Adil Okay
“Tanıyamadılar beni / Pasaportta
rengimi emen gölgede / Yaralarım bir sergiydi onların nezdinde…/ Tüm gözler
benim alnımdaydı / Ama onlar / Tümünü
sildiler pasaportumdan…/ Ellerimle işlediğim toprakta bir utanç…/ Benim uyruğum
/ Tüm yürekleridir insanların / Varsın alınsın pasaportum…” Mahmud Derviş
Kâbus
Gece rüyamda herkes anlamadığım bir
dilde konuşuyor ve beni yabancı bir isimle çağırıyorlardı. Ben ısrarla adımın
Adil olduğunu söyleyip duruyordum. Ama etrafımı saran insanlar beni
anlamazlıktan gelip kulağıma: “Senin
adın bundan sonra X, Adil’i unut, o Arapça kökenli bir ad ve yasaktır” diyorlardı. Öfkeden ter içinde
kalmıştım. Etrafıma bakıyor, benim gibi adları zorla değiştirilen insanlardan
destek arıyordum. Sesime ses veren yoktu. Sadece doğa konuşuyordu. İsimleri
kimseye sorulmadan değiştirilen dağlar, nehirler, göller, ovalar, obalar,
köyler, beldeler “Adımızı geri
isteriz” diye haykırıyor ve “Bizi düşünmediniz bari kendiniz için ses
çıkarın, onurunuzu koruyun” diyorlardı.
Zorla isim değiştirmeye itiraz edip sesimi yükseltince, üniformalı iki kişi
koluma girip, ‘XYZ’ devletinin kararnamesine itaatsizlikten tutuklandığımı
bildirdiler. Ve ben birden uyandım. “Oh” dedim: “İyi ki bir rüyaymış.” Daha
doğrusu bir kâbus.
İşte benim sadece bir gece gördüğüm
kâbusu, bu ülkede her gün yaşayan insanlar vardı. Adları değiştirilen ya da on
yıllarca doğan çocuklarına atalarının isimlerinin verilmesi yasaklanan
insanlar. (Çocuklara İsim yasağı yeni kalktı diyebiliriz.) Oysa Bulgaristan’da
“soydaşlarımızın” adları zorla değiştirilince, ‘milletçe isyanımızı’ dile
getirmiştik değil mi? Peki O “soydaşlarımız” için istediğimizi, Türkiye
Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan halklara neden çok gördük. Onların
çocuklarına isim vermeyi yasaklamanın yanı sıra, “ülkenin asli unsurları,
renklerimiz, mozaiğimiz” diye andığımız halkların yaşadıkları bölgelerin,
beldelerin, köylerin adları neden değiştirildi. Ve halen değiştirilmeye devam
ediliyor.
Siz hiç Arap olmadınız
Mahmut Alınak’ın “Siz
hiç Arap Olmadınız” başlıklı yazısı da bu ülkede Kürtlerin yanı sıra Arapların
da asimilasyon politikasından muzdarip olduğunu ortaya koyuyor. Alınak’ın
yazısından bir bölümü aktarıyorum:
”(Arap
Kerim), Siz Hiç Kürt Oldunuz mu? Başlıklı yaşanmış öykümü okuyunca kendi
çocukluğuna gittiğini söyledi. (…) “O kahredici yazıda sanki beni anlatmıştın.
Sanki Digor’un Mewreg köyünde başında budaklı sopalar kırılarak Türkçe
öğretilen o çocuk bendim. Biri Arap, biri Kürt iki çocuğun yaralı yolculuğuydu
o yazı. Acıklı hikâyemiz bir, kaderimiz aynıydı. Oysa o zamanlar aynı kaderi
paylaştığım Digor’un adını bile duymamıştım. Elli yedi yıl önceydi, tüm dünyam
köyüm Şoruzbah ve ilçem Midyat’tan ibaretti; nereden bileyim ben Digor’u ya da
Mewreg’i. Sen ilkokul çağında
Kürt olduğunu yazmıştın, oysa Arap bir anne ve babanın çocuğu olan ben ancak
otuz üç yaşında Arap oldum.” (…) “Sanıyor musunuz ki sadece siz Kürtler asimile
edildiniz, sadece sizin köylerinizin adları değiştirildi. Şimdi adı resmiyette
Çavuşlu olan köyümüzün adı aslında Şoruzbah’tır, Midyat’ta bağlı bir Arap
köyüdür. Ben işte ilkokulu o kadim adı elinden alınıp Çavuşlu olarak
değiştirilen Şoruzbah’ da okudum. Atalarımız asırlar önce Arabistan’dan gelip
yerleşmişler buraya. Köyde Arapça konuşulurdu, birkaç kişinin dışında kimse
Türkçe tek kelime bilmezdi. Bize okulda, sokakta ve evde Arapça konuşmak
yasaklanmıştı. Ferhat Kukuk adında bir müdürümüz vardı. Şimdi ölmüştür
herhalde. Türkçe’yi sırtımızda sopalar kırarak öğretirdi bize. (…) Her yerde,
herkesle ve Türkçenin T’sini bile bilmeyen anne ve babalarımızla Türkçe
konuşmak zorundaydık. Arapça konuşanlar şiddetli cezalara çarptırılıyordu. Ya
Türkçe konuşacaktık, ya da susacaktık! (…) Muhbirlerin, “Arapça konuştular,”
diye ihbar ettiği çocuklar ertesi gün sınıfın önünde çığlık çığlığa dövülürdü.
Arkadaşları dövülen çocuklar kanı çekilmiş solgun yüzleri ve akları dehşetle
büyümüş kocaman gözleriyle oturdukları sıralarda tir tir titrerdi. (…) Okul bana
bir kötülük yapmış, ana dilimi, Arapçayı unutturmuştu. Bilincim ve belleğim
Arapçayı son zerresine kadar kazıp atmıştı. Nasıl bir şeyse, devletin bize
uyguladığı yasağı bu kez farkında olmadan ben kendi kendime uygulamaya
başlamıştım. Bazen rüyalarımda Arapça konuştuğumu görür, kan ter içinde
uyanırdım. Aynı rüyayı bir daha görmemek için bir yerlerimi çimdiklerdim. Otuz
üç yaşındayken Libya’ya çalışmaya gittim. Üç yıl çalıştım orada. Okulun pek çok
Arap çocuğuna yaptığı gibi ruhumda ve bilincimde öldürdüğü Arapça’yı işte orada
öğrendim. Hâlâ sokakta Arapça konuşurken bir korku, bir titreme ve bir
çekingenlik duyarım içimde.”
Asimilasyon
politikalarının kime ne yararı oldu
Mahmut
Alınak’ın aktardığı ceberut uygulamalar münferit değildi. Bir devlet
politikasıydı. Ve tabi kraldan daha çok kralcı, sevgisiz öğretmenler de bu
politikayı, çocukların başında sopa kırarak uyguladılar. Bir neslin travmalarla
yaşamasına neden oldular. Peki bu uygulamalar ne yarar sağladı. Bu isimleri kim
- neden Türkçeleştirdi. Bu değişikliğin Türkçeye ve Türk kültürüne katkısı ne
oldu. Türk işçisine, yoksul Türk köylüsüne ne yarar sağladı. Bunlar, devlet
erkanından kimsenin sormadığı, dolayısıyla yanıtı aranmayan sorular. Bu yazının
bir amacı da doğru sorular sormak ve yanıtını hep beraber aramaktır.
Biliyoruz
ki Türk halkının da büyük çoğunluğu iş-aş derdinde. Bu gün itibariyle –çocuk
çalıştırmak yasak olduğu halde- ülkede 960 bin “çocuk işçi” var. Rum, Kürt,
Arap, Ermeni, Süryani köylerinin - kentlerinin adlarının Türkçeleşmesi kimsenin
karnını doyurmuyor, parasız eğitim ve sağlık olanağı sunmuyor. Türkçeleşen
isimler, muktedirlerin kirlettiği denizlerimizi, kurutulan nehir ve göllerimizi
kurtarmıyor, iş cinayetlerine, kadına şiddete çözüm olmuyor. Ahlaksal
çöküntüyü, fuhuşu, pedofiliyi engellemiyor. Einstein’ın “İyi millet, kötü
millet yoktur. İyi insan, kötü insan vardır”, sözünün halen geçerliliğini
koruduğuna inanan ben, ana dili Türkçe olan bir Antakyalıyım, yer isimleri
değiştirilirken görüşüm alınmadığı gibi, bu değişikliğin de bana hiçbir yararı
olmadı. Tersine ana dili Türkçe olmayan komşularıma, arkadaşlarıma karşı
kendimi mahcup hissetmeme yol açtı. Belki de kâbuslarımın bir nedeni de bu mahcubiyettir.
Onbinlerce
köy-belde ismi değiştirilirken neden susuldu
Sonuç
itibariyle sadece Antakya- Hatay’da değil, tüm ülkede on binlerce köy-belde
ismi, benim rüyamda kâbus diye adlandırdığım senaryoda olduğu gibi, birkaç
muktedirin isteğiyle değiştirildi. Ve değiştirilmeye devam ediyor. Mecliste kısa bir
zaman önce Halis Kaplan tarafından verilen önergede, “1949 yılında çıkarılan
5442 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu uyarınca değiştirilen yer adlarının eski
haline getirilmesi talep ediliyordu. Teklif gerçekten önemliydi, çünkü adı
geçen kanuna dayanarak bugüne kadar 30 bin kadar coğrafi yer ismi
‘Türkçeleştirilmişti.’”
Ve bu anti-demokratik uygulamalar bazen
azalarak, bazen çoğalarak devam etti. Ve sıra bize Antakyalılara geldi. Bir
gece biz uykudayken kentimizin adı değişti, Hatay oldu. Antakya doğumluların
kimliğinde geçmişte Antakya- Hatay yazarken aniden, Antakyalıların görüşü
alınmadan, Hatay-Merkez yazmaya başlandı. Elbette Antakya bir semboldü,
binlerce yıl boyunca onlarca uygarlığın üzerinde yeşerdiği, uğruna şiirler
yazılan, mozaik diye anılan bir kentti. Bu nedenle itirazlar daha kitlesel
oldu. Hatay da büyükşehir olup tepkiler yoğunlaşınca, Antakya adı yeniden
kimliklere girmeye başladı. Ama Antakya’dan önce aynı bölgede yüzlerce köy ve
belde ismi, oldubittiye getirilip değiştirilmişti. Birkaç örnek vermek
gerekirse: Yeşilpınar, Serinyol, Samandağ, Vakıflı… Bu bölgelerin adı
değiştirilirken ana dili Arapça, Ermenice ve/veya Türkçe olan insanlara
sorulmadı, görüş alınmadı. Oysa masrafsız ve kolay bir referanduma
gidilebilirdi. Değil referandum, anket bile yapılmadan diktacı rejimlerde
olduğu gibi halkın değerlerine, tarihine, kültürüne saldırıldı. “Çan, Hazan ve Ezan” belgesellerine ve “Mozaik” söylemine ihanet
edildi…
Antakya’da yaşayan halklar
Eğer Antakya’da yaşayan Türkler,
Araplar, Ermeniler, Arap Yahudileri ve Hıristiyanlar örgütlü olarak isim
değiştirmeye itiraz etselerdi, en azından o beldelerde-köylerde referandum
talebinde bulunsalardı, isimlerimizi, kimliklerimizi bir gecede değiştiren erk
geri adım atardı. Tabi keşke, Antakya’dan önce, Dersim’den başlanarak
Anadolu’nun farklı bölgelerinde yer isimleri değiştirildiğinde ve insanların
çocuklarına atalarının adlarını vermek istemeleri engellendiğinde çıkan itiraz
seslerine sesimizi katabilseydik ve o kadim halklarla dayanışma içinde
olabilseydik. Halen de geç kalmış sayılmayız. Bu konuda Antakya dergileri ve
yerel gazeteler önemli bir işlev görüyor. Aynı zamanda Antakyalı aydın, yazar,
şair ve sanatçılar bu “kültürel yağmaya, kıyıma hayır, eski adlarımızı geri
istiyoruz” diye kampanya açabilirler. Antakya’dan yola çıkarak, tüm Türkiye’de
yer isimlerinin iadesi istenebilir.
Yoksa yakında, yazının başında
anlattığım o uğursuz rüya gerçek olabilir…
Sonsöz
Filistinli şair
Mahmud Derviş ile başladım yazıma, yine onun İsrail zulmüne karşı yazdığı
şiirlerinden bir alıntıyla bitiriyorum, teşbihte hata olmaz diyerek:
“kaydet
Arabım / adım var yalnız yoktur soyadım / bu diyarda öfke kazanında yaşayan /
en sabırlı insanım / zamanın doğuşundan daha eskiye / yılların bilinmesinden
daha eskiye / selvilerden, zeytinlerden daha eskiye uzanmıştır köklerim/ (…) / Kaydet Arabım/ taş ocağında
çalışıyorum emekçi yoldaşlarımla/ çocuklarımın sayısı sekiz/ giysilerimi
defterlerimi / taştan çıkartıyorum ekmeklerimi/ (…)kork benim açlığımdan/ kork
benim öfkemden (…)”
-------------
*Newroz
Haber Yorum Dergisi, Haziran 2013.
Antakya
Kültür Sanat, Temmuz Ağustos 2013
Web sitesi: www.adilokay.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder