Adil Okay
“Demirden
yapılmış bir mehtabı çiğneyip yuttum
Onlar buna bir çivi diyorlar
Bu endüstriel lağım pisliğini, işsizlik istatistiklerini çiğneyip yuttum
Makinelerde kamburu çıkmış gençlik vaktinden önce ölüyor
İtişip kakışmayı ve mahrumiyeti çiğneyip yuttum
Yaya köprülerini, pasla kaplanmış hayatı çiğneyip yuttum
Daha fazlasını çiğneyip yutamaz hale geldim
Tüm çiğneyip yuttuklarım şimdi gırtlağımdan geri fışkırıyor
Atalarımın toprağında saçılıyor
Utanç verici bir şiire karışıyor” Xu Linzi [i]
Onlar buna bir çivi diyorlar
Bu endüstriel lağım pisliğini, işsizlik istatistiklerini çiğneyip yuttum
Makinelerde kamburu çıkmış gençlik vaktinden önce ölüyor
İtişip kakışmayı ve mahrumiyeti çiğneyip yuttum
Yaya köprülerini, pasla kaplanmış hayatı çiğneyip yuttum
Daha fazlasını çiğneyip yutamaz hale geldim
Tüm çiğneyip yuttuklarım şimdi gırtlağımdan geri fışkırıyor
Atalarımın toprağında saçılıyor
Utanç verici bir şiire karışıyor” Xu Linzi [i]
“Sosyalizm öldü,
iyileştirilmiş kapitalizm verelim” diyorlar.
“Siz hâlâ sınıf – emek mi
diyorsunuz. Modası geçti bunların kardeşim, vazgeçin, daha farklı alanlarda
çalışın, hem destek de alırsınız” diyorlar.
Vazgeçmek. Emekten,
sınıftan, Soma’dan, Ermenek’ten, Şişe Cam ve Metal işçilerinin “milli güvenlik”
gerekçesiyle yasaklanan grevlerinden, atanamayan öğretmenlerden, çocuk
işçilerden, yokluktan, yoksulluktan vazgeçmek. Bu konularda yazmamak,
konuşmamak!
Yazar Sibel özbudun da dayanamıyor bu ‘üstten’ konuşmalara: “Vazgeçiş”
diyor, “’Büyük anlatılar’dan, her türlü ‘nesnellik’ savından, ‘bilimsellik’
iddialarından, ‘açıklama’ gayretinden, ‘dönüştürücülük’ niyetinden, ‘etkinlik’
isteğinden, 11. Tez’den… Ve teslim oluş:
‘Tarihin sonu’, ‘İdeolojinin ölümü’, ‘Gerçekliğin yitimi’, ‘hiper gerçeklik’, ‘Her
şey kopyanın kopyasının kopyası’ söylemlerine…” diye uyarıda bulunuyor. Ve
ekliyor: “Bu ‘vazgeçiş’, bu ‘teslim oluş’ hiç kuşku yok ki neoliberal
kapitalizmin hem kamusal olan her şeyi, hem de bios’u yok etme tehdidiyle yüklü
“Pyrrhus zaferi”yle birebir ilişkili. ‘Piyasa’, yeryüzünün en ücra bucağını, (…)
dev bir çöplüğe dönüşen toprakları ve denizleri, kısacası bu koca dünyadaki her
şeyi, ama her şeyi kendine boyun eğdirmek üzere temellük ederken… bilim (ya da
üniversiteler) bu saldırıdan ne kadar masum kalabilirdi ki?”[ii]
Kalamadı da. Özbudun
haklı.
Bu
konuda kısa bir süre önce “Fikret
Başkaya ve Kadavra Akademisyenler” başlıklı bir makale yazmıştım.[iii] Hatırlayınız 12
Eylül açık faşizm döneminde adlarının başında “Prof” unvanı olan “koca koca
adam ve kadınlar” bilirkişilik mühürlerini zalimin talimatıyla mazlumun bağrına
basıyorlardı. Hitler’in Dr. Mengele’leri bizde de mevcuttu. İşkence görene “görmemiştir”
raporu veren doktor müsveddeleri mi dersiniz, yazılarımızda “suç unsuru” bulan,
“tez zamanda kelleri vurula” diye rapor hazırlayan’ Ordinaryös’leri mi
istersiniz.
Ord. Prof. Sulhi Dönmezer’i kim bilir benim gibi kaç kişi nefretle anıyordur.
Tabi 12 Eylül sadece bir gün, bir yıl
değildi. On yıllara varan bir devlet terörü uygulamasıydı. Hrant Dink’in de infazını hazırlayan benzer bilirkişilerdi. Onun da
yazılarında “suç” buldular. Mahkeme karşısına çıkardılar. Hedef gösterdiler.
Temel Demirer
ve bir grup aydın da 301’den nasibini aldı. Üstelik “12 Eylül’ü yargıladık,
demokratikleştik, çağ atladık” diyen AKP döneminde.
Yazılarımdan
dolayı hakkımda açılan soruşturmalar da aynı döneme denk düşer.
Adını anmışken sürgündaşım Temel Demirer’e de kulak verelim: “(…) Adalet mülkün
temelidir” diye kutsanan özel mülkiyet (burjuva) egemenliğinin; kapitalist
ücretli köleliğin; emperyalist talanın yabancılaştıran, şeyleştiren meta
fetişizminin dünyasında insan, Kafka’nın Gregor Samsa’sına dönüş(türül)mektedir...”[iv]
Çağdaş Fransız filozoflarından Alain
Badiou’nun dediği gibi: “(…) Hâkim ve uygar kapitalizmin vatanı «Batı’daki»
komplo senaryosu, kan döken terörizm imasıyla «İslamcılığın» karşısında. Bir
tarafta belli belirsiz tanrılarını cesetlerle kutsamak için isyan bayrağı açmış
silahlı katil çeteler; diğer tarafta da insan hakları ve demokrasi adına diğer
tüm devletleri yerle bir eden vahşet dolu uluslararası askeri müdahaleler. Öyle
ki, bu askeri müdahaleler hâlihazırda büyük şirketlerin üzerinde semirdiği
petrol arazilerini, madenleri, gıda kaynaklarını ve kuşatılmış bölgeleri
güvence altına almak adına belirsiz, kırılgan olan bir barış ihtimalini de en
azılı haydutlarla pazarlık konusu etmekten öteye geçemiyor…”[v]
Alain Badiou’ya katılıyorum.
Peki, neden “batı”da bu
kapitalist barbarlığa muhalefet zayıf? Zira doğuda kadının yüzünü kapatan örtü,
batılıların da gözlerini kapatıyor.
(Tabi burada bir dipnot
düşmeliyim. Kimlik mücadelesini hiçbir sosyalist küçümsemez. “Ya sınıf ya etnisite”
dayatması yapmaz. Bu satırların yazarı da “kimlik, anadilde eğitim, kadın
sorunu ve çevre” konularında defalarca yazmıştır.)
Bir zamanlar ‘Tarihin sonu’, ‘Medeniyetler çatışması’
tartışmaları çok gözdeydi. Kapitalizmin artık kader olduğunu, en iyi sistem
olduğunu bize yutturmak isteyen uyduruk filozofların bu teorileri
tartışılıyordu. ‘Tarihin ve ideolojilerin sonu’ tezinin mucidi Fukuyama, Irak işgalinden sonra ‘yanılmışım’ deyip özeleştiri verdi. “Zamanında
Vietnam savaşı propaganda grubunun şefliğini de yapmış olan Huntington’un ‘Medeniyetler çatışması’
tezi, İslam-Hıristiyan dünyasının çatışması olarak algılandı. Aslında
Hungtington, kapitalist dünyadaki kaosun, asimilasyon veya çokkültürcülük
politikalarıyla değil, daha zalim uygulamalarla, hatta bir tarafın yok
edilmesiyle son bulabileceğini açıklamaya çalışıyordu.”
Türkiye’de liberaller bu teorileri “sosyalizm öldü,
demokrasi verelim” babında yorumladı. Ben buradaki “demokrasi” sözcüğünü
kazıyınca altından neoliberal kapitalizmin çıktığını ayan beyan görebiliyorum.
Elbette demokrasiye ama “Temsili” değil, “Doğrudan Demokrasiye” ihtiyacımız
var.
Bir kez
daha hatırlatmakta yarar var: Kol emeği, liberallerin iddiasının aksine, tarihe
karışmadı. Kapitalizm iyileşmedi. Hatta “yeni ortaçağ”a dönüşten bile söz edilebilir.
Sonuç itibariyle ülkemizin de parçası olduğu kapitalizm, dur durak bilmeyen, denizi, dağları,
ormanları ve insanları kirleten bir suç makinesidir. Bu makineyi çalıştıran
büyük patronlar da (dili – dini – cinsiyeti - etnik kimliği ne olursa olsun) ve
onların seçtirdiği vekiller de Proudhon’un
altını çizdiği gibi hırsızdır.
Ya
hırsızdan yanasınızdır ya değil. Hayata ak ve kara olarak bakmam. Grileri ve
diğer renkleri de görür ve anlamaya çalışırım. Ama bu cangıl içindeki gri de
karanın kapsamındadır.
Kapitalizm
“iyileştirilebilir” diyenlerin, “Utangaç kapitalizm savunucuları”nın şimdi
neoliberalizmden şikâyet etme hakları var mıdır?
Ya da
retorikle daha ne kadar göz boyayacaklar…
[i] “Xu
Linzi(1990-2014), Çin’de kırsaldan yoksulluk içinde kente, fabrikalara çalışmaya
gelen milyonlarca göçmen kadın işçiden biriydi. 3 yıl montaj hattında ölümüne
çalıştığı Shenzen’deki Foxconn fabrikasında, şiir ve gazetecilik çalışmalarına
daha fazla zaman ayırabilmek için büro işine geçmeyi umuyordu. Bu umudu
gerçekleşmeyince başka şehirlere giderek, farklı işler aradı. ‘Uygun’ bir iş
bulamayınca umutsuzluğa kapılarak, Ekim 2014’te intihar etti.” Aktaran Sennur
Sezer. “Geçim zorlukları ve özcanına kıymak”. Evrensel gazetesi.
[ii] Sibel Özbudun, “Sosyal
bilimler: Bir şey yapmalı!”, Mülkiye
Dergisi, 2014 38 (2), Yaz 2014
[v] Alain Badiou, Kızıl bayrak ve üç
renkli bayrak, www.marksist.org
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder