledildiği katliamın 24. yıldönümünde, yukarıdaki raporda vurgulanan bir
gerçekliğin ayırdında olmayan, buna göre strateji ve taktik geliştiremeyen bir
toplamdan söz etmek zorundayım.
İnsanlığın yüzkarası katliamlarından biri olmanın yanında Türkiye’de işçi-emekçi
sınıf ve ezilen toplumsal dinamikler açısından kırılma noktası olan bir aydın
kıyımıdır bu. Ondan sonra Türkiye aydınlanma mücadelesi, bir türlü beynini
toparlayıp daha güçlü bir sesle, ışıkla kitleleri aydınlatmayı başaramamıştır;
tersine emperyalizm dinci gericilik üzerinden daha derin bir iç olgu haline
gelmiş, eğitimden günlük yaşama kadar dinselleştirme toplumu kuşatmıştır. Bu
acı tablonun gerçek kara ressamlarını açığa çıkartmaya, amaçlarını anlaşılır
kılmaya, strateji ve taktiklerini boşa çıkartacak bir karşı-stratejiyi
oluşturmaya yönelik enerjimizi odaklamamız gerekiyor. Çünkü, Türkiye solunun
önemli bir bölümü, bu katliamı Alevilere yönelik olmakla sınırlandırıyor. Dönemin
özelliklerini, aynı dönemde gerçekleşen Başbağlar katliamının ne anlama
geldiğini, sonrasında gerçekleşenlerle bağıntısını kurmadan değerlendirmeler
yapıyorlar. Bu katliam üzerinden korkutularak ehlileştirilen Alevilerin,
onlarca kurulan vakıf, derneklerin AKP düzeniyle, emperyalizmin maşası Fetullah
Gülen hareketiyle nasıl ilişkiye girdiklerini, bu katliamla amaçlananlardan
birinin bu olduğunu fark etmiyorlar. Alevilik-Sünnilik üzerinden geniş
kitlelerde yaratılan kutuplaşmanın, katliam karşısında ortak tavır alma
duyarlığını nasıl geri çektiğini görmüyorlar.
Tekrar Aziz Nesin’e
dönecek olursam; “Ömrüne Sığmayan Adam” olarak tarihe geçen, düşündüğü kadar
eylemle bunları yaşama geçiren aydın-sanatçımızın şahsında, 2 Temmuz Sivas
katliamının bir başka yönüne de değinmek istiyorum. Oğlu Ahmet Nesin’in birkaç
kez dile getirdiği üzere Sivas katliamının sermaye sınıfının ilgili güçleri
tarafından planlı biçimde gerçekleştirildiğini, bu planın önünü açanlardan
birinin de Doğu Perinçek olduğunu görüyoruz. Ahmet Nesin ve Onbinler
hareketinde yer almış başkalarının açıkladıklarına göre, Perinçek tarafından
Aziz Nesin’in bilgisi olmadan Aydınlık gazetesinde Salman Rüşdi’nin Şeytan
Ayetleri kitabının tefrika edilmesiyle istihbarat örgütlerinin yönlendirdiği tarikat-cemaatler
üzerinden Aziz Nesin’e karşı bir linç kampanyasının sürdürüldüğü bilinmektedir.
Bu çok önemlidir ve aydın aklın titizlikle üzerinde durması gereken bir
noktadır. Çünkü, Dünya’da sınıf mücadelesinin sürdüğü her yerde ve her dönemde
olduğu üzere sermaye sınıfının bütün örgütleriyle solun içine, özellikle
devrimci hareketlere, işçi sınıfı partilerine, sendikalarına, DKÖ’lerine sızma
ve yönlendirme, provokasyon hazırlama bakımından Türkiye solunun, özellikle
sosyalist solun pek de başarılı bir sınav verdiği söylenemez.
Bu süreci Aziz
Nesin’in görmediğini, okuyamadığını düşünmüyorum. 50 yılı aşan siyasi
deneyimine karşın Aziz Nesin’in, Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılanların
büyük çoğunluğunun yanıldığı nokta şudur: O dönemde SHP-DYP Hükümeti vardır.
Başbakan, “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir
biçimde zarar gelmemiştir.” Şeklinde yüzkarası açıklama yapan Tansu Çiller’dir. Başbakan Yardımcısı
Erdal İnönü’dür, İçişleri Bakanı DYP’den
Mehmet Gazioğlu, Kültür Bakanı da SHP’den Fikri Sağlar’dır. İşin ilginç yanı bu
etkinliği düzenleyen, sanatçı ve aydınları davet eden de Sivas Valiliği’dir.
Etkinlikler sırasında dikilecek “ozanlar heykeli” yerine Banaz’a dikilmesi
gereken Pir Sultan Abdal heykelini gönderen de Kültür Bakanlığı’dır. Şimdi, tüm veriler
ışığında Aziz Nesin başta olmak üzere etkinliğe katılan aydın-sanatçıların, Pir
Sultan Abdal Kültür Derneği yönetiminin zaafa düştüğü nokta açığa çıkmaktadır:
SHP’nin hükümette olmasına duyulan güven. Aynı zaafı, 24 Aralık 1978’de
gerçekleşen Maraş katliamında hükümette CHP’nin olmasına duyulan güvende
görebiliriz.
Bizzat bir devlet kurulu olan DDK’nin raporu, devletin
sorumluluğunun altını çizme gereği duyarken, o dönemde İçişleri Bakanı olan
Mehmet Gazioğlu başta olmak üzere, dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin,
Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, Emniyet Müdürü Doğukan Öner ve İl
Jandarma Komutanından hiç hesap sorulmamıştır. Otelde mahsur kalma aşamasında
Erdal İnönü’yü haberdar edenler, sonradan bunun hesabını ne İnönü’ye ne de
SHP’ye dava açarak ve siyaseten sormadılar. Burada, sermaye devletinin
uygulamaya koyduğu bir katliamın tüm aktörlerinin hangi rolleri üstlendiği
apaçık görülmektedir; en önemlisi de bu rolde SHP’nin konumu bilince
çıkarılamamıştır. Türkiye sosyalist hareketinin, aydın-sanatçılarının, bu arada
Alevi örgütlerinin önemli bir bölümü bu bilinçle mücadele etmenin strateji ve
taktiklerini başarılı biçimde işçi ve emekçi sınıfların önüne koyamamışlardır.
Bu bilinci kazanan tekil örneklerin, örgütlerin de etkili olamadığı ortadadır.
Aziz Nesin, katliamdan kısa
süre önce TGRT’ye verdiği röportajda, Aydınlık’ta Şeytan Ayetleri’nin yayınlanmasından
ön bilgisinin olmadığını belirttikten sonra “düşünce özgürlüğü” açısından bu
kitaba konan yasağa karşı çıktığı için çevirtip kitap şeklinde yayınlamayı bir
aydın namusu olarak düşündüğünü açıklamıştır. Burada dikkat çekilmesi gereken
nokta şudur: Aziz Nesin, namuslu bir aydın olarak kendi çizgisinde tutarlı bir
tavır sergilemiştir ama siyaseten zamanlama ve mekan bakımından uyanık bir yol
izlememiştir. Sivas gibi tarihte hep dinsel ve etnik temelde ayrılıkların
düşmanlaştırma politikalarıyla katliamlara dönüştürüldüğü bir yerde yapılacak
etkinlikler öncesinde cehennemin parke taşlarının nasıl döşendiğini görecek
politik yetkinlikte olmaması, sol-sosyalist aydınların gidermeleri gereken bir
eksiklik olarak bugün de önümüzde durmaktadır.
Sivas Madımak katliamı
odağında, yeni katliamların gerçekleşmesinin önüne geçmenin kültür atmosferini
yaratmak zorundayız. Bunun için izlenmesi gereken temel politikaları şöyle
özetleyebilirim.
·
Ülkeleri yağmalama, emekçi halkları sömürme, giderek savaş ve
katliamlara başvurma gibi insanlık dışı uygulamalara başvuran emperyal
devletlere, sermayeye ve çok uluslu şirketlere karşı ortak mücadele etme
duyarlığı ve bilinci geliştirmek.
·
Toplumun tüm kesimlerinde kendini etnik, ulusal, dinsel, mezhepsel
açıdan başka kesimlere dayatma politikalarının önüne geçecek “İnsan” olma
bilincini kazandırmak.
·
Eğitim başta olmak üzere kamusal alanda ırkçı, din-mezhep ayrımcı
politikalara son vermek. Bunun yerine farklı kültürlerden gelen topluluk veya
tekil insanların yaşam biçimlerine saygı gösteren, ortak yaşama bilincini
kazandıran eğitim ve kültür politikalarını uygulamak.
·
İnsan beyninin özveri, paylaşma, dayanışma duygu ve bilinç
durumlarını güçlendirecek bir eğitim ve sağlık ortamı hazırlamak.
·
Bilim ve sanatın, yaşamı güzelleştiren estetik ve yaşamı anlamlı
kılan etik kazanımlarını toplumun tüm hücrelerine, insanın tüm dokularına kadar
yaygınlaştırmak.
Bunları gerçekleştirecek tüm
toplumsal dinamikleri şimdiden selamlarken, 2 Temmuz’da yitirdiğimiz tüm aydın
ve sanatçılarımızın şahsında tüm savaş ve katliamlarda kaybettiğimiz insanları
saygıyla anıyorum. Hiçbir katliam ve savaşa meşruiyet tanınmayacak bir
toplumsal yaşam biçiminin egemen olacağı eşit ve özgür bir toplumun kurulmasını
diliyorum.