4 Mayıs 2008 Pazar

12 eylül ve Filistin günlüğü



KİTAP TANITIMI


12 eylül ve Filistin günlüğü
Adil okay
Ütopya yayınevi
Mayıs 2008

Kitabın GİRİŞ yazısından bir bölüm:

1981–1982–1983.
Türkiye’de 12 Eylül’ün cezaevleri, darağaçları, yargısız infazlar.
Lübnan’da Filistin kamplarında İsrail’in üzerimize yağdırdığı bombalar.
Dönüşü olmayan sürgün yıllarının başlangıcı.

Zor yıllardı… Zor aylar, zor günler... Neredeyse çeyrek yüzyıl geçti aradan. Neden bilmem, o yılları ne uzun uzun yazmayı, ne de anlatmayı düşünmüştüm. Gerçi 2004’te Yaser Arafat’ın ölümü ve 2006’da İsrail’in Lübnan’a saldırısı üzerine gazetelerde, dergilerde birkaç makalem yayınlanmış, ‘Yolcu’ adlı kitabımda yer alan birkaç öyküde ‘oralarda’ gezinmiş, ‘Sürgün, Araf ya da Öteki’ adlı denememde ve bazı şiirlerimde de o günlere kısa göndermeler yapmıştım. (Bu kitabı hazırlarken Corc Habaş hayatını kaybetti, onun anısına yazdığım makale ulusal basında yer aldı.) Ama hepsi o kadar. Aslında o zor yılları unuttuğumu sanmıştım. Ta ki, kaybettiğimi sandığım Filistin günlüğümü bulana değin.

Bir dosyanın içine, eski mektupların arasına karışan elinizdeki ‘Filistin Günlüğü’, Beyrut’tan Şam’a, Şam’dan Almanya’ya, oradan Paris’e ve en son Paris’ten Türkiye’ye 25 yıllık bir yolculuk yapmış ve sağ salim bana ulaşmıştı. Belki de o dosyanın içinde olduğu bilinseydi, ‘terörist’ damgası yemeyelim kaygısıyla bizzat bizim tarafımızdan imha edilebilirdi.
Nitekim 1983’te edindiğimiz uyduruk pasaportlarla Lübnan’dan ayrılıp yeni ülkeler aramaya giderken, arkada kalan arkadaşlarımıza emanet bıraktığımız fotoğraflar bir İsrail bombardımanında yok olmuştu.

25 yıl sonra hazine bulmuş gibi sevindiğim günlüğümü yeniden okurken, sanki yabancı bir insanın notlarını okuyorum izlenimine kapıldım. 1981 yılında, ilk 4 ay her gün, daha sonra da arasıra ek notlar halinde tuttuğum günlüğüm, Güney Lübnan’da Filistin kamplarında geçirdiğimiz bir buçuk yıllık dönemi kapsıyordu. Küçük boy bir defteri dolduran, birçok sayfası solmuş, ‘Filistin Günlüğü’ başlığı atılmış notları zorlukla bilgisayara geçtik. Sonuç çok çarpıcıydı. Elimizde kitap bütünlüğünde bir dosya, tarihi bir belge duruyordu. Çoğu bu gün yaşamayan (katledilen, kaybedilen ya da erken ölmeye mahkûm edilen) insanların sesleri, anıları, tanıklıkları, fotoğrafları neredeyse çeyrek yüzyıl bir sandığın dibinde gün ışığına çıkmayı beklemişti.

Kitaplara önsözü-tanıtım yazısını, yazarı değil genellikle başkası kaleme alır. Ama bu kez durum farklı. Çünkü günlükteki o dil, o üslup hem benim, hem benim değil. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, dünyayı güzelleştirmeye soyunan 20–25 yaşındaki delikanlıların duyguları, öfkeleri, inançları, hayal kırıklıkları okunuyor günlükte. Darbeden kaçıp bu kez sığındıkları ülkede, Lübnan’da, İsrail’in 12 Eylül Türkiye’sinden aşağı kalmayan barbarlığına karşı direnmeleri abartısız, yalın bir şekilde yer alıyor. Bu anlamda ben de bu tarihi belgeye, savaşın içinden yankılanan feryada, bir önsöz olmasa bile, giriş yazısı yazmalıyım diyorum. Bir dostun-dostların kitabını tanıtır gibi.

Bu bir anı kitabı değil. Anı kitaplarında gerçeklik değiştirilip estetize edilebilir. Oysa elinizdeki kitap kimi zaman hüzünle, kimi zaman neşeyle okunulan ham, otantik bir belge. Hatta naif. Burası çok önemli. Değiştirilmeden olduğu gibi yayınlanması. Edebiyat, güncelleme, bilimsel yöntem, yüksek estetik çabası yok.

Yani bu kitap, ne tek başına bir ‘Filistin Güncesi’, ne de anı kitabı. Bu kitap 12 Eylül Türkiyesinde ve 1981–1982 Lübnan’ında, Filistin kamplarında yaşananların fotoğrafı.
Günlüğü okurken o dönemin dilini, ruh halini, sloganlarını, heyecanı, inancı keşfedecek ve empati yapabileceksiniz. Bu anlamda yukarıda değindiğim gibi, günlükteki bu dil, bu üslup hem benim, hem benim değil. İlk gençlik yıllarımın dili. Bu dil 12 Eylül’zadelerin, hem 12 Eylül faşizmine, hem İsrail Siyonizm’ine karşı savaşmış delikanlıların saf dili. Slogan’ı çok, ancak attıkları sloganlara, örneğin ‘Tek yol devrim’e, ‘Zafere kadar devrim’e yürekten inanan çocukların içten dili...

Hiç yorum yok: