31 Mayıs 2008 Cumartesi

Ahmet Türk'ün İstifası







Hasan Bildirici

Tarih: 31 Mayıs 2008 Cumartesi

Ahmet Türk, DTP Grup Başkanlığından istifa etti. İstifa, Kürt ve Türk basınında çeşitli yorumlara neden oldu. Ahmet Türk’ün rahatsızlıklarını herhangi bir DTP’liye sorma ihtiyacı hissetmedim. Yirmi yıldır tanıdığım Ahmet Türk’ün rahatsızlıklarını ve siyaset çizgisini herkes kadar ben de biliyorum.

PKK, bir işçi-köylü partisi olarak doğdu. Bağımsız ve kendisine ait bir ekonomisi olmayan Kürdistan işçilerinin partisi olma iddiasındaydı. İşçilerden çok yoksul Kürt köylülüğü akın etti PKK’ye. PKK’nin en güçlü olduğu dönemlerinde Kürtlük özlemi ve direnci olan Kürt bey, Ağa ve zenginleri de PKK ile yakınlaştı.

Normal olan, yapılması gereken, ulusun çeşitli katmanlarının kendi partilerini kurmaları ve bu partilerin aldıkları oy veya güçleri oranında ortak ulusal mecliste, konseyde veya oluşumda kendilerini temsil etmeleriydi.

Fakat toprağının ismi dahi kabul edilmeyen, dili yasak olan Kürt ulusu normal hiçbir ulusa benzemiyordu. Bağımsız toprağı, bağımsız yönetimi olmadığı için bağımsız sınıfları da yoktu. İşçisi, Türk işçileriyle, İslamcısı Türk İslamcılarıyla, liberalleri Türk liberalleriyle, zengini Türk zenginiyle benzeşiyordu.

Kavganın, çekişmenin, farklılığın özeti buydu.

Bağımsızlık söylemiyle yola çıkan PKK’nin, mücadeleyi, Türk demokrat ve solcularıyla demokratik ortak bir vatan kurma mücadelesine getirip dayatması bu yargımızı anlatıyor.

AKP’nin Kürt İslamcılarından aldığı oy bu yargımızı başka bir şekilde doğruluyor.

Bir de köy koruculuğu yapan aşiretler var; onlar da Türk ordusuyla hareket ediyor.

Dört parçaya bölünmüş ve en dinamik güçlerini sömürgeciliğe kaptırmış Kürt ulusunun durumu bu.
Ahmet Türk, Kürt sorununun çözümünü Ankara’da arayan zengin Kürtler sınıfına dahil. Kimyasının özünde bir işçi ve köylü partisi olan PKK ile uyuşmazlık var. Fakat bu uyuşmazlık yıllarca ertelenirdi. Geçiştirilirdi. Bu birlikteliğin uzun sürmesinde Ahmet Türk’ün siyaset terbiyesi ve uzlaşmacı tutumunun payı büyük.

Türk basınında Ahmet Türk’ün istifasına ilişkin yapılmış yorumları izlemeye çalıştım. Türk basını Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’ların geri plana itilmesinden rahatsız. Keşke bu rahatsızlıkları Kürt sorununa ilişkin adil bir çözüm içerseydi.

PKK eleştirisi ayrı bir konu, fakat zenginliğin ve burjuva karakterinin iktidara ve güce yakın durma gibi bir özelliği var. Güç neredeyse onlar oradadır. Bu sınıf özellikleri daha az gelişmiş Kürtler için daha çok böyledir. Kürt zengin sınıfı ne yazık ki, vatan ve devlet kurmuş başka ulusların burjuva sınıflarının çok gerisindedir.

Ahmet Türk, daha ileri Kürdistan talepleri dile getirerek istifa etmiş olsaydı yorumumuz daha farklı olacaktı. Fakat durum böyle değil. Ahmet Türk, Kürt sorununun Ankara çözümüne en yatkın olan siyasetçilerimizdendir.

Kürt sorununun çözümünü Ankara’da aramak, Ankara ile ortak hareket etmeyi istemek ayıp bir siyaset değil. Eğer Kürt sorununun çözümü oradan çıkacaksa, Ankara Kürtleri kendi kimlikleri, güvenlikleri, onur ve haysiyetleriyle kendi eşit vatandaşları sayacaksa, fark etmez, varsın çözüm Ankara’da olsun.

Fakat 20 yıldır aynı şeyleri savunduğu halde bir arpa boyu yol alamayan Kürt siyasetçilerine de bizlerin şu soruyu sorma hakkımız var:

“Ne zamana kadar?”

Ahmet Türk’ün istifasını sadece sınıf karakteriyle de açıklamak olanaklı değil. PKK şu anda uluslar arası bir şiddet operasyonu altındadır. Operasyon sadece savaş uçakları ve kara birlikleriyle sürmüyor. PKK’ye yakın kaynaklara, olanaklara ve destekleyenlere yönelik de gizli veya açık operasyonlar var.

Barzani’lerin Ahmet Türk ile görüşmek istememesi; Ahmet Türk’ten PKK ile araya mesafe koymasının istenmesi şeklinde yorumlanamaz mı?Bu baskının, PKK desteği ile meclise girmiş veya belediye başkanı olmuş diğerleri üzerinde de sürdürülme ihtimali var.

Bir dönem PKK’ye yakın olmuş şimdiyse PKK’yi eleştiren siyasetçilerimiz var. Eleştirmek, tartışmak her şeyden çok Kürt siyasetçilerin hakkı. Keşke bu şahsiyetler daha Kürdistani taleplerle kendi partilerini kursalar. Böyle bir davranış Kürt duygu ve düşüncesinde eminim önemli değişikliklere ve zenginliklere neden olacak. Fakat öyle yapamıyorlar. Birbirlerine uzaktan pas atan Kürt siyasetçilerin dördünün bir araya gelmesinin ne kadar zor olduğunu yakından biliyorum...

Benim PKK’ye ilişkin yargı ve düşüncem nettir. PKK, savaşçı, yurtsever bir Kürt hareketidir. İnanılmaz bir direnişçi karaktere sahiptir. Direniş ölçüleri çok zekicedir.

Fakat PKK aynı zamanda zekice direniş özelliklerini siyasete aktaramamış, Türk devletini sıkıştıracağı noktalarda geri çekilmiş, gerekeli olmadığı zamanlarda aşırı ileri fırlamış ve en son Kürt ulusal mücadelesinin taleplerini Türk devlet yetkililerini dahi şaşırtacak noktalara çekmiş bir harekettir.

Direnişte zeki, siyasette geri olmak bir Kürt ulusal karakteridir.

PKK’nin bu özelliğini anladık. Hatta başka özelliklerini de anladık. Örneğin ne kadar değiştim dese de değişmezlik özelliklerini... PKK’yi feshedip yeniden PKK kurmaları değişimelerinin ne kadar güç olduğunu anlatmaya yetmiyor mu?

Buna rağmen PKK’den ısrarla değişmesini istemek ve ayrıca başka Kürt sınıflarının da bedel ve taleplerini üstlenmesini istemek pek gerçekçi değil.

Böyle bir ulus, böyle bir ulusal mücadele, böyle bir işçi partisi örneği yok...

Kürdistan kavgası sürdürülüyorsa her sınıf kendi bedelini ödeyecektir.

Ben bir gazeteciyim. Toplumun çeşitli kesimleriyle önyargısız ilişkilerim var. PKK’yi dar, siyaset bilmez, siyasetten ve diplomasiden anlamaz şeklinde eleştiren Kürt siyasetçilerinden toplumun bir ricası var: Bu ricaya ben de katılıyorum.

Bu darlığı, bu karmaşayı, bu geriliği, bu kafa karışıklığını ortadan kaldırmak ve Kürt zengin sınıfının gücünü görmek için bir parti kurulsun ve nasıl bir Kürdistan öngörüldüğü kamuoyuna açıklansın...

********

Not: Avrupa veya dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan arkadaşlardan ilgi duyanlar, "Dönüşü Olmayan Yol"
adlı romanımı isim ve adres bildirerek benden isteyebilirler...

saygılarımla...

bildiricihasan@hotmail.com

http://www.kurdistan-post.org/

30 Mayıs 2008 Cuma

CEPHEDE EBU NİDAL


Faiz CEBİROĞLU

Bombalar yağıyor.
Bir çocuk ölüyor.
Bir anne ölüyor.

Cephede
Ebu Nidal.
Yaralanmış.
Aldırmıyor.
“Nidal!..” Nidal!..”
Bağırıyor!..
Kurtuluşun sebili
Budur.
Haykırıyor!..

Bombalar yağıyor.
Yakıyor.
Bir anne daha ölecek
Bir çocuk daha ölecek...

Ebu Nidal
Cephede.
Yaralanmış.
Bombalara aldırmıyor.
Çoğalıyor.
Ordu ordu
Takım takım...

Ebu Nidal
Cephede.
Direnerek yaşıyor!..

Lübnan, 1983.

29 Mayıs 2008 Perşembe

DEVEYE SORMUŞLAR


Turgut Koçak


Deveye sormuşlar “neren eğri?”

Deve yanıtlamış;

“Nerem doğru ki?..”


Daha önce sayısız kez yazdık. AKP’nin önde gelenlerinin zengin olmak için her yolu kendilerine hak gördüklerine yönelik ağır eleştiriler getirdik. Bizim bu eleştirilerimizin AKP ve yöneticileri üzerinde tüy kadar bir etkisinin olduğunu asla sanmıyoruz. Vurgun vuranların yanına kâr kaldığı ülkemizde bizim eleştirilerimizin ne hükmü olabilirdi ki? Bu tür eleştirilere koskoca maliye bakanı eğilecek değildi ya güler geçer olur biterdi. O da öyle yapıyordu. Gülüp geçmekle kalmıyor hatta pişkin pişkin bir güzel de sırıtıyordu. Sonra mı? sonrası belliydi. Başta kendi oğlu olmak üzere diğer bakan beylerin çocukları kazandıkça kazanıyor, her geçen gün dünyalıklarının üstüne yeni dünyalıklar koyuyorlardı. Bu beylere kazanç öyle tatlı gelmiş öyle tatlı gelmişti ki? Abdullah Gül’ün oğlu bile kendisini Ticaret ve Sanayi Odası’na yazdırarak gelecekte ne olacağını şimdiden belli ediyordu.

Vurgun öyle gizli kapaklı da yapılmıyordu artık. AKP hükümeti işbaşına geldiği günden bu yana ihaleler deve yapılıp yandaşlara dağıtılıyor, birilerinin “yürü ya kulum” yürüyüşüne yardım üstüne yardım ediliyordu. Salt bu yüzden, bu hükümet tarafından sayısız kez değiştirilen ihale yasası bile bunun en açık örneğiydi. Türkiye’de kanıksadığımız yolsuzlukların haddi hesabı belirsizdi. Bunların kitabına uydurulmuş olmasının da hiç mi hiç önemi yoktu. Çünkü ortada dönen akıl almaz dolaplar söz konusuydu. AKP işbaşına geldiği günden bu yana el konulan şirketlerin özellikle de medya alanındaki şirketlerin nasıl deve edildiğine dağdaki çoban bile tanıktı. En son ATV ve Sabah Grubu’nun yandaşlara hangi hilelerle lokma yapılıp sunulduğunu gözlerimizle görmüştük. Bunlara bankaların verdiği kredilerin usulsüzlüğü ise ayrı bir konuydu. Herhangi bir yurttaşın küçük bir meblağ için kredi istemini kılı kırk yararak araştıran bankaların, iş; AKP’li yandaş ve akrabalara gelince değişiyor, ipoteğe bile gerek görülmeksizin işler bitiriliyordu. Yani burada birilerinin sözü (ne ifade ediyorsa) ipotek yerine geçiyor, ilgili alıcılar kendilerinin olmayan paralarla gazeteler, televizyonlar satın alıyorlardı. Öyle ki son Sabah –ATV Grubu’nun satışı bu nedenle dillere düşmüştü. Hatta işe bizzat karıştığı söylenen Recep Tayyip Erdoğan, ihaleye katılacak olan bir iş adamıyla görüşerek ihaleden çekilmesi için istekte bile bulunuyordu.

Dedik ya bunların yaptıklarını sayıya vurmanın olanağı bile kalmamış durumda. Say say bitirilemeyecek denli böylesi örnekleri uzatmak olası. Bunlar; takiyye yapmayı iyi bildikleri için bizim aklımıza gelmeyecek yolları bir bir bulup uyguluyorlar. Diyelim kendi yandaşlarından birine bir devlet ihalesi verecekler, ama bu yandaşın koşulları bu ihaleyi alacak durumda değil, o zaman da bir yolunu bularak bu yandaşı bu nimetten mahrum etmiyorlar. Yani durumu uygun bir şirkete ortak olmasını sağlayıp veriveriyorlar ihaleyi. Durup dururken hangi şirket böyle birini ortağı yapar demeyin, yapar hem de bal gibi yapar. Çünkü başka türlü iş alma olanağı olmayan bir şirket işsiz kalmaktansa böyle bir duruma razı olabilir. Daha da önemlisi bu isteğe evet demese asla ihale alamayacağını hemen her şirket bu AKP’lilerin sayesinde iyi öğrenmiş durumdalar.
Olaylar salt ekonomi alanında yaşanıyor sanmayın. Yaşamın her alanı AKP sayesinde böyle işliyor artık. Hukuk mu dediniz, herkese göre başka işlemeli, başka sonuçları olmalıdır. Başkaları için yaptırımlar getiriyorsa onlara göre; “şeriatın” kestiği parmak acımaz. Ama hukuk AKP ve yandaşları için bir şeyler söylemek gereği duyuyorsa işte o zaman kıyametler kopuyor. Demediklerini bırakmamanın yanında işi kurnazca egemenlik haklarının engellenmesi olarak niteleyip işin içinden çıkıyorlar. İlgili kişileri öylesine topa tutup hedef gösteriyorlar ki, sonuçlarını kestirmek bile olanaksız. Hedef gösterilen kişilerin yaşamını açıktan açığa tehlike altına giriyor. Yani AKP; son günlerde durmadan çoğunluktan söz eder oldu. Onlar sanıyorlar ki, çoğunluk oylarını biz aldığımıza göre her şeyi yapabiliriz. İşin püf noktası da burada. Azınlık olarak görülenlere her şeyin yapılacağını sananlara işin özünde anlatılacak çok şey var bize göre. Ancak dış güçlerin işbirlikçilerine bunları anlatmanın ne bir olanağı var ne de bu olası.

Skandal olacak şeyleri çok olağanmış gibi gerçekleştirenlerden ne umulabilir ki? Anayasa mahkemesi Başkan Yardımcısı’nın izlenmesini hepimiz okuduk, dinledik sonuç tıs yok. Hukuksuzluğa hukuktan bir ses mi yükseldi hemen AKP’den yanıtı hazır. “Dam üstünde saksağan”. Geriye ne kalıyor peki? Onu da biz tamamlayalım:

‘Vur beline kazmayı’

Nasıl beğendiniz mi?

AKP’nin ekenomiyi batırışını, hukuksuzluğun bayrağını göndere çekişini, zam üstüne zam bindirerek geniş emekçi yığınlara yaşamı dar edişini, ülkeyi yabancılara pazarlayışını, dinci gericiliği yaşam tarzına dönüştürme çabalarını sesizce izleyen ve kılını kıpırdatmayan çoğunluk; sahi siz kimin çoğunluğusunuz AKP’nin mi? Öyleyse çoğunluk moğunluk değil, mutlu azınlıksınız hem de dik alasından...

Son söz: AKP’ye soruyoruz: Nereniz eğri... Yanıtını da onlar versin artık değil mi?...

Y - Muhtıra






Abdulkadir Ulumaskan

Türkiye ekonomik alanda olmasada, siyasi yaşamda teknolojiyi alabildiğine kulanıyor.
Artık Türkiye’deki darbelere isim yetiştirmek zor. Askeri darbeler biçim ve yöntem değiştirmeye başlayınca, ardından E-darbeler dönemi geldi. Bunu da Hukuk darbeleri izledi. Şimdi de Y-darbe denilen ”yargıtay darbesi” gündemdedir. Aslında buna Y 3 darbesi demek gerekiyor. Y1, Anayasa Mahkemesinin 167 darbesi, Y2 Başavcılığın kapatma darbesi ve en son da Y3 diyebileceğimiz Yargıtayin bildiri darbesidir. A4 ise muhtemelen yoldadır. Türkiye cumhuriyeti artık adeta muhtıralarla yönetilen bir E-devlet haline gelmiştir.

1980 Askeri cuntasından sonra Türkiyede gündelikleşen darbelerin amacı; toplumda beliren mevcut demokratik gelişmelerin önünü kesmektir. Bu gibi durumlarda darbeler ortaya çıkmaya başlıyor. Ya da bazı odakların çıkarı tehlike konusu olduğunda darbe uğultuları yükselmeye başlar. Peki Türkiyede böyle demokratik bir eğilim mi başladı da darbeler tekrar gündeme geldi acaba ? Belki hayır, ancak Avrupa Birliğine giriş sözkonusu olunca ve AKP nin Kemalizme ihanet potansiyel endişesi buna neden olmuştur.


Yargıtayın son açıklaması, yani Y-muhtıra, AKP ve Erdoğan’ı kuyruğuna basılmış gibi bas bas bağırtıyor. Bundan Ak Partinin tümüyle köşeye kıstırıldığı anlaşılmaktadır.

Türkiye’de - sistem, hiyareşik yapısı gereği, yukardan aşağıya - darbeler birbirini izledi.

İlkin Genelkurmayın E-muhtırası, ardından Cumhuriyet Başsavcılığının Hukuk darbesi ve şimdi de Yargıtayın sözlü Y-darbesi… peş peş geldi.

Kamuoyu artık E, H ve Y darbelerini tartışıyor. Böyle giderse belkide tüm alfabe harflerinin bile yetmeyeceği bir rakamlı / harfli darbeler dönemine tanık olacaktır, Türkiye.

Harfler yetmeyince, bunların yanına rakamları koymak zorundayız.

Bu son Y-darbe ile ilgili Tayyip Erdoğan, belkide ilk defa iradesi dışında doğru bir şey söyledi. „Bu durumdan vazife çıkarmaktır.“ Diyerek.

Nedir durumdan vazife çıkarmak ? Tabi Erdoğan bu tespiti yaptı ama bunu açıklama cesareti göstermedi ve gösteremez de. Onun yerine olmasa da, ben biraz açılık getireyim. Demek oluyor ki; bu hukukun gereği değil, Kemalist bürokrasi ve ordunun talimatlarından kendi üzerine düşen vazifeyi çıkarmaktır. Yoksa yargının bildiri yayınlama hakkı ve yetkisi yoktur. Yargıçlar kararlarıyla konuşur, denir; bildirilerle değil.

Tüm bu harfli darbelerin tozu dumanı arasındaki tartışmalarda bir şey unutularak hukukun tarafsızlığı ya da bağımsızlığından bahsedilmektedir. Unutulan ise şudur:Türkiye’de hukuk, hiç bir zaman bağımsız olamadı ve bunun en önemli nedeni de, ordu ile bürokrasinin devlet içerisindeki yapılanmasındandır. Tükiyede ordu bilinen devlet yapısı içerisinde normal devlete bağlı bir kurum değil, tersine devletin üstünde ve onu kendisine bağlamış özel baş bir misyonu vardır.

Durum bu olunca, yargı ya da hukukun bağımsızlığından bahsedebilmek mümkün olamaz.
Yargının bağımsızlığından önce birey, toplum ve yargıçların beyinlerinin bağımlılıktan kurtulup, bağımsızlaşması, ya da bağımsızlaştırılması gerekir.

Paşa korkusu, eğitimi ve kültürüyle beyinlerinde ordunun inşaa edilmiş karakollarının yıkılarak özgür ve bağısız zihniyetlerin yetiştirilmesi ancak devleti ve yargıyı bağımsız kılabilir ve ondan sonra yargının bağımsızlığından bahs etmek mümkün olabilir.

Uygarlık, bağımsızlık, demokrasi ve hukuk, insanlığın askerileşmeden sivileşmeye doğru gitmesiyle mümkün olagelmiştir. HerhaldeTürkiye bunu askerileşmekle sağlayamaz.

Türkiye de hukukun üstünlüğü ve yargının bağımsızlığını isteyen ve savunan her kesin bu gerçeği gözardı etmemesi ve, tabi eğer göze alabiliyorlarsa, bununla mücadele etmesi gerekir. Yoksa Türkiyenin yakasını alfabetik ve rakamlı muhtıra ve darbelerden kurtarmasının imkanı olamaz. Bunu başarmanın yegane yolu ise, bazı bedeller ödemeyi göze alabilmektir. İşte Türkiye’nin böyle bilinçli, kararlı ve ve cesur öncü insanlara ihtiyacı vardır. 25.05.2008

ANNELER DE ÖLÜR


BÜLENT TEKİN


“Ülkem(iz)de Anneler Günü’nün kutlanmasını istemiyorum… Eğer Anneler Günü’nde askere yolladığı oğlunun Şemdinli’de şehit düştüğünü duyuyorsa anneler bu günde nasıl sevinebilir? Dağdaki PKK’linin annesi de ağlamaktadır. Barışın, sevginin, hoşgörünün olmadığı bir yaşam tarzında hangi anne içtenlikle kahkahalarını patlatabilir?..”



Denir ki babasının (1902’de) ölümünden sonra annesiyle yaşayan öğretmen Anna Jarvis, yaşadığı Philadelphia kentinde (9 Mayıs 1905’de) annesini kaybetti. Her evlat gibi annesine hayattayken iyi bakmadığı düşüncesiyle büyük bir üzüntü duydu. Doğmak kadar ölümün de doğal olduğunu Anna’ya anlatmaya çalışan arkadaşları, komşuları üzüntüsünü kıramazlar. Bir yılın sonunda Anna, ölümden çok artık anne sevgisi peşindedir. Politikacılara, işadamlarına ve birçok yere sürekli yazarak annesinin ölüm tarihini Anneler Günü olarak önerir. Bu düşünce büyük ölçüde kabul gördü ve (ilk) 10 Mayıs 1908’de kilisede 407 çocuk ve annenin katılımıyla kutlandı. Jarvis her anneye-annesinin en çok sevdiği çiçek olan-birer beyaz karanfil hediye etti. Daha sonra Kongre 1914’de bu günü onayladı. Artık bütün dünyada bu gün çiçek ve tebrik kartlarının uçuştuğu gün oldu.

Bu günün ticari bir güne dönüşmesi üzerine Anna Jarvis hukuki mücadele verdi, yenildi. Artık kendi savunduğu davaya karşı çıktı. Tüm gelirini kaybetti, evini bile… Yaşamının son yılını sanatoryumda geçiren Anna Jarvis, mutsuz, yarı kör, kimsesiz, tek başına kimsesiz, tek başına 1948’de 84 yaşında öldü. Bayan Jarvis’in Anneler Günü davasıyla ilgili verdiği mücadele trajikomik bir şekilde noktalandı. Neye niyet neye kısmet?..

Anna Jarvis’in annesine duyduğu sevginin büyüklüğünü duyumsamamak elde değil ama kaç çocuk Jarvisvari bir sevgi coşkunluğu içinde olabiliyor ülkemizde? Çocuklar annelerini, babalarını salt böylesi ilan edilmiş günlerde mi anacak? Eğer bu böyleyse burada bir sevgiden bahsedilemez. Çünkü böylesi bir davranış (hediye alma, telefon etme, hatır sorma) tıpkı bayramlarda güzel giyinmeye özgün davranışlar gibidir. Bayram biter, şıklık ve elbiseler gider. Artık günümüzde annesini yılda bir kez bile sormayı ihmal eden çocuğa karşın anne çocuğunu her an anmaktadır. Dünyanın gidişi bu yöndedir ve bu uzun bir süreç sonunda gelinen noktadır.
Barış Anneleri Diyarbakır'da: 'Artık yeter, analar ağlamasın".

Ülkem(iz)de Anneler Günü’nün kutlanmasını istemiyorum… Eğer Anneler Günü’nde askere yolladığı oğlunun Şemdinli’de şehit düştüğünü duyuyorsa anneler bu günde nasıl sevinebilir? Dağdaki PKK’linin annesi de ağlamaktadır. Barışın, sevginin, hoşgörünün olmadığı bir yaşam tarzında hangi anne içtenlikle kahkahalarını patlatabilir? Ülkemde çocuklarının yarınlarından sorun duymayan Emine Hanım, Hayrünnisa Hanım gibi kaç anne vardır? Anneler gününde ülkemde iki lahmacun için dolmuşta adam öldürülüyorsa öyle bir gün buralarda kutlanmamalıdır.

Klasik aşk anlayışını fetişistleştirseniz aşkın önünde her engelin görünmez olduğunu söyleyebilirsiniz. Kadını ya da erkeğe olan bağlanmayı tapınma şeklinde varsaymak dünyanın hiç dönmediğini söylemek kadar köreltebilir beyinlerimizi. Kadına veya erkeğe Leyla ve Mecnun düzeyinde bağlanma aile ve diğer kutsal değerleri duyumsatmayabilir. Anne, baba, kardeş, ülke, insan, hayvan, bitki, doğa sevgisini unutarak salt bir karşı cinse bağlanmak sarhoşluğu dünyanın geldiği son kirlenme özelliklerindendir. Oysa anne ve babaların evlatlarını koruma güdüleri çok gelişmiştir. (Hoş bu davranışı kedilerde bile gözlemleyebilirsiniz ya!) Hiçbir aşk ya da bilmem ne sevgisi bunun yerini tutamaz. Anne/baba eğer olanaklı olsaydı çocuklarının yerine bile mezara girer(di). Bunun kanıtı her anne-babanın yüreğinde daima canla başla evlatlarına gülümser.

Anneler Günü diğer günler gibi gerçek sevgi ve sevdaları sulandırarak salt bir günde sunulan karanfil çiçeğine indirgeyerek, o kutsal varlıkları-doğrusu aranırsa-unutturmaya yöneliktir. Ben böyle düşünüyorum. Bu gün popüler kültürün ticaretteki başarısının tavan yaptığı günlerden biridir. Bu günde ülkemizde ve tüm dünyada yapılan hediye alışveriş tutarının insanlığa bir anlık bir sevinme(?) dışında yaptığı maddi, manevi katkı yoktur. Erkeğin bir anne adayı olabilen sevgilisine, kocanın çocuklarının annesi olan karısına ve çocuğun yılda bir kez hatırladığı(?!) annesine telefon etmesi, hediye alması, ziyaret etmesi parçalanamaz sevgilerden uzaklaşmalardır.

Çocuklarının öldürüldüğü, barış olmayan bir ülkede anneler günü ne gibi bir anlam taşır? Az sayıda komprador burjuva ailelerin anneleri, babaları bıraktıkları miras, ticari gelecek için çok değerli olabilir evlatlarına. Ama etiyle, tırnağıyla çocuklarına birer gelecek için mücadele eden anne-babaların-Anna Jarvis örneği-sanatoryumlarda, kimsesizler yurdunda öldükleri bir ülkede anne sevgisi olur mu(ymuş)? Bu şartlar altında ülkemde Anneler Günü kutlansın istemiyorum.

DENGE




Halil İbrahim ÖZCAN


bizlerden dışarı gidemiyor vahşet
kan-tetik ilişkisi: İntikam

ne canlar saklar âh umulmadık efkâr

meydanlarda kovulan replikler arka sokak
resmi tarihle işgüzarlık eskiyen suretlerde
ey nöbetçi: geceyi tutanağa geçir
eskidik
biz

linçlerle tazelenir zifiri karanlık

unuttun mu çılgın çocuk, kalıcıdır bu hile şarkta
deliler
kalemlerini koltuklarında saklarlar

26 Mayıs 2008 Pazartesi

”Çocuk ve Okuma Kültürü Sempozyumu"

”Çocuk ve Okuma Kültürü Sempozyumu", yapıldı.

Haber: Müslüm KABADAYI

Eğitim Sen Ankara Şubeleriyle Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara Temsilciliği tarafından düzenlenen "Çocuk ve Okuma Kültürü Sempozyumu" 24-25 Mayıs günleri Ankara'da gerçekleştirildi.

4 oturumda konuyla ilgili bilim insanlarının, yazarların ve öğretmenlerin bildirilerinin sunulup tartışılmasından sonra "Çocuk Buluşması" başlığıyla yapılan, öznesinin çocuklar olduğu etkinlikle sempozyum bitirildi.

Prof.Dr. Sedat Sever, Prof.Dr. Ali Gültekin, Prof.Dr. Binnur Yeşilyaprak, Prof.Dr. Bülent Yılmaz, Doç.Dr. Kemal İnal, Doç.Dr. Leyla Uzun, Yrd.Doç.Dr. Necdet Neydim, Yrd.Doç.Dr. Ömer Adıgüzel, Öğretim Görevlileri Yusuf Çötüksöken, Cemil Kurt gibi akademisyenlerin "Metin-Okuma İlişkisi", Okuma Kültürü ve Medya", "Yazınsal Ürünlerde Dil Sorunları", "yaratıcı Bir Süreç Olarak Okuma", "Okuma Kültürünü Geliştirmede Yaratıcı Drama", "Bibliyoretapi: Okuma İle Sağaltım" başlıklarında birikimlerini paylaşıp tartıştılar. Yazar Sevim Ak'ın YİBO'larda yaptığı okuma çalışmalarından edindiği gözlemler, ülkemizin okullarının gerek kitaplıkların eksik ya da çocuklarla ilgisi olmayan gerici yayıonlarla dolu olması, gerekse öğrencilerin beyinlerinin gerici öğelerle doldurulması noktalarında çarpıcı veriler sunmaktaydı. Bu durum, Eğitim Sen ve TYS başta olmak üzere eğitim emekçilerine, aydınlara büyük sorumluluk ve görev yüklemekte.
TÖB-DER MYK üyelerinden Nabi Belekoğlu'nun sunduğu "Çocuk Kitaplarında Nitelik Arayışları: Bir Okuma Projesi ve Öneriler" başlıklı bildiri ise, eğitimcilerin neler yapması gerektiğine dair oldukça somut veriler ortaya koydu. Bu arada Eğitim Sen'in, Yurtsever Cephe Eğitim Emekçileri İnisyatifi tarafından 2005'te Danıştay'a açılan "Yapılandırmacı Müfredatın İptali Davası"nı önemsememesinin ne denli yanlış bir tavır olduğunu gösterdi. Çocuklarımıza okutulan kitapların, estetik, bilimsel ve eğitsel açıdan ne denli uzak olduğunu; 60'a yakın yayınevinden seçilen 2000 civarındaki çocuk kitaplarının elenerek okunabilir kitapların bir kataloğunun oluşturulduğunu vurgulayan Nabi Belekoğlu'nun, bir grup eğitimciyle yürüttükleri bu çalışmanın başka bölge ve alanlarda da geliştirilmesi gerektiği uyarısı önemliydi.

Sempoyumun en hareketli bölümüyse "Çocuk Buluşması"ydı; bir ilköğretim okulundaki çocukların kolektif kitap çıkarma serüvenlerinden Erdal Öz'ü tanıtan sunumlarına, bir okuma öyküsünden okuma kültürünü tartışmaya kadar genişleyen çocuk buluşması sonrasında tüm çocuklara kitap armağan edildi. Yüzlerce çocuğun ve velinin katıldığı bu etkinlik, ülkemizin cemaat sermayesi eliyle emperyalizm tarafından ortaçağ karanlığına sürüklenmeye çalışıldığı bir dönemde, eğitim alanında neler yapmamız gerektiği konusunda oldukça zengin veri sundu. Geleceğimizi kuracak çocukların yurtseverlik bilinci, eleştirel okuyup gerçekçi tartışmalar yapan, ürettiklerini arkadaşlarıyla paylaşan, hak arama davranışı geliştiren kişiler olarak yetiştirilmesi için kitapların nasıl değerlendirileceğine dair, eğitimcilere, anne-babalara epey katkıda bulunan bu sempozyum gibi etkinliklerin yaygınlaştırılması ve sıklaştırılması gerektiği katılımcılarca dile getirildi.

DIŞ MiHRAKLAR





Abdulkadir Ulumaskan
ulumaskan@hotmail.de


Aslında bu kökü dışarda olan dış mihraklara, Allah razı olsun demek gerekiyor!

Türkiye Cumhuriyeti’nin bu mihraklara, minnet ve şükran borcunun olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu devleti ayakta tutan bu dış güçlerdir.

Dış mihraklar olmasaydı, bu derin devlet çoktan yıkılmıştı. Ama sağ olsun dış güçler, devletin ayakta kamasını sağlıyor!

Doğrusu devletde çok yaman bir devlet, her seferinde bu güçleri tasfiye ediyor, ama habire yeni dış mihraklar ortaya çıkıyor, devlet ne yapsın ?

Dünyada eşi-benzeri görülmemiş bir dış mihraklar vardır, Türkiye’de:
Kürt sorununda, dış güçlerin parmağı var. Ekonomiyi, hain kökü dışarda olanlar bozuyor. Siyasette dış güçlerin eli var... Velhasıl bu dış mihraklar, Türkiyenin peşini bir türlü bırakmıyor. Türkiye gibi güçlü bir devlet olmasaydı, şimdiye kadar çoktan yıkılırdı, diyenler var. Ancak ben bunun tam tersini idda ediyorum. Bana göre bu dış güçler olmasaydı, Türkiye çoktan yıkılmıştı.

Şimdi, her zaman bir dış etken olabilir. Ama bunu bu kadar abartmak ve herşeyin temeli yapmak, Türk devletine özgü bir çarpıtmadır. Hatta bazen kendileri de yarattıkları bu dış mihrak yalanınına bile inanırlar!
Derin devlet, temsilcileri ile sözcüleri halkı uyutup sömürebilmek ve kendi kirli emelerine alet edebilmek için bu çirkin politikaya başvururlar.


En son Tuzla Tersanelerinde, iş güvensizliğinden dolayı bir çok işçi (24) hayatını kayip etti. Bunun üzerine ilgili bakan çıkıp: „ Bizim gelişmemizi istemeyen dış güçlerin bunda parmağı vardır.“ dedi. Yani ayıp ve insaf, yüz metre yükseklikten eminiyetsiz koşullardan ötürü işçi düşüyorsa, bunda hangi dış gücün parmağı olabilir ki ? Hangi dış güc yukarı çıkarak zavallı işçiyi aşağı atmıştır ? Bunu pek te sayın olmayan bakana sormak gerekmez mi ?

Bütün bu işçiler kötü iş koşlarından öldüler. İşçilerin aileleri ve sendikalar, bas bas katillerin kim olduğunu bağırıken, işçilerin katil zanlısı olan bakan da kalkıp, utanmadan, bunu dış güçlere bağlıyor!

Aslında bakan ve bakan gibilerinin artniyetlerini anlamak ve bunu neden yaptıklarını anlamak güç değildir. Ancak işin garip tarafı buna halktan inanan insanların çıkmasıdır.

Belkide bunun içindi, Aziz Nesin: “ Türkiyede insanlarin % 70´nin aptal olduğunu, ancak bunların hepsinin kendilerini % 30´un içinde gördügünü.“ söylerken bunu kast ediyordu. Yani halkı ahmaklıkla suçlamak değil de, sistemin insanları nasıl aptallaştırdığını, söylemek istemiştir.

Tuzla olayında olduğu gibi, bir çok şeyde dış mihrak aramak yerine, içteki bu gerçek halk düşmanı olan mihrakları bulmak ve deşifre etmek gerekir.

Artık Türk halkının, bakan gibi sahte değil, gerçek temsilcilerinin halkı aptallığa mahkum eden bu mihrak düzenini tehşir ve tecrit etmesi gerekir; zamanı gelmiş ve geçmiştir bile!..

24 Mayıs 2008 Cumartesi

BAŞ KİM? AYAK KİM?









Turgut KOÇAK / turgut.kocak@hotmail.com

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, ülkemiz geniş emekçi yığınları bugüne dek sayısız densiz sözlerine tanık olmuştur. En son söylediği söz ise 1 Mayıs kutlamalarına katılmak isteyen işçi ve emekçileri doğrudan hedef alarak söylediği sözlerdir ki, yenilir yutulur gibi olmamakla birlikte AKP ve çevrelerinin gerçek kimliklerini ortaya koyması açısından da önem taşımaktadır.
Başbakan, Mersin’de bir vatandaşa; “Ananı da al git” dediği için, bu sözler ülke gündeminden günlerce düşmemiş yazılıp çizilmişti. Ne yazık ki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın buna benzer sözlerinin arkası kesilmedi.ve şehit düşen askerleri kastederek; “Askerlik Yan gelip yatma yeri değildir”, “Kelle” gibi sözler sarfetmeyi sürdürdü.

1 Mayıs kutlamaları ile ilgili olarak, Bakanlar Kurulu’nda iyice şişirilen Recep Tayyip Erdoğan son olarak da, “ayaklar baş olursa kıyamet kopar” gibi son derece yakışık almayan sözlerle basının karşısına çıktı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a göre; ayak takımı olarak nitelediği işçilere ve emekçilere yüz verilemediği gibi taviz hiç verilemezdi. Eğer geniş emekçi yığınlara yönelik baskı ve zulme başvurulmazsa Allah korusun bunlar insanın tepesine çıkarlar ne yapacakları hiç mi hiç belli olmazdı. Başbakan da alışılagelmişin dışına çıkmadı ve geniş emekçi yığınlara hadlerini bildiren sözler sarfetti.

Bu sözlerin gerçekte enine boyuna tartışılmasında yarar vardır. Dünün mollaları arkalarına ne kadar satılmış liboş takımı, işbirlikçi tekelci sermaye güçleri ve dış emperyalist güçler varsa desteklerini alıyor ve iktidara yerleşerek ülke varlıklarını talana girişiyordu. Talan öylesine büyük boyutlarda sürüyordu ki, ülkede bu yapılanların dağdaki çoban bile farkındaydı. Başbakanın, bakanların çocukları bir anda işveren olarak önemli malvarlıklarının sahibi oluyor, bütün bunlar pişkinlikle geçiştirilerek iş bilenin, silah kuşanın tanımlamasında olduğu gibi yapanların yanına kâr kalıyordu.

Her zaman olduğu gibi bir avuç vurguncu takımı dünyalıklarına dünyalık katarlarken, geriye kalan milyonlarca işçi ve emekçi her geçen gün daha da yoksullaşarak kuru ekmeği bulamaz hale geliyordu. Başbakanın söylediği gibi “ayak takımı” olup çıkıyordu. Ve zaten emeğinden başka malvarlığı olmayanlara ayak takımı denilemez de ne denilirdi ki? Başbakanın yaptığı şey gerçekte varları yokları ellerinden alınarak yoksullaştırılmış olan ülke yurttaşlarına gerçek yerlerinin ne olduğunun ilk ağızdan anımsatılmasıydı ki, bunda da bir yanlışlık aramak ancak ve ancak fesatçıların işi olabilirdi. Yani; işçi işçiliğini, köylü köylülüğünü, işsiz işsizliğini, küçük esnaf küçük esnaflığını, memur memurluğunu bilmeliydi. Yoksa Recep Tayyip Erdoğan gibi birileri çıkar bunlara gerçek yerlerini bildirir onları hacımat eder çıkardı. Başbakan da öyle yaptı. Geniş emekçi yığınları ayak takımı olarak niteleyerek “ayaklar baş olursa kıyamet kopar”, “bunlara yüz vermeye gelmez, “ayak takımına taviz yok” deyip çıktı işin içinden.

Bütün bunlar gösteriyor ki, AKP iktidarı ülkemiz yurttaşlarını temsil etmekten kilometrelerce uzaktı. Onlar hem politik olarak, hem de ekonomik olarak çoktan seçimlerini dış güçlerden ve onlarla işbirliği içinde olan tekelci sermayeden yana yapmışlar, halkımızı ise bir çırpıda “ayak takımı” yerine koyuvermişlerdi.

AKP ve yöneticilerinin içine düştüğü aymazlıkları saymakla bitiremeyiz. AKP’nin ömrü salt bu yüzden biteli çok olmuştur. Politik olarak amaçlarını gerçekleştirmek için yoluna devam ederken AKP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde kapatılma davası açılmış, eğer kapatılırsa yöneticilerine de politik yasaklar getirileceği belli olmuştur.

Kimileri bu kapatılma davası ile ilgili olarak “demokrasicilik” oynayarak karşı çıkar ve AKP’yi savunabilirler. Ancak; kim ne söylerse söylesin AKP’nin bütün halleri herkesin gözleri önündedir. Kimi sol geçinen kimseler bütün bunlara karşın AKP’yi arkalayan savlar ileri sürüyorlarsa bunların da gelmişini geçmişini iyi okumak ve nerelerden kulaklarına fısıldandığını iyi bilmek gerekir. AB fonlarından beslenen kimi solcu takımıyla başta ABD emperyalizmi olmak üzere AB ile işbirliği içinde olan AKP’nin benzeyen yanlarının olduğunu gözlerden kaçırmamalıyız.

Sonuç olarak; Recep Tayyip Erdoğan’ın geniş emekçi yığınlara karşı kin ve nefret içinde olmasından doğal ne olabilir? Bu sınıfsal düşmanlık nedeniyledir ki, “ayak takımı” olarak nitelenen kesimler başbakan tarafından bilinçli olarak aşağılanmışlardır. Çünkü gerçekten de öyle görülmektedirler. Bütün bu sözler bizler için uyarıcı olmalı, AKP ve yöneticilerine karşı ne olduğumuzu ya da olmadığımızı göstermek için her geçen gün daha da güçlü bir şekilde bu emperyalist işbirlikçilerinin ve soyguncu takımının karşısına dikilmeliyiz. İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarını baskı ile yasaklama yolunu seçenlere kim ol olduğumuzu göstererek Türkiye’nin gerçek sahiplerine “ayak takımı” demenin bedelini kesin kez ödetmeliyiz. Kendilerini “baş” görenler iktidardan alaşağı edilmediği ve işçi sınıfının iktidarı kurulmadığı sürece ülkemizin de, geniş emekçi yığınlarının da kurutuluşunun gerçekleşmeyeceği iyi bilinmelidir.

ANTAKYALI ALEVİLERE HAKARET

Kayseri Gündem gazetesinde ”köşe yazarı” olan Mehmet Hüsrevoğlu, 18 Nisan 2008 tarihli bir ve sonraki yazılarında Antakyalı alevilere hakaret etmesi üzerine, blog çalışanlarından Ali Emin İleri, gazete yayın yönetmenine bir mektup göndermiştir. Hem Ali Emin İleri’nin mektubunu hem de sözkonusu olan yazarın(!) yazısını yayınlıyoruz:


”From: Ali Emin ileri
To: ugurlu@kaynet.net
Date: 23. maj. 2008 21.40


Kayseri Gündem gazetesi Genel Yayın Yönetmeni / Yazıişleri müdürü,

Sayın Mehmet Uğurlu,

Antakya'dan yazıyorum. selamlarımı iletiyorum.

Sizlere yazmamın amacı gazetenizde çıkan bir köşe yazısı içindir.

18 Mayıs 2008'de ( 18 Nisan olması gerekir. blogun notu) Mehmet Hüsrevoğlu adında biri, 'Cumhurbaşkanı kimi kurtaracak?' başlıklı ve utanc verici bir yazısında, Suudi Arabistan'da idama mahkûm edilen Samandağlı Sabri Boğday'ın hem idam edilmesini savunması, hem de onun şahsında tüm Antakyalılara küfür ve hakaret etmesidir. Hüsrevoğlu, bizlere; ' …din haneleri islam yazsa da kökenleri, Hristiyan, Dürzi, Nusayri, Maruni gibi değişik din ve mezheplere aittir. İsalamla oluşan bağ sadece nüfus cüzdanı ile ilintilidir…' diyor!..

Sayın Yönetici,

'Basın Ahlak Kurallarına Uymayı Söz Vermiştir' diyorsunuz.

Peki bu mudur, basın ahlak kurallarına uymak?

Bakın, Hüsrevoğlu, Sabri Boğday'ın neden idama mahküm edildiğini kendisi de bilmiyor. Şöyle diyor:

'nedeni tam netleşmeyen bir suçlu!'

Buna karşılık, Hüsrevoğlu, hem Sabri Boğday'ın idam edilmesini savunacak kadar kendini kaybediyor, hem de biz, Antakyalılara, namustan ve ahlaktan yoksun sözler sarfediyor.

Sayın Yönetici,

Bu, kindir!

Sayın Yönetici,

Bu, Antakyalılara duyulan bir 'özel' kindir!

Peki, böylesi bir kinle, önyargılı bir kinle, biz Antakyalılara hakaret ve küfür eden, Hüsrevoğlu herifin yazısına yer vermek mi, 'basın ahlak yasasına uymak' oluyor?..

Sizlerden açıklama bekliyoruz.

Hüsrevoğlu'nun kınanması ve biz Antaklalılardan özür dilemesini bekliyoruz.

Bundan böyle, böylesi üzücü ve talihsiz yazıların gazetenizde yer alamayacağına inanmak istiyor, çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

Saygılarmla.

Ali Emin İleri / aliemin.ileri@gmail.com”


-----------------------------------------------------





Cumhurbaşkanı kimi kurtaracak ?

Mehmet HÜSREVOĞLU

Son günlerde , görsel ve yazılı basın'ın çoğunluğunda; kışkırtan hatta tehditvari bir üslupla, bir suçlu için sayın Cumhurbaşkanının devreye girmesi isteniyor... Akabinde, " eğer girişimde bulunulmazsa şahıs ölecek " diye hümanist ağıtlar yakılıyor... Haber detaylı olarak incelendiğinde ise işin o kadar masum olmadığı ortaya çıkıyor... Özetleyecek olursak; Hatay Samandağı nufusuna kayıtlı bir vatandaşımız, iş kurduğu Suudi Arabistan'da nedeni henüz tam netleşmeyen bir suçtan dolayı idama mahkum olmuş... Berber dükkanı işleten vatandaşımız komşuları ile iyi münasebet geliştirememiş olacak ki, zaman içinde komşu ile kavga etmeye başlamış... Bu kavgalar esnasında, bizim vatandaşımız olacak şahıs, Allah-Peygamber-Din -İman gibi ne kadar kutsal değer varsa , hepsine küfrederek mısırlı komşusunu darp etmiş... Olay resmiyete intikal edince , Hataylı vatandaşımızı yetkililer tutuklamış , yargı , idam cezasına hükmetmiş... İdam cezası gibi çok ağır bir hükmün altında kalan vatandaşımıza laik medya , Cumhurbaşkanı nezdinde af kampanyası başlatıyor, hümanizm eşliğinde de İslam'a sövmeyi de ihmal etmiyorlar... Şu manşetlere bakın: " Oteline, ayağına kadar gittiğin Kralı ara da, affetsin. " " Kafası kesilecek türk için devreye giren kimse yok !" " İnfaz için 13 gün var " " Başının kesilmesini bekliyor" " Kralın dostu nerede ? " Bu ve benzeri başlıklarla bir şefaat operasyonu mu istenmekte yoksa adli bir vaka için Cumhurbaşkanı nı küçük düşürmek niyetimi yatıyor tam belli olmamaktadır... Faraza, Cumhurbaşkanlığı nezdinde yapılan girişimlerin sonuç vermediği düşünülse , ertesi gün atılacak başlıklar nasıl olabilir hayal edin bakalım... Olayın sıkıntı verici diğer boyutu ise, Hataylı vatandaşlarımızın çoğunluğunun Arap kökenli ,ana dillerinin, Arapça olması nedeniyle orta doğu ülkelerine çok rahat girip çıkabilmelerindir… Ancak bu vatandaşlarımızın, nüfus cüzdanlarındaki Din haneleri İslam yazsa da asli kökenleri,Hrıstiyan- Dürzi - Nusayri-Maruni gibi değişik din ve mezheplere aittir. İslam la oluşan bağ sadece nüfus cüzdanı ile ilintilidir... Bu avantajlı kimlik hanesini kullanıp , suud'a bir vatandaşı imiş gibi rahatlıkla girip çıkan hatta çoğu kanun dışı faaliyetlerin odağı olan çift dinli vatandaşlarımız yıllardır iki ülke arasında sorun oluşturduğu her nedense göz ardı edilmektedir... Bu olayı aktarmamın nedeni , suçluyu değil , bağcıyı döven zihniyetin teşhiri içindir... Adam, Dine, imana, Allah'a , açıkça küfredecek, bulunduğu ülkenin yasasında mevcut olan bir cezaya çarptırılacak , biz olanları hiç'e sayıp, şefaatçi olunması için birde Cumhurbaşkanına endirekt tehdit ve hakaretlerde bulunacağız...İşte bu olay ideolojik kompliman değilse nedir?... Aynı medya yöntemi, Akdeniz Üniversitesindeki olaylarda da uygulanmadı mı?.. Sanki sol ve PKK lı ortak oluşum, hiçbir şeyden habersiz kuzu gibi ! okullarına giderken, ortaya Tomarza nüfusuna kayıtlı bir Kurt çıkıveriyor ve kuzulara saldırıyor... Ne kadar da masum bir haber !... Karşı taraftaki kuzu da bulunan silah hem görmezden geliniyor hem de elinde, birden bire kuru sıkıya dönüşüyor...Kendi ülkende bir ırkı aşağıladı iddiasıyla gazeteci öldür, Başka ülkenin yasasına mutlak suç olan bir fiili işleyeni kurtarmak için kampanya başlat ve İslam ülkelerindeki Şeriat hukukunun nasıl ilkel ! bir yapıya sahip olduğuna dair , küfür nameler döşen... Artık bu medya ideolojisi'nin imalat bandında çıkan bu haberlere inanmak için saf olmak lazım... 18.04.2008 .haberleşme: tekistic@hotmail.com

23 Mayıs 2008 Cuma

Öcalan Erdoğan'a çözüm çağrısı yaptı



AMSTERDAM (23.05.2008) - Son haftalarda sık sık Başbakan Erdoğan'a çözüm çağrısı yapan Öcalan, bu hafta da Erdoğan'a "Bu operasyonlarla PKK bitirilemez. Hükümet ölümlerin durması ve barışın gelişmesi için adımlar atsın. Hükümetin atacağı en ufak bir adımda bile ben üzerime düşeni yaparım" çağrısı yaptı.

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, avukatlarıyla bir araya geldi. Edinilen bilgilere göre, Öcalan, görüşmede aldığı toplam 30 günlük hücre cezalarına değinerek, "Hücre cezası sanırım bir iki güne uygulanmaya başlar. Çok da önemli değil" dedi. Yeni yazdığı savunmayı değerlendiren Öcalan, "Yeni yazdığım savunmalarım, diğerlerini aşan bir savunma oldu" dedi, şöyle devam etti: "Dünya Sistemi kitabını okudum. Bu kitapta belirli bir düzeye ulaşılmış ama pratik anlamda uygulanabilirliliği açısından eksiklikleri var, okunabilir. Yine Son Sömürge Ulus Kadınlar kitabında da kadın sorununa ilişkin gerçeğe yakın açıklamalar var. Ama benim savunmalarımın onları aşan bir düzeyi var. Bu kitapların yazarlarının entelektüel bir anlatımı var. Benim bunlardan farkım ise, Ortadoğu'da kaldım, pratiği biliyorum, savunmalarımı yazarken de hem pratik hem de teorik düzeye dayanarak, bu ikisini birleştirerek yazmaya çalıştım. Bu nedenle kendime güveniyorum. Bu konuda iddialıyım. Savunmalarımda kadın sorununu ele almaya çalıştım. Son Sömürge Ulus Kadınlar kitabında benim söylediklerime yakın şeyler ifade ediliyor. Ama ben daha derinlikli ele aldım. Toplumların da kadınlar gibi nasıl ezildiğini ve sömürüldüğünü anlatmaya çalıştım. Yani bu savunmalarımda toplumların kadınlaştırılmasını çözümlemeye çalıştım."

YENİ SAVUNMA YAZACAĞIM

Yeni bir savunma yazacağını açıklayan Öcalan, şöyle devam etti: "Önümüzdeki günlerde savunmamın Özgürlük adlı üçüncü kısmına başlayacağım. Bu kısımda özgürlüğü anlatmaya çalışacağım. Özellikle günümüzde yaşamın giderek anlamsızlaştığı bir dönemdeyiz. Yaşamın anlamsızlığını aşabilmek için özgürlüğü hedeflemenin, özgürlüğe kilitlenmenin önemini anlatmaya çalışacağım. Özellikle kadınların içinde bulunduğu anlamsız yaşamı aşabilmeleri için bulundukları durumu aşan iddialı bir yaşamı hedeflemeleri ve özgürlüğe kilitlenmeleri gerekir. Kadınların Akademi çalışması önemlidir. Bu akademide spordan siyasete, hukuktan felsefeye, atölye çalışmalarına, kültür sanat çalışmaları dâhil her türlü çalışmalarını yapabilirler. Yine bu akademi çalışması tüm kesimleri kapsamalı. Örneğin bir üniversite öğrencisi de, bir ev hanımı da bu çalışmalarda yerini alabilmeli. Bir dönem Köy Enstitüleri vardı. Benzer çalışmalar yapmaya çalışıyorlardı. Akademi, Enstitüleri de aşıyor. İsim önemli değil, Akademi, Enstitü de denebilir. Aile, kadın etrafında oluşur. Kadınlar üreticidirler. Ürettikleriyle kendi ekonomik sorunlarını çözebilirler. Mesela bir tarla kiralayarak organik tarım yapabilirler. Böylece işsizlik sorununun çözümünde katkıları olur. Kadın çalışması bana heyecan veriyor. Kadınlar kendilerine güvenebilirler. Özgürlüğe yoğunlaşmaları halinde başaramayacakları şey yoktur. Başarılar diliyorum. Gençlerin demokratik siyaset alanında deneyim ve perspektif eksikliği var. Bu nedenle gençler, mücadele ederken sabırsız davranıyorlar. Herkes kapitalizmin esiri olmuş durumda ve özellikle gençlerde bu durum, daha da yoğun. Bu nedenle gençlerin başarı için para, puldan ve kapitalizmin etkilerinden uzak durmaları gerekiyor. Yaşam ancak bu şekilde onlar için anlamlı hale gelir."

HÜKÜMETE SESLENİYORUM SORUNU ÇÖZELİM

Artarak süren operasyonlara değinen Öcalan, şunları söyledi: "Bunlar PKK'yi Türkiye'ye karşı kullanmak istiyorlar ama PKK'yi kullanamazlar. PKK bu oyunlara gelmez. İran'la görüşüyorlar, ABD ile görüşüyorlar; PKK ortak düşmanımızdır diyorlar. Türkiye'yi de buna inandırıyorlar. İran geliyor, "PKK ortak düşmanımızdır, teröristtir" diyor. ABD Ortadoğu'yu denetim altına almaya çalışıyor. Türkiye ile asla dost olamaz. Türkiye ve ABD gerçek dost olsa bile karşı tarafta İran ve Rusya ilişkileri ve daha onlarca ilişki gelişir. Operasyonlarla PKK'yi bitireceklerini söylüyorlardı ama PKK, her zamankinden daha güçlüdür. En güçlü dönemini yaşıyor. Bu operasyonlarla PKK bitirilemez. Olan gençlere olur. Ben hem asker kayıplarına hem de gerilla kayıplarına üzülüyorum. Gençlerin ölümüne kim üzülmez ki? Bu nedenle Hükümete tekrardan sesleniyorum. Ölümlerin durması ve barışın gelişmesi için adımlar atsınlar. Hükümetin atacağı en ufak bir adımda bile ben üzerime düşeni yaparım. Önemli olan barışın gelişmesi ve ölümlerin durmasıdır. Ben daha fazla kan dökülmemesi için üzerime düşeni yaparım. Çözüm önerilerimi savunmalarımda da derinlikli açtım. En ufak bir çözüm adımı barışın önünü açacaktır. Ama bunların buna cesareti yok. Gül de korkak, Erdoğan da korkak. Çözecek iradeleri yok. Çözmezlerse, Türkiye'yi demokratikleşme yönünde adım atmazlarsa onlar da öncekiler gibi yok olup gidecekler."

ÇÖZÜM İSTEYENLER TASFİYE EDİLDİ

Öcalan, şöyle devam etti: "Ben bugüne kadar da bunun için çalıştım. Devlet içerisinde de bunu yapmak isteyenler oldu ama tasfiye edildiler. İşte Özal, girişimlerde bulundu ama sonunu getirmesine izin vermediler. Yine Erbakan, bana mektuplar gönderdi, adım atmak istiyordu. Özal gibi sorunu barışçıl yollarla çözmek istiyordu ama izin verilmedi, tasfiye edildi. Benim '99'daki sorgulamam sırasında devletten temsilciler geldiler, görüştük. Ben barışçıl çözümün gelişmesi halinde PKK güçlerini sınır dışına çekebileceğimi söyledim, ama bunun karşılığında 'siz ne yapabilirsiniz, ne yapacaksınız?' diye sordum. Onlar 'siz bilirsiniz sorumluluk size aittir, geri çekerseniz bazı adımlar atılabilir' dediler. Ben de barış ortamı gelişsin diye PKK güçlerini sınır dışına çektim. Ecevit de sorunu barışçıl yollarla çözmek istiyordu. 2000'de çıkan Rahşan Affı esasında bu amacı taşıyordu ama MHP tarafından amacından saptırıldı, engellendi. Affedilmemesi gerekenler affedildi, affedilmesi gerekenler de affedilmedi."

DEVLET İÇİ KAVGA VAR

Öcalan, 1999 sonrası gelişmeler için de şunları söyledi: "2000'de Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit, benim idam edilip edilmememi tartışıyorlardı. Ben de kendilerine, 'benim idamımı bırakın, siz kendinize bakın, kendinizi kurtarmaya bakın, sizin ayağınızı kaydıracaklar. Siz bundan Türkiye'yi demokratikleştirecek ve Kürt sorununu çözecek adımlar atarak ancak kurtulabilirsiniz' dedim. Bunlar bu sorunu çözecek adımlar atmadılar, tasfiye oldular. AKP'nin durumu da aynı. Şemdinli olaylarıyla başlayan bir süreçtir aslında. '2006'da terörü bitireceğiz' dediler, bitiremediler, şimdi de '2008'de bitireceğiz' diyorlar, kimin biteceğini göreceğiz. '96'larda Tansu Çilerle Doğan Güreş de 'bitireceğiz, Türkiye kritik bir süreçten geçiyor' diyorlardı. Şimdi de Büyükanıt ve Erdoğan 'bitireceğiz ve Türkiye kritik bir süreçten geçiyor' diyorlar. Türk devlet geleneğinin ilginç bir yapılanması var, bunu iyi görmek gerekiyor. Büyükanıt ve Erdoğan, Dolmabahçe'de bu devlet geleneğinin dışına çıktılar. Bu nedenle devlet içi çatışmalar var. Büyükanıt ve Erdoğan kendi yapılarını devre dışı bırakarak ikili görüşme yaptılar. Türk devlet-siyaset geleneğinde böyle bir şey olmamıştır şimdiye kadar. Fikri Sağlar, Büyükanıt'ın önüne dosya bırakıldığını söylüyor, asıl mesele bu değil. Devlet içerisindeki çatışmalardır aslında gün yüzüne çıkan. Ben de Dolmabahçe görüşmelerine dikkat çekmiştim. Ama anlatıldığı gibi dosyaların olduğuna inanmıyorum, burada ikili-gizli anlaşmalar var. Bu ikili-gizli anlaşmalar devlet içerisinde bazı kesimler tarafından kabul görmüyor. Fikri Sağlar'ın açıklaması da bunu gösteriyor. Çok gizli ve üstü kapalı bir görüşmeydi yaptıkları, bulanıktır. Oysa ki Güreş ve Çiler bile daha açık ve aleni görüşüp anlaşmışlardı."

PARACI KÜRTLERE MERHABA DEMEYİN

"Bu işi tek başına operasyonlarla bitiremeyeceklerini biliyorlar." diyen Öcalan, şöyle devam etti: "Bununla birlikte Küresel sermayeyi de devreye sokuyorlar. Kürtleri küresel sermayeye bağlamaya çalışıyorlar. Devlet, bölgede sayısı 500'ü bulan bazı işbirlikçi Kürt ailelerini kullanarak, Kürt kimliğini inkâr etmeleri karşılığında eskiden onlara ağalık, beylik, şeyhlik, tarikat şefliği verirken, bugün de AKP üzerinden kimliklerini reddetmeleri karşılığında kendilerine para verilmekte, holdingler, şirketler kurulmakta, ihaleler sunulmaktadır. Kürtlüğünüzden vazgeçin size maaş bağlayalım, Kürtlüğünüzden vazgeçin size holdingler kuralım, Kürtlüğünüzden vazgeçin size para verelim diyorlar. Bazı çevreler de bunları destekliyor. Ben halkımızı bunlara karşı buradan uyarıyorum, bunlar devletin değil, küresel sermayenin ajanıdırlar. Bunlar uluslar arası ajanlardır. Bunlara bir merhaba dahi verilmemeli. Bunların dini imanı dolardır. Bunlara çok ciddi paralar verilmiş. Ceplerini ve yüreklerini dolar ısıtıyor. Bunların para için, bir belediye başkanlığı, makam için satamayacakları değer yoktur. Bunların dinle İslam'la alakası yok. İslam dini barış dinidir. Bunların hepsi Londra merkezli oyunlardır. İşte Kraliçe geldi hepsini kutsadı. Kraliçe'yle birlikte bir de bakanları gelmişti, kimdi o bakan? O bakan Duyun-i Umumiye'nin temsilcisidir. Bunları iyi görmek gerekiyor."

CAMİLER SORUNLARIN TARTIŞILDIĞI MERKEZLER OLSUN

Bu hafta cami olgusu üzerinde duran Öcalan, şu önerilere yaptı: "Camiler toplumsal merkez haline getirilmelidir. Hz. Muhammed döneminde Camiler, toplumsal sorunların tartışıldığı bir merkezdi. Camiler, Hz. Muhammed döneminde olduğu gibi bugün de toplumsal sorunların çözüldüğü merkez haline getirilmelidirler. İslam dininin özü de budur. İslam dini barışa hizmet eder. İmamlar da bu eksenli çalışmalarına devam edebilirler. Duyarlı imamlara özel selamlarımı söylüyorum."

GENÇLİK PARA PULA HEVESLENMESİN

Öcalan, gençliği de şu çağrıyı yaptı: "Gençlik Paraya, pula, kapitalizme heves etmesin. Kendilerini bu ilişkilerden kurtarsınlar. Ben bu konuyu savunmalarımda derinliğine açtım, okuyabilirler. Gençler, İsrail'deki Kibutzlar benzeri tarım kooperatifleri geliştirebilirler. İsrailliler uyanık. Tarım işini iyi biliyorlar. İdealist gençler buna benzer şeyleri geliştirebilirler. Başarılar diliyorum." Öcalan, DTP'nin kapıtalabileceğini belirterek, "DTP kapatılabilir. Ama kendi demokratik mücadelesi devam eder. DTP kapatılırsa yeniden demokratik toplumlarını oluşturmak için çalışmalarını sürdürmelidir." diye konuştu.

HAKİKAT KOMİSYONU DAHİ KURAMADINIZ

Bu hafta da sol parti çalışmalarını değerlendiren Öcalan, şu şekilde konuştu: "Türkiyeli sol aydın ve siyasetçilere diyorum ki, Çatı Partisi'yle barışın gelişmesi için çalışsın. Bu kez biz sizi takip edelim, barış için geliştirdiğiniz projeye biz destek verelim. Önemli olan barışın ve çözümün gelişmesidir. Bir Hakikatleri Araştırma ve Uzlaşma Komisyonu kurarak barışı geliştirebilirler, bunu bile yapamadılar. Meclis içinde böyle bir komisyon çıkarabilirlerdi. Güney Afrika'da bu denendi. Yine dünyada birçok ülkede denendi. Türkiye'de de başarılı olabilir. Şimdi bir taraf imha ve inkârda diretirken bir tarafta benim de küçük bir devletçiğim olsun anlayışındalar. Oysa benim derdim ne devlet kurmak ne devlet yıkmaktır. Devlet, sorun demektir. Devletleşmeyle sorunlar çözülmez, büyür. Sol da 'biz iktidar olup sorunları çözeceğiz' diyordu. Oysa Rusya ve Çin örneği ortadadır. En son Çin'deki deprem felaketi de bu durumu ortaya koymuştur. Bu nedenle çözüm devletleşmekte değil, gerçek demokratik cumhuriyeti hayata geçirmektedir."

ANTİ SEMİTİST DEĞİLİM

"İran için tehlikeler var, İran Japonyalaşabilir, nükleer tehlikeyle karşı karşıya kalabilir." diyen Öcalan, PÇDK Kongresi dolayısıyla "Ayrıca tüm Irak halkını selamlıyorum. Savunmalarımda onların Uruk'tan günümüze beşbin yıllık tarihini ve trajedisini işledim, savunmalarım onları da kapsıyor, nasıl köleleştirildiklerini ve bundan tüm Ortadoğu için de geçerli olan demokratik konfederalizm'le çıkışı ve nasıl özgürleşeceklerini anlattım." dedi. Haftalardır yaptığı Yahudi eleştirilerine açıklık getiren Öcalan, "Tüm İbrani kavminin trajedisini anlıyorum, yaşadıklarını biliyorum. Ortadoğu için geliştirdiğimiz Demokratik Konfederalizm projesinde onlara da yer var. Savunmalarımın üçüncü kısmı olan Özgürlük bölümünde tarihi hatalarından ve tarihi başarılarını daha derinlikli açtım. Bu konuda objektif olmaya çalıştım. Ben anti-semitist değilim. Cezaevindeki arkadaşlara, kadınlara, gençlere, halkımıza, tüm dostlara selamlar." şeklinde konuştu.

Kaynak: http://www.kurdistan-post.com/

22 Mayıs 2008 Perşembe

Kalkınma: Bir Efsanenin Sonu



Prof. Fikret Başkaya

“İnsan ancak üstesinden gelebileceğini aklının kestiği durumları problem edinir”.
Kadir Cangızbay


İnsanlar [kendi ürettikleri] efsanelere inanırlar ama efsanelerin gerçek dünyada bir karşılığı olmadığı gibi, mantıkî bir tutarlılığa sahibolmaları da gerekmez. İnsanlar çok uzun bir tarihsel dönemde kendi beyinlerinin eseri olan efsaneler [mitler] tarafından ‘köleleştirildiler’. Kapitalizmden sonra efsaneler biçim değiştirdi, bu sefer de [elbette eski tür efsaneler ve yabancılaşmalar az-çok etkisizleşmekle birlikte, varlığını sürdürmeye devam etti] kendi emeklerinin ürünü olan metaların [sermaye densin] kölesi durumuna geldiler. Tarih boyunca efsanelerin biçimi değişse de işlevi hep aynı kaldı. Aydınlık felsefesi sonrasında ve kapitalizm çağında artık efsaneler devrinin kapandığı, aklın, bilimsel düşüncenin egemen olduğu ileri sürüldü. Aslında söz konusu olan aklın egemenliği değil, sermayenin egemenliğiydi ama, geçerli ideolojik yabancılaşma, zihinsel bulanıklık yaratarak gerçek durumun bilince çıkarılmasını önledi. Zira, kapitalist egemenlik çağında yeni bir fetiş üretilmişti: Bilim… Bundan sonra yapılan herşey, ‘bilimsellik’ kılıfına sokuluyor ve öyle sunuluyordu. Velhasıl bilimselliği tartışılmasını engelliyordu…

Kalkınma son yarım yüzyılın en yaygın efsanelerinden biri olsa da, ‘ilkel topluluklar’ ve kadîm uygarlıklar dönemindeki bir çok efsane gibi uzun ömürlü olamadı. Bir efsanenin önemi veya ‘dayanıklılığı’, onun insan bilincinin derinliklerine yerleşme gücüyle doğru orantılıdır. Bu yüzden kimi efsaneler diğerlerinden daha uzun ömürlü olabiliyor. Elbette ‘Kalkınma’ başka efsanelerin devamı veya sürdürücüsüydü, “ilerleme”, “modernleşme”, “sekülerleşme” ideolojisinin bir versiyonu ve devamı olarak ortaya çıkmıştı. Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşma, dünyanın geri kalanının da [Avrupalıların köleleştirdiği, sömürgeleştirdiği, yarı-sömürgeleştirdiği, beşeri ve doğal kaynaklarını yağmaladığı, talan ettiği, sömürdüğü, kültürlerini tahrip ettiği, egemenliği altında tuttuğu ülkeler ve bölgeler] Batı [emperyalist ülkeler] gibi zengin ve müreffeh olabileceği, olması gerektiği görüşünü vaaz eder. Böyle bir şeye inanmak için kapitalizm, onun işleyiş ‘yasaları’, ortaya çıkardığı, çıkarmak zorunda olduğu kutuplaşma, oligarşik zenginlik, hiyerarşi, ekolojik yıkım, vb. hakkında kara cahil olmak gerekir… Eğer birinin zenginliği diğerinin yoksulluğu pahasına mümkün oluyorsa, eğer aradaki ilişki eşitliğe dayanmıyorsa, sömürü, egemenlik ve tabiiyet ilişkisiyse, birinin konumu diğeri tarafından belirleniyorsa ya da visa versa… biri diğeri gibi olabilir mi? Hem kölelik sitemi yerinde kalıp hem de kölenin de efendi gibi olabileceğini ileri sürmenin bir kıymet-i harbiyesi var mıdır? Hiyerarşik yapılarda hiyerarşinin alt kesiminde yer alan unsurlarla üstte yer alanların karşılıklı konumları ve hiyerarşideki işlevleri, hiyerarşik yapıyı “belirler”, yeniden üretir ve sürekliliğini sağlar. Bir sınıf ordusunda en altta yer alan askerlerden başlayarak kademe kademe bir hiyerarşi oluşmuş durumdadır. Asker çoğunluğu ile komuta kademeleri arasında bir “belirleyicilik” ilişkisi söz konusudur. Hem hiyerarşinin devamını savunmak hem de sıradan her askerin bir gün genelkurmay başkanı olabileceğini düşünmek ne kadar abes ise, hiyerarşik kapitalist sistem yerinde kaldıkça, piramidin tabanında yer alan ülkelerin de bir gün emperyalist ülkeler gibi olabileceğini ileri sürmek de aynı derecede abestir. Kapitalist patron tarafından sömürülen bir işçi, işçi-kapitalist ilişkisi (sömüren-sömürülen) veri iken, patronu gibi zengin olmayı belki hãyâl edebilir, ama, bunun gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Eğer çok ‘şanslıysa’, önce işçi olmaktan çıkması ve başka işçilerin emeğini sömürmesi gerekir… Söylemeye gerek yoktur ki, [eski] şanslı işçinin durumu sadece bir istisnadır ve istisnalar kuralı doğrulmak içindir…

Öyleyse nasıl oluyor da insanlar kendi ülkelerinin de bir gün dünya ekonomileri ve toplumları piramidinin tepesinde yer alan ve dünyanın geri kalanının kaderini belirleyen emperyalist ülkeler gibi olabileceğine, bunun sadece mümkün değil, aynı zamanda arzulanır bir şey olduğuna inanıyor? İnsanların gerçek dünyada bir karşılığı olmayan, üstelik hiçbir mantıkî iç tutarlılığı da olmayan şeylere inanması oldukça yaygın bir durumdur ve doğrudan ideolojik yabancılaşmayla ilgilidir. İdeoloji zihinsel bir kurgu aracılığıyla gerçekliği yok saymak, inkâr etmektir. Piramidin tabanında [Üçüncü Dünya] yer alan hemen tüm ülkelerde [özellikle de ayrıcalıklı azınlıklar ve eğitimden geçmiş diplomalılar olmak üzere] insanlar, sömürgeci-emperyalist ülkelerdeki gibi [genellikle bunlara topluca ‘uygar dünya’ denir] ‘zengin ve kalkınmış’ olacağına “inanır”. Bu aşamada ideolojik yabancılaşma devreye giriyor ve kendi konumu ve gerçekliğiyle ilgili durumun bilince çıkması engelleniyor. Dünya sisteminin hiyerarşik niteliğini tartışmaya yanaşmadan ve hiyerarşiyi aşmayı hedeflemeden, mevcut yapı, işleyiş, tabiiyet, sömürü, egemenlik ve bağımlılık ilişkilerine dokunmadan, kendi durumunun da “iyileşeceğini” sanmak tuhaf değil mi? Gerçekten kapitalist dünya sisteminin çevresinde [piramidin tabanında] yer alan ülkelerdeki insanlar, özellikle de eğitimden geçmiş olan diplomalılar ve politikacılar, kendi ülkelerinin de sadece ‘kalkınmışlık kriterleri’ bakımından değil başka bakımlardan da emperyalist dünya gibi olabileceğine inanır. Kendi ülkesinde de Batı’daki gibi temsilî demokrasi olabileceğine, dahası sosyal demokrasi olabileceğine inanır. Böyle bir şeye inanır zira, ekonomik yapıyla siyasi işleyiş arasındaki ilişkiden habersizdir. Eğer söz konusu ilişki hakkında fikir sahibi olsaydı, en azından nasıl olup da dünyadaki 180 kadar devletten sadece 20-25 kadarında Batı tipi “temsili demokrasi” olduğunu, ama, geri kalanında aynı şeyin bir türlü mümkün olmayışının nedenini kavrayabilirdi. 150 kadar ülkenin tamamında Batı’daki siyasi modelin olmayışının bir kaza ya da tesadüf eseri olmadığını anlardı… Eğer, kendi ülkesindeki temsilî demokrasi yokluğuyla emperyalist ülkelerdeki “temsilî demokrasi” arasındaki belirleyicilik ilişkisi hakkında yanılsama içinde olmasaydı, bir şeyi olmadığı yerde aramaya da kalkmazdı. Kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan egemenlik altındaki ülkelerde “aydın denilen” diplomalı taifenin ve onun aracılığıyla da toplum çoğunluğunun bilinci Avrupa merkezli ideoloji tarafından dağlanmış durumdadır. Bu durum ister istemez bir İngiliz atasözünü hatırlatıyor: “A blind man in a dark room looking for a black cat that is not here: Kör adam karanlık odada bulunmayan kara kediyi arıyor”… Batı’da temsilî demokrasi ve sosyal demokrasi mümkün olabilir, zira, dış sömürü yoluyla dünyanın zenginliğine el koyan taraftır [Bu ülkelerin kapitalistleri sadece kendi ülkelerinin emekçilerini sömürmez, dünyanın geri kalanını da sömürür ve oradan kaynak transfer eder],1 Üçüncü Dünya’da böyle bir şey mümkün olamaz, zira sömürülen, kaynakları emperyalist merkezlerce kullanılan, biçimsizleştirilen taraftır. Birinde sosyal demokrasi oyununun oynanabilmesi, ancak diğerlerinde bunun olanaksız kılınmasıyla mümkündür. Dolayısıyla birinin durumuyla diğeri arasında belirleyicilik ilişkisi vardır. Buradan emperyalist ülkelerde bir dönem [1950-1980] geçerli olan welfare State [Refah Devleti] de denilen modelin sadece burjuvazinin tek yanlı bir ‘tercihi’ saymak doğru olmaz. Eğer işçi sınıfının dayatması ve ‘komünizm korkusu’ olmasaydı, refah devleti diye bir şey olmazdı...

Sorulması gereken sourunun sorulması, tartışılması gerekenin tartışılması, asıl hikmetinden sual olmaz “modern bilim” sayesinde engelleniyor. Bilimsellik kılığına sokulan her ideolojik safsata, her türlü hürâfe, asgari akıl ve hayâ unsuru dâhi içermeyen zihinsel kurgular dokunulmazlık kazanıyor… Burjuva ideolojisinin en önemli yapıcı unsurlarından biri “iktisat bilimi” denilendir. Üniversitelerde okutulan “iktisadın” birincisi, bilimle bir ilgisi yoktur; ikincisi ve dolayısıyla gerçek dünyada olup-bitenlerle de bir ilişkisi yoktur. Bilimle, dünyanın gerçekliğiyle bir ilgisi yoktur ama ideolojiler, efsaneler, hurafeler, safsatalar, büyüler… Dünyasıyla yakından ilgilidir. Ortalama bir ‘iktisada giriş’ kitabı “ihtiyaçlar sonsuz, kaynaklar kıttır”la başlar, onu başka kesinlikler izler: işte insanlar bencildir, en az çabayla en çok tatmine ulaşmak ister, yegâne ereği maddi zenginliğini artırmaktır, vb. Kırk yıl boyunca bu saçmalığı tekrarlayan anlı şanlı iktisat profesörü bir kere bile “gerçekten öyle mi” sorusunu sormayı akıl etmez. Koskoca profesör sormaz da öğrencisi sorar mı? Sormazlar zira, ‘bilim öyle diyor!.. ’Her şeyin sonlu olduğu bir dünya’da ‘ihtiyaçlar’ neden sonsuz olsun? Oysa, insanın ihtiyaçları denilen bir elin beş parmağını geçmez: beslenme, barınma, giyinme, seyahat ve iletişim, nihayet tedavi olma… Bu yazının ileriki bölümlerinde “ihtiyaçlar sonsuzdur” mavalının sistem için neden gerekli olduğu, bunun sebeb-i hikmeti üzerinde kısaca da olsa duracağız.

Elbette çağdaş büyücülüğün etkinliğini artırmak için başka şeyler de yapılıyor. İktisat dalında Nobel ödülleri dağıtılıyor. İdeolojik safsataları önce ‘bilim’ sayıp sonra da adına ödül koymak rahatsız edici değil mi? Görünen o ki, bu saçmalık pek rahatsızlık yaratmış değil. Nobel ödülü alan zevata şöyle bir bakın. İçlerinde kapitalist üretim tarzını bilimsel bir perspektiften hareketle eleştiren birine rastlayamazsınız. Eğer sözde ‘iktisat bilimi’ denilenin asıl misyonu kapitalist yağmayı, sömürüyü, hiyerarşiyi ve egemenliği meşrulaştırmaksa, onu eleştiren bir düşünce adamına ödül verilir mi? Eğer eleştirel bir tavır içindeyse ödül almak bir yana, işe siyaset ve ideoloji karıştırdığı, saf bilimden saptığı ileri sürülerek “suçlanacaktır.” Oysa ‘eleştirel değilse bilim de değildir’ denmiştir… Bir Üçüncü Dünya Hükümeti [Şili] kendi ülkesinin Dünya ekonomileri hiyerarşisindeki konumunu sorgulayıp, ülkesinin kaynaklarını kendi halkı için kullanmaya yöneldiğinde, emperyalist odaklarca [ABD] bir darbeyle iktidardan uzaklaştırılıyor [saygı değer Allende] ve halkçı iktidarı deviren cunta şefinin [Pinochet] ilk işi Nobel Ödüllü bir İktisat Profesörünü [Milton Friedman] göreve çağırmak oluyor2. Artık o aşamadan sonra söz konusu ülkenin ekonomisi ‘bilimsel esaslara göre yönetilecek, işe siyaset ve ideoloji karıştırılmayacaktır…’ Şimdilerde ‘iktisat ulemasının işleviyle Orta Çağda üçüncü sınıf papazların işlevi arasında tam bir özdeşlik görmek mümkündür. Zira, işlevleri aynı: Mistifikasyon yaratmak, kafaları bulandırmak, şeylerin, toplumsal olguların ve süreçlerin anlaşılmasının ve aşılmasının önünü kesmek. Elbette misyonları ve işlevleri başkalarının kafasını bulandırmak olanların kendi kafalarının da bulanık olması işin doğası gereğidir.

Sömürge ve yarı sömürge statüsündeki ülkelerde [Şimdilerde gelişme yolundaki ülkeler ya da ‘Güney’ deniyor], dünya ekonomiler piramidinin tabanında yer alan ülkelerde köklü bir avrupamerkezli ideolojik yabancılaşma geçerlidir. Bu ülkelerde özellikle eğitimden geçmiş diplomalılar taifesi, bu yabancılaşmadan en çok yara alan kesimdir. Bu kesim kendi gerçekliğine yabancılaşmış durumdadır. Artık kendi gerçekliğini kendi gözüyle göremez durumdadır. Kendi konumunu ve durumunu Batılının gözüyle ‘görür’… Kendi ülkesinin de Batı gibi olacağına îmânı tamdır. Bu vesileyle bir hatırlatma yapmamak olmaz. Üçüncü Dünya’nın sömürüsünden söz edilirken, ekseri bu ülkelerdeki sınıfsal yapı gözden kaçıyor, en azında öyle bir izlenimin ortaya çıkma olasılığı yüksektir. Sömürgeciliğin ve emperyalizmin başlangıcından beri sömürge ve yarı-sömürge, [son dönemde yeni-sömürge] statüsündeki ülkelerde, emperyalizmle bütünleşmiş, çıkarları ortak iki kesim var oldu. Bunlardan birincisi komprador [veya taşeron] burjuvazi, diğeri de genel olarak “aydın” denilen eğitim görmüş kesimdir. Üçüncü Dünya’nın diplomalıları Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmadan en çok nasiplenen kesimdir. Bu kesim bir çeşit sömürgeci emperyalist ülkelerin ideolojik taşeronudur. Bu işlev milliyetçilik söylemiyle kabullendiriliyor. Elbette bunları sadece ideolojik yabancılaşmanın kurbanları saymak doğru değildir. Toplumun eğitimden geçmiş kesimleri, yoksul çoğunluğa göre her zaman ve her yerde ayrıcalıklı konumdadırlar, Ekseri emperyalist dünyadaki ‘benzerlerine’ yakın bir yaşam standardına sahiptirler. [En azından öylesi özlemleri vardır] Sadece Batı idolojisininin değil, onun yaşam ve tüketim kalıbının da temsilcisi durumundadırlar. Komprador burjuvaziyse, doğrudan emperyalizmim, [şimdilerde çokuluslu şirketlerin] bir uzantısıdır. Söz konusu iki kesimin sınıfsal çıkarları emperyalizme kurulmuş eşitsiz ilişkilerin devamını sağlıyor. Dolayısıyla Üçüncü Dünya ülkelerinin sınıfsal yapısını dikkate almayan tahliller beyhûdedir… O halde iki şey: Birincisi söz konusu olan proleter ulus değildir; ikincisi, ulusal çıkar veya milli yarar diye bir şey mümkün değildir...
1. Kapitalizmin kör mantığı

Özel mülkiyete, rekabete, ücretli emek sömürüsüne, ileri teknolojiye sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesine dayalı kapitalist üretim tarzının sahneye çıkıp egemen olmasıyla, insanla toplum, doğayla toplum, insanla doğa arasındaki ilişki radikal bir değişikliğe uğradı. Fakat, asıl can alıcı ‘yenilik’ üretimin kullanım değeri için değil, değişim değeri için yapılıyor olmasıydı. Prekapitalist dönemde üretim, kullanım değeri için yapılırdı ve bu durum birey ve doğa bakımından hayatî olumsuz sonuçların ortaya çıkmasını engellerdi. Hiç değilse ortaya çıkan olumsuzluklar, belirli sınırlar dahilinde kalır, bir gezegen riski ortaya çıkmazdı. Kapitalist sistemde üretimin amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, değişim değeri üretmektir. Pazar için [değişim değeri] üretmenin gerekçesi de kâr etmektir. Fakat, kâr elde etme hedefi dâhî nihai hedef değildir. Üretim süreci sonunda elde edilen kâr da, yeniden yatırıma yönlendirilmek, üretim çevrimine dahil edilmek durumundadır. Sonuç itibariyle kapitalist üretim, ‘üretim için üretim’, dolayısıyla sermayenin yeniden üretimi biçimini alır. Kapitalist rekabet, sistemin dinamizmini oluştururken, her bireysel kapitalisti de sürekli olarak ‘ileriye doğru kaçmaya’ zorlar. Her bireysel kapitalist ayakta kalabilmek için rekabetçi konumunu korumak ve güçlendirmek durumundadır. Bu amaçla hem emek sömürüsünü derinleştirmek hem de her seferinde daha ileri teknolojilere sahibolmak, sermayesini büyütmek zorundadır. Başka türlü ifade etmek gerekirse, rekabetçi konumunu koruyabilmek, ayakta kalabilmek için sürekli büyümek zorundadır. Aslında bu durumu ‘üretim çılgınlığı’ olarak tanımlamak mümkündür. Sürekli üretmek zorunda ama ürettiğini de satmak zorunda. Satış olmadan çevrim süreci tamamlanmış olmaz. Marksist bir kavramı kullanmak gerekirse, realizasyon [satış] gerçekleşmeden yola devam etmek mümkün değildir. Öyleyse, “sınırsız üretime sınırsız satış” eşlik etmelidir… Bu yüzden “ihtiyaçlar sonsuzdur” mavalı üretilmiştir. Böylesi akıl dışı bir safsatanın kabullenirliğini sağlamanın yolu da bunun bilim tarafından dillendirilmesini gerektirirdi ve öyle yapıldı… İktisat biliminin timsali kitapların başına: “ihtiyaçlar sonsuzdur” sloganı büyük harflerle yazıldı… Son tahlilde üretimin amacı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olunca, araçlarla amaçlar yer değiştirip, ters yüz oluyor. Üretim, insan ihtiyaçlarını karşılama hedefinden uzaklaşıp “özerkleşince’ bir bakıma öküz arabanın arkasına koşulmuş oluyor ki, böylesi bir kontekste işlerin sarpa sarması kaçınılmazdır.

Üretim araçlarının özel mülkiyetine ve sermayenin genişletilmiş yeniden üretimine dayalı kapitalist sistem, bir ücretli emek sömürüsü sistemidir. Kapitalistin başkalarının emeğini sömürebilmesi, insanların üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan yoksun oldukları [proleterleştikleri] durumda mümkündür. Eğer, bazı insanlar üretmek için de, yaşamak için de gerekli araçlardan yoksunsa, kavramın gerçek anlamında proleterleşmişse, yaşamlarını sürdürmenin bir tek yolu var demektir: hem üretim hem de tüketim araçlarının özel mülkiyetine sahibolanlara emeğini satmak. Ancak emeğini satarak aç kalmaktan, ölmekten kurtulabilir. Velhasıl yaşamı kapitalistin onun emeğini kullanmasına bağlı hale gelmiş demektir. Toplum çoğunluğunun yaşamını sürdürebilmek için emeğini satmak zorunda olması demek, insan emeğinin de piyasada herhangi bir mal gibi alınıp satılması, metalaşması demektir. Kapitalist sistemde işçinin emeği bir meta kategorisine dönüşüyor ve her hangi başka bir meta gibi işlem görüyor. İnsan emeğinin metalaşmasının bireysel, toplumsal, kültürel, ekonomik, etik, vb. çok yönlü olumsuzlukları ve sonuçları üzerinde durmak bu yazının boyutunu bir kaç kat artırmadan mümkün olmaz. Burada çok önemli gördüğümüz bir kaç veçheye kısaca değinmekle yetinmek durumundayız.

Üretim amacının kullanım değeri değil, değişim değeri, dolayısıyla kâr ve sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olması, velhasıl üretim sisteminin toplum karşısında “özerkleşmesi”, toplumla ekonomi arasındaki ilişkinin de ters-yüz olması demektir. Üretimin normal olarak insanların ihtiyacını karşılamak için, toplum yararı için yapılması gerekirken, kapitalizmle birlikte bu ilişki tersine dönüyor ve toplum ekonominin hizmetine giriyor. Anlı-şanlı filozoflar, iktisat uleması, ‘burjuva düşünürler’ bu tersliği yok sayıp görmezden geliyorlar. Elbette yok sayma ve görmezlikten gelme karşılıksız kalmıyor. Bu sayede kapitalistin ‘zengin’ sofrasına dahil olup, burjuvazinin ‘mümtaz’ üyeleri konumuna terfi ediyorlar.

Proleterin emeğini metalaştıran kapitalist üretim, doğayı da metalaştırıyor. Bu, üretimin iki temel unsurunun da metalaşması demektir. Fakat, burjuva “iktisat teorisi” doğayı sonsuz olarak istismar edilebilir, kullanılabilir sayıyor. Dolayısıyla insana verilen zararla doğaya verilen zarar atbaşı gidiyor ve biri diğerini besliyor. Marx bu tersliğe dikkat çekmişti ve kapitalist birikimin söz konusu iki kaynağı, insanı [onun emeğini] ve doğayı meta mertebesine indirgeyerek yıkıcı bir işlev gördüğünü söylemişti. Üretimin kullanım değeri kaygısı olmaksızın yapılması, çok yönlü tahribata neden olmadan sürdürülemezdi. Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretimi olan kapitalist büyüme üçlü bir olumsuzluk üretiyor: Birincisi her seferinde daha çok insanı üretim ve yaşam için gerekli araçlardan mahrum edip proleterleştirerek pazara sürüyor; diğer yandan da [rekabetin dayattığı büyüme zorunluluğu] her seferinde işçiyi makineyle ikâme ederek, ölü emeği canlı emeğin yerine koyarak, işsiz sayısını artırıyor ve işsizlik sistemin mantığında içkin yapısal bir soruna dönüşüyor; Üçüncü olarak da, üretimin her ileri aşaması doğa tahribatının ve ekolojik riskin büyümesi pahasına gerçekleşiyor.

Durum böyleyken ve kapitalist üretim bir yıkım makinesine dönüşürken, sadece insanı insanlıktan çıkarmak değil, doğa tahribatını da geri dönüşü olmayan bir sınıra hızla yaklaştırırken, kapitalist üretimin etkinliğinden, rasyonelliğinden, kaynakları en verimli kullanan yegane sistem oluşundan, vb. bu kadar pervasızca söz edilmesi nasıl açıklanacak? Bilindiği gibi ‘sözde iktisat teorisi’ kapitalizmin hiçbir köklü kusuru olduğunu kabul etmez. “Kendi kendini düzenleyen piyasanın” [zaten öyle bir şey yok] her sorunu çözeceğine dair tam bir ‘inanç’ söz konusudur. Eğer, sorunlar ortaya çıkıyorsa, bu sistemin özünü angaje eden şeyler değil, kimi önemsiz yol kazaları, geçici ve sınırlı olumsuzluklar veya yanlış müdahalelerin, uygun olmayan devlet politikalarının sonucudur... Ve sistem orta ve uzun vadede bu tür olumsuzlukları bertaraf etmeyi başarır… Oysa, kapitalist sistemin tam bir israf ve yıkım makinası olduğunu görmek için yüksek zekâ ürünü olmayan bir kaç soru sormak ve bu basit soruları cevaplamak yeterdi… Üretilenin toplumsal yarar bakımından ‘niteliğini’ tartışmaya girmeden [zira üretilmemesi gereken birçok şey üretiliyor], şunları söylemek mümkündür: Rekabet her seferinde teknolojik seviyeyi yükseltmeyi, kurulu üretim kapasitesini yenilemeyi gerektirir. Bu da makinaların, üretim alet ve edevatın sürekli yenilenmesi demektir. Altı ay önce o günkü teknolojik düzeye göre kurulmuş bir fabrika, yeni bir teknik buluş sonucu hurdaya gidebilir. Dolayısıyla, ekonomik ömrünü doldurmadan, “teknik ölüm” sonucu kullanım dışı kalabilir... Bir başka olumsuzluk da ‘teknolojik kaymayla’ ortaya çıkar: pamuk ve yün ipliğine dayalı tekstil üretim teknolojisinin yerini sentetik ipliğe dayalı teknoloji aldığında, bütün bir sektör bu durumdan etkilenecektir. Dolayısıyla kapitalist rekabet, toplum ve doğa için olumsuzluk yaratmadan verimliliği artıramaz. Kaldı ki, verimlilikten söz edilir de “kimin için verimli” sorusu hiç bir zaman sorulmaz. Elbette sadece kurulu kapasitenin hurdaya çıkmasından ötürü bir maddi israf ortaya çıkmaz, yeni teknoloji [makina ve teçhizat] daha az işçi gerektirdiği için, işsizliği de artırır. Dolayısıyla, maddi israfa manevi kötülük eşlik eder. İsraf elbette sadece üretim aşamasında da ortaya çıkmaz, moda aracılığıyla israf teşvik edilir. İster giyim ister dayanıklı tüketim malları, vb. olsun, yenileri satılsın diye, modayla mallar kullanım dışına çıkarılır. Çürük mal üretmek de satışı [dolayısıyla israfı] büyütmenin bir yoludur. Veya bir malın yedek parça üretimi durdurularak, insanlar yenisini satın almaya zorlanır. Satılan mallarda kullanılan gereksiz, çoğu zaman abartılı ambalaj israfın başka bir versiyonudur. Elbette reklâm için harcanan devasa kaynağı hatırlamamak olmaz. Fakat bu tür israflar normal dönemlerin ‘olağan’ israflarıdır. Bir de kriz dönemlerinin daha kapsamlı tahribatları söz konusudur ki, sadece emek ürünü şeyler tahribedilmekle kalmaz, bir dizi insânî-toplumsal-ekolojik sorun da ortaya çıkar [işsizlik, yoksulluk, sefâlet, mânevî bozulma, çevre kirlenmesi, vb]. Bilindiği gibi krizler kapitalizm için zorunludur. Zira ancak krizin neden olduğu tahribat ve israf sayesinde kapitalist işletmeler kâr oranlarını restore edebilirler. Eğer, yukarda sözünü ettiğimiz yöntemlerle yeterli yıkım sağlanamazsa, savaş imdada yetişir. Savaş kurulu üretim kapasitesini tahribetmenin, değersizleştirmenin en etkin ve en kapsamlı yoludur. Sermayenin kâr oranlarını yükselmesine imkân veren buluşların çoğu savaşlarda ortaya çıkar. Atom bombası, askeri okyanus ötesine taşımak için geliştirilen Boeing uçağı, konfeksiyon [hazır giyim] askere üniforma sağlamanın devamı olarak ortaya çıkmıştır, konserve yiyecekler yine başlangıçta savaş amacıyla geliştirilmiştir, bilgisayar, internet, vb. hep savaş dönemlerinde askerî amaçlarla üretilmiştir…

İşte bütün bunlar yukarda değindiğimiz temel tersliğin sonucu olarak ortaya çıkıyor. Üretimin asıl amacının üretim [kâr, dolayısıyla sermaye üretimi] olması, ekonomi toplumun hizmetinde olması gerekirken toplumun ekonominin hizmetine sokulması… Sistemin rekabete dayanması ona büyük bir dinamizm kazandırırken, aynı zamanda yıkıcılığa, tahribata ve israfa da aşırı ivme kazandırıyor. “Savaş, politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir” denmiştir… Bunu “Savaş rekabetin başka araçlarla sürdürülmesidir” şeklinde ifade etmek de mümkündür. Kapitalizmin tahribetmeden yoluna devam edemez oluşu, insanın [emeğin] ve doğanın meta mertebesine indirgenmesi, sistemin insana ve doğaya saygısızlığı, etik kaygıların defterden silinmiş olması, vb. Kapitalizmin ilk ortaya çıktığı dönemde Batı Avrupa’daki manzaraya bakmadan, şimdilerde de kapitalist dünya sisteminin çevresinde yer alan ülkelerdeki yoksulluğu, sefaleti ve yıkımı yok saymadan kapitalist sistemin etkinliğinden söz etmek mümkün değildir.

2. Vahşileri Uygarlaştırmaktan Yoksulları Kalkındırmaya

Fetihler, buluşlar Avrupası, fethedilenler ve “bulunanlar” tarafından bakıldığında yıkımın, soykırımın, köleleştirmenin, sömürü, yağma ve talanın Avrupa’sıydı. Kristof Kolomb’un macerasını izleyen dönemde dünya toplumları ve uygarlıkları arasındaki ilişkiler köklü değişikliğe uğradı. O tarihten sonra Batı Avrupa bir bakıma insanlığın “öznesi” konumuna terfi etti. Başka türlü ifade etmek istersek, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirir, biçimsizleştirir, tanımlar, adlandırır duruma geldi. Artık kimin ne olduğuna, nasıl olması gerektiğine sömürgeci Avrupalılar karar veriyordu… Olup bitenler Avrupalılar tarafından hikaye edilince, şeylerin ve süreçlerin anlaşılması da problemli hale gelmişti. Zira, Batı egemenliği sadece maddeler dünyasını angaje eden bir şey değildi. Batılılar Sadece dünyanın maddi zenginliğine el koymakla kalmadılar, maddeler dünyasındaki sömürgeleştirmeye, yağma ve yıkıma, ideolojiler dünyasındaki biçimlendirme eşlik etti. Giderek, Avrupalıların egemenlik altına aldıkları, dünyanın geri kalanındaki insanlar kendi toplumlarına, kendi gerçekliklerine Avrupalının gözüyle bakar duruma geldiler. Velhasıl, kendilerine, kendi özlerine yabancılaştılar. Yaklaşık beşyüz yıl önce başlayan sürecin bugün de hâlâ yoluna devam ediyor oluşu, söz konusu ideolojik yabancılaşmanın, zihinlerin sömürgeleştirilmesinin sonucudur.

“Uygarlık timsali” Batı Avrupalılar, gerçek misyonlarını gizlemeye her dönemde büyük özen gösterdiler. Gerçek niyetler her zaman afişe edilenden farklıydı. İlk “fetihler” sonucu Amerika kıtasına ulaştıklarında jenosit, yıkım, yağma ve talan için geldik, geliyoruz demediler, Hıristiyanlaştırmak gibi yüce bir misyonun taşıyıcısı olduklarını söylediler. Bölgenin parlak uygarlıklarını yağmaladılar, birikmiş hazinelerini Avrupa’ya taşıdılar, bölge halklarına karşı akıl almaz bir soykırıma giriştiler. Yağmalanacak birikmiş zenginlik tükendiğinde, artık bölgenin zenginlik üreten yerli halkı da nerdeyse tükenmişti. Sömürünün devamı için Kara Afrika’nın köleleştirilmesi gerekti. Kapitalist sömürü için gerekli emek köleleştirilmiş Kara Afrika’dan sağlanacaktı. Sanayi devriminden sonra sıra zengin Asya kıtasına da gelecek ve Avrupa’nın hizmetine sunulmayan pek bir yer kalmayacaktı. Nitekim 1914 yılına gelindiğinde yeryüzünün %84.4’ü Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyalist ülkelerinin doğrudan veya dolaylı egemenliği altındaydı.

Bilindiği gibi, bir üretim tarzı olarak kapitalizmin kendinden önceki üretim tarzlarından farklı bir özelliği var: Başka uygarlık biçimleriyle [farklı üretim tarzlarıyla densin] yan yana yaşaması, ‘barış içinde bir arada varolması’ mümkün değildir. Kapitalizm başka üretim tarzlarını mutlaka kendi ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendiren, biçimsizleştiren, dönüştüren bir dinamiğe sahiptir. Süreç ilerledikçe sistemin egemen dinamik merkeziyle, merkez tarafından biçimlendirilen, biçimsizleştirilen çevresi [periferi] arasında bir hakimiyet ve bağımlılık ilişkisi oluşuyor. Bunun anlamı, sistemin çevresi ve merkeziyle ‘organik bir bütünlük’ oluşturmasıdır. Eşitsiz ticarî, ekonomik ilişkiler oluşuyor ve bu tür ilişkiler bütünü, kendini yeniden üretiyor. Her ileri tarihsel aşama bağımlılık ve hakimiyet ilişkilerinin derinleşmesi anlamına geliyor. Her sosyal formasyonun ekonomik-sosyal “gelişmişlik düzeyi” dünya ekonomileri ve toplumları hiyerarşisinde veya piramitteki konumlanışları tarafından belirleniyor.

Vahşileri Tanrı’nın buyruğuyla tanıştırma, Hıristiyanlaştırma, “ruhlara cennetin kapısını aralama” retoriğinin yerini sanayi devriminden sonra ünlü uygarlaştırma misyonu [mission civilisatrice] aldı. Bundan böyle uygarlık yoksunu halklar Batılı gibi uygar olacaktı. Uygarlaştırma misyonunun ne anlama geldiğini burada detaylandırmak uygun düşmez. Geçerken şu kadarını söyleyebiliriz ki, sanayi devrimi sonrasında kapitalizmin etkisi altına girmeyen, dolayısıyla emperyalist sömürüden, yağma ve talandan nasibini almayan bir toprak parçası hemen hemen kalmamıştı. Bugünün dünya ölçeğindeki zengin-yoksul kutuplaşması o dönemde nihaî olarak yerleşmişti.

İkinci Dünya [emperyalistler arası] Savaşı sonrasında, Hıristiyanlaştırma ve uygarlaştırma [bunu emperyalist Batı’nın ihtiyacı doğrultusunda biçimlendirme, biçimsizleştirme, şartlandırma olarak okuyabilirsiniz…] yeni bir söylemle sürdürülecekti. Yeni dönemin yeni retoriği artık kalkınmaydı.3 İkinci emperyalist savaş sonrasında sömürgeciliğin ‘doğrudan biçimi’ tasfiye edildi.

Sömürge statüsündeki bölgelerde yaşayan halklar, devletler hukuku karşısında ‘bağımsızlaştılar’, ekseri sınırlarını sömürgeci güçlerin çizdiği topraklar üzerinde ulus-devletler ortaya çıktı. Bu ulus-devletler Batı’daki ulus-devlet modeline göre oluşturulmuşlardı ama içinde bulundukları eşitsiz ekonomik-sosyal-kültürel-ideolojik ilişkiler veri iken, sadece Batıdaki ulus devletin bir karikatürü olabilirlerdi ve öyle de oldular. Batı’daki ulus-devletin [emperyalist devletin] üzerinde oturduğu ekonomik temel mevcut olmayınca, söz konusu ulus-devletler uygun maddi temelden yoksun olunca, ancak içi boş birer kabuk olabilirlerdi. Zaten, sömürgeciliğin doğrudan biçiminin [versiyonunun] tasfiye edilip, yeni sömürgecilikle ikâme edilmesi, sermayenin rasyonalizasyon planının bir sonucuydu. Sömürgeciliğin klasik [doğrudan] biçimi artık sermaye için bir yük teşkil ediyordu. Sermaye her yere ulaşamaz durumdaydı. Oysa sermaye, hareketini sınırlayan her türlü kısıt, engel ve sınırı aşmaya eğilimlidir. Bir önemli olay da dünyanın tartışmasız hegemonik gücü durumuna gelen ABD’nin sömürgeciliğin klasik biçimine razı olmayışıdır. Koskoca kıtaların birkaç sömürgeci gücün hâkimiyeti altında kalması büyük Amerikan şirketleri [sermayesi] için kabul edilebilir değildi.

Kalkınmacı retorik emperyalizmin yeni evresindeki egemenlik ve sömürü ilişkilerini [yeni sömürgecilik] meşrulaştırmanın bir aracı olarak ortaya atıldı. Hem yeni sömürgeciliği hem de Üçüncü Dünya Ülkelerindeki ‘yerli yönetici elitin’ konumunu meşrulaştırma işlevine koşulmuştu. Sömürgeci güçlerden nöbeti devralan ‘yerli yönetici elit’ esas itibariyle Batı’nın rahle-i tedrisinden geçmiş unsurlardı. Avrupa merkezli ideolojik yabancılaşmayla mâluldüler. Bu yabancılaşma, söz konusu elitin emperyalist dünya sistemindeki konumları değişmeden, sömürü ve bağımlılık ilişkileri radikal bir dönüşüme uğratılmadan, velhasıl üretim ilişkileri köklü bir dönüşüme uğrayıp, paradigma değişmeden Batı gibi zengin ve ‘kalkınmış’ olabilecekleri yanılsamasına kapılmalarını kolaylaştırıyordu. Elbette her iki taraf için daha somut gerekçeler ve çıkarlar söz konusuydu. Bir kere dönemin hegemonik gücü olan ABD’nin kalkınmacı retoriğe sarılması, onun hegemonyasını tehdit eden komünizmi ‘kuşatmanın’ [containment] bir aracıydı. Yoksulların “kalkınması”, ABD’nin komünizmi kuşatma temel stratejisinin bir aracı olarak gündeme gelmişti. Gerekçe az çok şöyle formüle edilmişti: Zaten derin bir yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan ülkelerde ve bölgelerde yoksulluk ve sefaletin daha fazla derinleşmesi, komünizmin yayılmasına uygun bir ortam yaratabilirdi. Öyleyse yoksulluğun ve sefaletin belirli bir sınırın altına inmesi engellenmeliydi. Bu temel stratejinin bir parçası olarak, dönemin ABD başkanı Truman, 20 Ocak 1949’daki ünlü konuşmasında:
“Dördüncü olarak, cesaretle yeni bir program ortaya koymalıyız ki, ileri bilimsel ve endüstriyel gelişmemizin sunduğu avantajlar, azgelişmiş bölgelerin durumunu iyileştirmenin ve büyümenin hizmetine sunulabilsin. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası sefalete benzer koşullarda yaşıyor, yetersiz besleniyor, hastalıklardan muzdarip. Ekonomik yaşamları ilkel ve durağan. Onların yoksulluğu sadece kendileri için değil, en zengin bölgeler için de bir handikap ve tehdit oluşturuyor. Tarihte ilk defa insanlık bu kitlelerin acısını dindirecek teknik ve pratik imkânlara sahiptir.

ABD bilimsel ve teknik gelişme bakımından uluslar arasında önemli bir yere sahiptir. Her ne kadar başka ulusların ekonomik kalkınmasına yapabileceğimiz maddi katkı sınırlı olsa da, fizikî bir yük oluşturmayan teknik bilgi birikimimiz durmadan artıyor ve sınırsızdır.

İnanıyorum ki, teknik bilgi birikimimizi barışçı halkların hizmetine sunmak, arzuladıkları daha iyi bir yaşam için onlara yardım etmek durumundayız. Başka ulusların da katkısıyla kalkınmanın yetersiz olduğu bölgelerde yatırımları özendirebiliriz.”4

Aslında hegemonik güç olan ABD’nin bu tür bir retoriğin gerisine gizlenerek gerçekleştirmek istediği iki amaç vardı: Komünizmin yayılmasının önünü kesmek; Amerikan yatırımlarının önünü açmak. Yeni retorik ‘uygarlaştırma misyonunun’ yerini almıştı veya şöyle formüle edilmişti: Dünya’da kalkınmış az kalkınmış, orta düzeyde kalkınmış ülkeler var, kimileri yarışı önde götürüyor, kimileri onları arkadan izliyor ve hepsi de aynı yolda ilerliyor. Önde gidenler finansal ve teknik yardımlar yoluyla geriden gelenlerin kendilerini yakalamasını sağlayabilirler… Dikkat edilirse, sömürü, bağımlılık, şartlandırma, biçimsizleştirme temel ilişkisi yok sayılıyor. Birinin zenginliğiyle diğerinin yoksulluğu arasındaki ilişki dikkate alınmıyor. Aslında “yardımların” işlevi yoksulların kalkınmasının değil, geçerli ilişkilerin devamı için, zincirin kopmasını engellemenin bir aracıydı... Bu bakımdan kavramın gerçek anlamında “yardım” diye bir şey hiçbir zaman olmadı. Yardım emperyalist ülkeler bakımından bir gereklilikti. Velhasıl yardım, tulumba çalışmadığı zaman konan su idi ve tulumba suyu zenginlere doğru akıtmak içindi... Birinci kalkınma on yılında gelişmiş ülkelerin GSMH’larının %1’nin yoksullara vermesiyle aracın harekete geçeceği [take-off] söylendi. Hiç bir zaman bu hedefe ulaşılmadı, şimdilerde söz konusu oran binde 25 [%0, 25%] civarındadır.

Teknik ve finansal yardıma dayalı ‘kalkınmacı söylem’ yeni sömürgeciliği tartışılır olmaktan çıkardığı gibi, Üçüncü Dünya’nın ‘yerli yönetici elitinin” konumunu da meşrulaştırdı. Sömürgeci güçlerin ‘uygarlaştırdığı’ halklar bu sefer yine onların katkısıyla ama “kendi yöneticileri” de “devreye sokularak” kalkındırılacaktı. Geri ülkelerin ‘yeni yönetici eliti’ geriliğini ileri sürerek yardım talebinde bulunuyor ve yardımlar arttıkça zenginleşiyordu. Küçük bir azınlık emperyalist dünya ile kurulan ticaret ve yatırım ilişkileriyle, yardımları hortumlayarak, devleti borçlandırarak zenginleşirken, toplum çoğunluğu yoksullaştı, zengin-yoksul kutuplaşması görülmemiş derecede büyüdü, geniş toplum kesimleri kimlik erozyonuna uğrayıp marjinalleşti, çevre tahribatı derinleşti... II. Dünya Savaşının arkasından gelen kapitalizmin uzun genişleme dönemi ([savaşın ortaya çıkardığı yıkım çok derin olduğu için, doğal olarak genişleme dönemi de uzun sürmüştü] azgelişmiş ülkelerden yapılan hammadde, tarımsal ürün ve enerji ithalatını artırmıştı. Kalkınma ekonomik büyümeyle özdeş sayıldığı, büyüme de GSMH ile ölçüldüğü için, olup bitenler asıl durumun anlaşılmasını engellemişti. Aslında söz konusu olan kalkınma değil, sömürünün, kan kaybının derinleşmesiydi.

Bir fikir edinmek için Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ([PNUD] tarafından verilen rakamları ve oranları hatırlamak yeter: Dünyanın zenginliği 1950’den bu yana 6 kat artarken, dünyanın 174 ülkesinden 100’ünde kişi başına düşen gelir geriledi ve yaşam uzunluğu küçüldü. Bir kutupta bunlar olurken, karşı kutupta hârika şeyler oluyordu elbette: Dünyanın en zengin üç kişisinin serveti en yoksul 48 ülkenin milli gelirinden daha büyüktü, en zengin 15 kişinin serveti de Kara Afrika’nın Milli gelirinden fazlaydı. En zengin 84 kişinin serveti de 1.2 milyar nüfuslu Çin Halk Cumhuriyetinin milli gelirinden fazladır! Daha ilk kalkınma on yılı [1960 – 1969] sonunda retorikle realite arasındaki uyumsuzluk âyan beyân ortadaydı. Vadedilenin gerçekleşenden farklı olduğu ortaya çıkmıştı. O tarihten sonra kalkınma kavramı artık önüne bir sıfat eklenmeden kullanılmadı: bir başka kalkınma, sosyal kalkınma, insânî kalkınma, İçe-dönük ([auto-centré] kalkınma, endojen kalkınma, ‘gerçek’ kalkınma, katılımcı kalkınma, bütünleşmiş [intégrés] kalkınma, vb. Son dönemde en uygun sıfatın “sürdürülebilir” olduğu anlaşılıyor ve sürdürülebilir kalkınma için zirveler birbirini izliyor…

3. Kalkınma sürdürülemez, zira, öyle bir şey yok!

Kapitalist gelişme veya aynı anlama gelmek üzere ekonomik büyüme, sermayenin genişletilmiş olarak yeniden üretilmesinden başka bir şey değildir. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olan büyüme de GSMH [Gayri Safi Milli Hasıla] veya milli gelirle ölçülüyor ve söz konusu büyüme kalkınmayla özdeş sayılıyor. Amacın kullanım değeri değil, sermaye üretimi, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi olduğu kapitalist sistemde, büyümeyi kalkınmayla özdeş saymanın bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bir kere neyin, neden ve nasıl üretildiği sorusu boşlukta kalıyor. Bir ülkede kurulu üretim kapasitesinin üçte biri tahribedilse, bu tahribat ekonomik büyüme olarak sunulacak ve GSMH’nın büyüdüğü ileri sürülecektir. Zira yıkım için bir dizi “üretici güç” harekete geçirilmiştir. Trafik kazaları on kat artsa, GSMH ‘de [milli gelir] aynı oranda artmış sayılacaktır. Bir salgın hastalığı önlemek için yapılan harcamalar da öyle... Yıkılan üretim kapasitesini yeniden kurmak için yapılanla onu yıkmak için yapılan aynı biçimde değerlendiriliyor. Bir ülkede tank, savaş uçağı, kara mayını üretimi beş kat arttığında, bu artış GSMH’yı aynı oranda büyütecektir ama o toplumun refahını artırdığını söylemek, bunun bir kalkınma göstergesi olduğunu ileri sürmek saçmadır.
Dolayısıyla, kapitalist üretim ve onun kör mantığı geçerli oldukça, çok yüksek büyüme oranlarına ulaşmak mümkündür ama bu büyüme otomatik olarak kalkınma [toplumsal refahın iyileşmesi anlamında] üretmesi mümkün değildir. Üstelik söz konusu büyüme de oligarşik zenginlik üretebilir, nitekim öyle oluyor. Bunu, küçük bir azınlığın çoğunluk aleyhine zenginleşmesi olarak da ifade edebilirsiniz. Bir sınıf [sermaye sahipleri ve çevresinin oluşturduğu burjuvazi] sürekli zenginleşirken bu kesimin dışında kalan ve çıkarı onunla uzlaşmaz çelişki içinde bulunan emekçi çoğunluk yoksullaşmak durumundadır.

Büyümenin her ileri aşaması göreli ve/veya mutlak yoksulluğun derinleşmesi sonucunu doğurduğu halde, bu durum ‘iktisat bilimi’ tarafından yok sayılır veya görmezlikten gelinir. Burjuva iktisatçıları uzun vadede tricle down [damlama] etkisiyle refahın diğer kesimlere de yansıyacağını ileri sürüyorlar. Söylenen şudur: Başlangıçta büyüme gelir dağılımını bozup yoksulluk yaratsa da uzun vadede büyümeden toplumun geri kalanı da yararlanacaktır. Trickle-down (Damlama) etkisiyle uzun vadede refah yaygınlaşacaktır. Aslında tricle down etkisini bizim dilimize ‘komşuda pişer bize de düşer’ özdeyişiyle karşılamak mümkündür, ama, prekapitalist döneme ait bu özdeyiş, akıl almaz bir meta toplumu olan kapitalizm çağında artık geçerli değildir. Prekapitalist dönemde üretim ihtiyacın bir fonksiyonu olarak ortaya çıkardı. Toplum önce neye ihtiyacı olduğunu saptar ve ihtiyaç kadar üretim yapılırdı. Üretimin amacı doğrudan ihtiyaçları karşılamak olduğu sürece, insanların aç kalması ya da zenginlik-yoksulluk uçurumunun ortaya çıkması söz konusu olmazdı. Oysa, üretimin amacının ihtiyaçlardan ‘bağımsızlaştığı’ kapitalist toplumda zenginlik adı altında yoksulluk üretilmesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla büyüme, çözmek durumunda olduğu sorunları sürekli olarak büyütmek durumundadır.

Öyleyse yanılsama yaratan nedir? Eğer bir toplumsal sınıf bir başka toplumsal sınıf aleyhine zenginleşebiliyorsa, bir ulusun bir başka ulus aleyhine zenginleşmesi de ayın şekilde mümkündür ve gerçek durum da öyledir. Dünyanın geri kalanını sömüren emperyalist ülkelerde emekçi sınıfların mücadelesi ve dayatmasıyla gelir dağılımı iyileştirilebilir ama kapitalist sınıf kaybettiğini dışarıda, emperyalist sömürüye maruz Üçüncü Dünya’nın sömürüsünü derinleştirerek ödünleme yoluna gidecektir. Demek ki, bir yerdeki refah devleti, ancak başka yerlerdeki yoksulluğun ve sefaletin derinleşmesi, emperyalist merkezlerle dünyanın geri kalanı (dünya kapitalizminin çevresini oluşturan bölgeler) arasındaki zenginlik-yoksulluk uçurumunun büyümesi durumunda mümkündür. Üçüncü Dünya ülkelerinin eğitimden geçmiş diplomalı kesimi bu yalın gerçeği görmekten aciz olduğu için, kendi ülkelerinde de emperyalist ülkelerdeki gibi “demokratik cumhuriyet’, sosyal demokrasi, ‘hukuk devleti’, insan hakları, vb. olabileceğine bağnazca inanır… Elbette ‘bu inanma’ karşılıksız kalmıyor. Kapitalist üretimin içme suyunu kirletmesi sonucu Üçüncü Dünya’da her gün 30 bin insan ölüyor. New York’taki ikiz kulelere yönelik saldırıda ölenin yaklaşık altı katından fazla... Bu durumun da ‘uygar insanlığı’ kaygılandırması gerekmez miydi. Bu ve benzer durumlar sorun sayılıp gündeme gelseydi, sistemin özüne ilişkin tartışmalar ete kemiğe bürünseydi, uygar dünyanın efendileri, akıl hocaları, ‘hümanist aydınlar’ hâlâ insan haklarından söz edecekler miydi? Bir şeyin söylenmesine izin verilir, göz yumulur, tolere edilir, eğer başka şeylerin, asıl söylenmesi gereken şeylerin söylenmesini engelliyor, onu gündemden çıkarıyor, üstünü örtüyorsa…

Birinin zenginliğinin diğerinin yoksulluğu, güçlünün güçsüzden beslendiği, bir sosyal sınıfın bir başka sosyal sınıf aleyhine zenginleştiği, bir ulusun zenginleşmesinin ancak başka ulusların yoksullaşması pahasına mümkün olabildiği [ama yoksullaşan ulusda da aşırı zengin ve aşırı yoksul sınıflar yaratarak] piramide benzeyen hiyerarşik bir dünya sisteminde, kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Elbette barış da mümkün değildir. Zira, kapitalist üretim daha önce ürettiğinin bir bölümünü ‘gerektiğinde’ tahribetmeden yoluna devam edemez. Başka yöntemler ‘gerekli tahribatı’ gerçekleştirmekte yetersiz kalırsa, savaş devreye girmek zorundadır. [ABD’nin Irak’a saldırmasının, savaş çıkarmasının bir dizi gerekçesi vardı..., ama, en önemli gerekçelerden birinin veya asıl gerekçenin üretilenlerin bir bölümünü tahribetmek olduğu gözden kaçırılmamalıdır... ] Öyleyse temel sorunları atlayarak savaş karşıtı olmak da mümkün değildir. Kaldı ki, 1940’lı yılların sonunda dillendirilmeye başlanan kalkınma, sömürgeciliğin yeni bir söylemle sürdürülmesinden başka bir şey değildi. Söz konusu söylem, hem emperyalist sömürüyü ve eşitsiz ilişkileri hem de Üçüncü Dünya’daki ‘yeni yönetici’ sınıfın konumunu meşrulaştırma işlevine koşulmuştu.

Kapitalist üretim, kalkınma değil büyüme ya da oligarşik zenginlik üretebilir ve bunu da ancak yoksulluğu artırarak, zengin-yoksul kutuplaşmasını derinleştirerek yapabilir ama hepsi bu kadar değil. Söz konusu ekonomik büyüme bir de doğa tahribatı pahasına gerçekleşiyor.

Daha 1960’ların sonuna gelindiğinde kalkınmayla ilgili söylemle gerçekleşenler arasında uyumsuzluk ortaya çıkmış bulunuyordu. Beklentinin aksine, yoksulluk, işsizlik ve açlıkla birlikte doğa tahribatı da ilk defa gündeme geliyordu. Roma Kulübü’nün ünlü ‘ büyümenin sınırları raporu’, büyümenin neden olduğu ekolojik sorunlara dikkat çekiyor ve sıfır büyüme önerisini ortaya atıyordu. Oysa, kapitalizmde büyümenin durması mümkün değildir. Gelen tepkiler üzerine geri adım atıldı ve ilk rapor revize edildi. Ortalığı telaşa boğmanın âlemi yoktu… Gereksiz kuşkular yaratmak herkesin zararınaydı…İyimserlik yaymak varken kötümserlik yaymak olur muydu… Sermayenin baronları… kapitalizm koşullarında büyümenin durmasının [sıfır büyüme] mümkün olmadığını, gayet iyi bilirlerdi… Zira sitem, ancak sermaye büyümeye devam ettiğinde varolabilir. Başlarda çevre duyarlılığının odağında kimi doğal kaynakların tükenmesi ve bunun olası olumsuzlukları vardı. Giderek çevre duyarlılığı büyüdü. 1972 de Stockholm’de Birleşmiş Milletler Örgütü [BMÖ] tarafından bir uluslararası konferans düzenlendi. Doğal çevreye ilgi artarken tahribat da artarak devam ediyordu. Stockholm Konferansından yirmi yıl sonra, 1992 de Brezilya’nın Rio kentinde BMÖ’nün Çevre ve Kalkınma Yeryüzü Zirvesi toplandı. Büyük bir şova dönüşen bu zirvenin de yirmi yıl önce yapılan gibi ‘iyi niyet’ beyanından öteye geçmediği 2002 Johannesburg Zirvesinde ([26 Ağustos-4 Eylül] ortaya çıkmıştı. Son zirvede de ilk ikisinden farklı bir şey söz konusu değildi. Zirvede alınan ‘iyi niyet eseri’ kararlar, burjuva partilerinin vaatlerine benzer şeylerdi. Konferansa 700 kadar Çokuluslu şirketin katılıp, süslü stantlar açmasına bakılırsa, kurdun kuzuya teslim edildiğini söylemek abartma olmazdı. Artık herkes çevreci, herkes ‘sürdürülebilir kalkınma şampiyonu”, herkes çevre dostu… Johannesburg zirvesinde alınan yegâne somut karar, 15 yılda sağlığa uygun olmayan su içen insan sayısını yarı yarıya azaltmaktan ibarettir… Geri kalanı tâbir mâruz görülürse laf kalabalığıdır… Neyin yapılmak istendiği konusunda yanılsama içinde olmayan topraksız köylüler, zirveyi protesto etmek üzere bir yürüyüş yaptılar. Taşıdıkları pankartlardan birinde “sürdürülebilir yıkım zirvesi” yazılmıştı...

Bu tür ‘resmi’ söylemlerin, konferansların, zirvelerin bir tek amacı var: kitleleri oyalamak, bu amaçla bir şeyler yapılıyor, yapılacak izlenimi yaratmaktır... Zira, asıl sorun, hiçbir zaman gündeme getirilmiyor: Kapitalizmin mantığı tartışılmak bir yana, ortaya çıkardığı sonuçların tartışma gündemi dışında tutulmasına aşırı özen gösteriliyor… Asıl sorun tartışılmıyor zira, böyle bir şey, projektörleri dünyanın zenginliğini yağmalayarak sosyal ve ekolojik riskleri büyüten emperyalist ülkelere çevirmek anlamına gelecektir. Yapılan tahminler dünya nüfusunun 50 yıl sonra 10 milyara yükseleceğini gösteriyor. Eğer 10 milyar insan yoksul dostu, sürdürülebilir kalkınma tutkunu, ilerleme ve refah şampiyonu, velhasıl uygarlık timsali emperyalist ülkeler kadar üretmeye, tüketmeye, yok etmeye, kirletmeye, onun standardında yaşamaya devam ederse ne olur? Ne olacağını Fransa’nın Lyon kentinde Silence5 adıyla yayınlanan dergiden öğrenmek mümkün. Eğer yukarda söylediklerimiz gerçekleşirse içinde yaşadığımız gibi tam 12 gezegen gerekecek… Herkesin bir otomobile, bir televizyona, [ve televizyon karşısında günde 6 saat geçirmek kaydıyla], iki telefona, deniz kenarında bir yazlığa, vb. sahibolduğu, beş kilo çöp “ürettiği” ABD deki kadar şişman olduğu [ABD Nüfusunun yaklaşık %65’i obez (şişmanlık hastalığı) olduğu tahmin ediliyor] bir dünyayı tahayyül edebiliyor musunuz? Bunun için büyük bir hayal gücüne gerek yok. Şimdilerde köylülerin sadece %2’si traktörle tarım yapıyor, insanların %80’inin otomobili yok, buzdolabı ve telefonu da yok, %94’ü hiç uçağa binmedi. Bu rakam önemlidir. Dünya nüfusunun %6’sının uçağa binebilmesi, %94’ünün binemediği durumda mümkündür. Demek ki, doğal çevre tahribatı dikkate alınmadığı durumda bile, Batı üretim ve tüketim modelinin yeryüzünün lânetlileri tarafından taklit edilmesi mümkün değildir.

Oysa kapitalist barbarlığın üretim ve tüketim çılgınlığı geri dönüşü olmayan ekolojik riskleri hızla büyütüyor. Atmosfer ısınıyor, temiz içme suları azalıyor, ormanlar yok oluyor, binlerce canlı türü yok oluyor, açlık bir milyar insanı tehdit ediyor. Açlık bir milyar insanı ilgilendiriyor zira, dünya nüfusunun %20’si dünya zenginliğinin %80 den fazlasına el koyuyor. Yenilenemez enerjinin %80’i, temiz içme suyunun %40’ı ‘da aynı %20 tarafından kullanılıyor. Emperyalist ülkeler kişi başına dünyanın yoksul geri kalanından 10 kat fazla enerji tüketiyor. Dünya nüfusunun %4.6’sını oluşturan ABD, bir başına toplam enerjinin % 25’ini kullanıyor. Çok enerji tüketenin çok kirletmesi de işin doğası gereğidir. Son on yılda atmosfere karışan ve atmosferin ısınmasına neden olan karbon gazı emisyonu (CO2) %9 oranında arttı, ama, ABD’nin bu artıştaki payı %18’dir. Gezegenin iklimi kötüleşmeye devam ederken, açlık derinleşirken ‘sürdürülebilir kalkınmadan’ da çok söz edildi… Her yıl 17 milyon hektar orman yok oluyor ki, bu dört tane İsviçre demek. Her yıl 6 bin hayvan türünün yok olduğu tahmin ediliyor. Daha şimdiden 2 milyon hektar toprağın insan faaliyetine bağlı olarak verimsizleştiği tahmin ediliyor. Bugünkü tüketim düzeyi devam ederse petrol rezervinin 41, doğal gaz rezervinin 70, uranyumun 55 yılda tükeneceği tahmin ediliyor. Kaldı ki önümüzdeki dönemde enerji tüketiminin artması kaçınılmazdır. Zira, otomobil üretiminin gelecek 20 yılda ikiye katlanacağı hesaplanıyor.

Kalkınma bir mistifikasyondur. Kapitalizm kalkınma değil büyüme üretebilir ama bu kadarını da genel yaşam kalitesini kötüleştirmeden, yaşamı anlamsızlaştırmadan, toplumsal dokuyu aşındırmadan, insanı insanlıktan çıkarmadan, ekolojik riski büyütmeden yapamaz. Eğer, insanlığın ve uygarlığın bir geleceği olacaksa, bu ancak kapitalizm dışında, eşyayı değil insanı esas alan, insanı ve doğayı metalaştırmayan, üretimi toplumsal ihtiyaçlara uyarlayan, toplumun ekonominin hizmetinde değil, ekonominin toplumun hizmetinde olduğu, dolayısıyla kullanım değeri üreten, sömürü, baskı ve hiyerarşinin olmadığı, doğaya saygılı yeni bir uygarlığın kapısının aralanmasıyla mümkündür. Bu da herhalde sosyalizmden başkası değildir. Öyleyse, eleştiri oklarını kapitalizmin beyinine ve kalbine yöneltmek gerekiyor. Kapitalizmin radikal eleştirisinden kaçınarak, emperyalizmi yok sayarak, bir şeyler yapmak mümkün değildir ama, kendini kandırmak mümkündür. Durumun bilincine varmanın koşulu eleştirel olmaya bağlı. Eleştirel olmanın koşulu da önce bilincin özgürleşmesini, ideolojik sömürgecilikten kurtulmasını gerektiriyor. Önce burjuva ideolojisinin ürettiği mistifikasyondan, bilime, tekniğe ve ilerlemeye olan kör inançtan kurtulmak gerekli. Her birey kendi kaderinin, her toplum da kendi tarihinin öznesi durumuna gelmeden mevcut eğilimleri ve süreçleri tersine çevirmek mümkün değildir.

Dünya’nın geri kalanını Batı suretinde yaratmak, velhasıl kalkınma diye bir şey mümkün değildir. Zira, kapitalizm ve emperyalizm koşullarında ekonomik faaliyet, toplumun maddi temelini güvenceye almak yerine, küçük bir ayrıcalıklı azınlığın yaşam koşullarını ‘iyileştirebilir’. Sermayenin, toplumun varlıklı kesimleri lehine olarak yeniden üretilmesi, bir bütün olarak toplumsal yeniden üretimi tehlikeye atmadan mümkün değildir.

------------------------------
1 Bu konuda ilginç bir makale için bkz: Kadir Cangızbay “ ‘Sol’ Üzerine”, Birikim, sayı 156, Nisan 2002.

2 Şimdilerde Şili’de tezgâhlananın bir benzeri Venezüella’da sahneleniyor.

3 Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, İmge Kitabevi.

4 Public Papers of the President, (January 20) pp. 114-115.

5 Silence, Février 2002. Lyon- Fransa.