29 Mart 2008 Cumartesi

İnsanlığa mukavemet



Newroz’da AKP’nin talimatıyla kadın ve çocuklara saldıran polisler, kameralar önünde 15 yaşındaki Cüneyt Ertuş’un kolunu kırdı. Emniyet’e götürüp işkenceden geçirdi. Bu da yetmezmiş gibi ‘devlet memuruna mukavemetten’ tutukladı.

“İşkence sokağa taşmış; 900 civarında yurttaşımız gözaltına alınmış, birçoğu işkenceye maruz kalmış ve 2 yurttaşımız da öldürülmüştür. Polis, doğrudan öldürme kastıyla hareket etmiştir. İnsanlığa karşı işlenen suçlar hanesine yenileri eklenmiştir.” Van, Siirt, Hakkari ve Yüksekova’da Newroz kutlaması sırasında çıkan olaylara ilişkin hazırladıkları raporu açıklayan İHD Genel Başkan Yardımcısı Reyhan Yalçındağ, il ve ilçelerdeki vali, kaymakam ve emniyet müdürlerinin görevden alınmasını istedi. İnsan Hakları Derneği(İHD), devlet teörüne ilişkin hazırladığı raporu İHD Amed Şubesi’nde açıkladı. İHD Genel Başkan Yardımcısı Reyhan Yalçındağ, iki yıl önce yaşanan 28 Mart olaylarının failleri cezasız kaldığı İçin Newroz’da ciddi ihlaller yaşandığını kaydetti.

Son 2 yıl içerisinde Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu (PVSK) ve Terörle Mücadele Yasası gibi anti demokratik yasal mevzuatın; retçi ve inkarcı devlet zihniyetinin pratiğinden kaynaklı işkencenin sokağa taştığını ve yaşam hakkının pervasızca güvenlik görevlileri tarafından ihlal edilir duruma dönüştürüldüğüne vurgu yapan Yalçındağ, “Sadece 2007 yılında 34 yurttaşımız güvenlik görevlileri tarafından keyfi biçimde öldürülmüştür. Tıpkı işkence faillerinin cezasız kalması gibi yaşam hakkını ihlal edenler de cezasız kalmakta, yargı bürokrasisinin işletilememesi yurttaşlarımızın adalet duygusunu incitmektedir. Bu nedenledir ki yeni ihlaller daha da pervasız bir biçimde gerçekleşmektedir” diye konuştu.

900 kişi gözaltına alındı

Bin yıllardır Ortadoğu halkları tarafından kutlanan Newroz Bayramı’nın inkar ve imha zihniyetin bir sonucu olarak kana bulandığına işaret eden Yalçındağ, şu bilgileri verdi: “Van, Siirt, Hakkari ve Yüksekova’da Newroz’un kutlanmasına izin verilmemiş, halkın kutlamaları gerçekleştirmek istemesi üzerine insanlık dışı kareler objektiflere yansımıştır. İşkence sokağa taşmış, 900 civarında yurttaşımız gözaltına alınmış, birçoğu işkenceye maruz kalmış ve iki yurttaşımız da öldürülmüştür. Kutlamaların barışçıl bir ortamda gerçekleşebilmesi, halkın toplantı ve gösteri hakkının yaşam bulması için girişimlerde bulunan DTP milletvekilleri, DTP yöneticileri ve insan hakları savunucuları da saldırılardan nasibini almışlardır. Polis, aşırı ve orantısız güç kullanmanın ötesinde doğrudan öldürme kastıyla hareket etmiştir. Söz konusu yerlerde gözlemci olarak bulunan İHD heyetlerinin de hazırladığı raporlara ve eldeki verilere, kamera görüntülerine göre, insanlığa karşı işlenen suçlar hanesine yenileri eklenmiştir.”

Sorumlular görevden alınsın

Yaşam hakkının, işkence yasağının, mülkiyet hakkının ciddi şekilde ihlal edildiği olaylarda sorumluluğu bulunan tek bir güvenlik görevlisi hakkında hiçbir adli veya idari soruşturma başlatılmadığına dikkat çeken Yalçındağ, şunları söyledi: “Vali ve kaymakamlar, emniyet müdürleri de halen görevleri başındadır. Başta İçişleri Bakanı olmak üzere hükümet, üzerine düşen görevi yerine getirmemiştir. Yerel makamlar, öteleyen ve dışlayan tavırlar sergileyerek toplumsal barış ortamını zedelemişlerdir.” Yalçındağ, İHD olarak yaşanan bu sürecin sonuna kadar takipçisi olacaklarını belirterek, Siirt, Van, Hakkari Valileri, Yüksekova Kaymakamı ve Emniyet Müdürlerinin derhal görevden alınmasını talep etti.

İHD’nin Newroz tespitleri

İHD’nin hazırladığı raporun son kısmında diğer tespitlere yer verildi:

- Güvenlik güçleri aşırı ve orantısız güç kullanmıştır. (silah kullanma, rastgele insanları dövme, panzerleri insanların üzerine sürme)
- Polis araçlarında insanları kışkırtan anonslar yapma (insan değilsiniz, insanlığınızı kaybetmişsiniz)
- Polisler tarafından işyeri ve evlerin camlarının kırılması, evlerin içlerine gaz bombalarının atılması.
- Emniyet müdürü Cuma Ali Aydın’ın halkın idaresi olan milletvekillerine karşı tutumu ve kışkırtıcı konuşmaları.
- İnsanlık onuruyla bağdaşmayan üst aramaların yapılması (özellikle bayanların eldivenlerle iç çamaşırlarının içine kadar aranması
- Gözaltına alınanların hastanede polis dayağına maruz kalması.
- Hastaneye başvuruda bulunan yaralıların adli vaka olarak işlem yapılmaması.
- İHD gözlemcilerinin belirli yerlerde engellenmesi, hakaret ve tehditlere maruz kalması.
- 30’un üzerinde yaralı gözaltına alınma kaygısıyla hastanelere başvuramadı.
- Güvenlik güçleri tarafından halka hakaret, küfür ve tehditlerin olması.
--------------------------------------------
AMED

Yeniozgurpolitika.org
--------------------------------------------

24 Mart 2008 Pazartesi

Ergenekon Destanından Ergenekon Çetesine…



Abdulkadir Ulumaskan / ulumaskan@hotmail.de


Ergenekon Çetesinden ; Doğu Perinçek, ilhan Selçuk ve Kemal Alemdaroğlu da çıktı. Sonu Deniz Baykal’a kadar gitmese iyi. Ki zaten Baykal’ın bunlara sahip çıkması ve tutuklanmalarına karşı büyük tepki göstermesi, fillen olmasada zihnen ve mantiken çete mensubu olduğunu gösteriyor.

Türkiye’ de o kadar çok çete var ki, artık onları adlandırmak, onlara isim bulmak güç:
„Susurluk Çetesi, ''Karagümrük Çetesi'', fuhuş çetesi, “ilaç Çetesi“, „Afacanlar Çetesi“, „Hacker Çetesi“, „Cins köpek Çetesi“, „Uyuşturucu Çetesi“, „Vatansever Çetesi“, „Orman Çetesi“, „Kapkaç Çetesi, „Derin devlet Çetesi“, "Gavur Yüksel Çetesi, "Ümraniye Çetesi“, , "Adıyamanlılar Çetesi", „Doktorlar Çetesi“, „Hayalet' ve Çetes“i, „Kuyumcu Çetesi“, „Schengen Çetesi“, „Gözyaşı Çetesi“, „Tuzla Gölü Çetesi“, „Vahşet Çetesi“, „Sauna Çetesi“, „ihale Çetesi“, „Daltonlar Çetesi“, „Kablo Çetesi“, „Atabeyler Çetesi“, „Şemdinli Çetesi“ ve en sonda başında emekli General ve JiTEM kurucusu Veli Küçük ve onunda başında başka paşların bulunduğu „Ergenekon Çetesi“ ve adını saymakla bitiremiyeceğimiz ve daha bilmediğimiz nice çeteler…



Bu çetelerin bazıları ekonomik amaçlı da olsa, çoğu askeri ve siyasi amaçlarla kurulmuş, başında ve içinde emekli - emeksiz askerlerin ve bazı emniyet mesublarının da bulunduğu derin devlet içerisindeki derin çetelerdir.

Aslında suçu çeteler yerine, çeteleri üreten sistemde aramak gerekir. Çünkü çeteciliği yaratan, geliştiren ve hakim kılan bu sistemin kendisi oluyor. Onun için eğer gerçekten çetelerden kurtulmak isteniyorsa, tek tek çeteler ile uğraşmak yerine çeteleşen sistemin kendisini sorgulamak gerekir. Yoksa bir çeteyi çökerteyim derken beş çete daha birden türüyor. Peki sistemin kendisi bu kadar çeteleşip kendi kendine çete üretiyorsa bunu nasıl yapabilir ? Bu hem zor, hem de kolay. Ve ancak sistemin kendi kendini temizlemesiyle mümkün olabilir. Fakat sistemin buna ne kadar niyetli olduğu da ayrı bir konu ve ayrı bir zorluktur. Elbette hiç bir sistem bunu pek kolay değiştirmek istemez. Ama bu değişim, onu kurtaracaksa bu düşünülmelidir; ve akıllı olanı da budur. Ancak Türk egemenlik sistemi, akıldan çok, ırkçı, militarist hezeyanlarla ilgilenir.

Ergenekon Destanıdır, Ergenekon çetelerini besleyen! Bu mantık, hiç bir zaman değişmedi.
Ergenekon Çetesinde, yeni gözaltına alınan Perinçek, Selçuk ve Alemdaroğlu’nun koyu birer Kemalist olduklarına göre; ve çetenin başında ve içinde bulunanların da Kemalist oldukları belli olduğuna göre, çeteciliğin mayasında Kemelist ideolojinin olduğunu herhalde inkar edilemez. Edilse de gerçek olamaz. Tabi bu çeteci mantığın tarihi bir arka bahçesi de var.

Bu konulara fazla girmeden, biraz bu Ergenekon Çete anlayışının geçmişten günümüze kadarki sürecine kısaca değinmek istiyorum. Ergenekon destanın hikayesi şöyledir:




Göktürkler'in türeyişini anlatan bir destandır. Genel olarak, düşman tarafından hile ile yenilgiye uğratılan (öyle ya başka türlü yenilemez) Türklerin, Ergenekon Ovası'nda yeniden türeyip tekrar eski yurtlarına dönerek düşmanlarıyla çarpışmalarını anlatır. Türk düşmanı Kavimler birleşerek Türkler'in üzerine yürümüşler. On gün savaştıktan sonura Türkler üstün gelmiş. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin beyleri toplanıp Türkleri hile dışında yenemiyeceklerini söylemişler. Tan ağarınca, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçmışlar. Türkler, bunlar kaçıyor diye sanarak artlarına düşmüşler. Düşman, Türkler'i görünce birden dönmüş ve vuruşma sonunda Türkler yeniliyor. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına gelmiş ve büyüklerin hepsini kılıçtan geçirerek, küçükleri de tutsak etmiştir.



Dediklerine göre; tüm Türkler öldürülmüş, sadece bir tek Türk çocuğu kalmış. Onun da ayak ve bacakları kesilerek bir bataklığa atmışlar. Sonra dişi bir kurt bu çocuğu alıp uzaklara götürerek onu kurtarmış. Çocuk büyüyünce kurt onunla evlenmiş ve Türkler ondan türemişler. Ve sonra yine bu kurt, o aşılmaz dağlardan bir delik bularak onları oradan çıkardıktan sonra tüm dünyaya yayılıp hakim olmuşlar!.. Daha sonrada buna tüm dünya halk ve dilleri Türklerden kopmuş diye bir Güneş Dil Teorisi icat edilmiştır! Evet kısaca Ergenekon hikayesi bu. Ve hikayenin kendisinden de anlaşılacağı gibi çete mantığı da o günlerden geliyor. Ya da çeteci mantık, o günler ve tarihi böyle yorumluyor. Bu mantığın nasıl böyle olduğunu anlatmaya çalışacağım.

Çetelerin ortaya çıkış biçimi ve zamanları da farklılık ve ilginçlikler var: Ya Türkiye’de gündem değiştirilmek istendiği, ya da herhangi bir şekilde demokrasi eğilim veya söylenlerinin dilendirildiği zamanlarda bu gibi çeteler türüyor, ya da daha önce türemişler ortaya çıkıyor. Türkiye, şu anda ne kadar “sivil olacak” bilinmez, ama sivil olacağı bir dönemde bu Ergenekon çetesi kendisini göstermesi düşündürücüdür.



Önce Türkiyede büyük çetelerin ortaya çıkış biçimine bakıldığında; “ilkin vatan tehlikeye girer ve arkasında bu vatanın sahipleri meydana çıkıp vatanı “kurtarırlar”.Tabiki bu vatansever güçlerin ortaya çıkabilmeleri için önce vatanın tehlikeye sokulması gerekir ve sokulur. Önce vatana kast eden düşmanların yaratılması gerekir. Ve bu düşmanlar herzaman mevcut. İşte, “Kahpe Yunan” düşman, “Bulgar” düşman, “Rus” düşman, “Ermeni” düşman, “Suriye” düşman, ve nihayet, “Kürtler, ezeli ve ebedi düşman”.

Aslında vatanı tehlikeye sokan da kurtaran da aynı güçtür. 12 Eylül öncesi kontrgerilla eylemleriyle vatanı tehlikeye sokup kurtardıkları gibi. - Ki aradan çeyrek bir asırdan fazla zaman geçtiği halde, hiç bir Türk siyasetçi cesaret edip, hâlâ, 12 Eylül Çetesi diyemiyor. - İlkin vatanseverlik şövenizmiyle ortalık velveleye verilir ve ardından da kurtarıcı güç görev başında görülür. Aslında bu kurtarıcı güc canavarının bir kaç boyutu vardır:

Birincisi, vatan kurtarmayı kendine makan ve çıkar makamı yapanlar.

İkincisi, gerçekten bu fobi ve paronaya ile yaşayanlardır.

Üçüncü olarak ta, bu yurtseverlik duygusu pazarlanarak buna alet edilenler vardır. Bu her üç öğe, bir araya gelince çete potansiyel, zemin ve ortamı doğuyor. Ve vatan tehlikede olduğu için, herşey mübah ve gerisi teferuattır. Bu anlayış Ergenekondan, Osmanlı içindeki yapılanma ve cumhuriyete kadar hep böyle süregelmiştir. Mesela Mustafa Kemal:

“Ülkeyi yönetenler delalet ve hatta ihanet içerisinde bulunabilirler. Seni kurtaracak asıl güş asil damarlarındaki kanda mevcuttur.” derken, bu çeteciliğin mayası ve temelini atmış oluyor. Nitekim kurtuluş savaşında en az kendisi kadar, hatta daha fazla etkisi olan Kazım Karabekir ve diğer yakın arkadaşlarını vatan hainliği ile itham ederek idam etmeye bile çalışmış ve saf dışı bırakmıştır. Bu anlamda bakılısa, Türkiye tarihi, biraz da Çeteler tarihidir ve hep vatan tehlikesi ile gündeme gelmiştır. Ve ortaya çıkan her yeni çetenin iddası “vatan her zamankinden daha çok tehlikede olduğudur.” Bu nasıl bir vatan ki, bu kadar büyük tehliklelere karşı ayakta kalabiliyor! Hangi vatan olsa, şimdiye kadar kırk defa yıkılırdı. Herhalde bu çeteler, çok çok güçlü olmali ki, bu vatanı hep ayakta tutabiliyorlar. Doğrusu bu vatanın ayakta kalmasının nedeni, onların sihirli gücü değil, gerçekte vatanın tehlikede olmamasındandır.

Türkiye’nin bu çetelerden kurtulabilme sorusuna tekrar dönersek; yine çok zor olduğunu, bahs ettiğim nedenlerden dolayıdır, diye düşünüyorum. Şimdiye kadarki gelişmeler, bunun böyle olduğunu gösteriyor. Özal ailesinin, onun ölümünün “ölüm değil” “öldürülme” olduğunu açık açık söylemesine rağmen, bu çeteler üzerine gidilemedi.



Eşref Bitlis ve Cem Ersever hakeza; yine Susurluk’ta aynı durum ve Gafar Okan, yine öyle. Yani hiç bir zaman bu çetelerin sonuna kadar gidilemedi. Belki bazi figüranlar buna kurban edildi, ama köküne inilemedi. Her ne kadar Erdoğan’ın Şemdinli Çetesinde, bir ara Kasımpaşalığı tutup, “neye mal olursa olsun üzerine gideceğim.” dediyse de, deveden büyük fil karşısına çıkınca geri çekildi. Bu çetenin başı olan General Büyükanıt’ı terfi edip, Genelkurmay başkanı ve “iyi” dediği “ Çocuklar” da herşey ortadayken, berat ettiler. Yalancı Erdoğan ve hükümsüz Hükümeti sustu. Bu arada olan zavallı dürüst savcıya oldu. Görevden alınıp yargılandı. Erdoğan ve Çetesi de susma karşılığında, iktidarsiz iktidarda kalmayı becerdiler.



Gerçekten AKP de bir çetedir ve bu çetenin elebaşı da Recep Tayyip Erdoğandır. Çünkü çete demek hukuk ve yasal olmayan demekse, AKP, savcının yasal yaptğı işi iptal ederek, yasadışı bir çeteye teslim oldu ve yargı yerine öldüllendirilmesini de onayladı. Bu çetecilik değil de, nedir acaba ?

Şimdi ise, sözde hukuk Cumhuriyetbaşsavcılığı çetesi devreye girmiş bulunuyor. Hava operasyonu sonrası ve hatta öncesinde yaratılan psikolojik havaya, Türkiye o kadar kendini kaptırdı ki, PKK ile birlikte Güney Kürdistanı bitireceklerine kendileri bile inanmaya başlamışlardı. Denilir ki, yalancıların bir özelliği ; yalancılıkta en üst düzeye ulaştıklarında kendileri de, kendi yalanlarına inanmaya başlarlar. Türkiye’ninki de ayni hikaye. Ancak umulan olmadı ve geri çekilmek zorunda kaldılar. Geri çekilme veya geri kaçma nedenlerine girmek istemiyor ve bir tek ABD’ ye bağlamayı da doğru bulmuyorum. Burada Irak’ın durumu, Güney Kürdistan’ın tavrı ve Gerillanın direnişini de gözard etmemek ve başlıca nedenler arasına almak gerekir. Sonuçta, AKP teslim olduğu Orduya gene yaranamamış görünüyor. Çeteciliğin mayası olan Kemalizm; faşizmi arkasına, orduyu da önüne ve CHP yi de yanına alarak atağa geçmiştir.

Operasyon sonrası sözde başarının ardından, AKP ve Erdoğan, Diyarbakır’da, Kürt sorununun “içi boş çözüm paketini” açacakti. Aslında bu hokus-pokus paketlerine dönen, boş paketlerden kamuoyunun fazla bir şey beklediği yoktur. Erdoğan Diyarbakir’a gitmedi, kenerandan geçerek Siirte, Batman, Mardin ve Urfay’a gidip, oralarda mazlumiyet edebiyati yaptı. Doğrusu Erdoğan ve partisinin öyle ciddi çözüm gücü – olsa da – ki bu cesaretleri yoktur. Bu, AKP’ nin kapatma davası, Erdoğan, bu olmayan paketini perdelemedir aynı zamanda. Son dönemlerde sivil anayasa tartışmaları ve Kürt paketi gündemdeyken, bu davanın açılmış olması, tesadüf olmasa gerek. Yine büyük bir ihtimalle ABD; siyasi bazı adımlar sözü karşılığında TC’ ye operasyon izni vermiş olmalı.

Başçete (sacvı) bu dava ile AKP’ye hem bir gözdaği, hem de bir hamilik yapmış oldu. Yani AKP’ ye mağduriyet edebiyatı yapmaya ve dışa karşı baskı altında olduğu maskesi giydirdi. Bence görülmesi gereken işin bu kısmıdır. Gerisi Laiklik ve benzerleri... hikayedir. Sonunda Çete zihniyeti dönüp kendi yavrularını da yiyebilir. Çeteciliktir esas olan, gerisi kendi deyimleriyle teferuattir. Yoksa AKP nin kapatılması ya da kapatılmaması çok fazla önemli değil ve kapatılacağını da sanmiyorum. Yani amaç biraz diş gösterme, gözdağı, biraz gündemi saptırma,biraz operasyonun başarısızlığını hasıralti etme; CHP, MHP ile Ordu didişmesini gölgede bırakma ve birazdan ziyade de Kürt sorununu gölgelemektir. CHP ve MHP her ne kadar, ordu korkusundan, muhatabımız ordu değil, hükümettir, dese de, asıl muhatabın ordu olduğunu, herkes biliyor. Zavallı Başbakan, ordunun geri çekilişinden haberi bile yoktu ve “operasyon devam ediyor” diyordu. O halde fukara nasıl muhatap olabilir ki ?

Bu Ergenekon çetesinin, Kürt milletvekilerini de hedef aldığı söyleniyor. Zaten bunların hedefi çoğunlukla Kürtlerdir. Vatan tehlikesi ardındakı kasıt da yine hep Kürtler oluyor. Ancak dünkü Newroz kutlamalarında da görüldüğü gibi, Kürt halkı hem içerde, hem de dışarda, her ne kadar çetebaşları istediği kadar gündemden çıkarmaya çalışırsa çalışsın, bu halk direniş ve mücadeleleriyle ve dostlarının da desteğiyle hep gündemin başına oturtup çözümü zorlayacaktir.
22.03.2008

23 Mart 2008 Pazar

AKP, HALK İRADESİ VE ELİTİST LAİKÇİLİK -2-



Yener ORKUNOĞLU/ E-Mail: yorkunoglu@gmx.net

“Mehmet Altan ve İsmet Berkan gibi liberallar, ‘oy çoğunluğuna’ bakarak, AKP’nin ‘halkın iradesini’ temsil ettiği yanılsamasına kendilerini kaptırmışlardır. Bir kere ‘çoğunluk’, ‘millet iradesini’ veya ‘halkın iradesini’ temsil edemez...”




Türkiye’de muhafazakar Anadolu Burjuvazisi ile modernleşmiş asker-sivil elit kesim arasında siyasal iktidar kavgası nihai hesaplaşmaya doğru gidiyor. Aslında bu hesaplaşma, burjuva demokratik devrimini sonuna kadar götüremeyen bir toplumun yarattığı bir sorundur. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında kemalist iktidar, devrimi halka yayamadığı için, orduyu cumhuriyetin bekçisi yapmaktan ileri gidememiştir. Tarihsel zaafları nedeniyle kemalizm, cumhuriyenin demokratikleşmesini tıkamıştır. Siyasal islam, siyasal-toplumsal açıdan bir restorasyon sürecine girmiştir. Restorasyon girişimi, gerçek bir aydınlanma yaşamayan toplumun ödediği bedeldir.

İktidar mücadelesinde hesaplaşmalar genellikle çatışmalı bir süreçtir. Barışçıl değil, şiddeti içeren özellikler içerir. Dolayısıyla iktidar mücadelesinin giderek sertleşmesi mümkündür. Türkiye bazı önemli olaylara gebedir. Anlaşılan bu hesaplaşmada bazı kelleler gidecek.



Siyasal İslam, cumhuriyetin önemli (yasama, yürütme ve cumhurbaşkanlığı vb.) kalelerini eline geçirmiştir. Korkunç bir kadrolaşmaya gitmiş, devletin önemli kurumlarına ve özerk kuruluşlara kendi adamlarını yerleştirmiştir. Askeri-sivil elit kesimin elinde kalan tek araç yargıdır. Önemli mevzileri kaybeden asker-sivil elit kesim, yargı ve anayasa mahkemesi aracılığıyla iktidar kavgasını dolaylı olarak yürütmektedir. Parti kapatma çabasına karşı bir misilleme olan Ergenekon operasyonu, iktidar mücadelesinin şiddeti ve ölçüsü hakkında bize bir bilgi vermektedir.

Türkiye’de liberal aymazlar, Siyasal İslam’a ve AKP’ye güç verdiler. AKP’nin ‘milli iradeyi’ temsil ettiğini savunmaktadırlar. Bu ne aptallıktır! Tarihten ders almadılar mı? İran’daki entellektüeller de geçmişte aynı yanlışa düşmüşlerdi. Şah karşısına ‘özgürlük ve demokrasi’ sloganları ile çıkan Mollaların özgürlük getireceklerine inanmışlardır. Şah’tan kurtulmak isteyen entellektüeller, çok geçmeden mollaların gazabına uğramışlardı. Gazaptan kurtulmak isteyenler ise mollara boyun eğerek taraf değiştirmişlerdi. Türkiye’deki liberaller, günün birinde AKP mantığının onlara da yöneleceğini, kendilerine de sıranın geleceğini unutmasınlar.





Mehmet Altan ve İsmet Berkan gibi liberallar, ‘oy çoğunluğuna’ bakarak, AKP’nin ‘halkın iradesini’ temsil ettiği yanılsamasına kendilerini kaptırmışlardır. Bir kere ‘çoğunluk’, ‘millet iradesini’ veya ‘halkın iradesini’ temsil edemez. Böyle bir iddia çoğunluğun dışındakilerinin iradesini görmezlikten gelir. Çoğunluk, halk iradesine eşitlenemez. Dolayısıyla halkın veya milletin iradesinden değil, olsa olsa ‘çoğunluğun iradesinden’ bahsedilebilir. ‘Çoğunluk iradesini’ de iyi incelemek gerekir. Her çoğunluk, haklı ve özgürlükçü değildir. Esas olan, özgürlük ve haklılık temelinde bir çoğunluktur. Din temelinde oluşan bir çoğunluk, özgürlüğe dayanmaz.

Bu arada aklıma gelen bir olayı anlatayım.

Bir yaz akşamı, köylüler, dolunayı seyrederler. Birisi konuşur: ‘Şu ayın güzelliğine bakın!! Ay ne kadar da büyük görünüyor’.
Bir başkası konuşmaya katılır: Acaba ay mı büyük, güneş mi?
Şu okul görmüş genci çağırın, ona soralım. Okul görmüş genç çağrılır.
Gence sorulur: Ay mı büyük, güneş mi?
Genç cevap verir: Elbette güneş!!
Birisi itiraz eder: Ama ay, güneşten daha büyük görünüyor.
Genç, izah etmeye çalışır. Ama çoğunluğun kafası yatmıyor.
Bunun üzerine oylamaya giderler. Güneş büyük diyenler ellerini kaldırsın. İki kişi elini kaldırır.
‘Ay büyüktür’ diyenler ellerini kaldırsın!.. Çoğunluk ellerini kaldırır.
Böylece oy çoğunluğuyla ‘ayın güneşten büyük olduğu’na karar verilir.
İşte, AKP’nin oy çoğunluğu böylesi bir çoğunluğa benziyor.
***
Anti-demokratik ve yarı-laik Kemalist cumhuriyetin baskısı karşısında bunalan bazı entellektüeller, özgürlükleri savunma adına, Siyasal İslamın entellektüel yedekleri haline gelmişlerdir. Oysa 20 yüzyılda dini araç olarak kullanan hiç bir siyasal hareket özgürlükleri genişletmemiştir. Din üzerinden özgürlükleri genişletmek mümkün değildir. Özgürlük ve din birlikte yürüyemezler. Din, tanrının iradesini dayatır. Özgürlük, tanrının değil, aklı dinden özgürleşmiş insanın iradesini temel alır.

Modernleşmiş, ama otoriter asker-sivil elit ile muhafazakar bir restorasyonun takipçisi Siyasal İslam ve AKP arasındaki iktidar kavgasında nasıl bir bağımsız yol izlenmeli? Sağcıların kapışması, sosyalistlerin işine gelir. Dolayısıyla sosyalistlere büyük bir görev düşmektedir. Yerim kalmadığı için bu konuyu başka bir yazıya bırakalım.

"Kazım için bir film"



Kumral bir çocuğun “yas” öyküsü: "Kazım için bir film"


Deniz LODOS


“yürüyor/ yalnız gidiyor/ hayat soluğunu esirgedi ondan/ kalbini dinledi/ gel, dedi ona/ dağ, deniz ve nehir/ düşündü/ gideyim…” (igzas/yürüyor)


Ümit Kıvanç tarafından yapılan ve Kazım Koyuncu’nun ardından yapılmış en iyi çalışmalardan biri olma niteliği taşıyan “Şarkılarla Geçtim Aranızdan/ Kazım İçin Bir Film” Kazım Koyuncu’yu kendi dilinden bir kez daha dinleme olanağı sunuyor. Ümit Kıvanç’ın yoğun emek ve özveriyle yürüttüğü çalışma, sinematografik teknik yeterliliğinin yanı sıra, başından sonuna kadar insani duyarlılığın bir örneği olarak da karşımızda duruyor. Üç DVD’den oluşan 3 saat 34 dakikalık çalışma “belgesel sinema” olma iddiası taşıyor. Ümit Kıvanç’ı “Kazım İçin Bir Film” yapmaya iten en önemli neden, Kazım Koyuncu’yu “bu memleketin en çok ihtiyaç duyduğu insan tipinin harika bir örneği” olarak görmesi. Ve tabii ki Ümit Kıvanç gibi daha birçok insanın da, Kazım’ın kaybının ardından tarif edilemez bir duygu olarak yaşadığı acı, Kıvanç için böyle bir çalışmayı olmazsa olmaz kılıyor. Öyle ki trajik bir şekilde çalışmanın büyük bir bölümünü oluşturan tamamlanmış 2 saat 15 dakikasının evinden çalınmış olması bile onu yıldırmıyor.


Kimi eski görüntü ve ses kayıtlarının, yeni kayıtlarla kurgulanmasıyla oluşan belgesel filmin neredeyse tamamında Kazım Koyuncu’yu kendisinden dinliyoruz. Eski görüntü kayıtlarının büyük çoğunluğunu, Kazım’ın kendi amatör kamera kayıtları oluşturuyor. Yine çalışmanın önemli bir bölümünü de, müzikler oluşturuyor. Çocukluğundan ilk gençlik yıllarına, Hopa sevdasının İstanbul’la harmanlanmasına, müzikal yaşamının ilk enstrümanı olan mandolinin gitarla birlikte rock sounduna ve akustik yerel enstrümanlarla solo albümlere evrilmesine kadar Kazım Koyuncu’ya dair daha birçok ayrıntı yer alıyor çalışmada. İlk müzik grubu olan Dinmeyen’den Zuğaşi Berepe’li günlere, solo albümlerden yer aldığı farklı çalışmalara, Koyuncu’nun müzikal yaşamını ayrıntılarıyla izlemek mümkün. Bunlara yön veren en önemli olgu olarak Kazım Koyuncu’nun dünyayla kurduğu ilişkisi her yönüyle, tarifsiz bir duygu olarak yaşanıyor izleyenler tarafında. Belgeselin ardından 3,5 saate doyamayanların yanı sıra, neden bu kadar uzun sorusuna cevabı da yine en güzel Ümit Kıvanç veriyor: “Kazım maalesef sadece 34 yıl yaşadı. Ben 52. İkimizden 3,5 saat çıkmaz mı? “


“Müziğin tılsımını ustalıktan çok hareket ve izleyiciyle ilişkide arayan” Kazım Koyuncu, kendi filminde bir kez daha bunu başarıyor. Ve bu tılsım, dinleyicinin-izleyicinin boğazında uzun süre gitmeyecek bir düğüme dönüşüyor. Bunları ve daha fazlasını izleyicisine hissettirmeyi başaran Kıvanç, “Şarkılarla Geçtim Aranızdan/ Kazım İçin Bir Film”iyle yapmak istediğini başarıyor ve Kazım Koyuncu’nun “geçip gitmediğini” hepimize tekrar tekrar hatırlatıyor. 10 Mart 2008
---------------------------------------
kaynak: mavidefter.org
---------------------------------------

22 Mart 2008 Cumartesi

'Pis Kürt' sözüne kızdı 26 yıldır Türkçe konuşmuyor


ADİL HARMANCI, DENİZLİ (DİHA) - Ağrı'nın Diyadin İlçesi'nden göç ettiği Denizli'de oturan Cevahir Yaşlı (85) isimli kadın, çapa işinde çalıştığı ilk günlerde kendisine 'pis Kürt' denildiği için yıllardır Türkçe konuşmuyor. Kendisine 'pis Kürt' denilmesinden büyük üzüntü duyduğunu belirten Yaşlı, "Bu davranış beni Türk kadınından kopardı. 26 yıldır da onlardan uzağım, dillerini de konuşmak istemiyorum" dedi.


85 yaşındaki Cevahir Yaşlı, 1980 yılında daha iyi bir yaşam için çocuklarıyla birlikte Denizli'ye göç etti. Yaşlı, kadınlarla birlikte pamuk tarlalarında 10 yıl boyunca çapa işinde çalışırken, çocukları da inşaat işlerinde çalıştı ve hamallık yaptı. İlk başta kirada kalan Cevahir Yaşlı ve çocukları, daha sonra biriktirdikleri parayla bir ev satın aldı. İyi bir yaşam umuduyla yola çıktıkları Denizli'de insanlardan bekledikleri yakınlığı göremeyen Cevahir Yaşlı, çok mutsuz olduğunu ve bir an önce memleketi Diyadin'e dönmek estidiğini söylüyor.

'Bize 'pis Kürt' dediler'

Cevahir Yaşlı'nın Denizli'de kaldığı süre içinde canını en çok sıkan durum kimliğine hakaret edilmesi olmuş. Türk asıllı kadınlarla pamuk tarlasına çapaya gittiği daha ilk gün, bir kadının kendisine 'pis Kürt' diye hitap ettiğini belirten Yaşlı, "Birlikte çapaya gidiyorduk. Tarla sahipleri bizi arabalara bindirip götürüyorlardı. Onlara iyi davranılıyordu, ama bizi bazen araçlardan aşağı atıyorlardı. Daha ilk gün bir kadın bana 'pis Kürt' dedi. O gün bugündür Türkçe konuşmuyorum. İnat ettim konuşmuyorum. Bu davranış beni Türk kadınından da kopardı. 26 yıldır komşu olduğumuz halde onlardan uzağım, dillerini de konuşmak istemiyorum. Onlar da memleketimize geliyor, Ağrı'ya geliyor. Biz hiç birgün onlara 'pis Türk' dedik mi?" diye konuştu.

'Hep kendimi yabancı hissediyorum'

26 yıldır Denizli'de yaşamasına rağmen kendisini halen yabancı hissettiğini belirten Yaşlı, "26 yıldır buradayım, 26 yıl daha kalsam burası bana memleket olmayacak. Kürtlere iyi gözle bakılmıyor. Aramızda bir soğukluk her zaman var. Bu yüzden hep kendimi yabancı hissediyorum. Ne yapsak olmuyor. Herhalde artık Diyadin'e döneceğim. Orada kızlarım var. Burdaki çocuklarım gelmese de ben seneye Diyadin'e döneceğim" diye konuştu.

'Benim de oğlum asker sizin de'

Cevahir Yaşlı, Türk annelere çağrıda bulunarak, şunları söyledi: "Benim de oğlum asker sizin de. Bu savaşı anneler bitirebilir, çözümü anneler başarabilir. Ama yapmıyorlar. Artık bizleri inkar etmekten vazgeçmeliler. Kürtlerin de onlar kadar hakları var. Ben her türlü zorluklara rağmen kendi anadilimi unutmuyorsam, demek ki zorla dil unutturulmaz. Benim komşum bana 'pis Kürt' diyorsa demek ki aramızda bir sorun var. Yıllardır bu sorun hala sürüyorsa suçlu ben miyim? Ama biz haklıyız, biz kazanacağız. Burda bağımsız aday vardı, bana onun Kürt olduğunu söylediler, oyumu ona verdim. İnşallah Meclis bu sorunu çözer, çocuklarımız da artık ölmez"
------------------------------------------
Haber: dengemamoste.com dan alımıştır.
------------------------------------------

21 Mart 2008 Cuma

AZINLIĞIN ÇOĞUNLUĞA TAHAKKÜMÜ



Abdulkadir Ulumaskan


“...Türkiye’nin yine akıl ve ahlaka sığmayan çarpıtmaları var;Kürt nufusu için, 4-5 milyon deniliyor. Ama sadece Diyarbekir’in nufusu 2 milyondur...”


Türklerden çok, Türk olmayanların yaşadığı Türkiye’de, Türk milliyetçiliğini yapmak akıl-mantık ve ahlak kari olmadığı halde, çoklarının bunu pervasızca yapmalarını anlamak zordur. Bu da Türkiyede ne kadar akıl ve ahlaksızlığın olduğunu gösteriyor. Bu ahlaksızlığı, yalnız bazı kişiler değil, kurum ve kuruluşlar da yapıyor. Bu, resmi bir ideolojidir.

Bu etnik azınlıklardan bazılarının kendini Türk hisetmesi de, başka bir ahlaksızlk örneği oluyor. Ahlaksızlığın büyüğünü hissedenden çok, hisettirendir yapan.

Türkiye'de 26 azınlığın olduğu söyleniyor. Bazı devlet yetkilileri, Cumhuriyetin 26 milleten oluşan osmanlı temeleri üzerinde kurulduğuyla, söylüyorlar. Yani bu Türkiye’de azınlık var demektir:

Kürtler, Lazlar,Çerkezler, Ahbazalar, Gürcüler, Süryaniler, Asuriler, Keldaniler, Ermeniler,Yahudiler, Boşnaklar, Araplar, Arnavutlar, Hemşinler, Pomaklar, Çingeneler , Rumlar, Nusayriler ve diğerleri.

Bunlardan sadece Kürtlerin nufusu 20 milyon civarındadır.

AB komisyon görüşmelerindeki rakamlara göre Türkiye nüfusunun 44 milyonu değişik etnik gruplardan oluşuyor. Bu raporda Türklerin sayısı 28 milyon olarak gösteriliyor.

Tabi bu rakamlarla ilgili Türkiye’nin yine akıl ve ahlaka sığmayan çarpıtmaları var;Kürt nufusu için, 4-5 milyon deniliyor. Ama sadece Diyarbekir’in nufusu 2 milyondur.

Devlet istatistik Ensitüsüne göre Urfan’ın 2002 tarihinde nufusu 1,5 milyondur.

İstanbul’da da 1 milyon üzerinde Kürt yaşıyor. Bu 4,5 milyon eder. Geriye en iyimser ve vicdanlı rakamlara göre Kürtler 5 milyon ise yarım milyon kalıyor.

Resmi rakamlara göre Van’nın da nufusu 980 bin olduğuna göre, geriye kalan 20 Kürt
ilinde hiç bir Kürt yaşamasa dahi, yarım milyona yakın Kürt fazlası çıkıyor. Onları nereye koymalı, bilmiyorum. En iyisi onları da Türkiye’ye hediye etmeli herhalde (!)


Devletin bilimsel dediği ve Zazaları da bilinçli olarak Kürt saymadiği, “TÜRKİYENİN ETNİK YAPISI ” hakkinda şu komik ve yalan bilgiler var :


“Ali Tayyar ÖNDER’in yazdığı, Türk halkının kökenleri hakkında yayınlanmış en kapsamlı, sistematik, bilimsel bir eser . Beş yıllık araştırma sonucunda oluşmuş. Türkiye’nin etnik yapısı hakkında yalanlarla dolu kitapları, bilimin berrak ışığında gerçeklerle çürüten, sadece şimdiki yaşayanlara değil, gelecek nesillere de ne olduklarını bilme konusunda çok önemli bir kaynaktır.”

Ve işte devletin sözde bilimsel dediği bilimden ve ahlaktan uzak yalan tablosu :

ETNİK KİMLİK NÜFUS ORAN %

TÜRK : 64,650,000 89,79

KÜRT : 5,000,000 6,94

ZAZA : 1,000,000 1,4

ARAP : 600,000 0,83

ÇERKES : 250,000 0,35
LAZ : 200,000 0,28

DİĞER : 300,000 0,42

“ Türkiye’de etnik grupların, toplam nüfusa oranı %10 civarındadır.” diye devam ediyor sözümona bilimsel, sistematik, ve 5 yıllık çalışmanın ürünü olan kapsamlı eser.

Sanırım artık benim konuyu uzatmama gerek yok ve ahlak notunu özgür vicdanlar verecek ve Türkiye’de azınlığın çoğunluğa olan baskısına kahrolsun diyecektir! 20.03.2008

Kongreler Sürecinde Eğitim-Sen İzlenimleri




Haber: Müslüm KABADAYI

“...Bugün Eğitim-Sen dişleri tırnakları sökülmüş, dili koparılmış bir aslana ve kendi arasında çok fazla nitelik farkı olmayan sendikal gruplar toplamına dönüşmüştür...”


1990 Kasım'ında 333 eğitim emekçisinin katılımıyla İstanbul Valiliği'ne başvurarak kurulan Eğit-Sen,1995 Ocak ayında Eğitim-İş ile birleşerek Eğitim-Sen adını aldı.Kuruluş öncesi,kuruluş sonrası ve 2000'li yılların başına kadarki süreç,kendisinden önceki eğitim emekçileri örgütleri TÖS ve TÖB-DER'in bilinç,örgütlenme ve mücadele geleneklerini aratmayacak nitelikteydi.Fakat 2000'li yıllarla birlikte politikacı ve MEB bürokratlarıyla kapalı kapılar ardında yapılan görüşmeler,yükselen ve giderek saldırganlaşan küreselleşme dalgası karşısında siyasetsizlik ve en önemlisi de "özgürlük ve dayanışma” liberalizmi, “emek” popülizmi ve “ etnik” milliyetçilik gibi eğilimlerin sendikamızdaki etkinliği, TÖS ve TÖB-DER geleneklerinin bir anda yok olmasına yol açtı.


Gerileme yalnızca bununla kalmadı ve 200 binler civarındaki üye sayısı,izlenen yanlış politikalar nedeniyle hızla 100 binler civarına düşerek,elimizdeki " işkolundaki yetkili sendika" sıfatının da kaybedilmesine neden oldu.Bütün bunlardan sonra üyeler arasındaki kolektivizm yani,dayanışma,birlikte mücadele etme ve sendikamızın gündemlere müdahale edip gündemler yaratma gücü yok oldu.Bugün Eğitim-Sen dişleri tırnakları sökülmüş, dili koparılmış bir aslana ve kendi arasında çok fazla nitelik farkı olmayan sendikal gruplar toplamına dönüşmüştür.Bu nitelik ve nicelik içindeki sendikamız,emperyalizm ve kapitalizmin ağır saldırı ve baskıları altında kongreler sürecine girmiştir.Kimsenin aklından felaket tellallığı yaptığımız geçmesin. Tüm bunlara rağmen bugün sendikamızın hala daha ayakta kalması,Emperyalizme Karşı Yurtsever Cephe (YC) İşçi Kurultayı Belgeleri'nde belirtildiği gibi;

"Türkiye işçi sınıfının 'sıfır noktası'nda olmaması, sınıfın gelişkin örgütlülüğe sahip olmasından değil,Türkiye işçi sınıfının ve onunla birlikte Türkiye solunun mücadele tarihinin toplumsal hafızaya kazıdığı değerler sayesindedir."

Ama mirasyedi gibi davranmanın da bir sınırı vardır. Buradan kalkarak çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki sendikamızın inisiyatifi burjuvaziye ve gerici- faşist sendikaya kaptırmasındaki sorumluluk, sendikamızı yönetmek ve siyaset üretmek iddiasıyla yönetime gelen ve yukarıda adlarını saydığımız siyasi eğilimlere aittir. Sonuç olarak sendikamız, bırakalım toplumsal-siyasal hedefler koymayı,üyelerinin en basit ekonomik ve sosyal sorunları konusundaki pazarlık gücünü bile yitirmiştir.Bütün bunları yalnızca 12 Eylül faşist darbesi ve küreselleşme saldırısının Türkiye solu üzerindeki etkisiyle açıklayamayız.ABD ve AB emperyalizmi,özelleştirme,yerelleşme-özerkleşme,BOP “ılımlı İslam” ve türban gibi konulardaki tereddütlü ve ikili duruş,bu noktaya gelinmesindeki diğer etkenlerdir.


Biliyoruz ki sendikalar üyelerinin ekonomik,sosyal,politik ve ideolojik ihtiyaçlarını karşıladıklarında bir anlam ifade ederler.Ama sendikamız bugün bu ihtiyaçları karşılayamadığı ve buna bağlı giderek güç kaybettiği için,üyelerinin çok büyük bir kesiminin gözünde pek fazla anlam ifade etmemektedir..Bize göre güç kaybının asıl nedeni,burjuvazinin siyasi temsilcileri ve bürokratları karşısında kararlı bir mücadele sergilemek yerine,bu güçlere karşı yalnızca diyalog seçeneğinin tercih edilmiş olmasıdır.Buna çok rahatlıkla uzlaşmacı sendikacılık diyebiliriz.Böyle olduğu içindir ki bugün sendikamız,üyelerini ilgilendiren genel sorunları değil, özel sorunları bile gündeme getirip çözmek gücünden yoksundur.Sendikamız yalnızca üyelerine yönelik ekonomik,politik ve ideolojik saldırılara değil,öğrenci ve velilere yönelik saldırılara karşı da çaresiz kalmaktadır.Dershanelere olan bağımlılığı azaltacağı iddiasıyla OKS'nin yerine gündeme getirilen yeni ilköğretim sistemi öğrencileri ve velileri,5.sınıftan itibaren dershanelere bağımlı hale getirmiştir.Bu nedenle dershaneciler ve Bakan’a yakın yayınevi sahipleri yatıp kalkıp kendisine dua etmektedirler.Ayrıca Anayasa hükmüne rağmen okulların masraflarının neredeyse tamamı,öğretmenler eliyle öğrencilerden toplanmaktadır.

Yukarıda saydığımız sorunlar sendikamızın şube kongreleri sürecinde ne kadar tartışılmakta ve delegelerin bunlara tepkileri ne olmaktadır?

İzleme olanağı bulduğumuz kongrelerden tespitlerimiz şöyledir:Delegeler kongrelerde yapılan konuşmalara karşı son derece ilgisizdirler.Şube yönetimlerinin çalışma,mali ve denetçi raporları ve bu raporlar üzerine yapılan konuşmalar,salonda iki elin parmaklarını geçmeyen sayıda delege tarafından dinlenmektedir.Bu kadar ilgisizlik ve bu kadar küçük bir gruba konuşmak yetmiyormuş gibi, konuşmacıların konuşmaları bazen üç dört dakika ile sınırlandırılabilmektedir.En vahimi ve insanı en çok ümitsizliğe düşüreni de,sendika üye sayısının 200 binlerden 100 binlere ve şube üye sayılarının da yarı yarıya düşmesi (örnek olsun, Ankara 2 No’lu Şube üye sayısının 6000 civarından 3000 civarına düşmesi),sendikanın işkolunda "yetkili sendika" olma özelliğinin gerici-faşist bir sendikaya kaptırılması ve KESK'in kuruluş yıldönümünün beş yıldızlı bir otelde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in “ onur misafiri “ olarak katıldığı bir kokteylle kutlanması kongrelerde çok az sayıda delege tarafından dile getirilmiş ve son derece basit ve sıradan bir şeymiş gibi tepki görmeden karşılanmıştır.En az bunlar kadar şaşırtıcı ve üzücü bir başka şey de,gerek çalışma raporlarında ve gerekse delege konuşmalarında, ülkemizi ve sendikamızı ilgilendiren ABD ve AB emperyalizmi,küreselleşme,özelleştirme,yerelleşme-özerkleşme, BOP ve SSGSS yasa tasarısı gibi konuların üzerinde ya hiç durulmaması ya da sınıfsal içeriğinden kopuk usulen değinilmiş olmasıdır.Ama haksızlık etmemek için belirtelim,YC'li eğitim emekçileri delegeleri bulundukları şube kongrelerinde bu rutini konuşma ve önergeleriyle bozup, ayrıca profesyonel sendikacılığa son verilmesi,YC Ankara Eğitim Emekçileri İnisiyatifi tarafından MEB aleyhine açılan İlköğretim Müfredat davasına ve ÜKD’nin çalışmalarına destek verilmesi gibi konulara değinerek meydanın boş olmadığını gösterdiler.

Yazımızı İşçi Kurultayı Belgeleri'nden bir alıntıyla bitirelim."İşçilerin acil yanıt bekleyen sorunlarının çözümü siyasal bir bağlamda ele alınmalı ve çözümü için çaba harcanmalıdır.Salt gündelik talepler üzerinden hareket edilmesi siyasi mücadelenin geriye atılmasına neden olmakta ve işçilere bütünsel olarak sermayeye karşı mücadele kapısının açılmasına olanak sağlamamaktadır.Ekonomik mücadele,siyasallaştırıldığı ölçüde kalıcı kazanımlara yönelecektir."

Ankara Eğitim Emekçileri İnisiyatifi, 15 Mart Ankara.

19 Mart 2008 Çarşamba

YAZI HIRSIZLARI


Faiz Cebiroğlu

Daha önceleri yazmış olduğum konu üzerine tekrar yazmaktan ben de bıktım: Yazı hırsızları!

İnternetle birlikte hızlanan ve geniş alanlara uzanan bu yazı hırsızlığı, sanıldığından da çoktur. Ne utanc verici ve ahlaksız bir davranış, yazı hırsızı olmak! Bir düşünïn; yazdığımız yazılar çalınıyor; yerimize, hırsız köşe yazarları çıkıyor. Yazdığımız şiirler çalınıyor; yerimize, hırsız ”şairler” çıkıyor!

Daha önceleri bu ahlaksız yazı hırsızları ile uğraşmıştım. Şimdi de uğraşıyorum, gelecekte de uğraşacağız, demek.

İnterneti dolaşırken, iki şiirimin hırsız ”şairler” tarafından çalındığını yeni keşfettim. Onlara yazdım, yanıt vermediler. Veremezler, hırsız ve yüzsüz olan bu insan sürüleri, ancak hırsızlık yaparlar. Başka ”güzel(!) ahlakları yok. Bulunmuyor.
------------------------------------------
------------------------------------------
Evet; hırsız ”şairler” tarafından ”çalınan” bu iki şiirimi buraya alıyor; bu ahlaksız yazı hırsızlarını tekrar kınıyorum.
------------------------------------------
------------------------------------------
Newroz pîroz be!











MAZLUM İÇİN(*)

Faiz Cebiroğlu

Güneş bugün doğmam diyor
Yas tutuyor Mazlum için
Fırat bugün akmam diyor
Yas tutuyor Mazlum için.

Doğan Güneşle doğuyor
Işık veriyor halkı için
Ekin oldu topraklarda
Kürdistan’da bitmek için.

Çağdaş Kawa oldu adı
Zafer için, zafer için
Her yıl 21 Mart’ında
Parlıyor Kürdistan için.

21 Mart Newroz’unda
Parlıyor Kürdistan için.

(*) Bu ağıt, Mazlum Doğan için yazıldı. Muziğini ben yaptım. Müziğin tonalite yönü: a. Moll’dur (la-minor). Şafağın Gülleri kasetinde yer almaktadır.
------------------------------------------
------------------------------------------



DİRENMEK YAŞAMAKTIR(*)

Faiz Cebiroğlu

1982 Diyarbekir zindanında
Üç kibrit çöpü yanıyor
Mazlum Doğan’ın elinde

Hücrede Mazlum parlıyor
Biji Newroz haykırıyor!
Hücrede Mazlum Parlıyor
Biji partim haykırıyor!

21 Mart Newroz’unda
Devrimci Kawa izinde.

Direnmek yaşamaktır
Haykırıyor, Mazlum Doğan
Tükürün ihanete
Bağırıyor, Mazlum Doğan!

21 Mart Newroz’unda
Devrimci Kawa izinde.

(*) Bu dizeler, 12 Eylül 1982’de yazılmıştır. Bu direniş şiirinin de müziğini ben yaptım. Müziğin tonalite yönü, yine a-moll, yani la – minordur!

Hem yeri ve zamanı gelmişken, hem de bu iki şiir vesilesiyle de;





Newroz pîroz be! (Newroz kutlu olsun!) diyorum

Bu vesileyle;

Bijî Newroz! (Yaşasın Newroz!) diyorum.

17 Mart 2008 Pazartesi

AKP, HALK İRADESİ VE ELİTİST LAİKÇİLİK 1


Yener ORKUNOĞLU / E-Mail: yorkunoglu@gmx.net

‘Laiklik karşıtı eylemlerin odağı haline gelmiştir’ gerekçesiyle AKP hakkında açılan dava Türkiye’nin birinci gündem maddesi haline geldi.

Tarih biliminin ortaya koyduğu bir gerçek var: İktidar mücadeleleri tarihi karmaşık bir süreçtir. Bu süreç, sorunlar, çatışmalar ve süprizlerle dolu bir süreçtir. 1960 yılında Menderes’in hazin sonu, Türkiye Cumhuriyetin kuruluşundan bu güne geçen iktidar mücadelesinin aldığı biçimleri gösterir. Türkiye’de olup bitenleri, iktidar mücadelesindan bağımsız olarak ele almak doğru bir yaklaşım olmaz.


Türkiye Cumhuriyeti devleti, gerçek Aydınlanma sürecinden geçmeden modernleşmiş bir devlet. Dolayısıyla Aydınlanma ve modernleşmeyi birbirine karıştırmamak gerekir. Türkiye’de devlet aracılığıyla yukarıdan aşağı elitist bir tarzda yürütülen bir modernleşme süreci var. Askeri ve sivil elit bürokratik kesime dayanılarak yürütülen bu modernleşme sınırlı olmuştur. Toplumun büyük bir çoğunluğu, Cumhuriyetin ilk yıllarında modernleşme sürecinin dışında kalmıştır. Türkiye’de Siyasal İslamın yükselmesinin çeşitli nedenleri var. Bunlardan biri, modernleşen, ama tam bir Aydınlanma süreci yaşamayan bir devlet ve toplum yapısının varlığıdır. Siyasal İslamın yükselişi, gerçek bir aydınlanma yaşamayan bir toplumun ödediği bedeldir. Türkiye’de, din doğmatizmi ve teoloji ile gerçek bir hesaplaşma yaşanmamışır.


Kapatılma davası konusunda herkes kendi tutumunu belirlemeye çalışıyor. AKP, hakkında açılan ‘kapatılma davası’ konusunda en çok ileri sürülen gerekçelerden biri, ‘Demokrasilerde parti kapatılmaz olmaz’ iddiasıdır.

Radikal gazetesindan liberal İsmet Berkan, ’bir daha köşeye itildik, taraf seçmeye zorlanıyoruz. Benim tarafım belli: Demokrasi’ diyor. Liberal Mehmet Altan’a göre ‘kendi halkıyla dövüşen. Bu dövüşü kazanabilmek için kendi halkını insafsızca suçlamaktan çekinmeyen...’ bir devlet ile karşı karşıyayız. Ortadaki kavga konusunda ise şöyle diyor: ‘‘Laiklik’ meselesi değil, halk iradesine karşı bir sivil darbe olduğu iyice anlaşılsın. Bu liberallerin demokrasi ve halk iradesinden anladığı şey ise oy çoğunluğu.

Kapatma davası konusunda tavrımızın ne olduğunu ortaya koymadan önce, AKP’nin ‘çoğunluğa dayanıyoruz’ ve ‘milli iradeyi’ temsil ediyoruz vb. gibi iddialarını inceleyelim. AKP, bir taraftan biz ‘milli iradeyi’ temsil ediyoruz derken, bir taraftan da ‘birey laik olmaz, devlet laik olmaz’ düşüncesini piyasaya sürdü. Daha önceki bir yazımda şöyle ifade etmiştim:

‘Siyasal İslamın ileri sürdüğü üç gerekçe var: 1-) Birey laik olmaz, devlet laik olur! 2-) Türban hakkı bir insan hakkıdır. Türbana özgürlük, bir özgürlük istemidir;3-) Oy çoğunluğuna bakarak, biz ‘Milli İradeyi’ temsil ediyoruz! İleri sürülen bu üç gerekçenin içi boş olduğunu göstermeye çalışacağız. Bu yazıda ilk gerekçeyi ele alacağız. Diğer iki gerekçe başka yazılarda ele alınacak.’

‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ düşüncesini şöyle özetlemiştik: Laik-olmayan bireylerle laik devleti kuşatma stratejisi. ‘Türban Sorunu’ ve ‘Milli İrade’ konusundaki yazılar ise, ‘Kara Harakatı’ ile ilgili yazılar nedeniyle sonraya ertelenmişti. Bu yazıda ‘milli irade’ konusunu ele alacağız.

AKP, seçimlerde aldığı oy çoğunluğuna dayanarak, ‘milli iradeyi’ veya ‘halk iradesini’ temsil ettiğini iddia etmektedir. Evet, ‘oy çoğunluğu’ ile ‘halk iradesi’ arasında bir bağlantı vardır. Ama oy çoğunluğu ile halk iradesi arasında bire-bir ilişki ve özdeşlik yoktur. Oy çoğunluğu ile halk iradesini birbirine eşitlemek doğru değildir.


Halk iradesi veya milli irade (ulusal irade) ne demek? Halk iradesi, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkan bir kavram. Fransız Devriminden önce, sadece Tanrı’nın iradesinden bahsedilirdi. Halkın iradesinden söz edilmezdi. Nasıl edilebilsin ki? Çünkü insan, tanrının bir ’kulu’ idi. ‘Kul’un tanrı karşısında iradesi olamazdı. Dolayısıyla Tanrı ve din merkezli toplumda, bireyin veya halkın iradesinden bahsedilemez. ‘Milli irade’ esas olarak, tanrı ve din merkezli bir düşünceden kopmayı ifade eder. ‘Milli irade’, tanrı iradesinin yerine, ulusun iradesini geçirmek demektir.

Aydınlanma düşüncesinin önemli bir kazanımı otonom’ insandır. Otonom insan ise Kant’ın sözleriyle ‘kendi aklını kendisi için kullanan’ insan demektir. Bir başka deyişle, insanın, doğa dışı güçlerden (mitoloji, din ve tanrı vb) kurtulması demektir. Aklını tanrının hizmetine veren biri otonom birey değil, Tanrının bir ‘kulu’dur.

Bu durumda oy çoğunluğu, otonom bireylere değil de, kendini tanrının kulu olarak bireylere dayanıyorsa, ‘ulusal irade’den değil, ‘oy pusulası’ kılığına girmiş ilahiyatçılıktan bahsetmek daha doğru olur... (devam edecek)

16 Mart 2008 Pazar

BİREYSEL GELİŞİM ÜZERİNE DERSLER(*)


Faiz CEBİROĞLU

Ders: I

”İnsan, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek, sosyalleşiyor ve sosyal yönlerini geliştiriyor. Her gelişim karşılıklıdır, diyoruz. Her gelişim birlikteliktir, diyoruz...”


Değerli arkadaşlarım, böylesi konferans toplantılarında bizlere ayrılan ”kısıtlı” zaman süresinde düşüncelerimizi sürmek, o kadar kolay olmasa gerek. Hele hele, derslerimiz pedagoji olursa bu daha da zor oluyor. Daha önceleri de söylemiştim: pedagoji aynı zamanda psikolojidir. Pedagoji uzerinde durup, psikoloji üzerinde durmamak olmuyor. Bu açıdan, buraya katılan öğrencilere sesleniyorum: Bu salonda anlatacaklarım hem pedagoji, hem de psikolojidir. Ama bunlar tez ve önermelerden oluşuyor. Birinci ders, önerme dersi olsun. İkinci dersimiz de önermelerimizin detayları olsun, diyorum.

Arkadaşlarım; çocuğun bireysel gelişiminden bahsediyoruz. Önemlidir. Bireysel gelişim nedir? Tanımlamak gerekiyor. Her zaman yaptığım gibi, kavramları tanımlayarak derslerimize başlıyorum:

Bireysel gelişim, topyekûn gelişimin toplamıdır. Topyekûn gelişim, başlı başına bir ”yapılanmadır”. Yapılanma, ”bütünlüklü insan” olmanın eğitim ve öğrenimi oluyor. Budur.

Bütünlüklü ya da tam insan, duygularını geliştiren, kimlik elde eden, ”ben kimim?”, ”ben neyim?” sorularına yanıt veren insandır. Bu sorulara yanıt veren insan, özdeğer ve özgüvenle dolu olan bir insan oluyor. Budur.

Değerli öğrenci arkadaşlarım;

Çocuğun böylesi bir merhaleye gelmesi için, çocuk, gelişim evriminde belirli olanak ve imkanlara sahip olması gerekiyor. Hızlı olarak iki noktadan bahsedeyim:

Birincisi, toplumsal yaşamın karmaşık ve çok yönlü alanlarında ”eylemsel” olarak yer almak; böylesi bir pratikte, önemli sosyal ve kültürel deneyimler elde etmek.

İkincisi, sosyal ve kültürel birliktelikler, bizleri, ”değerli bir insan” olduğumuzu gösteriyor, öğretiyor; bizleri, sosyal ve kültürel alanlarda katkı yapmaya teşvik ediyor.

Bu söylediklerimin öncesi vardır. Şimdi söylüyorum: İnsan, önce, kendini, kendi hikayesini bilmesi ve tanıması gerekiyor. Bu şu açıdan önemlidir: Kendi yaşam hikayesini tanıyan ve bilen insan, kendini anlayan ve kimliğini geliştiren insan oluyor.

Öğrenci arkadaşlarım;

Bütünlüklü gelişen bireysel ve özgür insan, aynı zamanda ”en gelişmiş sosyal insan” oluyor. Bunun altını çizerek söylüyorum. Ama unutulmaması gereken önemli bir nokta var: İnsan, başkalarıyla birlikte yer alarak, başkalarıyla birlikte öğrenerek, sosyalleşiyor ve sosyal yönlerini geliştiriyor. Her gelişim karşılıklıdır, diyoruz. Her gelişim birlikteliktir, diyoruz. Bu konuyla ilgili olarak, sizlere, Vygotsky’i (**) okumanızı tavsiye ediyorum.


Evet; sosyal alanlarda aktif olarak yer alan insan, birlikteliği hisseden insan oluyor.

Sosyal alanlarda aktif olarak yer alan insan, kültürel yaratıcılıkta hem kendini, hem de başkalarını geliştiren insan oluyor.

Birinci dersin notları, şimdilik bu kadardır.

Bitiriyorum. Birlikteyiz. Birlikte olduğumuz için ”bütünlüklü bireysel yönümüzü” geliştiriyoruz.

Gelişiyoruz. Birlikte gelişiyoruz.

İkinci derste bu tezlerimi açacağım.
-----------------------------------------------------

(*) Danimarka’ da öğrencilere verilen derslerden

(**) Vygotsky: 1896-1934 yıllarında yaşayan Rus psikolog.

13 Mart 2008 Perşembe

MAYIS 1968’İN GETİRDİKLERİ (I)


Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL


Fransa’dan, Paris’ten bakarak kırkıncı yılında Mayıs 1968’i nasıl değerlendirebiliriz?

Bu, elbette geçmişi bu kadar zaman sonrasından bakarak yeniden tartmak, yeniden değerlendirmek, yeniden tartışmak biçiminde anlaşılabilir.Bugün elbette ve mutlaka o günlere göre, Mayıs 1968’deki ve hemen öncesindeki olaylara ilişkin konularda daha çok bilgimiz var:Akan zaman geçen zaman içinde yayınlanan onca anı, inceleme ve belgeler dolusu kitaplardan sonra.Onca belgesel ve kurgusal filmi izledikten, olayların “kahramanlarının” bıktırırcasına defalarca ve kimi kez aynı şeyleri, umursamadan ve usanmadan tekrarladıkları onlarca, yoksa yüzlerce mi demeli, televizyon, radyo veya açık oturumlardaki tartışmalarını dinledikten/izledikten sonra.Evet bugün Mayıs 1968 hakkında daha çok bilgimiz var.Daha çok şey biliyoruz.İyi de bunlar yeni ve farklı veya orijinal bir inceleme için yeterli olabilirler mi?Bilinmez.Ama denemeye de değer.Olayları bizzat yaşamış dost, arkadaş, yoldaş ve tanıdıkların anlattıklarını da diğer kaynaklardan elde ettiğimiz bilgilere eklersek belki kimi şeyleri biraz daha iyi görmek, biraz daha derinlemesine öğrenmek ve aydınlatmak mümkün olabilir.

Herhalde öncelikle bu eylemler demetinin sadece öğrenci hareketine ve Quartier Latin’de birkaç veya birçok otomobilin yakılmasına indirgenmemesi gerektiğini vurgulamak lazım.Mayıs 1968 eylemler demeti Paris üniversiteleri öğrencilerinden daha geniş kesimlerin eseriydi.Mayıs 1968 olaylarının yaratıcıları arasında özellikle, elbette öğrencileri de içine alan bir anlamda, en başta gençleri saymalıyız.Gençler kapsamı içine işçi gençleri de almalıyız. İşçiler ve emekçileri de hemen başta anmak gerekiyor. Fransa’daki tanımına uygun olarak bütün büro emekçilerini de içine alaçak bir biçimde söyleyebilmek amacıyla işçiler deyiminden daha geniş kapsamlı olan ücretliler deyimini kullanmak şart.Hele bürolarda çalışan ve patronlarının veya bir üst düzeydeki erkeklerin güncel ve neredeyse sürekli cinsel rahatsız etmeleriyle yüzyüze kalan genç kadınları asla unutmamak lazım.Bu kadınların özgürleşmek için ve işyerindeki tek yönlü disipline karşı ayaklanmaları başlıbaşına bir serüvendir.Bu kadınların özgürleşmesi aynı zamanda evdeki ana ve/veya baba baskısına karşı da yapılıyordu:Birçok çok genç kadının çalışmasının karşılığı elde ettiği ücreti son kuruşuna kadar evdeki ana ve/veya babasına bırakmak/teslim etmek zorunda kaldığını anımsatmak isterim.

Ücretlilerin yanında o günlerde sayıları pek az bile olsa (bugünkü iki milyon kadar kayıtlı işsizle karşılaştırınca devede kulak örneği) işsizleri de saymak gerekiyor.





Yine gençler arasında bitirimleri de unutmamalıyız:En ufak bir gözaltında kent ve kasabalarda polislerden ve kırsal alanlarda jandarmalardan dayak yemekten usanmış bitirimler, Mayıs 68’de “Kambersiz düğün olmaz” anlayışıyla eylemlere öyle bir daldılar ki, bu işe öğrenciler ve hele iyi aile çocukları ve kızları şaşırıp kaldılar, gözlerine inanamadılar:”Bu belalılar demek ki mücadele etmesini de biliyorlar” dedirtiler bitirimler.

İşte işin püf noktasına geliyoruz:Mayıs 68, en başta evde ana-babaların, okullarda öğretmenlerin, müdürlerin, müdür yardımcılarının körükörüne uyguladıkları aptal disipline, evet aptal ama sıkı ve göz açtırmayan cinsinden disipline, sokaklarda devlet temsilcilerinin sertliğine ve hatta acımasızlığına, kısacası amacını aşan bir yönde ve çok sert biçimde uygulanan ailesel, kurumsal ve devletsel otoriteye ve kötü kullanılan iktidara karşı isyandır.





Bu olguyu kimi toplumbilimci, kimi düşünür daha 1960’ların başında farkettiler ve yazdılar:Paris’te Republique (Cumhuriyet) Meydanı’nda Johnny Halliday’in bir konseri sırasında ve sonrasında polisin akıl almaz ve konseri izleyen gençlerin yaptıklarına oranla ölçüsüz, ama son derece ölçüsüz, saldırısı üzerine gençlerin, Paris’in yoksul mahallelerinin çocuklarının (genellikle doğu ve kuzeydoğusundaki mahallelerinin çocukları:Yani o gün o konserin yapıldığı Meydan’ı çevreleyen mahallenin çocukları) tepkisi elbette gözlerden kaçmadı: Gençlerin o gün polis sopalarına ve coplarına karşı kaldırım taşlarını söküp atmaları, ağaçların köklerini korumak için çember biçiminde dizili demirleri söküp sallamaları otoriteye, ama dikkatinizi rica ederim bilhassa kötü amaçla kullanılan otoriteye, amacını aşan bir biçimde uygulanan otoriteye karşı ciddi bir tepkiydi elbette.Mayıs 1968 başkaldırısının ilk ipuçları mutlaka bu olaylarda aranabilir.

Bunun peşinden 1961’de bu kez, Nation (Ulus) Meydanı’ndaki bir konserde benzer olaylar yaşandı.Meydan’da konser izleyen 150.000 müziksever gençlerden sahnenin hemen önündeki onlarcasına polis, “taşkınlık yapanlar var” diyerek, akıl almaz sertlikle saldırdı: O günlerden kalan görüntüler polis saldırısının ne kadar yersiz, ne kadar sert ve ne kadar ölçüsüz olduğunu apaçık ispatlıyorlar.Sivil ve üniformalı polisler bu sefer de “Bu çocuklara bir ders verelim” havasıyla saldırdılar.Çocuklar da yine kaldırım taşlarını ve demir çemberleri sökerek polislerle çatıştılar.Ve o tarihte Nation’da gençler birkaç otomobili ters çevirip ateşe verdiler…Herhalde uzun zamandan beri ilk kez bir konserde otomobiller yakılıyordu.

Bu mahallenin de Paris’in doğusunda bulunduğunu ve yine orta düzey gelirlilerin, işçilerin, emekçilerin ve küçük memurların oturduğu ve genel olarak sol partilerin oyların çoğunluğunu aldığı bir mahalle olduğunu belirtmek lazım.Ve dayak yiyenler yine bu tür mütevazi ailelerin çocuklarıydılar.Elbette bu tür konserlere Paris’in şık ve zengin batı mahallelerinden de gençler, kadınlar ve erkekler katılıyorlar(dı) ama çoğunluk doğu mahallesinin çocukları.Paris’in zenginlik ve yoksulluk ile varlık ve yokluk acılarından coğrafi ayrımı başkentin kuruluş yıllarına kadar iniyor.Yani bunun 1960’lı yıllardan öncesine kadar giden bir tarihi vardır.Anımsatmak için yazıyorum:1871 Paris Komünü de bu mahallelerde Paris’in bu mütevazi taraflarında en geniş desteği, en iyi militanlarını ve en inanmış savaşçılarını buldu…

İşte aradan neredeyse bir yüzyıl kadar zaman geçtikten sonra bir kez daha Paris’in batı mahallelerinde başkaldırının ilk işaretleri veriliyordu ve ateş bacayı sarmak üzereydi…

Ama o günlerde Paris Emniyet Müdürü ve yıllardan beri kendisini Paris’teki bir numaralı “Golist” (Mayıs 1958’dan beri şaibeli bir biçimde Fransa Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle taraftarı) ilan etmiş ve her eyleminde ille de Gaulle’e birkaç puan kazandırmak isteyen ve İkinci Savaş yıllarında Vichy Hükümeti emrinde karışık ve karanlık işlere karışmış, Fransa’yı işgal eden nazilerle işbirliği yapmış Maurice Papon’un bulunması da işlerin sarpa sarmasında belirleyici oldu.Papon bizzat kendisi en iyi yöntemin sertlik olduğuna inanan bir emniyet mensubu.Bunu adı geçeni tanıyan herkes anılarında aktarıyor.Namuslu tarihciler kitaplarında vurguluyorlar.

Nitekim aynı Emniyet Müdürü Paris’te düzenlenen Cezayir’deki ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemek, Fransa ordusunun işkence ve katliamlarına son vermesini istemek amacıyla Cezayir’in bağımsızlığı yanlısı göstericilere polisini saldırtarak kimi rakamlara göre ikiyüz kadar belki daha fazla Cezayirli’nin, Fransız polisi o günlerde ve bugün “Araplar” demeyi tercih ediyor, Seine Nehri’nde boğulmasına neden olmuştu…

1 Kasım 1954’te başlatılan ve 1960’ın başında ciddi bir dönüm noktasına gelmiş bulunan Cezayir Savaşı ve bunun artık Fransa toplumu ve bilhassa gençleri açısından tahammül edilebilirlik sınırını çoktan aşmış olmasını anlamadan Mayıs 68’i anlamak mümkün değildir. O yıllarda Fransa’da askerlik en belalı işlerden biriydi:Vietnam’da yenilen Fransa “Cezayir’i yitirmemek için” elinden geleni yapıyor ve Cephe’ye gitmek her genç için ölümle aşık atmak anlamına geliyordu:Oysa gençler savaşlardan usanmıştı ve ARTIK EĞLENMEK, KIZLARLA ÇIKMAK, AŞK YAPMAK İSTİYORLARDI.BABA OLMAK, AİLE KURMAK İSTİYORLARDI.SAVAŞMAK DEĞİL.

Bu bağlamda o günlerin en büyük “idol”ları olarak Johnny Halliday ile Sylvie Vartan ÇİFTİNİN gençleri birinci derece etkiliyor olması son derece önemlidir:Dikkatinizi rica ediyorum:Bir kadın veya bir erkek değil, bir kadın ve bir erkekten oluşan GENÇ BİR ÇİFTTİR gençleri heyecanlandıran, gençleri harekete geçiren.Gençlerin kendilerine model olarak seçtikleri çok genç ve pek şirin bu çiftti.O yıllarda benzer başka şarkıcı ve komik ÇİFTLER de vardı.Ama en tanınanlar Johnny ve Sylvie olduğu için onların isimlerini aktarıyorum.

Hele kadınlar: Sevgililerini, eşlerini, babalarını, ağabeylerini, kardeşlerini, teyze ve amca çocuklarını İkinci Savaş’ta, Vietnam’da ve Fransa sömürgeciliğinin yerküreye yayılmış “topraklarındaki” değişik nitelikli ama tümü silahlı çatışmalarında yitiren kadınlar artık ANA OLMAK İSTİYORLARDI.ARTIK YAŞAMAK, SEVMEK VE SEVİLMEK VE SEVİŞMEK İSTİYORLARDI.

Savaş değil aşk yapmak istiyordu gençler:Kadınlar ve erkekler.Gençler ve daha az gençler.

SİYASİ CİNAYETLER, KOMPLOLAR


PAPON EMNİYET MÜDÜRÜ İKEN, 29 EKİM 1965’TE, Paris’in tam merkezinde, hani “bir şehrin göbeği” denir ya işte tam orada, yani, tanıyanlar ve bilenler için söylemek gerekirse, Saint-Germain-des-Pès’de, Flore Café’sinin tam karşısında, en önemli siyasetcilerin, büyük gazetecilerin ve sanatcıların gittiği Lipp Café’sine girmek üzereyken Fas Krallığı muhalefetinin ve o günlerdeki üçüncü dünyacı bütün önemli eylemlerin lideri Mehdi Ben Barka’nın Fas Krallığı’nın satın aldığı Fransız polisleri tarafından göz altına alınıyor gibi yapılarak kaçırılması ve Fas Krallığı’nın o günlerdeki “güçlü adamı” general Ufkir’e ve katillerine “teslim edilmesi” ve Ben Barka’nın katledilmesi Fransa Cumhuriyeti devletine karşı siyasi gençler arasında belli bir kin doğurmuştu.”Bu devletin polisi ve yönetimiyle tamamen çürüdüğü” ağızlardan düşmüyordu.Hele bir de aynı kurumların gelişigüzel sertliği ve aşırıdan öte ölçüsüz disiplini de devreye girince devlete nefret ve kinin alanı genişliyordu…

Aynı devletin Nijerya’nın petrol zengini bölgelerinden, güneydoğusundaki Biafra’da değişik yöntemlerle “kışkırttığı” bağımsızlık ilanı (30 Mayıs 1967) ve bunu izleyen savaş ile İngiltere ve ABD’nin Buafra’ya yönelik ambargosu sonucu bir milyondan fazla ölü ve Biafra’daki rezillikler de devam ediyordu, Mayıs 1968 olayları sırasında.Değişik tarihlerde solcu hükümetlerde değişik bakanlıklar üstlendikten sonra bugünkü sağcı hükümette Dışişleri Bakanlığına getirilen Bernard Koucher o günlerde ilk “insani yardımını” Biafra’da gerçekleştirdi.O dönemin genç doktoru Koucher, bir süre sonra “Médecins Sans Frontières” i (“MSF.Sınır Tanımayan Doktorlar”) kurdu.Bu güya ong’nin (organisation non gouvernemantale:hükümet dışı örgüt) ismini, kısaltılmışını ve çevirisini tırnak içine koyuyorum, çünkü en iyi sınırları bu güya hükümetdışı derneğin tanıdığı bugün artık herkesce biliniyor.Bu güya ong’nin Fransa devletinin ve bilhassa fransız petrol şirketlerinin çıkarını koruduğu da ve hatta bunun için ve onların desteğiyle kurulduğunu da.Koucher’in Fransa “derin-devleti”yle ve fransız petrol şirketleriyle ilişkilerinin o günlerde başladığı da.Koucher o tarihte bu işi bu amaçla kotardı.Kouchener’in 1990’larda birara “siyasi açıdan bittiği” sanıldığı bir dönemde Fransa’nın en büyük petrol şirketi için “hikaye bir rapor” hazırlayıp bunun karşılığında yüklü bir “ücret” aldığı da biliniyor.(Bunlar defalarca fransız basın-yayın organlarınca kamuoyuna yansıtıldı:Hatta yıllardır askeri bir cunta tarafından yönetilen Birmanya devletini “temize çıkarmak” için “raporuna” gereken özeni gösterdiği de yazıldı.Bunlar maalesef doğal, çünkü raporu hazırlatan Birmanya’daki petrolü çıkarıp satan ve daha önce Biafra’daki “bağımsızlık savaşını” destekleyen koskocaman Total olunca.)

MSF’in Biafra’daki “kurtuluş ordusu” taraftarlarına silah, cephane ve bilgi taşımada birincil roller oynadığı defalarca yazıldı: Biafra kurtuluş hareketine inanan insanlar elbette vardı, ama bu hareket, Fransa devleti, fransız petrol şirketleri ve onları destekleyen kimi kurumlarla, Afrika’daki eski fransız sömürgesi ve birkaç yıldan beri güya “bağımsız’” devlet tarafından sadece Fransa’nın petrol ihtiyacını karşılamak için ve özellikle İngiltere Krallığı ile ABD’ye karşı şavaşa dönüştürülünce, inanmış kurtuluş savaşçıları için hüsranla noktalandı.Biafra 12 Ocak 1970’de “teslim oldu”.Fransa bu bölgesel ve “dolaylı savaşta” sanki taraf değilmiş gibi ayak parmaklarının üstüne basa basa uslu uslu “tüydü”.İngiltere ve ABD güçleri kurtuluş yanlılarını ve savaştan canlarını kurtaranları da “perişan ettiler”.Fransa’ya da, Afrika’daki “etki alanları” konusunda ona çok pahalıya mal olan bir “ders” verdiler.Fransa’nın ve petrol şirketlerinin gölgesi uzun sure Nijerya’nın petrol zengini bölgelerine düş(e)medi.(Koucher’in “devletine yardımı” daha sonra başka cografyalarda, örneğin Irak dağlarında ve Kürdistan’da sürdü:Kouchner İran-Irak savaşı sırasında başta Celal Talabani olmak üzere o günkü Kürt liderleriyle görüşüp, onların Irak’a karşı yürüttükleri ve objektif olarak İran’ın işine yarayan şavaşı durdurmaları konusunda onları ikna etti.Bunun karşılığında savaş sonrasında “Kürt halkının doğal haklarının tanınanacağı” teminatını da Talabani başta Kürt liderlerine verdi Kouchner..Sonrasını biliyoruz.Bunları bizzat Talabani değişik konferanslarında, söyleşilerinde defalarca anlattı.Hatta bir defasında Koucher’in de hazır bulunduğu bir toplantıda.Ve Koucher o sırada başını yerden kaldıramıyordu.) Mayıs 1968 olayları içinde Biafra’daki savaş sürüyordu.Koucher ve yardımcıları zaman zaman Paris’e kadar gelip “genç arkadaşlarına” bilgi veriyorlardı.Kusura bakmayın ama burada “gaz veriyorlardı” veya “gaza getiriyorlardı” diyesim geliyor.Haşa huzurdan.

Şimdi burada komplo teorisi icabı Mayıs 1968’in arkasında ABD ve İngiltere’yi aramak da mümkün.Nitekim bunu yapan son derece ciddi bilim kadın ve adamları ve çok “usta gazeteciler” oldu.Ben oraya kadar onları izleyecek durumda değilim.Böyle bir yaklaşım ayrıca bir ölçüde de ayıp olacak:En başta Paris’te ve taşra kentlerinde başkaldıran emekçilere, gençlere ve çocuklarına…Ancak ABD ve İngiltere, Mayıs 1968 olayları sırasında Paris ve kimi taşra kentindeki öğrenci ve işçi eylemlerinden memnun oldular demek mümkün.Eh Biafra’da dolaylı bile olsa Fransa ile sömürgeci ve/veya emperyalist amaçlı bir savaş yürüten bu iki koskocaman devletin, bu denli ciddi ve önemli bir öğrenci, işçi ve gençlik hareketine karşı ilgisiz kalması da elbette beklenemezdi.Ancak Mayıs 1968’in oluşmasında ve gelişmesinde Fransa’ya özgü iç dinamiklerin etkisi elbette belirleyici olmuştur.Ancak ABD ve İngiltere Krallığı’nın olayların alevlenmesi için neler yaptığı da mutlaka araştırılması gereken ilginç bir konudur.Komplo teorisinin kolaylıklarına asla düşmeden.

Dahası Mayıs 1968’de ve olayların tam ortasında Marx’ın 150. Yıldönümü vesilesiyle Paris’te, UNESCO’nun anlı şanlı büyük salonunda, 10 Mayıs 1968’de düzenlenen büyük toplantıda konuşan Herbert Marcuse’ün, marksizmi “yeniden yorumladığını” ileri sürerek, “Bütün umudum gençlerin ve marjinallerin ayaklanmasındadır” formülü de Marcuse’ün kimileri tarafından ve en başta FKP’ce “ABD casusu/adamı” damgasını yemesine yol açtı.O gün, daha önceki birçok gün de olduğu gibi, öğrenciler ve gençler sokaktaydılar:Paris’in değişik noktalarından Denfert-Rochereau Meydanı’na doğru, her fakülteden, her liseden, her bürodan, her fabrikadan ve her atölyöden çıkan ve sokaklarda sloganlar eşliğinde akan ve adını andığım Meydan’da toplanan binlerce gösterici, oradan yürüyerek Saint-Michel Bulvarı’na vardılar ve bütün Bulvar’ı ve Quartier Latin’i “kurtardılar”…Polislerle çatışmaya çeyrek var…Elbette Herbert Marcuse çoşabilir.Marksizme yeni yorumlar getirebilir.Çünkü o da kendisine bakarsanız “devrim için kaldıraçını” bulduğunu sanıyor(du)…

Bunları yazmak lazım:Çünkü henüz her şeyi yüzde yüz biliyoruz diyecek durumda değiliz.Mayıs 1968’de kimler ne tür roller oynadılar zaman içinde göreceğiz.Göreceğiz diye yazıyorum ama “belki de bensiz” diye de eklemem gerekiyor, Abidin Dino’a atıf yaparak, umarım siz göreceksiniz:Çünkü bu iş daha çok zaman alabilir.Ama mutlaka her şey gün yüzüne çıkacaktır.Bundan eminim.Bunu beklerken bildiklerimizi burada aktarmak da boynumuzun borcudur.

Mayıs 1968 olayları başlamadan önce ve olaylar sırasında olan-bitenleri bütün işçiler, bütün gençler veya bütün öğrenciler yakından izlemiyordu belki.Belki değil kesinlikle bile denebilir.Ama bu kümelerin karar alıcıları ve onları harekete geçirenler izliyorlardı.Ve Fransa devletinin dış ilişkilerinde aldığı darbeler ve bunlara nasıl neden olduğu da biliniyordu.Devlet ve yöneticilerin devlet anlayışı sorgulanıyordu…

MAYIS 1968’İN GETİRDİKLERİ (II)


Prof. Dr. M. ŞEHMUS GÜZEL

CHE GUEVARA ÖLDÜRÜLDÜ

Che Guevara’nın 9 Ekim 1967’de, Bolivya dağlarında, artık şimdi en ince ayrıntısına kadar yakından ve iyi bildiğimiz şekilde, haince, alçakca öldürülmesi de öğrenci liderlerinin ve gençlerin önce ABD’ye ve sonra bütün devlet otoritelerine karşı kin beslemelerine neden oldu.

Che Guevara’nın izinin bulunmasında ve öldürülmesinde o günlerde pek tanınmayan ama sonra pek ünlenen Regis Debray isimli genç bir Fransız “gazeteci ve aydınının” rolü de bugün en ince ayrıntısına kadar biliniyor:

Regis Debray, Che ile görüşmesinden sonra, gerilla kampında ayrılıp indiği ilk köyde askerlerce göz altına alındı.Yanındaki Arjantinli ressamla birlikte.Böylece, ama sadece böylece, Bolivya’daki gerilla hareketinin başındakinin Che olduğu anlaşıldı.O zamana kadar gerilla kampında hiç kimse, Che’nin en yakınındaki birkaç Kübalı hariç, evet hiç kimse Bolivya’daki gerilla hareketini yöneten liderin Che olduğunu bilmiyordu.Ve bu gerçek, Che’nin silah arkadaşları için sonuna kadar yine bir sır olarak kalacaktır.Bolivya askerleriyle çatışanlardan hayatta kalanlar liderlerinin Che olduğunu daha sonra öğrenebildiler.Oysa Che’nin peşindeki subaylar ve askerleri durumu Debray sayesinde hemen öğrendiler.Uzun zaman Che’yi “verenin” Arjantinli ressam olduğu sanıldı.(Ve bu yüzden adı geçen ressam Almanya’da gizlenmek zorunluluğunu hissetti.Çünkü Che’nin alçakça öldürülmesine neden olanlar, kararı verenler ve tetiği çekenler nereye giderlerse gitsinler Che Guevera taraftarlarınca öldürüldüler:Örneğin biri Paris’teki Bolivya Büyükelçiliği’nde görevliyken Paris’te öldürüldü…)




Ama bugün herşey çok açık bir biçimde biliniyor:Che’yi “veren” Debray’dir:Dahası Debray, kendisini sorguya çeken subayla anlaşıyor ve hatta bir belge imzalıyor (Bu belgenin bir fotokopisi bugün ciddi ve namuslu tarihcilerin elinde ve konuyu yakından inceleyenler biliyorlar):Ve Debray altına imzasını attığı bu belgeyle ”Che’nin Bolivya’da olduğunu kamuoyuna duyurmayacağını” taahhüt ediyor.Çünkü Bolivya yöneticileri ve bilhassa ordusunu yönetenlerin ve onları da parmaklarında oynatan ABD ile onun istihbarat kuruluşlarının korkusu şudur:Che’nin Bolivya’da olduğu haberi duyulursa Bolivya’ya dünyanın her yerinden akın akın gerilla gelir ve Bolivya’daki gerilla hareketi “kontrol edilebilirlik sınırını aşar”.

Açık konuşmak lazım:Che’nin o sıradaki konumu çok zordu.SSCB, Bolivya Komünist Partisi ve hatta Fidel Kastro bile her türlü yardımı kesmişti.Dolayısıyla Che’nin dışarıdan gelecek gerilla ve her türlü yardıma ihtiyacı vardı.Ve büyük ihtimalle Debray’la söyleşi yapmayı da bunun için kabul etmişti.Ve Debray’ın bu söyleşiyi yayınlamasıyla dünya kamuoyunda Bolivya gerilla hareketine ve savaşçılarına olumlu ve sevecen bir bakış ile dayanışmacı bir sempatinin doğacağına inanıyordu.Ama Debray, Che’nin Bolivya’da bulunduğunu ve gerillanın durumunu duyur(a)madı.Che ile yaptığı söyleşiyi yayınlayamadı. Ve bir keklik gibi dağdan inip girdiği ilk köyde yanındaki Arjantinli ile yakalandı.Oysa o sırada bırakın köyleri, bölgedeki ormanlar, dağlar ve taşlar asker kaynıyordu.Herhalde Debray acemilik yapıp bu yolu kullanmamalıydı.Başka bir yomldan ve köylere filan ugramadan dağlardan tepelerden geçip Arjantin’e veya başka komşu devletlerden birine varmaya çalışmalıydı.

Veya Debray, Bolivya ordusu subaylarını bu kadar küçük görmemeliydi.
Tanınmayacağını sandı.Sanki iki “turist” gibi askerlerin filesinden kayıp geçeceğini sandı.Oysa kim olursa olsun o an oradan geçen iki yabancı mutlaka dikkat çekecekti.Ve öyle oldu.Hele bir de “fransız gazeteci” olduğu anlaşılınca hemen tanındı.Zavallı Debray o kadar dağ tepe tırman, çık-in, o kadar yol yürü epey yorulmuştu, iflahı kesilmişti.Hele bir de çantasındaki “kağıtları” düşünürseniz:

“Kağıt deyip geçmeyin, bir yaprak iki yaprak derken git gide ağırlaşıyor”.Bunlar Debray’ın sözleri:Başka bir gün ve başka bir yerde söyledi ama 1967 için de niçin geçerli olmasın?Paris’in en şık ve en şok burjuva evlerinin ve görkemli apartmanlarının salonlarında bıyık uzatmakla Bolivya dağlarında harbiden devrimcilerle aşık atmak farklı şeyler elbette. Gönül isterdi ki herkes kendi mekanında kalsın.Ama serüven olmadan da salon devrimciliğinin tadı olmuyor ki kardeşim.Peki öyle olsun ama bu minik zevk için koskoca Che “verilmeli” miydi”?Fakat bu kadar dağ tepe yürümek de çok zor be “camarade”!

Bilmem Debray’ın gözaltındayken kameralar önünde gazetecilere analttıklarını görenler var mı?Bolivya ordusu subayları da pek insafsız doğrusunu isterseniz:Gözaltına aldıkları, konuşturdukları ve yukarıda andığım belgeyi imzalattıkları Debray’ı sirkte maymun seyrettirir gibi gazetecilerin ve sayısız kameraların ve o hain projektörleri önünde sergilemeleri ne kadar korkunç!:Zavallı “salon devrimcisi”, başı önünde, yere bakıyor ve gazetecilerin ısrarlı sorularına karşın, Che’nin Bolivya’da olduğunu söylememek için bin dereden su getiriyor.Zavallı Debray!Evet, Debray, bir sure hapishanede tutuldu, sonra Fransa Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle’ün ısrarlı istekleri üzerine serbest bırakıldı ve Saint-Michel’e kavuştu.Artık François Maspero’nun Kitabevi’nde ve Maspero Yayınevi’nde Debray’ı bulmak zor değildi.O da artık anlatacaklarını romanlaştırabilirdi…

İşte bu tür “devrimciler” ve benzerleri Paris’teki ihtilalci öğrencilerin ve gençlerin kimi şeyleri artık bizzat metropollerde yapmaları gerektiğine ve yapabileceklerine inanmalarına yol açıyordu.Herkes kendi ülkesinde gerilla olamaz mıydı?Herkes kendi ülkesinde ihtilal yapamaz mıydı?Unutmamak lazım Fransa’da o günlerde ayaklanan çocukların/gençlerin bir kısmı ve lütfen inanın bana şaka değil bu, İKTİDARI ALMAYA CİDDİ CİDDİ ADAYDILAR.İŞİN ÇARPICI TARAFI ŞURADA TABİİ:İKTİDARI ALMAYA ADAY OLMALARINA KARŞIN AKILLARINA HİÇ Mİ HİÇ ELYSÉE SARAYI’NA VE/VEYA MATİGNON’A DOĞRU YÜRÜMENİN BİLE GELMEMESİ.OYSA İKTADAR QUARTİER LATİN’DE VE/VEYA SORBONNE’DA DEĞİL ELYSÉE SARAYI’NDA VE MATİGNON’DAYDI.Şimdi o kadarcık da “taktik hata” olabilir diyebilirsiniz.Ben de size lütfen çocuklarla dalğa geçmeyin, onları alaya almayın derim.İnanıyorlardı yaptıklarına ama belki yöntem ve yön konusunda kimi sorunları vardı diyebliriz isterseniz…

Ancak tarihi referansları eksik değildi.Özellikle öğrencilerin ve işçilerin hafızalarında. Her bir kesimin ortak hafızasından gelen, biriktirilmiş referanslar ile yaşanmış veya yaşanmamış belki ama defalarca dinlenmiş, okunmuş ve/veya izlenmiş (radyo veya televizyon programlarında, belgesellerde veya kurgu filmlerde…) ve dolayısıyla yaşanmış gibi anılar vardı.Anılar ve onların getirdiği davranış biçimleri, tavır takınmalar ve eylemler demeti…Hele mekan birliği de buna eklenirse…

MAYIS 1968’İN SOYKÜTÜĞÜ


Paris, yarım kalmış, yarım bırakılmış ihtillallerin başkentidir.Doğru.Ama aynı zamanda ihtilallerin başlatıldığı başkenttir de.Bu başkentte önüne geçilemez bir ihtilalcilik geleneği vardır demek olası:

Paris Komünü’nü anımsayalım isterseniz:Thiers Hükümeti, Alsace-Lorraine ve dünya kadar para pardon pardon ‘savaş tazminatı” ile satın aldığı Bismarck ve Prusya ordusunun yardımıyla Paris halkını bir hafta boyunca katletti:İnanmayacaksınız belki ama Seine Nehri günlerce ve haftalarca kan kırmızısı aktı:Paris’te, kentin tam orta yerinde Châtelet Meydanı var ya işte tam orada üstüste yığılan insan cesetlerinin yüksekliği hemen yanı başındaki Saint-Jacques Kulesi’nin boyuna ulaşıyordu veya belki aşıyordu:Yirminci yüzyılın katliamlarının öncülü Paris Komünü’ndeki bu katliamdır.

Ama Paris halkı bu, canını bıraktı ama zulme pabuç bırakmadı:

Ve 1936’da bu halk, önce elleriyle sonra ayaklarıyla seçimlerini yaptı: Le Front Populaire (Halkçı Cephe.Veya kimi çevirileri dikkate alacak olursak Halk Cephesi.Ama Halkçı Cephe çevirisi daha doğru olacak sanıyorum.Ama neyse geçmişteki çevirmenlere saygısızlık yapmayalım) iktidara geldi:

FRANSA TARİHİNDE İLK KEZ BİR SOSYALİST BAŞBAKANLIĞA ATANDI:LEON BLUM.Hele Blum’un Yahudi olması (o zamana kadar BÖYLE BİR ŞEY ASLA GÖRÜLMEMİŞTİ FRANSA GİBİ YAHUDİ DÜŞMANLIĞININ YAYĞIN OLDUĞU BİR ÜLKEDE) bütün ırkçılara, Yahudi düşmanlarına en güzel tarihi yanıttı…

Paris halkı bu, kardeşim, İkinci Savaş yıllarında DİRENİŞ’TE en birincil rolü bu halk üstlendi:Ağustos 1944’te bu halk, Cumhuriyetci bir avuç polisin de katkısıyla, Paris’in kurtarılmasını içeriden, Paris’in içinden, başarıya ulaştırdı…
İşte bu bağlamda Paris Komünü’nü, 1936’daki milyonlarca grevcinin fabrika ve işyerleri işgalli eylemlerini, ve nihayet İkinci Savaş yıllarındaki Direniş Hareketi’ni Mayıs 1968’in öncülleri saymak yerinde olacak.

Evet işte o kaldırım taşlarını sökmek, o ağaç köklerini çevreleyen demirleri çekip çıkarmak Paris Komünü’nden, 1936’dan, 1940’lardan gelen bir alışkanlıktır:Paris Komünü’nde ve sonrasında ve elbette Mayıs 68’de BARİKATLAR, SÖKÜLEN KALDIRIM TAŞLARINDAN İNŞA EDİLDİLER.Kimi sokakta üç metre boyunda barikatlar örneğin.Mayıs 1968’de de.Ortak hafıza budur:Anlatılanların, duyulanların, görülenlerin hafızamızda biriktirilmesi ve AN(I) gelince pıtrak gibi patlaması…

Edgar Morin’in Mayıs 1968’in hemen ilk anlarında, yani Mayıs 1968’in daha bugünkü anlamında Mayıs 1968 olmasından once, Nanterre’de genç bir öğretim üyesi olarak bizzat tanık olduğu öğrenci eylemlerine ilişkin makalesine “LA COMMUNE ETUDİANTE” (“ÖGRENCİ KOMÜNÜ”) başlığını seçmesi emin olun bir ukalalalık değildi(r).

Mayıs 1968 bu bağlamda sadece öğrenci hareketini değil, onun yanında gençlik hareketini ve işçi hareketini ilgilendiriyor.Bu nedenle de Fransa toplumsal mücadeleler tarihinde bir kilometre taşıdır.Evet ama koskocaman bir kilometer taşı.Hafızaları ve bilinçleri ve hatta bilinçaltlarını en ciddi biçimde etkileyen.İz bırakan bir kilometer taşıdır.Ve bu olgu, sadece Fransa için de geçerli değildir.Bu eylemler dizisinin etkilediği birçok başka ülkelerin öğrenci, genç ve işçileri için de geçerlidir.Bu açıdan bakınca, Mayıs 1968 bizzat kendisi de daha sonra gelen gençlik haraketine, işçi eylemlerine örnek oldu:Ortak hafazalarda yer etti:Örneğin 1986, 1994 ve 2006’daki öğrenci eylemlerinde, öğrencilerin ve gençlerin istekleri, protesto gösterilerinin nedenleri, eylem tarzları ve emlde ettikleri açısından Mayıs 1968 ile kimi akrabalıkları (kimi ayrılıkları yanında) söz konusu oldu. (Bunları Paris:Gösteri-Kent isimli kitabımda irdeliyorum:Pêrî Yayınları, İstanbul, 2006.Değişik yerlerde ve örneğin:s. 166, 188-189’da.)

İŞÇİ HAREKETİ VE FRANSA SİYASETİNDEKİ YERİ

Mayıs 1968, işçi hareketi ve işçi hareketi tarihinde de önemli bir konuma sahiptir: O tarihte Fransa’daki en eski işçi sendikaları konfederasyonu CGT (Genel İş Konfederasyonu) örneğin daha sadece 73 yaşındadır.Evet Fransa’da bir yüzyıldan beri belirgin ve etkin bir proleterya, bir işçi sınıfı olgusu vardır.Ama örgütlülüğü yeterli değildir.Nitekim, o günlerde, Fransa’da işçilerde sendikalaşma oranı (sendika üyesi işçi sayısının çalışan nüfusa bölünmesiyle bulunan oran) % 25 kadardır.Ve bu oran, Avrupa’nın gelişmiş ekonomilerine sahip diğer devletleriyle kıyaslanınca son derece mütevazidir.Örneğin bu oran İngiltere Krallığı’nda % 80 civarındaydı aynı dönemde.

Öte yandan işçi sendikaları konfederasyonları tek değil birçoktu:CGT yanında ondan ayrılanların kurduğu CGT-FO (Genel İş Konfederasyonu-İşçi Gücü) vardı.CFDT (Fransız Demokratik İş Konfederasyonu) vardı vb.Ayrılığın ve birkaç başlılığın nedeni sadece siyasi veya ideolojik değildi, dinsel nedenler de bulunuyordu:Örneğin ilk üçünün yanı başındaki ve onlara kıyasla epey küçümen CFTC (Fransız Hıristiyan İşçiler Konfederasyonu) ismi üstünde hıristiyan emekçilerin işçi örgütüydü.Katolik Kilise emekçilerin dinden uzaklaşmalarına veya “daha vahimi” dinsiz olmalarına tarafsız kalamazdı.Ayrıca emekçiler arasında da dini inançlara sahip olanlar bulunuyordu ve onlar da komünist ve/veya sosyalist sendikalar yanında kendi sendikalarını kurmak istiyorlardı.Bu tür işçilere Katolik Kilise de “yardımcı” olunca işleri kolaylaştı.Patronların da bu tür işçi sendikalarına daha yumuşak davrandıkları biliniyor.Onlar da bu tür sendikaların kurulmalarını kolaylaştırdı.Fransa’da Katoliklerin önemli bir etkisi olduğunu unutmamak lazım…Hele 1950’lerin sonunda ve 1960’larda.

Evet Fransa’da, İngiltere’de veya ABD’de olduğu gibi tek merkez değil birçok işçi merkezi vardı.Bu açıdan Fransa işçi hareketinde İtalya ile benzerlik söz konusudur.Bu durum işçi sınıfını zayıflatan bir olgu mudur?Tartışılan bir mesele.Elbette nicelik kadar niteliğin de önemli olduğunu belirtmek gerekiyor.Ancak birçok işçi merkezinin birkaç işçi sendikaları konfederasyonunun bulunmasının birçok kez kararların alınmasında ve uygulanmasında epey sorun yarattığı da biliniyor.

Fransa’da işçi sendikalarının siyasal partilerle bir sendikadan diğerine değişen ilişkileri vardı.Ama bu ilişkiler organik değildi:

CGT daha çok FKP’ye yakındı.Özellikle konfederal düzeydeki yöneticileri arasında birçok partili bulunuyordu.Kimi işkolu sendikalarının yönetimlerinde de.Ancak işkolu sendikalarında başka sol partili işçilere de rastlanıyor(du).

CGT-FO orta sol ve sağ partilere yakın yöneticilerin denetimindeydi.Hele İkinci Savaş ertesinde ilk kurulduğu zaman diliminde ABD sendikacılığına çok yakındı…Ancak kimi işkolu sendikalarında daha soldaki işçilere ve yöneticilere de rastlanıyordu…

CFTC, Hıristiyan Demokrat orta sağ partilerle dirsek temasındaydı.Katolik Kilise ile de…

CGT düzenin değişmesinden yanaydı.Diğerleri düzeni savunuyorlardı.Elbette işçiler lehine yapılacak kimi düzeltlemelerle (reformlarla), iyileştirmelerle…

Belki dikkatinizi çekmiştir ama yine de vurgulamak istiyorum:İşçi sendikaları konfederasyonlarından hiçbiri aşırı sağçı, ırkçı parti veya derneklere yakın durmuyorlardı.O yıllarda ufak tefek aşırı sağcı particik veya dernekçik vardı ama bu takımın emek dünyasındaki ilişkileri kimi kahveci, sigara satıcısı, lokantacı ve küçük veya orta boy üretici ile sınırlı kalıyordu…Bunların sayısının ise azımsanamayacak kadar çok olduklarını belirtmek lazım.Nitekim aşırı sağçı ve ırkçı bir-iki aday cumhurbaşkanlığı seçiminin genel oyla yapılmasına karar verildiği 1965’te ve sonrasında önemli oranda oy topladılar….

Seçimlerde, işçi sınıfının, işçilerin/emekçilerin, genellikle veya daha ılımlı konuşmak gerekirse çoğunluğunun sol partileri tercih ettiği ciddi araştırmalarla ispatlanmıştı.O yıllarda işçiler bir tür gelenekselmiş bir biçimde sol partileri tercih ediyordu.1920’lerin başındaki bölünmeden beri de Fransız Komünist Partisi’ni (FKP).Ancak bu saptamadan bütün işçiler FKP’ye ve/veya sola oy veriyordu sonucunu çıkarmak yanlış olur.İşçiler arasında kentsel alışkanlıklar/tercihler, ailesel bağlılıklar ve bilhassa katolikliğin etkisiyle veya başka nedenler sonucu sağcı partilere oy verenler de bulunuyordu.

Burada şunu da hemen belirtmek gerekiyor:1968’de on yıldan beri sağ partiler iktidardaydı.Ve Cumhurbaşkanı olarak da Charles de Gaulle sadece gençlere değil daha az gençlere de artık o otoriter havasıyla boğucu geliyordu.

Nitekim 1965’te ilk kez genel seçimle yapılan iki turlu cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Charles de Gaulle bütün beklentisine rağmen birinci turda seçilemedi.Daha vahimi birinci turda, birinciliği, ilk kez Sol’un tek adayı olarak seçime katılan François Mitterrand’ın % 32 oy oranı ile elde etmesidir.Böylece Mitterrand, Mayıs 1958’den beri muhalefet ettiği de Gaulle ile ikinci turda başbaşa kalıyordu.İki tur arasında aşırı sağın cumhurbaşkanı adayı Jean-Louis Tixier-Vignancourt (Birinci turda 1 milyon 250 bin oy topladı) seçmenlerine “İkinci turda Mitterrand’a oy veriniz” çağrısı yaptı.Bu elbette Mitterrand açısından olumlu değildi.Ama de Gaulle’e muhalefetin kapsamını göstermesi açısından önemlidir.O günlerde aşırı sağın adayının danışmanlarından biri ve seçim komitesi yöneticisinin ismi Jean-Marie Le Pen’di.Le Pen’in daha sonra neler yaptığını biliyoruz…(Bu konuda Fransa Seçimlerinde Le Pen Lekesi isimli kitabıma bakılabilir:Odak Kitap, İstanbul, 2002.)

İkinci turda elbette Charles de Gaulle kazandı.Ama General o küçük büyük dağları ben yarattım havasının artık bozulduğunu da farketti…Mitterrand ikinci turda % 45 oy oranıyla on milyondan fazla seçmenden oy topladı.Bu da az sayılmamalı.Ve Sol’un o yıllardaki güçünü göstermesi açısından çok önemli.

Mayıs 1968 olayları olmadan seçimler normal zamanında yapılsaydı sağ belki yitirebilirdi.Ama Mayıs 1968 Fransa’nın sağcı takımlarını, katolik seçmenlerini, “akıllı uslu insanlarını” öyle bir korkuttu öyle bir korkuttu ki Sağa 1981’e kadar iktidarın anahtarlarını teslim ettiler.Bu nedenle siyasi açıdan Mayıs 1968’in hiçbir şeyi değiştirmediğini ve hatta sağın değirmenine su taşıdığgını söyleyebiliriz.

Şunu da eklemek lazım: Mayıs 1968’de bir ara İktidar fena halde sallandı:Charles de Gaulle bile “işin bittiğini” sandı ve birkaç saatliğine ortadan kayboldu ve bu iktidarın boşaldığı izlenimini bile doğurdu.Nitekim bunun üzerine solcu liderlerin kimi kendi saatinin geldiğini sandı:Birçok solcu lider iktidarın alınmasının an meselesi olduğunu bile zannetti.Örneğin Mitterrand, 1965 seçimlerindeki göreceli başarısının getirdiği baş dönmesi sonucu, Mayıs sonunda kalktı “Geçici hükümet kurulmalı, yeni cumhurbaşkanı seçilmeli” çağrısı yaptı ve kendisinin bu görevlere talip olduğunu açıkladı.Büyük bir siyasi hata yaptı.Çok fena halde şaşırttı.Çünkü bu çağrısıyla, kendini toplumsal eylemler sonucu ortaya çıkan “kaostan yararlanmak” isteyen fırsatcı bir siyasetci konumuna düşürdü: Solcuların bir bölümü bile bunu hazmedemedi.Fransa’da siyasetcilerin genellikle gerçekten DEMOKRAT OLDUKLARININ altını çizmek gerekiyor:Tümüne yakını yasallıktan yanadır.Herşeyin yasaların öngördüğü biçimde ve yasalar çerçevesinde yapılmasını arzularlar.Yasadışına çıkanları “tutmazlar”.Bu nedenle Mitterrand’ı affedemediler.

Nitekim Haziran 1968 seçimleri Sol için bir felaket oldu.Ancak Charles de Gaulle başka nedenler sonucu 1969’da kendi isteğiyle iktidarı bıraktı.1969 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mitterrand aday olmadı.”Yüzü tutmadı” diyelim.Ama Sol aday yine de feci bir hezimete ugradı:Uzun zamandan beri Marsilya Belediye Başkanı ve Fransa Sol’unun eski ama eskimemiş liderlerinden Gaston Deferre birinci turda %5 oy alarak Sol için en büyük yenilgiyi yüklenmek durumunda kaldı.De Gaulle’ün Başbakanlarından Georges Pompidou Cumhurbaşkanı seçildi…

Yani sadece seçimleri ölçüt olarak alırsak Mayıs 1968 Sol’a değil SAĞ’A YARADI.
Siyasi açıdan Mayıs 1968 Sol için gerçek bir hezimete yol açtı:

FKP , hele o günlerdeki Genel Sekreteri (Bizdeki parti genel başkanına tekabül ediyor) Georges Marchais’nin (Jorj Marşe okunur) öğrenci hareketine karşı akıl almaz düşmanlığı bu partiye ve genel sekreterine epey puan kaybettirdi.Hele Marchais’nin öğrenci eylemlerini kötülemek ve Daniel Cohn-Behdit’i eleştirmek için kalkıp Cohn-Bendit’in “hem Yahudi hem Alman” olduğunu barbar bağırarak İkinci Savaş hortlaklarına gönderme yapması toplumda tam anlamıyla bir şok etkisi yarattı.Bu adam demek ki komünist ama hem ırkçı (1968’de Almanları kötülemek artık nazileri kötülemek anlamına gelmiyordu) hem de Yahudi düşmanı sonucuna ulaşıldı.Fransa Sol’unun asla tahümmül edemediği iki suç.Dahası o günlerde Marchais’nin savaş yıllarında bırakın Direniş içinde silahlı mücadele etmesini veya sivil olarak görev almasını, nazi Almanya’da “Gönüllü İşçi” olarak çalıştığı da ortaya çıkınca, FKP Genel Sekreteri tam anlamıyla rezil oldu.

FKP, bu arada Komünist Gençlik Örgütü (KGÖ) içinde “temizlik” yaptı:Öğrenci hareketi bünyesinde görevler alanlar, öğrenci hareketini destekleyenler hem KGÖ’den hem de FKP’den ‘ihraç edildiler”.Siz bunu aforoz edildiler biçiminde de okuyabilirsiniz.Böylece LC Ligue Communiste’in (LC:Komünist Birlik.Bugünkü LCR:Ligue Communiste Revolutionnaire: Devrimci Komünist Birlik) kuruluşu ve gelişmesi hızlandırılmış oldu…Son yıllarda (2000’li yıllarda) FKP gittikçe oy kaybederken LCR’in gittikçe oy toplaması tarihin cilvesi değil sadece…Bunun başka nedenleri var:Burada konumuzu aşan…

LCR yanında Lutte Ouvrière (LO:İşçi Mücadelesi) isimli ikinci bir troçkist örgüt daha var:O da son yıllarda oy oranını göreceli olarak artırdı.Her iki troçkist örgüt te belediye meclisi, bölge meclisi, il özel idareleri ve Avrupa Parlamentosu gibi nisbi temsil sisteminin geçerli olduğu seçimlerde varlıklarını ispatladılar/ispatlıyorlar…

Burada şu önemli:Mayıs 1968’de FKP ve yöneticileri akıl almaz bir biçimde gençlik hareketiyle, üniversiteli öğrencilerle işbirliği yapmayarak, yapmayı akıl edemeyerek tarihi bir fırsat kaçırdılar:FKP ve ona yakın CGT gibi en büyük işçi sendikaları konfederasyonu ile gençlerin daha kapsamlı bir biçimde ve daha çok sayıda bütünleşmesi fırsatı kaçırıldı.FKP bir kez daha tarihi ve önemli bir anda beçeriksizliğinin yeni bir örneğini serğiledi.Bu elbette FKP’de hiç genç kalmadı biçiminde anlaşılmasın.Elbette “akıllı” yöneticilerin sözünden asla çıkmayan “efendi” gençler partide ve KGÖ’de yerlerini korudular…Ama tarihi fırsat ta kaçırıldı.Ve bilhassa FKP ve yöneticileribir kez daha çok sayıda küskün doğurdular.Eski küskünlerordusuna yeniler katıldı böylece.

FKP’nin bu akıl almaz tavrının arkasında SSCB’nin bulunduğu yazıldı.SSCB’nin kendisiyle dost olan veya dostluk yanlısı yada yaptıklarıyla “objektif dost” olduğu görülen devletlerde “karışıklık çıkmasını beğenmediği” devlet sırrı değildi.SSCB her zaman de Gaulle türü “dost” bir devlet liderini tercih etti.SSCB, Fransa’da solculara hele İsrail yanlısı olduklarından şüphelendiği, şüphesi haksız değil(di), Sosyalistlere asla güvenmedi…Bir kez daha Mayıs 1968 olaylarının Fransa’nın ve hatta dünyanın jeo-stratejik konumuyla ilintisi gündeme giriyor.Kaçınılmaz olarak:Dünyanın en güçlü dördüncü devletinde neredeyse kelebek kıpırdasa birçok devlet te hemen ilgileniyor denebilir.Böyle olması da neredeyse son derece doğal…

Mayıs 1968’e karşı takınılan tavırlar ve yapılanlar Sosyalistler cephesinde de bölünmelere neden oldu.Michel Rocard ve arkadaşları Parti Socialiste Unifié‘yi (PSU:Birleşik Sosyalist Parti) kurdular…O yıllarda Sosyalistlerin paramparca olduğu söylenebilir.Ve bu darmadağınıklık 1971’de Mitterrand’ın partiyi ele geçirip, onu kendisinin cumhurbaşkanlığı seçiminde “araç’ olabilmesi umuduyla bütünleştirmek için çaba sarfetmesine kadar sürdü…Mitterrand cumhurbaşkanı seçilebilmek için ve Fransa’da Sol’u iktidara taşıyabilmek umuduyla 1971’den hemen sonra Sol Birlik’in kurulması için FKP ve Sol Radikaller Hareketi ile görüşmelere yeni bir ivme kazandırdı…

Radikal Parti de iki parçaya bölündü:Sol Radikaller Hareketi ismini alan parça Sol ile işbirliğini tercih etti.Diğer parça ise Radikal Parti ismiyle sağla bütünleşmeyi…
Sağ ise değişik isimlerle zaman zaman kendisine yeni bir yüz, yeni bir görüntü verdiği izlenimi de yaratarak iktidarın nimetlerinden yararlandı.Sağda daha çok kişilerin çatışmasına tanık olduk.Ve zaman içinde bu takımda liderliği Jacques Chirac ele geçirdi.Bu sayede önce 1976’da Paris Anakent belediye başkanlığı için yapılan İLK SEÇİMLERDE kazandı.(Daha önce Paris Anakent Belediye Başkanı hükümet tarafından atanıyordu:Bu, bu mevkiye ne kadar önem verildiğinin ispatıdır.Nitekim Chirac örneği önümüzde.Paris Anakent belediye başkanının seçilmesinin 1871 Paris Kömünarlarının isteklerinden biri olduğunu da burada yazmalı.Ve bu istek neredeyse ancak İKİ YÜZYIL SONRA GERÇEKLEŞEBİLDİ.)Chirac 1995’te cumhurbaşkanı seçilene kadar bu görevini yürüttü.Ve bu görevini cumhurbaşkanı seçilebilmek için bir tür kaldıraç olarak kulandığını bugün artık Sağır Sultan bile duydu…

Hıristiyan Demokratlar konusunda da iki söz söylemek şart:Fransa’da, İtalya’da olduğundan biraz daha farklı bir şekilde, bu kesim siyaset yelpazesinde ortasağda yerini alıyor.Ama hükümet kurmak veya kentleri yönetmekte Sağ ile işbirliğini tercih ediyor.Sol ile işbirliğinden sürekli olarak kaçınıyor.Hıristiyan Demokratlar pek sık isim değiştirdiler.Bu kesimin en ilginç örneğini daha once birkaç kez bakanlık yapan ve 1974’de cumhurbaşkanı seçilen ve sadece yedi yıl bu görevde kalabilen Valéry Giscard d’Estaing verdi…

MAYIS 1968’TE İŞÇİLER KAZANDILAR: “GRENELLE” SÖZLEŞMESİ İSPATIDIR

Fransa’da Mayıs 1968 öncesinde işçi sınıfı ARTIK 19. YÜZYILDAKİ VEYA 20. YÜZYILIN BAŞINDAKİ İŞÇİ SINIFI DEĞİLDİR.Bu sınıfın belli ölçüde burjuvalaştığını göz ardı etmemek lazım.Fransa’nın KİMİ COGRAFYDA sömürgeci VE GENEL OLARAK emperyalist politikaları sonucu “anavatana”/ülkeye getirdiği nimetlerden sınırlı ölçüde bile olsa işçilerini de nasiplendirdiği biliniyor(du).Fransa işçi sınıfının artık “zincirlerinden başka kaybedeceği” şeyleri de vardı.Dolayısıyla mücadelelerde parasal istekler, çalışma süresinin azaltılması ve daha iyi yaşama koşullarının elde edilmesi arzuları öncelikle geliyordu.Bütün işçiler iyi yaşamıyordu muhakkak.Ama birçoğunun durumu iyiydi.Çalışanlar “iyi kazanıyordu”.Fakat son yıllardaki fiyat artışları ve yeni tüketim ihtiyaçları daha çok ücret arzusunu kamçılıyordu.Vitrinleri dolduran malları işçiler de tüketmek istiyordu.Nitekim Mayıs 1968’deki ücret artışlarının tüketime doğru aktığını biliyoruz.İşçiler aynı zamanda zamanlarının daha çoğunu kendilerine, ailelerine, okumaya, kültüre, gezmeye, “çıkmaya” ayırmak istiyorlardı.

İkinci Savaş sonrasında zenginleşen, yitirdiklerini yeniden yaratan Fransa ekonomisinin yapısı ve işçi-işveren ilişkilerinin kendine özgünlüğü ve kimi patronun işçi sendikalarını yakından denetlemesi ve benzeri nedenler sonucu sendikaların kiminde ciddi bir sendika bürokrasisi oluşmuş ve bu da işçi sınıfı içinde bir tür “işçi aristokrasinin” yaratılmasına yol açmıştı.

Birçok işletmede işverenler/patronlar sendikalara istemeye istemeye katlanmak zorunda kalmışlar ve kimi ise bazı sendikacıları “satın alarak” işçilerin tümü üzerinde dolaylı bir denetim kurmaya çalışmışlardı.O zaman “sarı sendika” adı verilen patron emrindeki sendikacıların yönetimindeki sendikalar boy göstermişti.Bu tür sendikaların yöneticilerini ise patronlar elbette cömertçe “suluyorlardı”.Bu da yukarıda sözünü ettiğim işçi aristokrasisinin doğmasına ve gelişmesine yol açan önemli etkenlerden birini oluşturdu.

Mayıs 1968’de Fransa’da sendikaların henüz işyerlerinde temsili kabul edilmemişti.

Sendika kurma hakkı, işçi memur ayırımı gibi son derece yapay bir bölmeye gidilmeden, kapsamlı olarak tanınmıştı.Fransa’da polisler ve askerler dışında bütün çalışanlar sendika kurma hakkına sahipti.Daha sonra polislerin de sendika kurma hakkı tanındı. Günümüzde askerler dışında bütün çalışanlar sendika kurabiliyorlar.(1970’li yılların ortasında askerlerin sendika kurma girişimi kimi tutuklamalarla egellendi.Günümüzde askerlik artık bir meslek biçimine çevrildi, ama yine de sendika kurma hakkından yoksunlar.Ancak arzu ve isteklerini duyurmak ve elde etmek için kimi etkin araç ve gereçe sahip olduklarını da kimse yadsıyamaz.)

Grev hakkı Fransa’da 1864’ten beri fiilen tanınıyor.Toplu iş sözleşmesi hakkı ise 1919’da tanındı.İşçilerin özel kesimde grev hakkını düzenleyen özel bir yasa yoktur.Kimi yasalarda bu konuda genel bazı hükümler bulunuyor.Önce 1946, sonra 1958 anayasaları grev hakkını anayasal güvenceye kavuşturdu.Özel sektör emekçileri, işverene isteklerini bildirir ve işveren bu isteklerin tümünü veya birini redederse, işçilerin greve gidebilirler.Özel sektörde işçiler en geniş bir biçimde grev yapmak hakkına sahiptirler.Kamu sektöründe ise grevden beş iş günü önce greve gidileceğinin bildirilmesi zorunluluğu 1963’teki özel bir yasayla getirildi.

Fransa, grev hakkını en kapsamlı şekilde ve en özgür biçimde tanıyan devletlerden biridir.

Mayıs 1968’de işçiler ve öğrenciler yeni tür örgütlenme biçimleri ve yeni tür mücadele yöntemleriyle sendikacılık alanında yaratıcı olduklarını gösterdiler.

Mayıs 1968 aynı zamanda geniş kapsamlı ve işyeri işgalli grevler ve kitlesel gösterilerle işçi eylemlerine de sahne olunca hükümet işçi sendikalarıyla özel görüşmelerden sonra Grenelle Sözleşmesi adıyla anılan toplumsal bir anlaşma imzaladı.İşin ilginç tarafı şurada:O günlerde Başbakan Pomipodu adına işçi sendikaları konfederasyonları liderleriyle önce gizli, sonra kamuoyu önündeki açık görüşmeleri yürüten kişinin o günlerin genç bakanlarından Jacques Chirac olması.Edouard Balladur’un da bu görüşmeler sırasında hükümet temsilcileri arasında rol oynadığını biliyoruz.Burada bir kez daha, sonraki dönemlerde önemli roller alacak siyasetcileri/aktörleri sahnenin en önünde görüyoruz.Bu saptama, siyasetçiler kadar öğrenci liderleri, işçi sendikacıları ve işveren temsilcileri için de geçerlidir.

Bu bağlamda, Mayıs 1968, iktidar ve muhalefet partilerinin gelecekteki liderlerinin önemli siyasi deneyimler kazandığı bir zaman dilimi olması açısından da dikkat çekiyor.

Aynı şeyi öğrenci liderleri için de söylemek olası.

Grenelle Sözleşmesi ile işçiler birçok YENİ HAKLAR ELDE ETTİLER:Bu nedenle Mayıs 1968 işçi hareketi tarihinde önemli bir yere sahiptir.

Grenelle Sözleşmesi 1936’dan sonra Fransa işçi hareketi tarihi içinde imzalanan ikinci önemli “toplumsal anlaşma” olması bakımından dikkat çekiyor.

Öncelikle hükümet ve işverenlerin gönüllü olarak değil, Mayıs 1968’deki öğrenci ve işçi mücadelesi sonucu işçi sendikaları ile diyalog kurmak ve görüşmelere başlamak gereğini duyduklarını belirtmek lazım.Öğrencilerin birkaç kez işçilerle eylem birliği yapmaları ve bunun daha örgütlü bir biçime dönüşmesi olasılığı iktidarın ve işverenlerin bir an önce işçi kesimini “hoşnut etmek gerekliliğine” inandırdı.

Hükümet ve işverenler işçilerin öğrencilerle ilişkilerinden feci biçimde tedirğindiler.Ve hele genç işçilerin, özellikle genç bayan emekçilerin öğrencilerle Sorbonne’a kadar gidip “fikir alış-verişinde” bulunmalarından ve ortak eylem yapmalarından feci biçimde korktular ve bu korkuları onları her eylemde yeniden ve yeniden sarsıyordu.Ve bu öğrenci-genç işçi işbirliğinin, ortak eylemciliğinin daha ciddi ve örgütlü bir hale dönüşmesini önlemek için harekete geçmek zorunluluğunu duyumsadılar:Hükümet ve özellikle kimi bakanlıklar, İçişleri, Çalışma ve Sosyal İşler bakanlıkları en başta elbette, harekete gectiler:İşçi sendikaları konfederasyonlarının temsilcileriyle hükümet temsilcisi olarak bizzat Jacques Chirac, “ortak tanıdıklar” aracılığıyla ilişki kurdu.İlk görüşmelerin “gizli” yapılmasını işçi temsilcileri istediler.Çünkü bu tür görüşmelerin işin hemen başında duyulması işçi temsilcilerinin bütün kredilerini yitirmelerine ve işçi sendikalarının daha beter eleşitirilmelerine neden olmaya adaydı. Öğrencilerin hemen “Devletle işbirliği yapan satılmışlar” diye sedikacılara saldıracakları çok açıktı.Zaten öğrenci liderleri genel olarak işçi sendikalarının temsilcileri ve liderlerini hiç beğenmiyorlar, hiç hoşlanmıyarlardı.Bu iki takım hiç mi hiç anlaşamıyordu. Aralarında koskocaman buzul dağları vardı sanki.Öğrenciler açısından işçi sendikacıları “pis bürokratlar”dı.Sendikacılar için öğrenci liderleri “işe yaramaz burjuva bebeleri, maceraperest serseriler”…

Hükümet temsilcileri ve işçi sendikacıları ilk temasların olumlu geçmesi üzerine üçlü toplantı yapılmasına, yani hükümet, işverenler ve işçi sendikacıları temsilcilerinin biraraya gelip görüşmelerine ve kapsamlı bir toplumsal sözleşme imzalanmasına karar verdiler.

İlk toplantı Başbakan’ın başkanlığında son derece ciddi ve resmi bir biçimde 25 Mayıs 1968’de gerçekleştirildi.Görüşmeler 25, 26 ve 27 Mayıs günlerinde sıkı bir biçimde sürdü ve Grenelle Sözleşmesinin imzalanmasıyla sona erdi.

Birinci önemli nokta şudur:Toplantıya o günlerdeki bütün işçi ve işveren örgütlerinin, siyasal fark gözetilmeksizin, davet edilmeleri ve katılmaları.

Emekçilerin temsilcisi olarak katılanlar şunlardır:

CGT, CGT-FO, CFDT, CFTC, CGC (Confédération Générale des Cadres.Teknik Elemanlar Genel Konfederasyonu), FEN (Fédération de L’Education Nationale.Milli Eğitim Federasyonu).

İşverenlerin temsilcisi olarak katılanlar ise şu örgütlerdir:

CGPME (Confédération Générale des Petites et Moyennes Entreprises.Küçük ve Orta İşletmeler Genel Konrfederasyonu), CNPF (Conseil National du Patronat Français.Fransız Patronları Ulusal Konseyi).

Hükümet ise Başbakan, Sosyal İşler Bakanı ile Çalışma Soranlarıyla Görevli devlet sekreteri (bir anlamda yardımcı bakan) tarafından temsil edildi.

Grenelle Sözleşmesi ile Fransa’da işçi-işveren ilişkileri alanında gerçekten “devrimci” nitelikli birçok kural Kabul edildi.Birkaçını buraya almak isterim:

Mesleklerarası garanti edilmiş enaz saat ücreti (SMİG) 2,40 Fransız Frankından (FF)
3 FF’ye çıkarıldı.Tarım kesimindeki SMİG’in daha sonra ilgili işçi ve işveren örgütlerinin fikri alındıktan sonra saptanmasına karar verildi.

Ücretlerin aylık olarak ödenmesi kabul edildi.

İşyerlerinde sendika temsilciliklerinin açılması benimsendib..

Ücretlere 1968 sonuna kadar % 10 artış getirildi.

Çalışma süresinin azaltılmasına karar verildi.Haftalık çalışma süresinin 40 saate kadarindirilmesi ilke olarak benimsendi.

Toplu iş sözleşmelerinin gözden geçirilmesi ve işverenlerin bu alanda ipe un sermekten vazgeçmesi Kabul edildi.

İşgüvcenliği konusunda ve işçilerin eğitimi alanında yeni ilkeler getrildi.

İşletme içinde sendika hakkının kullanılmasına ilişkin özel ve ek bir belge kabul edildi.Böylece sendika hakkı işletme içine girebildi.Sendikalar artık işletme içinde “section syndicale” (sendikal şube.Veya daha güzel Türkçeyle sendika şubesi) açabileceklerdi. Sendikacıların, işçi temsilcilerinin ve işçilerin işletme komitelerindeki temsilcilerinin işyerlerinde korunmaları ve işgüvenliği garantiye alındı.İşletme içinde sendika şubesinin ve sendika temsilcilerinin ayrıcalıkları (sendika şubelerine işletmede uygun bir yer verilmesi, sendika ödentilerinin işletme içinde toplanması, belli saatlerde sendikal faaliyet yapabilmek, işçilerle görüşebilmek, işçilerin dertlerini dinleyebilmek ve onların çözümü için işveren ve/veya temsilcileriyle görüşebilmek, sendikal propaganda yapabilmek, bildiri, sendikal yayın dağıtmak, sendikal duyuruların işçilere duyurulması için özel panoların konulması, vb.).

Bu arada sosyal güvenlik, aile yardımları, yaşlılar, engelliler, satınalma gücü, fiyatlar, konularında da birçok ilke saptandı.En önemli ilkelerden biri ise Mayıs 1968’da grevde geçen işgünlerihe ilişkin olanıdır:Şöyle, aynen aktarıyorum:

“Grevde geçen günler ilke olarak ödenecek.Ücret kaybına ugrayan ücretlilere % 50 oranında bir avans verilecek.Bu avans işçinin (grevde geçen günleri) telafi saatleri için ödenecek ücretlerinden kesilecektir.31 Aralık 1968’den once telafi etme olanağı bulunamazsa, avans veya kalanı ücretlinin kazanılmış hakkı olacaktır.” (Bu konuda Mayıs 1968’in onuncu yıldönümü vesilesiyle arkadaşım H. Macit Koç’la birlikte yazdığımız ve Grenelle Sözleşmesi metninin çevirisini sunduğumuz şu makalemize bakılabilir:”Toplumsal anlaşmada ‘Grenelle’ örneği”, İM-DER (İş Müfettişleri Derneği aylık yayın organı), Sayı:14, Eylül 1978, s.11-15.)

Grevlerde geçen günlerin ödenmesi veya ödenmemesi grev bitimindeki en ciddi tartışma noktalarından biridir.İşverenler binbir kurala bağlansa bile grevde geçen günlerin ödenmesine asla yanaşmazlar.Mayıs 1968 grevlerinde geçen işgünlerinin ödenmesinin kabulü işçilerin başarısının başka bir işaretidir.

Kimi konuda kesin çözümler getirilirken, örneğin ücretlerin artırılmasında, kimi konularda çözümün daha sonraki görüşmelere ve/veya yasalara bırakıldığını vurgulamak gerekiyor.Ayrıca bazı ilkelerin Grenelle Sözleşmesi’nde yer almalarına rağmen, öngörülen zaman dilimlerinde gerçekleştirelemediğini de, örneğin haftalık çalışma süresinin 40 saate indirilmesi, belirtmek yerinde olacaktır.Ama ne kadarı gerçekleştirilmiş olursa olsun, Grenelle Sözleşmesi türünde bir belgeyi Fransa’nın “İşyerimde tek söz sahibi benim” demekten asla yorulmamış patronlarına kabul ettirmek işçilerin ve sendikalarının başarısıdır.Ve bu ANCAK MAYIS 1968 SAYESİNDE ELDE EDİLEBİLMİŞTİR.Evet Mayıs 1968’in kalıcı eserlerinden biri işçi haklarındaki olumlu ve ileriye doğru bir adım atılmış olmasındadır.

Elbette bu bir ihtilal değildir.Ama zaten Fransa işçi sınıfının çoğunluğu da ihtilal istemiyordu.İşçi sınıfının çoğunluğu ücretlerin biraz daha artırılmasını, refahtan biraz daha fazla yararlanmak ve nihayet biraz daha burjuvalaşmak istiyordu.Mayıs 1968 sonrasında kimi emekçi apartmanlarında kedi ve köpek sayısının artması bu bağlamda ilginç bir yoruma açıktır:Güya burjuvalaştıklarının dışarıya yansıtılan yüzü/cephesi olması açısından.Oysa 60 veya 70 metrekarelik apartmanlarında kedi ve/veya köpek sahibi olmakla emekçiler burjuvalaşamadılar.Kimi kendini beğenmiş küçük burjuva rolünü oynamaya başladı:Evlere şenlik.Kimiyse otomobil satın alarak “hava atmaya”.Ama ne toplumu kurtarabildiler ne de çocuklarını…Çünkü düzen, patronların ve onların partilerinin düzeni göreceli yeni kurallarla ama temelde aynı biçimde sürdü.

Fakat patronlar asla değişmiyorlar ve nitekim Grenelle Sözleşmesi ile işçilere kimi hakların tanınması ve ücretlerin arttırılması üzerine kimi kötümser patron “Eyvah batacağız!” filan diye bağrışırken ve/veya bağırmak üzereyken, ekonomik büyüme kapıyı çaldı.Eh yıllardır iyi ama yine de kıt kanaat geçinen emekçi takımı artan ücretlerini tüketime dayayınca tüketim alabildiğine arttı ve kalkınma peşinden geldi.Herkes derin nefes aldı.Artık kimse otombil yakmıyordu.Herkes bir an once KENDİ OTOMOBİLİNE SAHİP OLMANIN YOLLARINI ARIYORDU.OTOMOBİL FABRİKALARI HARIL HARIL GÜRÜL GÜRÜL ÇALIŞIYORDU ARTIK…