Adil
Okay
“16.12.2014 günü Hacettepe Üniversitesi’nde “Yeni Türkiye ve Eğitim”
konusunda bir panel planladı. Panelin konuşmacıları Doç. Dr. Fikret Başkaya ve
Prof. Dr. Nejla Kurul idi. Güvenlik görevlileri Genç Sen’e üye Hacettepe
Üniversitesi öğrencilerinin uygun dilekçe vermedikleri gerekçesiyle Rektörlük
talimatıyla Prof. Dr. Nejla Kurul ve Doç. Dr. Fikret Başkaya’nın üniversiteye
girişini engellediler. Bunun üzerine iki aydın, konuşmalarını Üniversite’nin
önünde yaparak olayı protesto ettiler. (…) Büyük
şirketlerin paneller düzenleyip, stantlar açabildiği, bakanların miting alanı
gibi kullanabildiği üniversiteye iki bilim insanının sokulmaması üniversitenin
siciline işlenmiş kara lekelerden biri olarak tarihe geçti.”[i]
Bu haber,
okuyanları dehşete düşürmeli değil mi? Başta Hacettepe üniversitesinden olmak
üzere ülkenin dört bir yanından akademisyenler bu durumu protesto etmeli.
Etmeliydi. Ama bakıyoruz konuyla ilgili paylaşılan fotoğrafa. Üniversite önünde
Pr. Dr. Nejla Kurul ve Dr. Başkaya’nın sokak dersine sadece bir grup öğrenci
katılmış. Akademisyenler yok. Varsa da bir elin parmakları kadar az. Bir kez
daha görüyoruz ki bir şeyler eksik üniversite camiasında. En başta “ahlak”.
Hani muhafazakârların ağızlarına pelesenk ettikleri ahlak – etik! Bilim etiği
yok. Bu da yeni değil. 12 Eylül darbesinden sonra üniversiteler YÖK eliyle
kışlaya çevrildi. Üniversite öğrencileri askeri lise öğrencilerine, akademisyenler
de “özgür araştırmacı- bilim insanı” kimliğinden uzaklaşıp YÖK kılıcını
meslektaşlarına karşı sallayan subaylara dönüştüler. Ve YÖK karanlığından
istisnasız tüm hükümetler beslendi- yararlandı. AKP ise “YÖK’ü lağvedeceğiz,
demokratikleşeceğiz” sloganlarıyla iktidara gelip seleflerini bile aratır hale
geldi. Aydınların aydınlığı, bilim insanlarının özgürlüğü-özgünlüğü kalmadı. (İstisnalar
var elbette.)
Entelektüel
kavramının yerini bulduğu 1889 Dreyfus davasından sonra Türkiye’de
“aydın-münevver-mütefekkir” tanımları yaygınlaşmıştı. Süreç içinde, özellikle
1980’den sonra, Fransa’da da (dünyanın birçok yerinde olduğu gibi)
entelektüellerin ışıkları sönmüş, lambaları patlamış, Emile Zola’nın ve yüzyıl
sonra onun izinden giden Sartre’ın çizgisinden sapmışlardır. Önceleri
“entelektüel”, aydınlar grubuna verilen ad iken (Emile Zola Dreyfus’u
savunurken yalnız değildi, 1500 kişilik bir entelektüel grubuydu), giderek tek
tek kişilere “entelektüel” denilmeye başlanmıştır. Günümüz Fransa’sında
neredeyse üniversite diploması olan herkese “entelektüel” denilerek, (kimi
zaman da “entello” diye alay edilerek) bu kavramın içi boşaltılmıştır.
J. Benda ise
daha acımasız davranmış ve aydın ihanetinden söz etmiştir: “işlevleri adalet ve akıl gibi ebedi olan ve çıkarlar üstü değerleri
savunmak olan aydın kişiler bu işlevlerine pratik çıkarları uğruna ihanet
etmişlerdir. O gün bu gündür entelektüellere karşı duyulan hayranlık yanı sıra
onlara temkinli ve kuşkulu yaklaşmak adet olmuştur.” 1. dünya savaşının
bitiminde yaptığı araştırmada Benda, entelektüelleri zengin sofralarından
yemlenmek için şaklabanlık yaparak kralın soytarısı rolüne soyunmaları üzerine
ihanetle suçlamıştır.
Dr. Nejla Kurul ve Fikret Başkaya dünyanın
tanıdığı, tekellerden ve devletten bağımsız saygın aydınlarımızdandır. Başkaya,
Cem Terzi’nin ifadesiyle bu ülkenin onurudur. Temel Demirer’in ifadesiyle bu
ülkenin yaşayan 3 aydınından biridir. Fikret hocayı ben Çağdaş Jean Paul
Sartre’a benzetirim. Birçoğunuz bilir ama ben yine anlatayım: Sartre,
Cezayir’in bağımsızlık savaşı sürecinde, Fransız askerlerinin tecavüz ve
işkencelerine karşı Cezayir halkının yanında yer almıştı. Cezayir’in
bağımsızlığını desteklemişti. Bunun üzerine dönemin polis şefi Sartre’ın hapse
atılması gerektiğini söylemiş ama devlet başkanı De Geaule, “Sartre Fransa’dır
Fransa’yı hapsedemeyiz” diyerek bu öneriyi geri çevirmişti. Elbette De
Geaulle’un günahlarını affettirmez bu yanıt. Ama insan düşmanından bile bir
düzey bekliyor. YÖK veya AKP kurmaylarında bu düzeyi de göremiyoruz.
Fikret Başkaya da Sartre gibi bu ülkede en
zor zamanda Kürt ve Ermeni sorunu hakkında sözünü sakınmamış, yazmış, konuşmuş
ve yeni ortaçağa, kapitalist barbarlığa dikkat çekmiştir. Hocaların hocasıdır. Ruhlarını
para ve kariyer için şeytana satan birkaç üniversite yöneticisi onun - onların
ders vermesini engelleyemez.
Sonsözü Fikret Hocaya bırakıp tamamlıyorum
diyeceklerimi: “İkinci emperyalistler arası
savaş öncesinde okul sadece egemen sınıfın çocuklarına açıktı. İkinci Savaş
sonrasında emperyalist ülkelerde işçi sınıfının, Üçüncü Dünyada da ezilen
hakların mücadelesi sonucu, okulun kapısı işçi sınıfı ve diğer mütevazı
kesimlerin çocuklarına da açıldı. Bu dönemde hem okullaşma oranı büyüdü hem de
eğitici kadroda önemli bir artış oldu. Öğretmen ve öğretim üyesi sayısı arttı.
Fakat, bir taraftan bizzat aldıkları eğitim, diğer taraftan da egemen
ideolojinin genç nesillerin kafasına sokma işlevine koşulmuş olması itibariyle,
bu kesimin sınıf mücadelesi içindeki konumu problemlidir . Okulda öğretmen,
devleti, otoriteyi temsil eder. Bu niteliği itibariyle öğretmen-öğrenci
ilişkisi, otorite ve otoriteye maruz olan ilişkisidir. Öğrenci öğretmene
itaatsizlik yaptığında, otoriteye, devlete karşı gelmiş sayılıp cezalandırılır.
Bu yüzden okullarda asıl yapılan eğitmek değil, disipline etmek, uyumlandırmak,
hizaya getirmek, öğrenme güdüsünü, tecessüsü ve bilimsel-entellektüel
yaratıcılığı yok etmektir... Velhasıl asıl yapılan öğrencideki yaratıcı
potansiyeli ve yeteneği geliştirmek değil, bastırmak, ezmektir... Bu tip
kurumlar gerçekten eğitim kurumları mıdır? (…) Bütün sorun bilgiyi
kapitalistlerin ve onların devletinin elinden alıp, bir özgürleşme aracına
dönüştürüp-dönüştürmemekle ilgilidir. Dünyayı değiştirmek için okulu
değiştirmek, okulu değiştirmek için de sistemi değiştirmek gerekiyor... Bu
diyalektik bütünlük bir kere anlaşıldı mı, artık önümüz açık demektir...”[ii]
21.12.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder