Adil
Okay
Konuya başlamadan önce “Aydın”
kavramının içini doldurmak ve belki de bir önekle söylemek gerekiyor. Barış
gibi. Nasıl düşünürler ‘sonsal barış, nihai barış, kalıcı barıştan’ söz edip,
her barış antlaşmasının barış olmadığını, ateşkes sayıldığını söylüyorlarsa.
Dreyfus davasından sonra değişen, “aydın-entelektüel” kavramlarının içini
doldurabilmek için, ‘organik aydın, nöbetçi aydın, devlet ve-veya tekel aydını
v.b.’ öneklerini kullanıyoruz. Her örgüt bir iktidar sayılırsa, aydınların da
iktidarlarla kimi zaman barışık, kimi zaman kavgalı ve (içinde yer alsalar da)
her zaman muhalif olmaları gerektiği düşünülürse, ‘bağımsız aydın’ tanımının
önemi daha iyi anlaşılır. Vurgulamak istediğim ‘bağımsızlık’ öncelikle
devletten ve-veya tekellerden, yani güç odaklarından, egemenlerden
bağımsızlıktır.
J. Benda daha acımasız davranmış ve
aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve
çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik
çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı
duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet
olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda,
entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın
soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.
12 Eylül 1980 darbesine kadar
Türkiye’de bağımsız aydınlar önemli işlevler yerine getiriyorlardı. Sınıf
savaşımının en keskin olduğu yıllarda, Türkiye halklarının baskıcı devlete
başkaldırdığı o şanlı 1975–1980 yılları arasında, örgütlerin içinde aydınlar
yerlerini almışlardı (Gramsci’nin
organik-angaje aydını veya Bourdieu’nun
total aydını olarak). Bu yıllar bana göre aydınların altın çağıdır. Hatta
birçok parti-örgüt şefinin aydın karakterinden söz edebiliriz. (Behice Boran örneğinde olduğu gibi.)
Tabi Türkiye tarihinde aydınların iktidarlara karşı tek tek veya örgütlü olarak
mücadele etmeleri çok daha eskiye dayanır. Hikmet
Kıvılcımlı’lar, Mustafa Suphi’ler, Şefik Hüsnü’ler ve diğer aydınlar
unutulmamalıdır. O zamanlar parmakla gösterilecek kadar az olan aydınlar, 70’li
yıllarda hayatın her alanında seslerini duyuracak güce ulaşmışlardı.
1980’lerle birlikte
neo-liberalizmin dünyada kazandığı mevziler, sol akım ve örgütlenmeleri
derinden-olumsuz etkilemiştir. Bu sanat ve düşünce alanına da yansımıştır.
Türkiye’de 12 Eylül 1980 darbesinin yol açtığı tahribat da, sol kanatta yer
alan aydınları, birçok devrimci kadroyu olduğu gibi, yılgınlığa sürüklemiştir.
İlk darbeyi 12 Eylül’de fiziki olarak alan aydınlar, ikinci darbeyi de,
1985’lerdan sonra kapitalist dünyanın karşısında yer alan, tırnak içinde
sosyalist olan sistemin yıkılmasıyla almışlardır. Bu kez darbe fiziki değil,
psikolojik olmuştur. Aydınlar suskunluğa gömülmüşler ve sosyal izolasyonun
dayanılmaz sancısı karşısında durmakta zorlanmışlardır. Bu dönemde sol kökenli
aydınlar, gerileme ve yenilginin nedenlerini teorilerinde ve pratiklerinde
aramaya başlamışlardı. İşte postmodernistlerin büyük bir kesiminin sol
çevrelerden çıkmasının anlamı budur. Modernizm eleştirisi adı altında
yapılanlar, topyekun bir Marksizm karalamasına dönüşmüştür.
Özellikle Latin
Amerika’da, neredeyse bizimle aynı süreçte, birçok konuda olduğu gibi aydın
erozyonu görülmüştür. James Petras, bu
durumu şöyle özetlemiştir: ‘Latin Amerika’da 1960’lar ve 1970’lerde devrimcilik yapıp şimdi
Neo-liberal bakan, senatör ve kongre üyesi olan ve orduyu, emperyalizmi, agro-ticareti
ve karşı-istihbaratı destekleyen çok sayıda eski-gerilla mevcut. Özellikle
1990’lardan sonra, özellikle de 50 yaşın üzerindekiler arasında, devrimci sola
doğru hareket eden az sayıda, nadir merkez sol aydın da var.’
1980–2007 arasında
Türkiye’de sol aydınların büyük çoğunluğu reformist kamp içinde yer aldılar.
Bağımsız aydınlar bu dönem boyunca bir azınlık olarak kaldı. YÖK kılıcını kendi
meslektaşlarına karşı kuşanan akademisyenlerin çoğalması gibi, mafyalaşan eski
gerillaların sayısı ile burjuvazinin kalemşorluğuna soyunan dönek aydın sayısı
da az değildir. Bunun yanı sıra aydınlar dilekçesi gibi girişimler, baskılara
rağmen onurunu koruyan aydınların varlığını göstermiştir.
Bir aydının, “aydın” olup
olmadığı siyasi örgütlerin, benim, bizim sübjektif değerlendirmesiyle
anlaşılmaz.
Kendisi de bir aydın olan Che Guevera Küba Devriminden sonra
Küba’ya gelip sizin ne yapabilirim diye soran Marksist aydın Harry Magdoff’a “ Gidin ve beni
eğitmeye devam edin” demiştir. Tüm aydınlardan birer Che guevara veya Harry
Magdoff olmalarını beklemek de safdillik olur.
Fransa’nın Cezayir sömürge
politikasını, ‘direnişçiler de teröristtir’ diyerek, dolaylı-dolaysız
destekleyenlerle, Vietnam’a barışa ‘ama o zaman komünistler iktidara gelecek’
kaygısıyla karşı çıkanlar aydın sayılmazlar. Türkiye’de 12 Eylül darbesini
alkışlayan insanlar veya 1980’den sonra gelişen Kürt muhalefetini ve Kürtlere
uygulanan mezalimi görmezden gelip, sadece Bosna, Filistin sorunlarını dile
getiren yazar ve-veya akademisyenler, onlarca diploma sahibi olsalar da aydın
sayılmazlar. Ya da en zor yıllarda Kürt sorununa değinmeyip, onbinlerce insanın
öldürülmesinden ve devletin sorunun adını telaffuz etmek zorunda kalmasından
sonra, Özal’la birlikte Kürt dostu olanlara aydın denemez.
Sayıları azalsa da ruhlarını
zalimlere satmayan aydınlar, günümüz Türkiye’sinde yaşamaktadırlar.
Kapitalizmin son çeyrek yüzyılda kazandığı zaferin geçici olduğuna inanan,
insana sırtını dönen postmodernizmi, burjuvazinin kalemşorluğunu, mevkiyi,
parayı, şanı, şöhreti reddeden, emekçi halkların yanında, ezilenlerin safında
yer alan aydınlar yol arayışına, sorgulamaya devam etmektedirler...
Ve bu gün duyarlı yazarlar
acıları yarıştırmak yerine, Kobane’den
Gazze’ye, Lazkiye’den Humus’a Kürtlere, Ezidi Kürtlere, Türkmenlere, Şavaklara,
Nusayrilere, Arap Hıristiyanlara, İŞID’a veya ÖSO’ya katılmayan muhalif Sünnilere
kadar nerede bir katliam varsa seslerini yükseltmekte zulme karşı tavır
almaktadırlar. İŞID ve ÖSO’nun karanlık yüzlerini ve arkalarındaki
emperyalist-kapitalist bloğun sahneye koydukları oyunu teşhir etmektedirler. Yeri
gelmişken ÖSO’nun programında Kürtlere yer olmadığını hatırlatayım. Onlar
programlarında Suriye Cumhuriyeti yerine “Arap cumhuriyeti” ibaresini
kullanmışlar ve Suriye’de yaşayan Kürtler ve Türkmenlerin varlığını yok
saymışlardır.
Murathan
Mungan dünkü
açıklamasında “genç olsaydım Kobani’ye giderdim” demiştir. Ben12 Eylül Utanç
müzesinde düzenlenen “sürgün” temalı panelde 12 Eylül darbesinden sonra
Filistin kamplarına gidişimizin nedenlerini anlatmış ve “solun
parametrelerinden biri de ezilen halkların yanında yer almaktır, aynı koşulları
bu gün yaşasaydık hem Filistin’e hem Kobani’ye giderdik” demiştim.
Bu gün İŞID’ın dört koldan
saldırdığı, her an bir katliam haberinin gelebileceği Kobani’ye destek olmak
“aydın” olup olmamanın turnusol kâğıdıdır.
Not: Özgür Düşün Kollektivitesinin
İstanbul’da düzenlediği sempozyumda yaptığım konuşma metninden
yararlanılmıştır.
Kaynakça:
Fikret Başkaya. Paradigmanın
iflası. Doz. 1991.
Jean Paul Sartre. Aydınlar
üzerine. Can. 1997.
Doğu Batı. Entelektüeller.
Cilt I-II-III. Düşünce dergisi. 2006.
Evrensel Kültür. Mayıs 2001.
s. 113.
Adil Okay. Telif hakkı ve
korsanlar. Birgün. Kasım 2006.
Montly Review. Kasım 2006.
s.11.
James Petras. Aydın
sorumluluğu. Sendika.org.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder