Müslüm Kabadayı
Sıtkı Öner Ağabey’le 2003’te Ankara’da tanıştık. O zaman Konur Sokak’ta bulunan Nâzım Kültürevi’ndeki tanışmamız, zamanla dostluğa dönüştü. Dostluğa dönüşen ilişkiyi koruyabilmenin yolu, birlikte yol alabilmekten ve üreterek paylaşmaktan geçer. Onunla yol alırken birlikte üretmeyi, daha çok anılarından, yaşantılarından ve gözlemlerinden yararlanarak edebiyata ve politikaya dair yazılar üretmekle gerçekleştirdiğimi söyleyebilirim.
2013’e kadar canlı bir bağımız vardı. Son eylemini de o yıl birlikte örgütlemiştik. 27 Haziran’da Güvenpark’ta Haziran Direnişçilerinden Ethem Sarısülük’ün vurulduğu yerde durma ve ardından basın açıklaması yapma biçiminde gerçekleştirmiştik. Basında önemli yer tutan bu eylem sonrasında kendisiyle tv’lerden, dergi ve gazetelerden gelip röportaj yapıldı. Belgesel çekimi yapanlar oldu. Peki, Sıtkı Öner’in duruşunu ve basın açıklamasını önemli kılan neydi?
Tabi ki 1975’te kurulan Pol-Der’in kurucuları arasında yer almasıydı. Daha sonra genel sekreteri ve genel başkanlığını yapmasıydı. Bizim öğrencilik dönemimize denk gelen Pol-Der’in önemini, Türkiye’de MC iktidarı başta olmak üzere burjuva hükümetlerinin ve devletin kolluk güçlerinin işçi sınıfına, emekçilere, aydınlara ve öğrencilere baskı ve şiddetini en çok artırdığı bir dönemin karakteristiğinde anlamak gerekir. Siyasal iktidarın emekçi halka, aydınlara ve öğrencilere şiddet uygulayan baskı aygıtı olmak yerine “halkın polisi” olmayı tercih ettiğini açıklaması, dönemin karakteristiğine karşı en önemli yarılmayı sağlayan bir çıkış olduğu için MC’nin yapamadığını CHP’nin İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı eliyle yaparak Pol-Der üyelerinin listesi alınıp sürgünlere gönderilme ve arkasından da kapatılmayla cezalandırıldığını biliyoruz. Sıtkı Ağabey, hem “Halkın Polisi: Pol-Der Anıları” adlı İletişim Yayınları’ndan 2003’te çıkan kitabında hem de kendisiyle yapılan röportajlarda kendilerine yapılan haksızlıkları çözmeleri için atamalarının yapılması için verdiği üye listesinin, sürgün cezalarıyla “ödüllendirilmesi” karşısında duyduğu şaşkınlığı ve pişmanlığı dile getirmiştir. Tabi bu olay başta olmak üzere kimi çalışma tarzlarındaki naifliğin, devletin yapısını ve işlevini tanımamaktan kaynaklandığını söylemekte bir sakınca görmüyorum.
Sıtkı Öner adı, Pol-Der’le özdeşleştiği için onun o dönemdeki çalışmalarında öne çıkan birkaç özelliğini belirtmek isterim. Kitapta ve röportajlarında anlattıkları yanında birebir görüşmelerimizde dile getirdiklerinden çıkardığım belirgin özellikler şöyle özetlenebilir: 1. Osmanlı’nın son döneminde rüştiye eğitimi almış Hasan Öner’in çocuğu olarak geleneksel kültür yanında aydın bir aile ortamında Adana Saimbeyli’de doğmuş, Maraş Göksun’da büyümüş biri olarak diyaloga dayalı bir hukuk geliştiren kişilikteydi. Polisliğe başladıktan kısa süre sonra 1965’te Çankaya Köşkü’nde çalışması, devlet aygıtının işleyişini yakından tanımasına vesile olmuş. Zaten babası Göksun’da devlet memurluğunda bulunmuş, amcası “beyaz eldivenli” hakim olarak tanınmış, ağabeyi Hayri Öner savcılık ve sonra senatörlük yapmış. Böyle bir aileden gelmenin olanaklarını kişisel deneyimleriyle birleştirince, görev yaptığı yerlerde öne çıkması doğal hale gelmiş. Geniş aile çevresinin CHP’li olması nedeniyle de o çevrenin ilişkilerinin, siyasetinin üzerine TİP’ten etkilendiğini belirten Sıtkı Öner, bu birikimleriyle polis içinde geniş ilişkiler kurmayı başarmış. 2. Bürokratik ve siyasi çevresinden de beslenerek cesur çıkışlarda bulunarak ilgi toplamış. Örneğin, Emniyet Müdürlüğüne cebinde Cumhuriyet’le giren ilk polislerden olmuş. 1970’li yılların ilk yarısında görev yaptığı Doğu illerinde sürgünü de göze alarak kurum içindeki yanlışların üzerine gitmiş. 3. İnatçı ve kararlı hareket etmesi nedeniyle sağlam arkadaşlar edinmiş. Pol-Der’in kuruluşunda bu arkadaşlarının varlığı büyük destek sağlamış. 4. Pol-Der’i pasifleştirmeye ya da yanlış yönlendirmeye kalkan hem içerden hem de dışarıdan müdahalelere karşı net duruş sergilemiş. 5. Derneğin karşılaştığı sorunlarda, ülke gündeminden kopmadan diğer meslek örgütlerinden (Barolar Başkanlı yapan Prof.Dr. Faruk Erem, Halit Çelenk gibi önemli hukukçularla sürekli temas halinde olması), sendika ve derneklerden yararlanmayı bilmesi.
Bunlara başka özellikler de eklenebilir. Bunların toplamıyla zor olan bir görevi, ekip çalışmasıyla başaran bir “halkın polisi” olarak demokratik kitle örgütü mücadele tarihine adını yazdıran Sıtkı Öner Ağabey, en verimli çağında 12 Eylül darbesinin gazabına uğramıştır. 14.111981 tarihli ve 17514 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 5434 sayılı yasada yapılan değişikle 25.2.1982’de resen emekliliğe ayrılmıştır. Eşi Kamile Hanım ve iki çocuğuyla emeklilik maaşına mahkum edilince 1983’te Keçiören Tepebaşı Mahallesi’nde bakkallık yapmaya başlamıştır. Bir yandan ekonomik sıkıntılar, diğer yandan eşi ve geniş ailesiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle toplumsal-siyasal mücadeleden kopmanın acısını duyan Sıtkı Öner, arayışa girer. 1984’te SODEP’e üye olarak siyaset yapmaya çalışır. O dönemde düşünce alışverişinde bulunduğu aydınlardan biri de Tevfik Çavdar olmuştur.
1989’da SHP’dedir; çünkü SODEP ile HP birleşerek bu adla politikaya devam etmektedir. Tabi eşinden fiili olarak ayrılmış ve çocuklarına duyduğu özlem acısını da içine gömerek politik mücadelesini sürdürmüştür. 1989’da oturmakta olduğu Sincan Fatih Mahallesi’nden Belediye Meclis üyeliği için aday olur. Kendisine bu teklifi götüren SHP’lilerin ihanetine uğrayınca da hayal kırıklığı yaşar. Hem toplumsal-siyasal mücadele için ailesinden kopuşu hem de SHP’de yaşadığı hayal kırıklığı, onu 1990’lı yılların ilk yarısında bunalıma sokar. Aile içi bir sorun olmakla birlikte Sıtkı Öner Ağabey’in daha sonraki dönemde yalnız yaşamayı tercih etmesinde, ağabeyi ve ablasıyla yaşadığı ihtilafın büyük payı olduğu söylenebilir. Bu durumu “Kardeşlerime” başlıklı dörtlüğünde şöyle dile getirdiğini görüyoruz:
“Size küstüm gidiyorum
Artık elveda ediyorum
Yavrularımı çok özledim
Fevzi’yle Gülseren’e emanet ediyorum”
Onu tanıyanlardan edindiğim izlenimler ve kendi gözlemlerim ışığında Sıtkı Ağabey’in huysuz tarafı dikkat çekerdi. Bunda kendisinin eksiklik ya da hatalarının payı olduğu kadar, içinde yaşadığı kapitalist düzenin acımasızlığının, insan sevgisini ve dayanışmasını yıkmasının belirleyici olduğu ortadadır. Aynı sorunları bir Sıtkı Öner ve ailesi değil, 1960 ve 1970’li yıllarda politikleşmiş, demokratik kitle örgütü mücadelesinde yer almış milyonlarca insan yaşadı. 12 Eylül faşist darbesinin yıkımını, dayanışmayla hafifletenler olduğu kadar, birçok yuvanın yıkılması, ilişkilerin dağılması gerçeğiyle karşı karşıya gelindi. Darbenin amacı da buydu zaten. Bu zorluklar karşısında esas düşman emperyalizme ve onun işbirlikçisi sermaye sınıfının egemenliğine karşı dayanışarak mücadeleyi yükseltme bilinci kazanamayan aileler ya da insanlar, oklarını birbirlerine karşı çevirip birbirlerini suçlamaya, yıpratmaya başladılar. Sıtkı Ağabey’in de bu sorunun üstesinden gelememesi sonucu yalnız yaşamayı tercih ettiği ama bundan da müthiş rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Bu konuda duygu ve düşüncelerini karamsar biçimde bir dörtlüğünde şöyle dile getirdiğine tanık oluyoruz:
“Acı çektim hiç gülmedim
İnsanlara canım dedim
Yarar değil, kazık yedim
Gör ki ne hallere girdim.”
“Yakarış” başlıklı iki dörtlükten oluşan manzumesinde de şöyle sesleniyor:
“Kara yazmışsın yazımı
Hiç güldürmedin yüzümü
Çok gördün oğlum ile kızımı
Buna insan dayanır mı?
Ayrılık ölümden beter
Evlat hasretiyle dünya bana dar
Dayanamıyorum artık yeter
Buna yürek dayanır mı?”
Kapitalizmin yıkıcılığını toplumsal düzeyde kavrarken, kendi yaşamından süzdüğü çıkartımlarla da kendince saptayan Sıtkı Ağabey, düşüncelerini etraflıca ve bütünlüklü biçimde ifade etmekte zorlanırdı. Bunu, yaşadığı sağlık ve ekonomik sorunlar nedeniyle yıpranan beyninin bazı şeyleri hatırlamakta zorlamasına bağlardım. Kolay değil tabi… Bunu anlamak için onun yaşam serüvenine bakmak gerekir. Kendisi
1938’de Saimbeyli’ye bağlı Taşpınar köyünde doğduğunu söylerdi. Nüfus kaydına göre 1940 doğumlu. Babası Hasan Öner, Koçgiri aşiretinin Sivas İmranlı’dan göç ederek Toroslar’a yerleşen bir kolunun ileri gelenlerindendir. Osmanlı döneminde aldığı eğitimle de çevresini aydınlatan bir insandır. Önce Saimbeyli Taşpınar’da yürüttüğü çiftlik hayatını daha sonra Göksun Fındıklıkoyak köyünün Sırapınar mezrasında sürdürür. Cumhuriyet döneminde hem devlet memurluğu (Maliye veznedarı) yapar hem de çiftlik işlerini yürütür. Çocuklarını da okutur. Şairliği de olan Hasan Öner’in evinden konuk eksik olmaz. Sıtkı Ağabey, babasının yanına akademisyenlerin de geldiklerini, İran’dan gelen bir profesörün ondan çok yararlandığını söylerdi. Alevi-Kızılbaş kültürünün edebiyatını da iyi bilen babasının, çevrede yaşayan Türkmen, Çerkez köylüleriyle de çok iyi anlaştığını, bir halk önderi olduğunu söylerdi. Bu nedenle de 1950’li yıllarda DP iktidarının hedefi haline geldiklerini belirtirdi. Bu dönemde ortaokul giden Sıtkı Öner’i, babası liseye göndermek istemez. Amacı, evin küçük oğlu olarak çiftliğin başına geçmesidir. Tam bu noktada baba-oğul arasında çatışma başlar; çünkü kendisi okumak istemektedir. Büyük ağabeyi savcı olmuştur. Amcası Hamdi Öner, “beyaz eldivenli hakim” olarak tarihe geçmiştir. Onlar gibi yükselmek istemektedir. Sohbetlerimizde, daha sonra liseden terk olarak yükseköğrenim yapamamasının yarattığı eksiklik ve ezikliğin travmasını üzerinden bir türlü atamadığını hep vurgulardı.
Babasının çiftliği çekip çevirmesi için Sırapınar’da onu tutmak için bin bir yol denediğini anlatırdı Sıtkı Ağabey. 1957’de Göksun Ortaokulu’ndan mezun olduktan sonra Kayseri’deki yakınların desteğiyle çiftlikten kaçarak Kayseri Erkek Sanat Enstitüsü Elektrik Bölümü’ne kaydını yaptırır. Sorunlar, acılar yakasını bırakmaz. Burada okurken bir kaza geçirir ve uzun süre tedavi olur. Bedeninde kalıcı hasar bırakır. Okulunu Ankara’da sürdürmek ister. 1959’da Ankara II. Erkek Sanat Enstitüsü’ne kaydolur. Ne yazık ki dördüncü sınıftayken okulu bırakmak zorunda kalır. 1964’te polis olarak hayata atılır.
1964-1982 arasında 18 yıl süren polislik dönemiyle ilgili önemli olayları, anıları, belgeleri ve fotoğraflarıyla “Halkın Polisi” adlı kitabında anlatan Sıtkı Ağabey, bir üzüntüsünü hep dile getirirdi. Kasım 2003’te İletişim Yayınları’ndan 135 sayfa olarak çıkan bu kitabının çok eksik olduğunu söylerdi. Yayınevine kapsamlı bir dosya verdiğini, ancak bunların özetinin özeti sayılacak biçimde daraltılarak yayınlandığını belirtirdi. Üzüldüğü hususlardan biri de, yayınevine teslim ettiği dosyanın kendisine geri verilmemiş olmasıydı. Kendisiyle bu konuyu ilk konuştuğumuzda İletişim Yayınları’ndan dosyasını almasını, kitapta yer almayan önemli bilgi ve belgeleri yeni bilgi ve belgelerle besleyerek gün ışığına çıkarmayı önerdiğimde gidip görüşmüş, Tanıl Bora’dan olumlu yanıt alamadığını söylemişti. Türkiye’nin yayıncılık hayatının önemli sorunlarından biri de bu. Birçok önemli arşiv, bilgi ve belge, böyle özensizlikler nedeniyle ne yazık ki kaybolup gidiyor.
“Halkın Polisi”, Türkiye tarihinin bir dönemine güvenlik güçleri alanından farklı bir ışık tutan önemli bir kaynaktır. Türkiye tarihini bilimsel ve gerçekçi biçimde ele alan her çalışmanın, bu kitaptan yararlanmaması büyük eksiklik olacaktır. Diğer bilgi
ve belgeler yanında – bir polisin anılarından öte – ülkemizin ilk ve en önemli güvenlik emekçilerinin demokratik kitle örgütü olan POL-DER’in işlenmesidir bu kitabı çok değerli kılan. Sıtkı Ağabey’in sözlü verdiği bilgiye göre üye sayısı 25 bine yaklaşan POL-DER, bizim öğrencilik dönemimizde aktif olduğu için 1975-1980 dönemini yaşayanların anılarında bir biçimde yer etmiş bir örgüttür. Örneğin, Eylül 1979’da Adana’da öldürülen POL-DER’li emniyet müdürü Cevat Yurdakul, Hatay Emniyet Müdürüyken bu ildeki birçok provokasyonu önlemesiyle öne çıkmıştı. O nedenle de faşistlerin ve emperyal istihbarat örgütlerinin boy hedefi olmuştu. Sıtkı Ağabey, Cevat Yurdakul’la ilgili anılarını anlatırken çok duygulanır, gözyaşları dökerdi.
Sıtkı Öner dışında da POL-DER’le ilgili anı, makale yazan, röportaj veren üyeler çıkmıştır. Bunlar arasında sonradan avukat olan Ayhan Erdoğan, güvelik güçlerinin iktidarlar tarafından halka, demokratik eylemlere şiddet kullanmaya zorlanmaları karşısında yaptığı açıklamalar, yazdığı makaleler ve hukuk mücadelesiyle öne çıkanlardandır. Sıtkı Ağabey’i kaybettiğimiz 7 Haziran’da arkadaşları kendisini de haberdar etmiş, ancak aynı gün defnedildiği için cenaze törenine katılamamış, arkadaşıyla mesajını iletmişti.
Yeri gelmişken, yıllardır dillendirdiğim ve çok önemsediğim iki noktayı dile getirmek istiyorum. Arşiv kültürünün kökleşmediği ülkemizde siyasal partilerin, demokratik kitle örgütlerinin (sendika-dernek-oda-kooperatif) tarihine ışık tutacak canlı kaynaklardan sözlü tarih çalışması yapılmalı, bunlar merkezi olarak derlenmeli ve sistemli biçimde basılı veya görsel olarak yeni kuşakların bilgisine sunulmalı. Son yıllarda TÜSTAV, BSB, İletişim Fakültelerinin radyo-tv-sinema bölümleri gibi kurum-kuruluşlar çoğalmakla birlikte yapılacak çok iş var. Her şeyden önce ortaya çıkarılan arşivin korunması sorunu çözüm bekliyor. Kendim de kaygılanmaya başladığım üzere kişisel arşivi korunması-değerlendirilmesi gereken binlerce araştırmacı, parti-sendika-dernek-kooperatif yöneticisi var bu ülkede. Bunların belgeliklerinin de geleceğe sağlam biçimde taşınması sorunu çözüm bekliyor.
Üzerinde durmak istediğim ikinci önemli nokta, Sıtkı Öner Ağabey örneğinde canlı tanığı olduğumuz üzere siyasal ve demokratik kitle örgütlerinde mücadeleleriyle öne çıkanlar başta olmak üzere yaşlanan kuşağımızın anılarından, güncelden kopmadan yaşlılıklarını geçirecekleri yaşamevlerinin kurulması. Böyle bir olanak yaratılsaydı, Sıtkı Ağabey’in son bir ayı böyle acı verici biçimde geçmezdi. Çocukları olmayan ya da yakınları tarafından bakıl(a)mayanların, ilerici-devrimci-sosyalist nitelikleri bulunan yaşamevlerinde bakımlarının sağlanması, hem bir vefa duygusunun yerine getirilmesi hem de o insanların birikimlerinden daha sistemli yararlanılması bakımından çok anlamlı olacaktır. Bu eksikliğimizin giderilmesi, mevcut siyasal ve demokratik kitle örgütlerimizin yönetimlerinin önlerine koymaları gereken görevlerin başında gelmelidir.
Tanıyanlar, tanık olanlar bilir; gençlik dönemimden beri yakınlarımdan başlayarak çevremdeki ilerici-devrimci-sosyalist yaşlı kuşakla gücüm ve zamanım çerçevesinde hep ilgilenmişimdir. Birçoğuyla ilgili yazılar kaleme almışımdır, bazılarının kitaplarının yayınlanmasını sağlamışımdır. Bu nedenle eşim Sevda Kabadayı, ”Sen
hemen emekli ol da bir huzurevi açalım, müdürlüğünü yaparsın,” diye hep takılmıştır bana. Bu devasa önemli bir sorun, kişisel çabalarla değil, örgütsel ve kurumsal müdahaleyle çözülebilir ancak. Sosyalist ülkelerde zaten böyle bir sorun ortadan kaldırılmıştır. Esas çözüm oradadır.
Sıtkı Öner Ağabey’in 12 Eylül sonrası politik serüveninden 1992’ye kadar olan dönemden bahsetmiştim. Daha sonraki döneme dair de özet bilgi vermekte yarar var. Kişisel notlarından ve biriktirdiği yayınlardan anlaşıldığına göre 1996’da ÖDP çalışmalarına katılır. Çankaya ilçe örgütündeki faaliyetlerden biri de POL-DER süreciyle ilgili verdiği konferanstır. O dönemden kalan birkaç yazışmasından anlaşıldığına göre, örgütsel işleyişle ilgili yanlış bulduğu durumları ve yanlış yaptığını düşündüğü kişileri yazdığı dilekçelerle ÖDP’nin ilgili organlarına bildirdiği anlaşılmaktadır. 2001’den sonra ÖDP’den koptuğu anlaşılan Sıtkı Ağabey, 2003’ten itibaren TKP’ye katılır. Deneyimlerini, siyasal birikimlerini TKP’nin çalışmalarına aktarır.
Bu dönemde kaleme aldığı iki dörtlük şöyle:
“İçelim bu badeyi sosyalistler şerefine
Örgütlülüğümüz güçlenerek erişmeli hedefine
Güçlenerek dur diyelim kapitalist faşist
gidişine
Erişelim toplumsal örgütlülüğün keyfine
Öner’i lütfen dinleyin
Tüm kötülükleri dışlayın
Düşünceyi yönlendirin
Doğruluğun hedefine”
Onun yazılı belgeleri arasında dilekçeleri ağır basmaktadır. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kimi yanlış uygulamalarıyla ilgili itiraz dilekçeleri dikkat çekmektedir. 2005’te, o yıllarda evli olduğum Zübeyde Kabadayı’nın – Divriğili olduğundan - devreye girmesiyle yerleştirdiğimiz Dikmen Sokullu’da bulunan Divriği Konukevi’nde yaşadığı sorunlarla ilgili yazdıkları da, ne kadar hassas olduğunu göstermektedir. Daha sonra DİSK Genel-İş’in misafirhanesinde Candan Er arkadaşımızın aracılığıyla bir süre kalan Sıtkı Ağabey, haklı olduğu noktalar yanında huysuzluğu nedeniyle de bir yerde uzun süreli kalamıyordu. Batıkent’te tuttuğumuz evden sonra Natoyolu’nda tuttuğumuz evde ölünceye kadar yaşadı, sanıyorum en uzun süreli kaldığı ev burası oldu.
Mayıs 2017’de Natoyolu’ndaki evde yere düşerek beyin kanaması geçirdiği anlaşılan Sıtkı Öner Ağabey’i, kardeşi Fevziye ve eniştesi Hüseyin Akbulut Ankara Hastanesi’ne yetiştirirler. Burada ameliyat edilir ama geç kalındığı için yoğun bakımda bir ay kadar tedavi görmesine karşın ayağa kalkamaz. 7 Haziran 2017’de kaybettiğimiz Sıtkı Ağabey’i Karşıyaka Mezarlığı’nda bir avuç insanla yıldızlara uğurladık. Ailesinden Fevziye-Hüseyin Akbulut gibi birkaç kişi yanında Yusuf Şaylan,
Hüseyin Ozan Uyumlu, Zübeyde Erdoğan, Coşkun Gök, Candan Er, Süleyman Hamarat, Ali Rıza Cihan, Yıldırım Ünal vd. dostları olarak mezarı başında şiirler okuyup anılarından ve düşüncelerinden söz eden konuşmalar yaparak toprağa teslim ettik.
Onun siyası anılarından ve düşünsel birikimlerinden, özellikle POL-DER deneyiminden, güvenlik emekçileri başta olmak üzere gelecek kuşağımızın yararlanmalarını diliyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder