28 Aralık 2014 Pazar

ALTTA KALANIN CANI ÇIKSIN...




Adil Okay

ALTTA KALANIN CANI ÇIKSIN = NEOLİBERALİZM

"Angoulem belediyesi, sokakta yaşayanlar yatmasın diye halka açık 9 bankı kafese aldı" France info

Turgut Özal, "ben parası olanı severim" demişti. samimi bir itiraftı. Neoliberal dönemde kapitalist ülkelerde "vahşi kapitalizme" dönüş yaşanıyor. Aşağıdaki fotoğrafın konuyla ilgisi ne diyeceksiniz. var. bir zamanlar avrupa'da "evsizler" metrolarda, boş banklarda yatarlardı. Şimdi metro kapıları kilitleniyor. Banklar da geceleri kafese alınıyor. Altta kalanın canı çıksın deniyor. Bu haberi Fransa'nın ciddi bir haber ajansından aldım. Angolulem belediyesinin SDF'lere yani "sokakta yaşayanlara karşı yeni uygulaması deniyor. Önceki yıl Paris ziyaretimde büyük mağazaların önündeki oturma alanlarına - seki gibi çıkıntılara demir çubuklar - kazıklar konulduğunu görmüş nedenini önce anlamamıştım. Nedeninin, “evsizler”in oturmasını-yatmasını engellemek olduğunu öğrenince moralim bozulmuştu. Doğrusu ara sıra benim de oturmuşluğum vardı oralarda.

İşte Noel böyle kutlanıyor "uygar batı"da. Ben okuyunca öfkelendim bu haberi. Sizin de öfkelenmeniz ve sorgulamanız dileğiyle paylaşıyorum.

Yıllar önce 18 yıllık sürgünümü yaşadığım Paris hakkında şunları yazmıştım: "Paris'te bir kahvede, Le Nouvel Observateur adlı bir dergi okuyorum. Bir haber çarpıyor beni: Getu  Hagos Mariame adlı yirmi dört yaşındaki Güney Afrikalı genç, iki polis nezaretinde zorla ülkesine yollanmak isterken, polislerin zor kullanması sonucu uçakta hayatını kaybetmiş. Getu'nun Fransa’da politik mülteci statüsünü kazanmak için yaptığı başvuru reddedilmiş ve sınır dışı edilme kararı alınmış. Yıllar önce Almanya'da politik sığınma talebi reddedilen ve Türkiye'ye teslim edilmek üzere tutuklanınca kendini emniyetin 6. katından atan Kemal Altun geliyor aklıma. Ve diğerleri. Sahi 12 Eylül kaç insanı sürgünde yaşamaya zorlamıştı.

Yan masada oturan bir siyah derili, gazetedeki habere uzunca süre daldığımı anlamış ol-malı ki, izin isteyip konuşmaya başlıyor. 'Biliyor musunuz bayım, hepimiz sürgünüz. Dünya sür-günler gezegenine dönüşüyor. Marks'ın insanın ürettiği ürüne yabancılaşma teorisini bilirsiniz. Neoliberalizm çılgınlığında, küreselleşme adı verilen soysuzlar yönetiminde insanlar birbirine, doğaya, hayvanlara yabancılaştı. Hepimiz yabancıyız, hepimiz sürgünüz. Evet evet dünya sürgünler gezegeni.'                            

Bir aforizmamla bitireyim: "Bir insan zenginliği birden fazla insanın yoksulluğu, bir ülkenin zenginliği ise birden fazla ülkenin yoksulluğu üzerine inşa edilmiştir."


Kaynakça: La mairie d'Angoulême grillage 9 bancs publics pour déloger des SDF. http://www.franceinfo.fr/actu/faits-divers/article/la-mairie-d-angouleme-grillage-9-bancs-publics-pour-deloger-des-sdf-623265

21 Aralık 2014 Pazar

FİKRET BAŞKAYA ‘KADAVRA AKADEMİSYENLER’E KARŞI...



Adil Okay
  
16.12.2014 günü Hacettepe Üniversitesi’nde “Yeni Türkiye ve Eğitim” konusunda bir panel planladı. Panelin konuşmacıları Doç. Dr. Fikret Başkaya ve Prof. Dr. Nejla Kurul idi. Güvenlik görevlileri Genç Sen’e üye Hacettepe Üniversitesi öğrencilerinin uygun dilekçe vermedikleri gerekçesiyle Rektörlük talimatıyla Prof. Dr. Nejla Kurul ve Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın üniversiteye girişini engellediler. Bunun üzerine iki aydın, konuşmalarını Üniversite’nin önünde yaparak olayı protesto ettiler. (…) Büyük şirketlerin paneller düzenleyip, stantlar açabildiği, bakanların miting alanı gibi kullanabildiği üniversiteye iki bilim insanının sokulmaması üniversitenin siciline işlenmiş kara lekelerden biri olarak tarihe geçti.[i]

Bu haber, okuyanları dehşete düşürmeli değil mi? Başta Hacettepe üniversitesinden olmak üzere ülkenin dört bir yanından akademisyenler bu durumu protesto etmeli. Etmeliydi. Ama bakıyoruz konuyla ilgili paylaşılan fotoğrafa. Üniversite önünde Pr. Dr. Nejla Kurul ve Dr. Başkaya’nın sokak dersine sadece bir grup öğrenci katılmış. Akademisyenler yok. Varsa da bir elin parmakları kadar az. Bir kez daha görüyoruz ki bir şeyler eksik üniversite camiasında. En başta “ahlak”. Hani muhafazakârların ağızlarına pelesenk ettikleri ahlak – etik! Bilim etiği yok. Bu da yeni değil. 12 Eylül darbesinden sonra üniversiteler YÖK eliyle kışlaya çevrildi. Üniversite öğrencileri askeri lise öğrencilerine, akademisyenler de “özgür araştırmacı- bilim insanı” kimliğinden uzaklaşıp YÖK kılıcını meslektaşlarına karşı sallayan subaylara dönüştüler. Ve YÖK karanlığından istisnasız tüm hükümetler beslendi- yararlandı. AKP ise “YÖK’ü lağvedeceğiz, demokratikleşeceğiz” sloganlarıyla iktidara gelip seleflerini bile aratır hale geldi. Aydınların aydınlığı, bilim insanlarının özgürlüğü-özgünlüğü kalmadı. (İstisnalar var elbette.)

Entelektüel kavramının yerini bulduğu 1889 Dreyfus davasından sonra Türkiye’de “aydın-münevver-mütefekkir” tanımları yaygınlaşmıştı. Süreç içinde, özellikle 1980’den sonra, Fransa’da da (dünyanın birçok yerinde olduğu gibi) entelektüellerin ışıkları sönmüş, lambaları patlamış, Emile Zola’nın ve yüzyıl sonra onun izinden giden Sartre’ın çizgisinden sapmışlardır. Önceleri “entelektüel”, aydınlar grubuna verilen ad iken (Emile Zola Dreyfus’u savunurken yalnız değildi, 1500 kişilik bir entelektüel grubuydu), giderek tek tek kişilere “entelektüel” denilmeye başlanmıştır. Günümüz Fransa’sında neredeyse üniversite diploması olan herkese “entelektüel” denilerek, (kimi zaman da “entello” diye alay edilerek) bu kavramın içi boşaltılmıştır.

J. Benda ise daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine ihanetle suçlamıştır.

Dr. Nejla Kurul ve Fikret Başkaya dünyanın tanıdığı, tekellerden ve devletten bağımsız saygın aydınlarımızdandır. Başkaya, Cem Terzi’nin ifadesiyle bu ülkenin onurudur. Temel Demirer’in ifadesiyle bu ülkenin yaşayan 3 aydınından biridir. Fikret hocayı ben Çağdaş Jean Paul Sartre’a benzetirim. Birçoğunuz bilir ama ben yine anlatayım: Sartre, Cezayir’in bağımsızlık savaşı sürecinde, Fransız askerlerinin tecavüz ve işkencelerine karşı Cezayir halkının yanında yer almıştı. Cezayir’in bağımsızlığını desteklemişti. Bunun üzerine dönemin polis şefi Sartre’ın hapse atılması gerektiğini söylemiş ama devlet başkanı De Geaule, “Sartre Fransa’dır Fransa’yı hapsedemeyiz” diyerek bu öneriyi geri çevirmişti. Elbette De Geaulle’un günahlarını affettirmez bu yanıt. Ama insan düşmanından bile bir düzey bekliyor. YÖK veya AKP kurmaylarında bu düzeyi de göremiyoruz.

Fikret Başkaya da Sartre gibi bu ülkede en zor zamanda Kürt ve Ermeni sorunu hakkında sözünü sakınmamış, yazmış, konuşmuş ve yeni ortaçağa, kapitalist barbarlığa dikkat çekmiştir. Hocaların hocasıdır. Ruhlarını para ve kariyer için şeytana satan birkaç üniversite yöneticisi onun - onların ders vermesini engelleyemez.

Sonsözü Fikret Hocaya bırakıp tamamlıyorum diyeceklerimi: İkinci emperyalistler arası savaş öncesinde okul sadece egemen sınıfın çocuklarına açıktı. İkinci Savaş sonrasında emperyalist ülkelerde işçi sınıfının, Üçüncü Dünyada da ezilen hakların mücadelesi sonucu, okulun kapısı işçi sınıfı ve diğer mütevazı kesimlerin çocuklarına da açıldı. Bu dönemde hem okullaşma oranı büyüdü hem de eğitici kadroda önemli bir artış oldu. Öğretmen ve öğretim üyesi sayısı arttı. Fakat, bir taraftan bizzat aldıkları eğitim, diğer taraftan da egemen ideolojinin genç nesillerin kafasına sokma işlevine koşulmuş olması itibariyle, bu kesimin sınıf mücadelesi içindeki konumu problemlidir . Okulda öğretmen, devleti, otoriteyi temsil eder. Bu niteliği itibariyle öğretmen-öğrenci ilişkisi, otorite ve otoriteye maruz olan ilişkisidir. Öğrenci öğretmene itaatsizlik yaptığında, otoriteye, devlete karşı gelmiş sayılıp cezalandırılır. Bu yüzden okullarda asıl yapılan eğitmek değil, disipline etmek, uyumlandırmak, hizaya getirmek, öğrenme güdüsünü, tecessüsü ve bilimsel-entellektüel yaratıcılığı yok etmektir... Velhasıl asıl yapılan öğrencideki yaratıcı potansiyeli ve yeteneği geliştirmek değil, bastırmak, ezmektir... Bu tip kurumlar gerçekten eğitim kurumları mıdır? (…) Bütün sorun bilgiyi kapitalistlerin ve onların devletinin elinden alıp, bir özgürleşme aracına dönüştürüp-dönüştürmemekle ilgilidir. Dünyayı değiştirmek için okulu değiştirmek, okulu değiştirmek için de sistemi değiştirmek gerekiyor... Bu diyalektik bütünlük bir kere anlaşıldı mı, artık önümüz açık demektir...”[ii]

21.12.2014


[i] Siyasi Haber, Ankara.
[ii] Fikret Başkaya, Kadavra Medeniyeti, www.ozgurüniversite.org

19 Aralık 2014 Cuma

Halkların Ya da Din Kardeşliği Aldatmacası...




Mustafa Elveren*
elverenmustafa@hotmail.com

“Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı yıllardır demokrasi güçleri tarafından meydanlarda dillendiriliyor. İtiraf etmek gerekirse; geçmişte bu sloganın kullanılmasını ben de çok istiyordum.

Hâlbuki kardeşler de birbirleriyle kavga eder, düşman olabiliyorlar. Zamanla yaşadığımız pratik bize gösterdi ki; yaşasın halkların kardeşliği değil, birliği gerçeği oldu.

Günümüzde “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının pratikte hiçbir önemi ve anlamı artık kalmamıştır. Bunun yerine; yaşasın halkların birliği, halkların ortak duruşu, halkların demokratik güç birliği vb. sloganların kullanılması daha mantıklı olduğunu düşünüyorum.

“Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganı Türkiye’de dile getirilmesi daha çok Kürd sorunuyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu slogana milliyetçi Türk Solu ve benzeri ırkçıların tüm engellemelerine rağmen; Türkiye solu ile Kürdistan sol hareketleri tarafından hep kullanılmıştır.

Yaşanan “kirli savaşın” etkisiyle bu sloganın kullanılması günümüzde de devam etmektedir. Artık bu slogan günümüzde anlamını yitirmiştir, bence.

Çünkü Kürdlerin demokratik taleplerini örtmek için her defasında; “Biz kardeşiz, etle tırnak gibiyiz…” aldatıcı söylemi Türk egemenleri tarafından çok sıkça dile getirildiği bilinmektedir.

Yaşamının çoğunu zindanda geçiren İsmail Beşikçi, Hatip Dicle ve Mehdi Zana gibi aydınların Kürd-İslam ilişkisi konusunda söylemleri dikkat çekici ve öğreticidir, bence. Bu değerli aydınların özetle sözleri şöyledir;

Sayın Hatip Dicle’nin; “Biz kardeşiz, etle tırnak gibiyiz, diyorlar. Her ne hikmetse Kürdler hep tırnak, Türkler ise et oldu. Ne zaman tırnak biraz uzansa hemen kesiyorlar...” Sayın Dicle’nin bu sözleri “yaşasın halkların kardeşliği” sloganının günümüzde anlamını yitirdiğini kanıtlamaktadır.

Bir diğer aldatıcı söylem de din kardeşliğidir. Yani “Türkiye’de yaşayan halkın yüzde doksan dokuzu Müslüman’dır” aldatmacasıdır. Dini inançlar bazında halkların kardeş olması zaten mantığa da aykırıdır. Eski Diyarbekir Belediye başkanlarından Sayın Mehdi Zana’nın birkaç yıl önce söylediği; “Kürdler İslam’ı kabul etmekle zaten kaybettiler” sözleri hala anlamını korumaktadır.

“Bugün Kürdleri-Kürdistan’ı baskı altında tutan, Kürdlere zulmeden, fırsatını bulduğunda soykırım yapan, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan haklarını gasp eden devletlerin hepsi de İslam devletidir. Bunlar “İslam kardeşliği”, “İslam ümmeti” gibi kavramlar kullanarak Kürdlerin mücadelesini engellemeye çalışmaktadırlar...” (İ.Beşikçi / Gomanweb)

Bir başka kandırmaca da hoş görü söylemidir. “Hoş görü; bir efendi köle ilişkisidir”

İnsanların doğuşta sahip olduğu hak ve özgürlüklerine “hoş görü” mantığıyla bakılması kabul edilemez. Kızılbaşların, Ateistlerin ve diğer inançların İslam çoğunluğunun bulunduğu yaşam alanlarda “hoşgörü” değil, eşitlikçi anlayış oluşturulmalıdır.

Halkların; kardeşlik, din, et-tırnak ve hoşgörü aldatmacalarıyla değil, eşitlikçi ve özgürlükçü temelde birbirlerine yaklaşması gerekir.
18.12.2014

Em.öğrt.*


9 Aralık 2014 Salı

Osmanlıca nedir?





Faiz Cebiroğlu

Türkiye, yeni bir tartışmayla çalkalanıyor; dil tartışması: Osmanlıca. Osmanlıca nedir?

Türkiye ve değişik Avrupa ülkelerinden, bana, Osmanlıca ilgili yüzlerce soru geldi. Ortak soru şu oluyor: ” Hocam, Osmanlıca nedir, bizi aydınlatır mısınız?”

Osmanlıca ve bu tartışmanın gündeme gelmesinin arkasındaki plan ve gerçekler nedir? Herkese teker, teker yanıt vermek yerine, kısaca ve topluca cevap vermek istiyorum.

El-Cavap mı, şudur: Osmanlıca diye kendine özgü bir dil yoktur. Osmanlıca yani Lisani Osmani, yani Osmani dili şu anki Türkçedir. Lisani Osmani; gecekondu Osmanlı devleti kurulur gibi kuruldu. Yaratıldı(!). Bu dile, bu Lisani Osmani diline, ”dilkondu” adını veriyorum. Dilkondu mu, şudur: Önce, dil için kullanılacak alfabeler getirilir: Arapça. Sonra, ”mustear” kelimeler bulunur: Farsça ve Arapça. İşte Osmanlıca ya da ”dilkondu” budur. Bu oluyor. Bu, birinci noktadır.

İki: Gecekondu Osmanlı devleti ve devamı Türkiye'de, kendilerine özgü bir yapı, bir parça yoktur. Artık bunu kabûl etmek gerekiyor. Bu bağlamda, Osmanlı devleti ve devamı Türkiye, gecekondular gibi kuruldu. Dil de, gecekondudan oluşan bir dil oldu: Dilkondu! Osmanlıca budur.

Üç: Dilkondu, Farsça ve Arapça kelimelerden dil yaratmak(!) oluyor. Arapça alfabesi ya da latin alfabesini kullanmak, dilin gelişimi açısından bir şey değiştirmiyor. Örnek olsun, şu an kullandığımız Türkçenin yüzde doksanı ”ecnebi” kelimelerden oluşuyor.

Dört: Osmanlıca ya da Türkçe, benim tabirimle, ”dilkondu” dildir, yani zevali dildir. Zevali mi, zavallı olmaktır. Zevali olmak, olduğu yerde kalmak ve duraksamak demektir. Osmanlıca, aynı anlama gelmek üzere Türkçe ve aynı anlama gelmek üzere ”dilkondu” dil, zevali dildir.

Osmanlıca budur. Budur ama bu tartışmanın altında gizlenen başka gerçekler vardır. Nedir bu gerçekler?

Osmanlıca tartışmasının altında yatan temel gerçekler şudur:

A) İlkel, selefi Arabi islami burjuvazisinin desteklediği bir AK Parti vardır. Amaçları, Türkiye'de, Mısırda tarumar olan, Muhammed Mursi iktidarını Türkiye'de kurmaktır. Bu yolla, şeriatın yolunu açmaktır.

B) Dilkondu yani Osmanlıca, Arap harflerini kullanarak ve alet ederek, Türkiye'deki eğitimi, Talabanici eğitime çevirmektir.

C) Osmanlıca adı altında, Türkiye'nin evrim tarihini tekrar islami feodalizme çekmektir...

Türkiye'de gündeme gelen ve tartışılan Osmanlıca ve altındaki gerçekler budur.

Gerçeğin gerçeği; Recep Tayyip / Ahmet Davutoğlu şebekesinin Türkiye'de, istedikleri dillere sahip çıkmak değil, Osmanlıca, yani Türkçe dili dışında tüm dilleri katletmektir!

Kürdistan'da. Kürdçe eğitim vermek için, kendi imkanları dahilinde açılan okullara, baltayla, saldırmaları bunun somut bir örneğidir...

Sorulan sorulara, El-Cevabım, şimdilik, budur. Cevabın cevabı da şudur:

Osmanlıca tartışmasının altında yatan gerçek, Türkiye'yi İŞİD'leştirmek ve Türkiye'de, bir İŞİD yönetimi kurmaktır!

OSMANLICA MI, GÜNDEM SAPTIRMASI MI?



Adil Okay


"İnsanlara yüzyıllarca bilmedikleri dillerle, anlamını tam bilemedikleri dualar ezberlettiler, bildikleri dilleri ise ise yasakladılar, çoğunu da yok ettiler.

Mayaca gibi "bilim" dilleri sömürgeciler tarafından yok edildi. iş işten geçtikten sonra ÜNİCEF Mayacayı kurtarmak için bütçe ayırdı. Eğer önlem alınmzasa yüz yıl sonra dünyada İngilizce ve Mandarince'den (Çin'de en çok konuşulan lehçe) başka dil kalmayacak.

Osmanlıca mı?
Hiç bir dile karşı değilim. olamam da. bu kendimin inkarı olur.
Osmanlıca diye bir dil yoktu zaten. Arap alfabesiyle yazılan "Eski Türkçe" vardı.
yasaklanmamalıydı.
Bir gecede insanlar okumaz-yazmaz hale gelmemeliydi.

Bu saptama başka ama AKP'nin sanki arı dilmiş, ata diliymiş, mübarek dilmiş gibi Osmanlıca savunuculuğu başka bir konudur. AKP'nin yaptığı Osmanlı'ya, halifeliğe, şeriata özlemin dışa vurumudur. bir başka ifadeyle "imparatorluğa- sömürgeciliğe" özlemdir. Malum MHP, Türk-islam sentezcisidir, AKP ise İslam- Türk sentezcisidir. Ama uyguladığı- benimsediği ekonomik politika ise neo-liberalizmdir. yani kapitalizmin vahşi yüzüdür. yeni Ortaçağdır.

Osmanlıcaya ise geçmiş ola.
Osmanlıcayı öğrenmeyen bu gün bir şey kaybetmiş sayılmaz.
Benim öğrendiğim 3 kelime osmanlıcadan çok Fransızcam daha çok işime yaradı. yarıyor. sadece osmanlıcamı denemek için 20 yıl kadar önce bir şiir denemem olmuştu. o kadar. Bu gün bu coğrafyada yaşayıp Türkçe, Kürtçe, Ermenice, Arapça edebiyat yapanların büyük çoğunluğu osmanlıca bilmez, ama bu eserlerinin değerini düşürmez. osmanlıca kaynakları da uzmanlar çevirdi. çeviriyor. çocukların belleğinde boşuna yer kaplaması gerekmiyor. zaten Türkoloji gibi bölümlerde öğretiliyor.
AKP bu tartışmalarla gündemi değiştirmeye çalışıyor. çoğu zaman da başarıyor. ara da emeğe saldırı devam ediyor, doğa katliamı devam ediyor, kimlik gaspı devam ediyor...

hapishanelerdeki yeni uygulamayı kaç kişi duydu bu arada. yeni genelgeyle tutsaklara kargo ve dergi yollamak yasaklandı. sürekli yolladığım dergiler geri döndü. yakında bu konuda açıklama yapacağım.

Ne diyeyim sonlandırırken:
Bu kez de osmanlıca olsun paylaştığım şiir:

HAFİF MEŞREB MAHBUBE
ah mahbubem
ne işim mi var
bu ah-ı gitmiş
vâh-ı kalmış kocayla
sen hiç duymadın mı
sahib-i keremin serveti
züğürdün zeker-i ma’hudesi
tatlı olur dendiğini...
zevcemin malını yiyorum
atarak ara sıra sahte inzal çığlığı
züğürt civanlarımın
kemâl-i zevk ve sefasını
alıyorum bastırıp koca parasını
bana inan tatlım
bir elim yağda
bir elim balda
çok ama çok namusluyum...
zor mu zor bu devirde
sahib-i servet zevce bulmak
ama çâlâk zen-pâreler
zibil gibi önünde ardında
elini salladınmı ellisi
esmeri sarışını
evlisi bekarı
sünnetlisi sünnetsizi
bend-i şalvar çözer önünde
silmek için orandan burandan taşan hicabı
elin paralı olsun yeter
silip silkinip attığın kâğıtları
zevk suyuna banmış banknotları
havada kapıp dua ederler...
ah güzelim
kulağına küpe olsun ders-i saadetlerim
gençlik elden gitmeden
şeriat yolun kesmeden
kör topal yaşlı demeden
nikahına al bir sahib-i kerem
hafif meşrep mahbube iken
hanımefendiye yükselir lakâbın
ne yaparsan nikah altında yap
ister „niyku’l ade“
ister „visal-i kâzib“
banknot banyosunda yunur yıkanır
namus giyinirsin...
yüzü iki deyyuslar
sütten ak duhter-i duşize’den paktır
meryem anamdır hazreti bacımdır
deyü yemin içer
mübarek kandil günlerinde
secde ederler mevz-i ziba’nın önünde...