28 Haziran 2014 Cumartesi

1.Dünya Savaşı ve aykırı düşünceler...




Adil Okay
1. Dünya savaşı ,tam yüz yıl önce, Avusturya prensinin bir Sırp öğrenci tarafından öldürülmesi üzerine başlamış. Ama bu sadece zahiri görüntüdür. Pazar için, paylaşım için daha çok sömürü için emperyalist ülkeler savaşa zaten hazırlanmaktaydı. Bu olay olmasa başka bir olayla savaşı başlatacaklardı. İkinci dünya savaşı gibi. Ve o günden bu güne savaşlar devam etti. Savaşlara halklar karar vermedi. Hep egemenler karar verip halkları birbirine karşı kışkırttı. Örneğin 1. Dünya savaşında yaşanan Çanakkale savaşı bir zafer değil, trajedidir. Zira Osmanlı saldırıya uğramamış, alman emperyalizminin safında, bir koyar 3 alırız hesabıyla, saldıran taraf olmuştur.
Dolayısıyla "vatan savunması" argümanı palavradan ibarettir. 2. Dünya savaşı sonunda Hitler ordusu da yenilip Almanya'ya çekildiğinde "vatan savunması" diyerek çocukları bile askere almıştır. Hatta Çanakale savaşında Türklerin komutanı Türk değildir. Alman Lan Von Sanders’tir. Tüm komuta Alman genel kurmayının elindedir. Tersi de olsa bana göre sonuç çok fazla değişmezdi. Sonuçta halklar birbirine kırdırılmıştır.
Paylaşım savaşları bu gün de bazen askeri yöntemle bazen de sermaye hareketleri ile sürmektedir. Zira dünyada henüz hakim olan "doğrudan demokrasi" değildir. "Uygar batı"da bile "temsili demokrasi"de söz edilmektedir. Bizim ülkemizde ise o "temsili demokrasi"nin sadece karikatürü vardır.
Velhasıl konuşacak-sorgulayacak konu çok. Resmi tarihin iğdiş ettiği beyinlere gerçeği anlatmak gerekiyor. Bıkmadan usanmadan. Ki kendi haklarına sahip çıksınlar. Savaşları, savaşlara karar veren egemenleri sorgulasınlar. "Doğrudan demokrasi" talep etsinler.
Benim için vatan sadece Türkiye değildir. Suriye değildir. Kürdistan değildir. Fransa değildir. Tüm dünya vatanımdır. Paris Louvre müzesinde de insanlığın yani bizim yarattığımız değerler vardır. New York müzesinde de. Kim neden size sınır koyuyor. Kim neden sizden vize istiyor. Bu bile "uygar batı"nın "insan hakları" söyleminin ikiyüzlü, sahte olduğunun kanıtıdır.
Birinci dünya savaşı ile başladım bu güne geldim. Bu gün de karanlık. Ama yarın ışığı göreceğimize olan umudumu koruyorum.
Bir şiirimle bitiriyorum diyeceklerimi:


kadın ve savaş
sel suları çekildi
enkaza döndü kent
postmodern yağmayı
bitirince silah tüccarları
akbabalar indi affaraya
barış çubuğunda marihuana
ıı
kara yaşmaklı kadın
her sabah dul olduğunu fısıldar
ölüm yüzlü aynalara
sonra da yıkanır ağda yapar
temiz gitsin diye allaha
ııı
sel suları çekildi
geriye çocuk çığlıkları kaldı
ve pak kadınlar…


ŞİŞE CAM İŞÇİLERİNİN GREVİ...






Adil Okay
NE MENEM BİR ŞEYDİR BU MİLLİ ÇIKARLAR VE ŞİŞE CAM İŞÇİLERİNİN GREVİ NEDEN YASAKLANDI !!!

“Bakanlar Kurulu, Şişecam işçilerinin grevini "milli güvenliği bozucu" nitelikte görüldüğü gerekçesiyle erteledi…” (Basından)

Şişe cam işçilerinin grev kararı “milli güvenliğe” takıldı.

Ne menem şeydir bu “milli güvenlik.”

İşçilerin iş cinayetlerinde ölmesi “milli güvenlik”i ilgilendirmiyor.

İşçilerin hak talepleri “milli güvenlik”i ilgilendirmiyor.

Dün toplanan “milli güvenlik kurulu”nun tarihinde işçi-emekçi hakları hiçbir zaman “gündem olmamıştı. Dün de olmadı.

Sahi bu 12 Eylül’den kalma MGK ve YÖK hâlâ neden var. Çok mu “milli” bu kurumlar.

İyi de bu “milli” sınırlar içinde yaşayanların büyük çoğunluğu emekçiler değil midir?

Yani bu “vatan” sadece patronlardan ya da “milli güvenlik”ten yani ordu, polis, devlet ve hükümetten oluşmuyor.

Denizleri, ırmakları kirleten HES patronlarının da çoğu “milli”.

Soma’nın patronu da “milli”ydi. Unutmadık.

İşte bu “milli” gruplar üretmiyor. Sadece tüketiyor.

Tüketenler nasıl üretenlerin hakkına müdahale eder.

Peki, “Şişe Cam işçileri yalnız değildir” diyen sendikalar neden genel greve gitmiyor.

Zira bu sendikaların çoğu aynı “milli güvenlik” tarafından millileştirilmiş yani sarılaştırılmıştır.

Açıktır ki bu ülkedeki “milli çıkarlar”, “vatan” denilen toprakları kirleten ve bu topraklar üzerinde bize yaşama olanağı sağlayan emekçilerin haklarını gasp eden sermayenin çıkarlarıdır.

Milli hükümet de, Milli Güvenlik Kurumu da, Milli orduda, Milli polis de bu kirli sermayenin hizmetindedir.

İşte bu “milliler” hep beraber “Şişe Cam” işçilerinin grev kararına karşı birleşmişlerdir.

O halde “milli” olsun olmasın, işçiler de bu zulüm imparatorluğuna karşı birleşmelidir.

25 Haziran 2014 Çarşamba

Kandil’e Telgraf!


Faiz Cebiroğlu

Bu, bir yazı değil, telgraftır. Kandil’e çekiyorum. Bazı Kürt çocuklarının,  PKK tarafından alıkonulduğuna dair bir telgraf oluyor. Soruyorum: Kürt çocukları, PKK tarafından kaçırılmış mıdır? Çocuk hakları sözleşmesi vardır; iddialar doğruysa,  suçtur!

Kürt çocuklarının anneleri,  önce Diyar-i Bekir’de başlatmış oldukları protesto eylemleri vardı. Şimdi de, Ankara’dalar ve Recep’ten,  çocuklarının ”serbest” bırakılmaları için talepte bulunuyorlar. Bu beni kahretti! Kürd annelerin;  Kürd düşmanı ve çocuk katili Recep’ten yardım isteyecek duruma gelmeleri, bizleri kahrediyor!

Bu kahırla, Kandil’e, telgraf çekiyorum: Alıkonulan Kürd çocuklarından heberiniz var mı?  Kürd çocukları, elinizde ise bu,  ”Çocuk Hakları Sözleşmesi”ne göre suçtur!

Kürd çocukları nerede? Kürd çocuklarını kim alıkoymuş?

Kim olursa olsun, telgrafım açıktır:

18 yaşından küçük cocukların, savaş ya da silahlı çatışmaya girmeleri yasaktır!

15 yaşın altındaki çocukların, gerilla ya da bir ordunun içerisinde olmaları bir ”savaş suçudur!”

Dünyada üçyüz binden fazla çocuk ”asker” vardır. Kürd çocukları da bunlara girmesin, lütfen!

Lütfen, çocuklarımızın gelişim evresini, sabotaj etmeyin!

Zaten Kürd çocukları, işgalin çocuklarıdır. İşgalin çocuğu olmak, hem fiziksel hem de psikolojik işgal altında olmak demektir. Bu yetmezmiş gibi, çocuklarımıza fazladan bir ” ruhsal travma”  devresi vermeyelim…

Telgrafımı gönderiyorum. Kandil’e ulaşır mı, bilemem. Ben gene ”çocukları koruyan” bir ”pedagog” olarak, telgrafımı çekmiş oldum.

Telgrafıma cevap gelir mi, bilemem. Ama cevap gelirse, sevinirim.

Cevap gelmeden önce, Kürd çocukları, ”azadi” olurlarsa daha fazla sevinirim.

Çocuklar, bizim çocuklar.

Çocuklar, Kürd çocukları. İşgalin çocukları.

Sizlere inanıyorum bu yüzden umutluyum.. Sizlere güveniyorum, bu yüzden de mutluyum.

Temennim, Kandil dağı, çocuklar konusunda ”dumanlı” olmaz.


22 Haziran 2014 Pazar

SİZ HİÇ MÜLTECİ OLDUNUZ MU... BEN OLDUM..



Fotoğraf: Adil Okay. Beyrut 1981.

Adil Okay



"BM Mülteciler Yüksek komiserliğinin son raporuna göre dünyada 45 milyon mülteci var. ve bu sayı her 4 saniyede bir artıyor..."

"Sizin hiç eviniz yandı mı; anılarınız, çeyiz bohçalarınız, koleksiyonlarınız, kitaplarınız, fotoğraflarınız. Mahpus yatanlar, koğuş baskınlarından bilirler bu duyguyu. Özellikle politik tutsakların koğuşu, arama bahanesiyle tarumar edilir, mektuplar, fotoğraflar yırtılır, zulalardaki kurutulmuş çiçekler parçalanır. Bir insanı hayata bağlayan anılar, umutlar postallar altında ezilir. Sıra dayağından çok bu talan yaralar mahpusları. Sürgünler de anılarını, anılarını canlı tutan her şeyi arkada bırakıp yola çıkmışlardır, günün birinde geri dönüp bulabileceklerini düşleyerek. Ve öyle bir an gelir ki, onlar da hep gidecek-lerini ama dönüşün olmadığını, bundan sonra evsiz, vatansız, köksüz, istenmeyen bir konuk gibi yaşamaya mahkum olduklarını anlarlar. İşte o an sürgünlerin gözlerine, o, fark edenleri dehşete düşüren hüzün yerleşir ve ömür boyu gitmez.

Siz hiç bilmediğiniz ülkelere-kentlere yolculuğa cebi-nizde para olmadan çıktınız mı? Ve pasaportsuz, kimliksiz. Ricat yollarında kuşatmaları yarıp geçtiniz mi? Vardığınız ülke-lerde dilleri dilinize, gülüşleri gülüşünüze benzemeyen insanlar arasında öteki olduğunuzu hissetiniz mi? Yeniden yeniden ve sıfırdan başlayarak kurmak zorunda kaldınız mı hayatınızı? Anadilinizde gülmenin, sevişmenin, ağlamanın hemen hemen olanaksız olduğu bir ülkede yaşamak zorunda kaldınız mı? Ne mesleğiniz, ne kahramanlığınız, ne komutanlığınız para etmez sürgünde.

Sürgünlerle politik tutsaklar arasındaki ortak yan nedir diye sorsalar, hemen ‘Özlem’ derim, ‘memleket hasreti’ ve ‘dost sohbetleri’. Ama özgürce seçilecek dost sohbetleri. Sür-günler yaban ellere ayak bastıkları andan itibaren o aradıkları dostlukların tarih olduğunu ve ömürlerinin aramakla geçeceğini anlarlar. Yıllar sonra eski bir dostu görmek her zaman sevindirmeyecektir onları. Genellikle hayal kırıklığı ve öfke olacaktır yaşadıkları. Ne dostlar aynı yerde kalacaktır, ne de alışkanlıklar. Mahpusta ya da sürgünde, sadece ortak dili konuşma özlemiyle kurulan kırılgan arkadaşlıklar, aranılan dostların, dostlukların yerini tutmayacaktır. Zira Araf’ta seçme lüksü yoktur. Dayanışma amacıyla kurulan ilişkiler, aranılan özlenen dostluklar değildir; ne de sevgili geride bırakılan sevgili.

Bir yanları eksik yaşamaya mahkum olur sürgünler. Onulmaz bir yara hep açık kalacaktır. Elde edilen başarılar, hayatların yeniden kurulması, sığınılan ülkede alınan diplomalar ya da kazanılan paralar bu açığı kapatamayacaktır. Tenleri, tinleri, evleriyle bir-likte yanmıştır onların. Yeni kurulan evler hep geçici olacaktır. Geçicilik duygusu gitme özlemiyle atbaşı olacaktır. Yıllarca gitme fiilini çekip gidememe sancısı yaşayacaklar, ola ki günün birinde gitseler de, aradıklarını bulamayacaklardır. Arkada bıraktıkları evler enkaza dönmüş, dostlar ölmüş, yaşlanmış ve değişmiştir. Özlemini duydukları kentlerde ak düşmemiştir saçlarına.

Gidenler Kavafis'in, 'Bu kent arkandan gelecektir', ‘Aynı sokaklarda ak düşecek saçlarına’ diye başlayan şiirini ters çevirip yeniden yeniden yazacaklardır: 'Bu kent özlenir mi Kavafis/ Şimdi sokaklarını / Bir öğürtü nöbetiyle arşınladığım/ Kendi çocuklarını yiyen bu kent/ Özlenir mi..."


SUYA SABUNA DOKUNMAYAN TARAFSIZ CUMHURBAŞKANI ADAYI MI?



Adil Okay

Duydunuz mu tarafsız cumhurbaşkanı adayı bulunmuş. (Ekmeleddin İhsanoğlu. Abdullah Gül’ün ve Fethullah Gülen’in de yakın arkadaşıymış. velhasıl herkesin arkadaşı olduğu için tarafsızmış.)

Haberlerde tanıtırken: “tarasızdır onun için iyidir” diyorlar: Tarafsızlık yoktur. Tarafsızım diye insan statükocudur. her devrin adamları-kadınları,kokmaz bulaşmaz insanlar tarafsızdır. “suya sabuna dokunmam” vecizesi ne demektir. su ve sabun temizliğin vazgeçillmez iki aracıdır. yani çölde ya da kışın ortasında sıcak suyun verilmediği bir zindanda değilseniz, imkanınız olduğu halde suya sabuna dokunmuyorsanız, pissiniz demektir. üç maymunları oynuyorsanız tarafsız falan değilsiniz. temiz değilsiniz. suçu bizzat işlemeseniz bile suç ortağısınız. bu ülke 3 darbe gördü. insanlar yakıldı. köyler yakıldı. çocuklar kurşuna dizildi. Üstelik bu katliamlar, özellikle 12 Eylül daebesinden sonra her hükümet döneminde yapıldı. Binlerce fail-i meçhul’ün varlığını devlet bile kabul ediyor. siz “tarafsızlık” adına sustunuz öyle mi. Suçu bizzat işlemeseniz bile suç ortağı sayılırsınız.

Bu cumhur, tarafsız maskeli, suçlu ve/veya suç ortağı başbakanlardan- cunhurbaşkanlarından çok çekti.

Aday mı yok. işte Gülten Akın. Olmadı mı Yaşar Kemal, Murathan Mungan. Büşra Ersanlı , Sibel Özbudun, Gençay Gürsoy… isimler çoğaltılabilir. ilk aklıma gelenleri yazdım. kazanamaz mıyız. olsun. hiç olmazsa bu tarafsız maskeli adaylara oy verip sonradan vicdanımız sızlamaz. ve suç ortağı olmayız.

bu kısa yazıyı Gülten Akın’dan iki şiirle bitireyim.
(Hicri İzgören’nin sayfasından aldım.)
Ayrıca duymayanlar için hatırlatayım: Bu yıl 7’ncisi düzenlenen Metin Altıok Şiir Ödülü, “Beni Sorarsan” adlı kitabıyla Gülten Akın’a verildi. Metin Altıok da başka bir hükümet zamanında Sivas’ta yakılan aydınlardandır. Sİvas katliamı, Kötülük imparatorluğunun AKP ile başlamadığını, AKP’nin devam ettirdiğinin acı örneklerinden biridir. unutanlara hatırlatırım.

Haksızlık zulüm nerden gelirse gelsin/
Barışla, sevgiyle olmayacaksa/
Ey büyük kavga/
Yankılan dağdan dağlara…”

Benim acım acıların beyidir/
Canıma bir doru kısrakla gelir/
Öfkeyi sabırda eritir/
Umut yer/
Suyunu gözümden içer/
Dağlar of dağlar..”

G.Akın

Gülten Akın tarafsız değildir. Metin Altıok da tarafsız değildi. Onlar gibi suya sabuna dokunan, itiraz eden temiz insanların sayısı bu ülkede az değil. bu anlamda “gelecek güzel günlere olan inancımı” koruyorum.

Metin Altıok’u da onun bir şiirini paylaşarak saygıyla analım.

sedyede bir kız cesedi/.
on parmağı ıstampa mürekkebi
Bir kızım sağsa eğer,
bir kızım morgda şimdi”

AB, Bayrak, İslam, “Kökenli” Vatandaşlık Ve Parçalı Sol...




Mustafa Elveren*

1- Avrupa Birliği:

Bundan önce yazdığım “İslam, Resmi İdeoloji ve Kader Kurnazlığı” başlıklı yazım üzerine e-posta adresime gönderilen bir mesajı aynen buraya aktarmak istiyorum.

 “Sayın Elveren, Siz ve bütün aydınların gerçek bir Dünya amaçları varsa bunun gerçekleşmesi için bir tek yol var. Siyaset de tıpkı futbol tartışmaları gibi herkesin konuştuğu, konuşabildiği bir alana döndü. Oysa çare basit. Evrensel Hukuku savunmak. Bunun da somut adı AB Anayasasıdır. Ülke AB'ye girmese de AB Anayasasını savunmak zorundayız. Hem de ısrarla savunmak zorundayız. Bölgedeki barbar güçlerin etkinliğinin kırılması ancak böylelikle başlar... Dr. Ali GÜN”

 Avrupa Birliği ülkelerinde sınırlar yok. Artık eyalet, bölgesel özerklik, federasyon ve benzeri siyasal sistemlerin önemini kavramamız gerekiyor. Bu sistemle evrensel hukuk çerçevesinde bir demokrasi inşa etmek mümkündür. Neden tüm Dünya böyle olmasın? Bu anlamda Sayın Dr. Ali Gün’ün önerisini kendi penceremden olumlu görüyorum.

Avrupa Birliği üyesi ülkelerde bayrak ve sınırlar semboliktir. O nedenle insan değeri ve çevre duyarlılığı daha fazladır. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye üye olma çabaları her geçen gün daha da çok önem kazanmaktadır.

 2- Bayrak ve İslam:

. “… 12 Eylül döneminde Kürtlere cezaevlerinde bir yandan cop sokulurken bir yandan zorla bayrak öptürüldüğünü hatırlayın.(B.Oran)” Lice’de karakol yapımlarına karşı yapılan protesto eylemleri sırasında bir provokatörün askeri karakolun bahçesinde Türk bayrağını indirmesi karşısında ırkçı baskılar had safhaya çıktı

Başbakan Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Bahçeli adeta ölüm kustu. “Bunun bedeli ödetilmelidir… O insan alnında vurulup, direkten indirilmeliydi…” Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin bu ırkçı ve katliamcı söylemleri üzerine taraftarları da meydanlara çıkıp; “Tekbirrrr! Ya Allah bismillah Allahu Ekber!” naralarıyla bir kez daha Kürdlere saldırmaya başladılar.

Sayın Başbakan açılışlarda avazı çıktığı kadar “Ya Allah, Bismillah!” deyip kurdeleyi kesiyor.

İslamcı olduğunu iddia eden bazı örgütler de Ortadoğu’nun birçok yerleşim birimlerinde “Ya Allah, Bismillah!, Allahu Ekber!” naralarıyla Alevileri öldürüyorlar…

“Ya Allah, Bismillah!, Allahu Ekber!” nidalarıyla gâh açılışlar yapılır, gâh insanların kellesi kesilir, bazen de 9 yaşındaki kız çocuklarının nikâhları kıyılır.

Ülkemizde adeta din, bayrak, vatan sevgisi yarışı yapılmaktadır. Başbakan ve MHP lideri; “ben senden daha çok bayrağı seviyorum” gibi bir yarış içine girmişler. Bunlarda hiç insan sevgisi kalmamıştır. Yer altı maden ocaklarında hayatını kaybeden yüzlerce işçinin canı bayrak kadar kutsal sayılmıyor. Onların mantığına göre; “Parası neyse veririz!”

Hâlbuki hiçbir şey insan hayatı kadar daha değerli olamaz. Dünya’da en kutsal şey insanın yaşam hakkıdır. Dolayısıyla bayrak insan hayatından daha değerli olamaz. Çünkü Dünya’da en kutsal şey insanın yaşamıdır. O nedenle insan hayatı her şeyden daha değerlidir, benim için.

3- “Kökenli” Vatandaşlık:

Basılı ve görsel medyada; “uzman”lar hep şöyle bir dil kullanıyorlar: “Kürt kökenli vatandaşlarımız, Alevi kökenli yurttaşlarımız”… Her nedense hiçbir zaman “Türk kökenli vatandaşlarımız, İslam kökenli yurttaşlarımız” denilmiyor? Aleviler ve Kürdler “kökenli” oluyor, Türkler ve Müslümanlar ise asıl oluyorlar. Alt-üst diye ucube bir kimlik yaratılmıştır. Türk üst kimliği olunca efendi, alt kimlikler ise “kökenli”, bu duruma itiraz edenler ise “bölücü” oluveriyor.

 Türkiye’de öncelikle halkların eşitliği ve buna bağlı olarak da eşit vatandaşlık hukukunun yaratılması şarttır.

 Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi yarışında bu konular mutlaka işlenmeli ve adaylar bu çerçevede değerlendirmelidir. En azından Kürdler ve Aleviler bunu yapabilirler.

4- Parçalı SOL:

Aslında Türkiye’nin demokratikleşmesi görevini Türkiye SOL hareketleri yapmalıdır. Ancak bu günkü haliyle çok zor görünüyor.

Yaklaşık üç yıl önce bir yazar arkadaşımın bana yazdığı mesajda sol parti ve örgütlerle ilgili olarak özetle şöyle bir tablo ortaya koymuştu;

 “SDP'den ayrılanların bazıları BDP’ye katıldı, diğerleri de Sosyalist Partiyi kurdu. Bu arada ÖDP'den bir grup ayrıldı EDP'yi kurdu. Devamında HKP'den bir grup ayrıldı DHP'ni kurdu. Alınteri'den bir grup ayrıldı, EHP'den bir grup ayrıldı Özgürlük Dergisini çıkarmaya başladı. Şimdi de geçmişte SDP'den ayrılıp Sosyalist Parti'yi kuranlar yeniden bir ayrılık yaşadı.”

 Kürd siyasal hareketi bu sol gurupları HDP çatısı altında toplamaya çalıştı. Kısmen başarılı da oldu. Ancak bu defa da en büyük bileşenlerinden biri olan EMEP HDP’ye katılmama kararını aldı.

 Ne yazık ki, bu tablo her gün daha da bölünerek çoğalmaktadır. Bundan sonra da bu memlekette solcuların daha çok ayrılıklar yaşayacaklarını hep birlikte göreceğiz.

 Arkadaşım mesajının sonuna eklediği; “Bölüne bölüne kazanmak” cümlesi uyarıcı ve ders verir niteliktedir.

 SOL’un başarısı için şimdilik Kürd özgürlük muhalefeti dışında başka bir ışık görünmüyor, bence!

22.06.2014


*Emekli öğretmen

15 Haziran 2014 Pazar

Yüksekler..




Bülent Tekin

Yükseklerden
eylemleri
izledik
seninle.
Yürüyordu
güzel kızlar
podyumlara
inat.
Kızıl
Ve sarı
bayraklar
taşıyorlardı.


13 Haziran 2014 Cuma

Kürt ordularının başarısı ve Kerkük…





Hasan Bildirici

Irak-Şam İslam Devleti IŞID’da bağlı çeteler Irak’ın altını üstüne getiriyor. YPG güçleri karşısında tutunamayan IŞID çeteleri planlarını Irak üzerinde yoğunlaştırdılar ve Musul’u düşürdüler. Kürtlerin kontrolünde olmayan Musul’un bir günde düşmesi akıllara bir sürü soru işareti astı. Ortadoğu’da kimin eli kimin cebinde pek belli değil, ama Kürtlerin yönü belli. Irak ordusunun Kerkük’ü terk etmesinden sonra Peşmerge güçleri Kerkük’ü denetimi altına aldı. YPG Genel Komutanı Sipan Hemo, “Kerkük Kürtlerin Kudüs’üdür” dedikten sonra bazı alanlarda IŞID çetelerine karşı Peşmergelerle aynı mevzilerde savaştıklarını belirtti. KCK, Güney Kürdistan'ı savunmaya hazır olduğunu açıkladı. HPG, YPG ve Peşmergeden ibaret Kürt silahlı gücü karşısında sadece çetelerin değil, Ortadoğu devletlerinin de herhangi bir başarı şansı bulunmuyor. Kürtler uluslaşma ve iktidar açlığı yaşıyor, Ortadoğu’nun diğer devletleri ve toplulukları yorgun. Saddam da Amerika’ya karşı direnememişti. Bir çok benzemezden bir araya gelmiş yorgun ve sorunlu Irak ordusunun hiç bir direniş göstermeden Musul’dan çekilmesi, ne kadar uyduruk bir orduya sahip olduklarını gösteriyor.

Yıllardır üzerine konuşulan Kerkük, bir günde Kürtlerin kucağına düştü. Çok çeşitli kimlikleri bağrından barındıran Kerkük zaten bir Kürdistan şehri idi. Hak ve adalet yerini buldu. Kimse artık Kürt hakimiyetini Kerkük’ten söküp atamaz.

Adalete açık öyle tuhaf bir zaman yaşıyoruz ki, Ortadoğu’daki her değişiklik Kürtlerin işine yarıyor. Irak’ı üç devlete bölmeye aday, IŞID çetelerinin saldırısından en çok Kürtler yararlanacak dersem kimse yanlış bir şey anlamasın. İslamcı çeteler saldırdıkça Rojava’da ve Güney Kürdistan’da Kürtler kenetlendi, savaşmayı ve uluslaşmayı öğrendi.

Ulus vakti geçti diyorlardı. Kürtleri kahramanca çarpıştıran ulusal duygudan başka bir şey değil. Ulusallık garip duygudur, ana, bacı, kardeş, yar gibi sarar insanı... Ulusal güvenlik içinde kendini dünyanın en güçlü insanı hissedersin. Ulusalcılığı savunduğumuzda, bize hep Türk ulusalcılığının adiliğini örnek gösterirler. Türklerin ulus devlet olduğuna hala inanmıyorum. Ulus devlet olmak, toprakları içinde yaşayan diğer ulustan ve kimlikten insanlara haksızlık yapmak ve onları tanımamak anlamına gelmez. Türklerle ilgili bir devlet tarfi yapılacaksa, ulus devlet yerine faşist devlet tanımı uygun düşer. Ulus devlet tanımına Alman, Fransız ve İngiliz devletleri uyuyor.

Kürtler de ulus-devlet olmalılar. Ancak böylece tarihi Kürdistan topraklarını yurt edinmiş azınlıklara ve başka inançtan insanlara güvenilir bir ev sahipliği yapabilirler. Sahi Musul’da hangi devlet vardı? Neye ve kime dayandığı belli olmayan Musul’daki devletin varlığı bir günde çöktü. Şii, Kürt ve Sünni Araplar’dan kurulduğu söylenen Irak devleti, imparatorluğu çökmüş iktidarsız kralları anımsatıyor.

Neyse ki, Kürtler dört parçada örgütlü ve silahlılar. Kafa bulandıran günlük siyasi tartışmaların aksine, Kürt silahlı güçleri yüksek bir ulus direnciyle donanmış bulunuyorlar. Silahlı Kürt güçleri, daraltılmış kalıplara sığmıyor artık, hakim ve hükümran olmak için mevzilerinde huzursuz bekliyorlar.

Kerkük’ün Kürt güçlerinin eline geçmesi Kürdistan’ın özgürlüğü yolunda çok önemli bir avantajın yakalanmış olması anlamına geliyor.

Her şey zamanla aslına dönüyor, Kerkük Kürdistan idi, Kürdistan’a dahil oluyor. Doğu ve Kuzey Kürdistan’ın kurtuluşunu da göreceğiz. 
---------
Kaynak: Rojeva Kürdistan

8 Haziran 2014 Pazar

Gezi, Soma, Roboski, Reyhanlı, C.Anneleri ve Lice…






GEZİ’NİN SOMA İLE, ROBOSKİ’NİN REYHANLI’YLA, CUMARTESİ ANNELERİ’NİN LİCE’YLE İLİŞKİSİ NEDİR?

VE NEDEN KARAKOLLARA – KALEKOLLARA KARŞI ÇIKILIYOR?


Yıllar önce devletin yaptığı Şemdinli katliamıyla ilgili kitap yazmak için Hakkari’ye giden Çocuk Psikologu Esra Çiftçi, Şemdinli olaylarında hayatını kaybeden Zahir Korkmaz’ın yedi yaşındaki kızının, ‘’benim babamı devlet öldürmüş. Abla kim bu devlet?’’ diye kendisine sorduğunu aktarıyor.

Soru hüzünlü, ürkütücü ve düşündürücü değil mi. Aklıma hemen Uğur Kaymaz geliyor. 12 yaşında polis kurşunlarıyla ‘terörist sanılarak’ katledilen çocuk. Sonra Ceylan. devletin bombasıyla Lice’de parçalanan kız çocuğu. hani annesi yavrusunun parçalarını eteğinde toplayıp taşımıştı. Çocuğunun sağlam bir parmağını bulmuş öpmüştü.

“Gezi şehitleri” arasında adı okunan Medeni Ayhan’da Lice’de öldürülmüştü.

O Lice ki, 1993′te hayalet kasaba haline getirilmiş, bir günde 25 Lice’li devlet tarafından katledilmiş, kasabadaki evlerin hemen hepsi saldırılarda hasar görmüştü.

Devlet hata yapmaz diyenler, AİHM’de, devletin güvenlik güçlerinin “yanlışlıkla öldürdük” dediği, işkence yaptığı, haksız yere hapis yatırdığı, zorla sürdüğü Kürt vatandaşlarından-yakınlarından defalarca özür dileyip, tazminat ödemeyi kabul ettiğini anımsasınlar. Ve bunun nedenlerini sorgulasınlar.

işte bu nedenle bu halk karakol-kalekol istemiyor. zira onlar için karakol-kalekol işkence demektir. yargısız infaz demektir. zindan demektir. sürgün demektir.

Ve GEZİ’NİN SOMA İLE, ROBOSKİ’NİN REYHANLI’YLA, CUMARTESİ ANNELERİ’NİN LİCE’YLE İLİŞKİSİ vardır. katliamların sorumluları aynı  adreste ikamet etmektedir.


http://www.adilokay.com/?p=599&preview=true



6 Haziran 2014 Cuma

Suriye’de Seçimler...



Faiz Cebiroğlu

Suriye’de, 3 Haziran 2014 yapılan cumhurbaşkanlığı seçimini, mutlak bir çoğunluk ile, Dr. Beşşar el-Esad kazandı. 3 adayın yarıştığı seçimlerde, Dr.Beşşar el-Esad yüzde 88,7 oranında oy aldı. Suriye Halk Meclisi Başkanı Muhamed Jihad el-Lahham’ın seçim sonuçları ile  ilgili yaptığı açıklama şöyle:

“Suriye’nin içinde ve dışında toplam olarak 15 milyon 845 bin 575 kişi oy kullanmıştır.

- Seçimlere katılım oranı: Yüzde 73,42.

- Geçerli oy sayısı: 11 milyon 634 bin 412.

- Geçersiz oy sayısı: 442 bin 108.

Adayların aldıkları oy sayısı ve oy oranı:

·        Dr.Beşşar el-Esad: 10 milyon 319 bin 723 oy, yüzde 88,7
·        Hasan Nuri: 500 bin 279 oy, yüzde 4,3.
·        Mahir Hejjar: 372 bin 301 oy, yüzde 3,2.

Suriye’de 3 Haziran 2014’te yapılan cumhurbaşkanı seçimlerini, adeta bir festival havasına dönüştüren, Suriyeliler politik mesajlarını da bizlere  iletmişlerdir:

Bir:3 yıldır, Batı ve Amerikan emperyalizminin Suriye dayatmış oldukları “sömürge savaşında“, Suriye halkı:

“Emperyalizme hayır! Yaşasın bağımsızlık! Kahrolsun kölelik ve sömürgecilik!“ demiştir.

İki: Suriye halkı, emperyalizmi ve emperyalizmin bölgedeki parazitlerini yalnızca askeri alanda değil, politik alanda da yenmiştir!

Üç: Suriye seçim tarihinde ilk kez 3 aday yarışarak, hem bölgedeki Arap parazitlerine, hem de Amerika ve Avrupa’ya “gerçek demokrasi“ dersi vermiştir.

Dört: Suriye halkı, Suriye Arap Cumhuriyeti’nin düşmesi halinde, yerine, Batı ve Amerikan emperyalizmine hizmet edecek bir “islami faşizmin“ kurulacağı bilinciyle, seçim sandıklarında Dr.Beşşar Esad’a “Evet“ demiştir.

Evet…Politik tarih:  “Örgütlü bir halkı, hiç bir kuvvet yenemez!“ gerçeğini, bizlere,  bir kez daha, Orta-doğu’da, Suriye’de göstermiştir.

Bu,  kendine güvenmekle olmuştur. Bu kendine inanmakla olmuştur. 

Politik mücadelede,  önemli olan inanmaktır. İnanmak ve yenmek, politikanın en temel anahtarıdır, diyoruz. Suriye halkı, işte bu öz-güven ve öz-inaçla barbar emperyalizmi ve bölgedeki parazitlerini yenmiştir.

Bu vesileyle;


Vahşi emperyalizmin, 3 yıldır, Suriye’yi sömürge etme planlarını boşa çıkaran Suriye halkını kutluyor, askeri ve politik zaferleri, tüm bölge halklarının da zaferidir, diyorum.