30 Haziran 2017 Cuma

SİVAS KATLİAMI ODAĞINDA SAVAŞ VE KATLİAMLARA KARŞI AZİZ NESİN AYDINLIĞINDA OLMAK



Müslüm Kabadayı

                            
Canlı olmak, biyolojik olarak varlığını sürdürmek için mücadele etmek demektir aynı zamanda. Bitkiler, hayvanlar ve insan türlerinin canlı olarak varlıklarını sürdürmelerinde kendi doğalarını belirleyen temel unsur beslenme olduğuna göre, doğrudan toprak, hava, güneş gibi besin kaynaklarını kullanan bitkiler, tam doğal beslenme zincirinde yer alırlar. Hayvanlardan solucan vb. dışındakiler bitkiler yanında diğer hayvanları ve insanları yiyerek beslenirler. İnsan türüyse hem bitkiler ve hayvanları, canileştiği durumlarda da diğer insanları yiyerek yaşamını devam ettirir. Bilindiği üzere canlıların tümü için geçerli olan bir beslenme-ısı dengesini sağlayan kanunu 1930’lu yıllarda Max Kleiber, “Metabolizma, kütlenin dörtte üçüncü kuvvetine eşittir.” biçiminde ifade etmiştir.[1] Beslenmenin tüm canlılar için yaşamlarını sürdürmenin temel dayanağı olarak, yapı taşını oluşturan proteinlerle enzimiyle bunu gerçekleştirirler. Canlılarda, 20 farklı amino asidi vardır. Proteinler, zincir benzeri moleküller halinde bir araya getirilmiş farklı amino asit kombinasyonlarından meydana gelir. Amino asitler de, esas olarak karbon, oksijen, hidrojen ve azottan oluşur.
Canlıların evriminde insan türünün farklılaştığı ve zamanla yaşadığı doğayı değiştirme-yeniden biçimlendirme, yönetme yeteneğini de geliştiren temel organ beyindir. Beynin, ateşin et başta olmak üzere besinlerin pişirilerek yenilmesinde kullanılmasıyla birlikte hem hacim olarak büyüdüğü hem de nöron sayısının ve ağlarının arttığı bilinmektedir. Homo Sapiens Sapiens döneminde insan beyninin gelişimi hız bakımından da katlanarak artmaya başlamıştır. 1956’da John McCarthy tarafından kullanılan “yapay zekâ”nın günümüzde “yapay süperzekâ” aşamasına gelmesiyle insanlığı, dünyayı, belki başka gezegenleri daha yaşanabilir kılmayla yok etme arasında salınan bir ikilem aşamasına sıçramaktadır.

Şimdi şu soru hemen akla gelebilir: Bu anlatılanların katliam-savaş ve Sivas kıyınıyla ne ilgisi olabilir? “Niye olmasın?” diyerek estirmeden yanıt vermekten öte, insanın milyonlarca yıllık biyolojik evriminde, diğer canlılardan farklı olarak bir kültürel evrim de geçirmekte oluşunu sağlayan temel organın beyin olduğuna dikkat çekmek için böyle bir giriş yaptığımı belirtmeliyim.

İnsan beyninin nasıl çalıştığı, belleğin nasıl oluştuğu, dil yeteneğinin gelişmesiyle belleğin yeni nesillere biyolojik evrim yanında kültürel evrimle nasıl aktarıldığına dair yapılan bilimsel çalışmalar, Marksizmin 19. yüzyılda geliştirdiği doğa ve toplum-insan üzerine felsefeyi, insanın dünyayı yorumlamak çabasından değiştirme eylemliliğine geçiş gücüne daha zengin veriler sunmaktadır. Konuyla bağlantılı olarak insanın kişilik ve bilinç geliştirme süreçlerine özce değinmekte yarar görüyorum.

İnsan yaşamının, önceki süreçlerden çok farklı bir sıçrama yaptığı tarım devrimi, yaklaşık 12 bin yıllık bir sınıflı toplumlar sürecini de tetiklemiştir. Avcı-toplayıcılıktan yarı avcı-toplayıcılığa, oradan da yerleşik yaşamın kök saldığı tarım devrimine geçişin coğrafyası olan verimli hilalde yapılan araştırma ve incelemeler, bugün insanın kişilik geliştirme özelliklerinin eski örnekleri olarak ele alınmaktadır. Bilimsel çalışmalar göstermektedir ki insanın kişilik özelliklerinin % 50’si genetik kökenlidir. Diğer yarısı da toplumsallaşma ve öğrenme süreçleriyle biçimlenmektedir. Kişiliklerin farklılaşmasıyla ilgili çalışmalardan birini yapan evrimsel psikolog, bilişsel bilimci ve popüler bilim yazarı Steven Pinker, “Zihin Nasıl Çalışır?” adlı kitabında şöyle betimlemektedir: 

“Kişilikler en az beş temel biçimde farklılık gösterir: Bir insanın sokulgan ya da çekingen olması (dışadönüklük-içedönüklük), bir insanın sürekli kaygılanması ya da sakin ve kendinden emin olması (nevrotiklik-dengelilik), bir insanın kibar ve güven dolu ya da kaba ve kuşkucu olması (anlaşılabilirlik-çatışmacılık), bir insanın özenli ya da özensiz olması (vicdanlılık-vicdansızlık) ve bir insanın cesur ya da uyumlu olması (açık olma-açık olmama).”[2]

İnsan topluluklarının komünler halinde yaşadığı, özel mülkiyet yerine toplumsal mülkiyetin hakim olduğu insanlık tarihinin en uzun döneminde küçük çapta şiddet olaylarına, cinayetlere rastlanmakla birlikte katliam ya da savaşlar söz konusu değildir. Doğa-insan ilişkilerinin, doğadaki yaşamsal zorlukları komün halinde aşma mücadelesinin egemen olduğu bu dönemde, insanların sıcak ve ılıman ormanlarda yaşadığı (alt), balık üretiminin yapıldığı (orta) ve ok ile yayın bulunduğu (yukarı) aşamalardan geçtiği bilinmektedir. Dolayısıyla bu dönemde insan kişiliğine egemen olan özelliklerin, yukarıdaki beş temel özellikten ilklerinin olduğu söylenebilir. Stevn Pinker’in betimlediği beş temel biçimden “anlaşılabilirlik-çatışmacılık”la “vicdanlılık-vicdansızlık”, insanın şiddet eğiliminin zıtlıklar açısından nasıl gelişebileceğine de açıklık getiriyor. Bu açıdan bakıldığında belgelenebilen tarih öncesi bireysel şiddet eylemlerine en eski örneklerden biri, İspanya’da bulunan 430 bin yıllık cinayet kurbanıdır. Katliam ya da savaşların nedeni, tarım devrimiyle üretim aşamasına geçmiş toplulukların başkalarına ait bölgeleri, depolanan ürünleri ele geçirmek amacından kaynaklandığı belirtilir. Daha gelişkin ve yerleşik toplulukların döneminde başladığı vurgulanır. Oysa “Kenya’nın Turkana Gölü’nün batısındaki Nataruk’ta bulunan şiddete uğramış iskeletler, yerleşik hayata geçen toplumların sayısı artmadan çok önce, göçebe insanların arasında bu türden zalim olayların yaşandığına dair iç karartıcı bir kanıt olarak görülüyor.”[3] Yaklaşık 10 bin yıl önce gerçekleşen bu katliamın nedenlerinden ikisi, yani su kaynağı, kurtulmuş et ve balıkla toplanan yemişler, yerleşik toplulukların savaşlarının gerekçeleri arasında sayılabilir.  Üretim araçlarını, ürünü ve üretim bölgesini ele geçirme amacıyla yaşanan katliam ve savaşlar yanında, başka nedenle gerçekleşenlerin de görüldüğünü Glowacki, aynı haber metninde şöyle dile getiriyor:  “Örneğin Yeni Gine’de bol miktarda kaynak ve toprak olsa da eskiden beri kabile ve statü dinamikleri nedeniyle çok şiddetli savaşlar olduğunu görüyorsunuz.” 

İnsanın şiddet gösterme eğiliminin, şempanzelerde olduğunu biliyoruz. Ancak, bu eğilimin insan türünde baskın hale gelmesinin, insan yaşamını kitlesel ve doğayı kütlesel olarak tehdit etme aşamasına sıçramasının temelleri, komünal yaşamın ve anaerkil dönemin sonlandığı koşullarda aranmalıdır. Sömürünün sistemleştiği köleci toplumla yaygınlaşan katliam ve savaşlar, feodal toplum döneminde kıtaları aşmış; kapitalist toplum döneminde büyük savaşlar, hatta I. Ve II. Dünya Paylaşım Savaşları gerçekleşmiş; günümüzde de nükleer ve siber savaş tehlikesiyle insanlığın, Dünya’nın sonunu getirecek bir boyut kazanmıştır. Kapitalizmin egemen olduğu dönemde yaşayan önemli katliamlara baktığımızda, şiddet ve savaşın ekonomi politiğini anlamak kolaylaşmaktadır. Farklı coğrafyalardan birkaç örnekle bunu somutlamak isterim.

ABD'nin güney eyaletlerinde 1865’te kurulan Ku Klux Klan örgütüAmerikan İç Savaşı’nın ardından tüm ülkede kaldırılan siyahi köleliğine karşı çıkmıştır. Teşkilat, siyahı ırka mensup insanların ölmesi veya beyaz ırkın refahı için çalışması gerektiğini savunmuştur. Katliamlar yapmıştır. Ne yazık ki zayıflamış olsa da bugün varlığını sürdürebilmektedir. Aynı dönemde Kafkaslar’da yaşayan Çerkezlere karşı katliam ve sürgün politikası (1864) Rus egemenleri tarafından uygulanmıştır. I. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Osmanlı egemenleri, Ermenilere katliam uygulamış ve tehcir etmiştir; Ermeni ırkçıların da egemen oldukları bölgelerde yaşayan Türk ve Kürtlere uyguladıkları kıyımlar söz konusudur. II. Dünya Paylaşım Savaşı’nda Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırımda 5 milyonu aşkın insan ölmüştür. ABD’nin Vietnam’da uyguladığı katliamlar, Bertrand Russell'ın önderliğinde kurulan “Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi” tarafından yargılanmıştır. Yıllarca Belçika'nın sömürgesi olan Ruanda'da iktidarı ele geçiren Hutular, Tutsilere karşı ayrımcılık ve soykırım yapmaya başlamıştır. Bunun sonucunda 800.000 kadar insan yaşamını yitirmiştir. 1988’de Irak’taki Saddam rejimi, Halepçe’de zehirli gazla Kürtlere katliam uygulamıştır.  Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Hollandalı askerlerin denetimindeki bir kampta Sırp ırkçılar tarafından gerçekleştirilen Srebrenitsa Katliamı Boşnaklara yapılmıştır. Çin’de Uygurlara, Myanmar ile Sri Lanka'da Budistler tarafından Müslüman topluluklara uygulanan katliamlar…  Saymakla bitmeyecek kadar çok katliam örnekleri var.

                             Dikkat edilirse bu katliamların etnik-milliyet, dinsel-inanç, kabilecilik-bölgecilik çatışmaları üzerinden gerçekleştirildiği görülüyor. Her birinin kendine özgü ekonomi politiği yanında ortak noktası şudur: Bir devletin, bir sınıfın, bir ulusun-kabilenin, bir dinin-mezhebin egemenlik alanını korumak ya da geliştirmek amacıyla “tehlike” gördüğü başka bir topluluğu zayıflatma, yok etme isteğidir. İşte tam bu noktada “Sivas Madımak Katliamının temel niteliği ve ekonomi politiği nedir?” sorusuna açıklık getirmek gerekir.

                 2 Temmuz 1993’te 33 aydın ve sanatçının,  2 de otel çalışanının katledildiği Sivas kıyımının iki temel özelliği dikkat çekmektedir. Türkiye sermaye sınıfı, 1989 Bahar eylemleri, Zonguldak’ta büyük madenci yürüyüşü, kamu emekçilerinin eylemleri, Petrol-İş başta olmak üzere işçi ve emekçi sendikalarının önderlerinin sınıf mücadelesini birleştirme çabaları, Kürt emekçi hareketinin yükselişi karşısında yaşadığı krizi aşmak istemektedir. Bunun için biçilmiş kaftan olan dinci gericiliğin güçlendirilmesine karar verilmiştir. 2 Temmuz katliamına giden süreç dikkatle incelendiğinde temel nedenlerden birinin bu olduğu anlaşılmaktadır. Bu katliamla iki şey hedeflenmiştir. Birincisi, orada yakılarak öldürülen aydınlar ve sanatçılar üzerinden topluma korku yayılmıştır. Böylece Türkiye aydının ve sanatçısının ilerici-direnişçi damarı kesilmek istenmiştir. Diğer yandan, Alevi-Sünni inanç ve kültüründen gelen insanların bir arada yaşadığı Sivas hedef seçilerek, mezhepler üzerinden toplumun dinselleştirilmesi, bu temelde kutuplaştırılması amaçlanmıştır. 2 Temmuz’dan üç gün sonra 5 Temmuz’da Erzincan’ın Kemaliye ilçesine bağlı Başbağlar köyünde 33 masum insanın katledilmesi ve bunun da “Sivas’ın öcünün alındığı” biçiminde PKK tarafından (Bu katliamı yapan Baran’ın daha sonradan PKK içindeki hesaplaşmada öldürülmesinde bu yanlışının da bedelini ödediği doğrultusunda yapılan açıklamalar, bu hareketin sorumluluğunu hiçbir zaman hafifletmez.) siyasallaştırılmasıyla bu amaç hasıl olmuştur. Böylece, Sivas katliamı sadece bir Alevi katliamıymış izlenimi yaratılmış ve Başbağlar katliamının gölgesine alınmak istenmiştir. Başbağlar katliamından Tunceli’nin Alevi köyleri sorumlu tutularak, hedef gösterilmiştir. İyi ki bunun farkına varan Başbağlar halkı, kendilerine jandarma tarafından dağıtılan silahları iade etmiş ve kışkırtmaya gelmemiştir. Egemen sınıf, ulus ve din siyasetinin emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin birbirine kırdırılması politikasının önüne geçmek bakımından ders alınması gereken bir durumdur.

                 Sivas katliamı sonrasında gerçekleşen politik süreç dikkatle incelendiğinde, bu katliamla salınan korku nedeniyle Alevi toplumundan dinci gericiliğe kadrolar devşirilmeye, Reha Çamuroğlu ve Fermani Altun gibi dilbazlar öne çıkarılmaya, İzzettin Doğan ve Cem Vakfı üzerinden de ehlileştirmeye ağırlık verilmiştir. Haksızlıklara, sömürüye, baskılara karşı yüzyıllarca direniş geliştirmiş Alevilerin haklarını vermek yaftasıyla çalıştaylar düzenlenmiş, yeni bir asimilasyon politikası sinsice uygulanmıştır. 

                 Sivas Madımak katliamıyla ilgili ayrıntılar, basın-yayın organlarında, internet sitelerinde, araştırma-inceleme kitaplarında, raporlarda geniş biçimde yer almaktadır. Burada dikkat çekmek istediğim önemli noktalardan biri, bir devlet organı olan Devlet Denetleme Kurulu’nun hazırladığı raporda yer alan şu bölümdür: “Bu nedenle, olayın ortaya çıkmasında, önlenememesinde ve soruşturulmasında/yargılanmasında Devlete terettüp eden ağır bir hizmet kusuru bulunmaktadır. Bu açıdan, Sivas olaylarında hem yönetsel hem de siyasal organları itibariyle olayın temas ettiği dönemin tüm Devlet ricali ile yaklaşımları, 37 kişinin ölümünden dolayı; en az kalabalıkları şuursuz hale getiren ve kolayca tahrike kapılan Sünni kolektif hafızaya ait bazı algı ve yaklaşımlar ile Sünni kolektif hafızanın tahrikine yol açtığı kanaati edinilen bazı davranışlar kadar sorumludur. Ne yazık ki, gerek kamu görevlileri ile ilgili etkin bir adli ve idari soruşturma ve yaptırım kapasitemizin olmaması gerekse siyasal sorumluluk algılaması ile ilgili yetersiz demokratik standartlarımız nedeniyle herkes “tüm suçu” kalabalıkların ve toplumun üzerine yıkma kolaycılığını tercih etmiştir. Sorumlulukların böyle bir perspektifte belirlenmesi; hiçbir şekilde oteli yakan ve 35 kişinin ölümüne yol açan kişilerin ve anlayışların suçunu hafifletmeye yönelik bir tavır olmayıp; tam aksine, Sivas olaylarında söz konusu kişiler ve anlayışlar dışında da faillerin ve sorumlulukların olduğu gerçeğinin kavranılmasına ve topluma bu gerçeğin gösterilmesine yönelik bir yaklaşımı ifade etmektedir.” [4]

2 Temmuz 1993’te Sivas Madımak Oteli’nde 33 aydın-sanatçının yakılarak katledildiği katliamın 24. yıldönümünde, yukarıdaki raporda vurgulanan bir gerçekliğin ayırdında olmayan, buna göre strateji ve taktik geliştiremeyen bir toplamdan söz etmek zorundayım.  İnsanlığın yüzkarası katliamlarından biri olmanın yanında Türkiye’de işçi-emekçi sınıf ve ezilen toplumsal dinamikler açısından kırılma noktası olan bir aydın kıyımıdır bu. Ondan sonra Türkiye aydınlanma mücadelesi, bir türlü beynini toparlayıp daha güçlü bir sesle, ışıkla kitleleri aydınlatmayı başaramamıştır; tersine emperyalizm dinci gericilik üzerinden daha derin bir iç olgu haline gelmiş, eğitimden günlük yaşama kadar dinselleştirme toplumu kuşatmıştır. Bu acı tablonun gerçek kara ressamlarını açığa çıkartmaya, amaçlarını anlaşılır kılmaya, strateji ve taktiklerini boşa çıkartacak bir karşı-stratejiyi oluşturmaya yönelik enerjimizi odaklamamız gerekiyor. Çünkü, Türkiye solunun önemli bir bölümü, bu katliamı Alevilere yönelik olmakla sınırlandırıyor. Dönemin özelliklerini, aynı dönemde gerçekleşen Başbağlar katliamının ne anlama geldiğini, sonrasında gerçekleşenlerle bağıntısını kurmadan değerlendirmeler yapıyorlar. Bu katliam üzerinden korkutularak ehlileştirilen Alevilerin, onlarca kurulan vakıf, derneklerin AKP düzeniyle, emperyalizmin maşası Fetullah Gülen hareketiyle nasıl ilişkiye girdiklerini, bu katliamla amaçlananlardan birinin bu olduğunu fark etmiyorlar. Alevilik-Sünnilik üzerinden geniş kitlelerde yaratılan kutuplaşmanın, katliam karşısında ortak tavır alma duyarlığını nasıl geri çektiğini görmüyorlar.  

                 Tekrar Aziz Nesin’e dönecek olursam; “Ömrüne Sığmayan Adam” olarak tarihe geçen, düşündüğü kadar eylemle bunları yaşama geçiren aydın-sanatçımızın şahsında, 2 Temmuz Sivas katliamının bir başka yönüne de değinmek istiyorum. Oğlu Ahmet Nesin’in birkaç kez dile getirdiği üzere Sivas katliamının sermaye sınıfının ilgili güçleri tarafından planlı biçimde gerçekleştirildiğini, bu planın önünü açanlardan birinin de Doğu Perinçek olduğunu görüyoruz. Ahmet Nesin ve Onbinler hareketinde yer almış başkalarının açıkladıklarına göre, Perinçek tarafından Aziz Nesin’in bilgisi olmadan Aydınlık gazetesinde Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri kitabının tefrika edilmesiyle istihbarat örgütlerinin yönlendirdiği tarikat-cemaatler üzerinden Aziz Nesin’e karşı bir linç kampanyasının sürdürüldüğü bilinmektedir. Bu çok önemlidir ve aydın aklın titizlikle üzerinde durması gereken bir noktadır. Çünkü, Dünya’da sınıf mücadelesinin sürdüğü her yerde ve her dönemde olduğu üzere sermaye sınıfının bütün örgütleriyle solun içine, özellikle devrimci hareketlere, işçi sınıfı partilerine, sendikalarına, DKÖ’lerine sızma ve yönlendirme, provokasyon hazırlama bakımından Türkiye solunun, özellikle sosyalist solun pek de başarılı bir sınav verdiği söylenemez.

                 Bu süreci Aziz Nesin’in görmediğini, okuyamadığını düşünmüyorum. 50 yılı aşan siyasi deneyimine karşın Aziz Nesin’in, Pir Sultan Abdal Şenliklerine katılanların büyük çoğunluğunun yanıldığı nokta şudur: O dönemde SHP-DYP Hükümeti vardır. Başbakan, “Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir.”  Şeklinde yüzkarası açıklama yapan Tansu Çiller’dir. Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’dür,  İçişleri Bakanı DYP’den Mehmet Gazioğlu, Kültür Bakanı da SHP’den Fikri Sağlar’dır. İşin ilginç yanı bu etkinliği düzenleyen, sanatçı ve aydınları davet eden de Sivas Valiliği’dir. Etkinlikler sırasında dikilecek “ozanlar heykeli” yerine Banaz’a dikilmesi gereken Pir Sultan Abdal heykelini gönderen de Kültür Bakanlığı’dır.  Şimdi, tüm veriler ışığında Aziz Nesin başta olmak üzere etkinliğe katılan aydın-sanatçıların, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yönetiminin zaafa düştüğü nokta açığa çıkmaktadır: SHP’nin hükümette olmasına duyulan güven. Aynı zaafı, 24 Aralık 1978’de gerçekleşen Maraş katliamında hükümette CHP’nin olmasına duyulan güvende görebiliriz.
Bizzat bir devlet kurulu olan DDK’nin raporu, devletin sorumluluğunun altını çizme gereği duyarken, o dönemde İçişleri Bakanı olan Mehmet Gazioğlu başta olmak üzere, dönemin Sivas Valisi Ahmet Karabilgin, Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu, Emniyet Müdürü Doğukan Öner ve İl Jandarma Komutanından hiç hesap sorulmamıştır. Otelde mahsur kalma aşamasında Erdal İnönü’yü haberdar edenler, sonradan bunun hesabını ne İnönü’ye ne de SHP’ye dava açarak ve siyaseten sormadılar. Burada, sermaye devletinin uygulamaya koyduğu bir katliamın tüm aktörlerinin hangi rolleri üstlendiği apaçık görülmektedir; en önemlisi de bu rolde SHP’nin konumu bilince çıkarılamamıştır. Türkiye sosyalist hareketinin, aydın-sanatçılarının, bu arada Alevi örgütlerinin önemli bir bölümü bu bilinçle mücadele etmenin strateji ve taktiklerini başarılı biçimde işçi ve emekçi sınıfların önüne koyamamışlardır. Bu bilinci kazanan tekil örneklerin, örgütlerin de etkili olamadığı ortadadır.
                 Aziz Nesin, katliamdan kısa süre önce TGRT’ye verdiği röportajda, Aydınlık’ta Şeytan Ayetleri’nin yayınlanmasından ön bilgisinin olmadığını belirttikten sonra “düşünce özgürlüğü” açısından bu kitaba konan yasağa karşı çıktığı için çevirtip kitap şeklinde yayınlamayı bir aydın namusu olarak düşündüğünü açıklamıştır. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta şudur: Aziz Nesin, namuslu bir aydın olarak kendi çizgisinde tutarlı bir tavır sergilemiştir ama siyaseten zamanlama ve mekan bakımından uyanık bir yol izlememiştir. Sivas gibi tarihte hep dinsel ve etnik temelde ayrılıkların düşmanlaştırma politikalarıyla katliamlara dönüştürüldüğü bir yerde yapılacak etkinlikler öncesinde cehennemin parke taşlarının nasıl döşendiğini görecek politik yetkinlikte olmaması, sol-sosyalist aydınların gidermeleri gereken bir eksiklik olarak bugün de önümüzde durmaktadır.
                      Sivas Madımak katliamı odağında, yeni katliamların gerçekleşmesinin önüne geçmenin kültür atmosferini yaratmak zorundayız. Bunun için izlenmesi gereken temel politikaları şöyle özetleyebilirim.

·         Ülkeleri yağmalama, emekçi halkları sömürme, giderek savaş ve katliamlara başvurma gibi insanlık dışı uygulamalara başvuran emperyal devletlere, sermayeye ve çok uluslu şirketlere karşı ortak mücadele etme duyarlığı ve bilinci geliştirmek.
·         Toplumun tüm kesimlerinde kendini etnik, ulusal, dinsel, mezhepsel açıdan başka kesimlere dayatma politikalarının önüne geçecek “İnsan” olma bilincini kazandırmak.
·         Eğitim başta olmak üzere kamusal alanda ırkçı, din-mezhep ayrımcı politikalara son vermek. Bunun yerine farklı kültürlerden gelen topluluk veya tekil insanların yaşam biçimlerine saygı gösteren, ortak yaşama bilincini kazandıran eğitim ve kültür politikalarını uygulamak.
·         İnsan beyninin özveri, paylaşma, dayanışma duygu ve bilinç durumlarını güçlendirecek bir eğitim ve sağlık ortamı hazırlamak.
·         Bilim ve sanatın, yaşamı güzelleştiren estetik ve yaşamı anlamlı kılan etik kazanımlarını toplumun tüm hücrelerine, insanın tüm dokularına kadar yaygınlaştırmak.

Bunları gerçekleştirecek tüm toplumsal dinamikleri şimdiden selamlarken, 2 Temmuz’da yitirdiğimiz tüm aydın ve sanatçılarımızın şahsında tüm savaş ve katliamlarda kaybettiğimiz insanları saygıyla anıyorum. Hiçbir katliam ve savaşa meşruiyet tanınmayacak bir toplumsal yaşam biçiminin egemen olacağı eşit ve özgür bir toplumun kurulmasını diliyorum.




[1] http://www.evrimagaci.org/fotograf/54/5565
[2] http://www.insanbu.com/Kitap-Haberleri/462-zihin-nasil-calisir-freud-ensest-odip-karmasasi-evrim-ustune
[3] http://dusunbil.com/eski-caglardan-acimasiz-bir-katliam-en-eski-savas-kaniti-olabilir/
[4]http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/94607/_Madimak__raporu_aciklandi__Devlet_agir_kusurlu.html

Hiç yorum yok: