31 Mart 2014 Pazartesi

Burjuva Sanat - Proleter Sanat – Devrimci Sanat Ayrımı...





Adil Okay

Burjuva Sanat - Proleter Sanat – Devrimci Sanat Ayrımı Var mı
Ya da Sanat hakkında sorular...

Yazımın başlığı iddialı oldu değil mi? Evet, “Burjuva sanat - Proleter sanat - Devrimci sanat” kategorileri tartışmaya açıktır. Devrimci sanatçı, burjuva sanatçı” diyebiliriz elbette. Ya da bir sanatçının devrimci mücadeleye katkısı sorgulanabilir. O takdirde de sanat değil “etik” tartışırız. Çünkü sanatın biricikliği ilkesi esastır. Yani bir esere öncelikle “sanat mı - değil mi” diye bakmak gerekir kanısındayım. “Proleter sanat mı, devrimci sanat mı, burjuva sanat mı” diye değil. Soru, sanat felsefesi açısından yanlış. Neo-liberal dönemde “sanat”ın içi boşaltıldı. “Kiç” yenilik adı altında tekrar moda oldu. “Her şey sanattır” söylemi piyasanın “sloganı” haline geldi. Bienaller de “tüccarların” elinde ucubeleşti. Diğer yandan da bu gelişmelere karşı çıkma - direnme adı altında soldan bir kesim “statükocu” olarak kalmayı tercih etti.

Sözünü ettiğim statükocu mantıktan yola çıkarsak; “romanın çıkışı burjuvadır” diye roman yazmayı bırakmak, “klasik müzik burjuvadır” diye de dinlememek gerekir. Bir ressam işçileri grevde ya da çalışırken “klasik - mimetik” resmetmiyorsa, örneğin kübist veya nü resimler yapıyorsa onu “devrimci değil, devrimci sanat yapmıyor” diye dışlamak da en hafif değimle kültürel geriliğin göstergesi değil midir?

Gezi olaylarında enstrümanlarıyla en ön sırada kavgaya katılan Praksis grubundan Serdar Türkmen şunları söylüyor: Sanattan, hele de devrim ile ilgili olan sanattan bahsederken, genelde ‘öncü çalışma’nın niteliği ile ilgili konuşuyoruz. ‘Devrimci sanatın ilkeleri’ni ortaya koymaya çalışanları hayretle izliyoruz. Sanatçıya görevler icat etmenin yanı sıra, bugünün sanatsal düzeyini görmezden gelip, ‘tu kaka’ ilan ederek geçmiş sanat değerlerine tutunmanın (onlarca ‘korumak’) bizi ilerletmediği de ortada. Sanat çevreleri devrimden ve devrimcilerden oldukça kopuk! Devrimci sanat diye sunulan bir sürü niteliksiz eser var...”

“Sanatmetre ya da sanat zabıtaları”
Türkmen’e ek yapayım: Şairleri artık aşılan “hece veznine” çağıran veya slogan şiir yazmaya zorlayan “devrimcilerin” solculuğu da tartışmaya açıktır. Statükoculuk ile devrimcilik arasında ayrım olmalıdır. “Bağlama devrimcidir, gitar burjuvadır”, “Davul devrimcidir, piyano burjuvadır”a kadar gider bu yanlış okumaların sonuçları. Ama eğer, sanatı ve sanatçıyı karikatürize etmek değil de ciddi ve kapsamlı sorgulamak-eleştirmek ise amacımız, alan geniştir: Sanatın “Pazar”da tüketim nesnesi olarak değerlendirilmesini, ‘Kültür - Sanat Endüstrisi’nin (Endüstri sözcüğünün arz – talep – sipariş, kâr ve çıkar’ı çağrıştırdığını düşünerek) sanata saldırı olup olmadığını tartışabiliriz. Sanatçıların ‘aydın’lığını, toplumsal alt üst oluş dönemlerinde aldıkları tavrı sorgulayabiliriz. H. B. Kahraman’ın, “Türkiye’de ‘Çağdaş sanat’ kavramını kullanan burjuvazi hayal kırıklığı yaşıyor” saptamasının nedenini irdeleyebiliriz. Alain Badiou’nun, “Devlet gücünün koruması altındaki sanatla, tamamen militan olan sanatı ayırmayı öneriyorum… Sonuca değil de sürece katılması militan sanatı ontolojik ve biçimsel manada resmî - ideolojik sanattan ayırır…” belirlemesini ve bunların yanı sıra “Sponsorlar” meselesini sorunsallaştırabiliriz. Devletten ya da tekellerden nemalanmak için ruhlarını şeytana satan “sanatçıları”, Bienallerde sanat adına yapılan ticareti, toplumsal konuların “meze” yapılmasını eleştirebiliriz. Özcan Yaman’ın “Sanat, bir yatırım aracı hâline geldi” cümlesinde ifadesini bulan eleştirisini tartışabiliriz. “Her şey sanattır” diye, sanatı ve sanatçıyı metalaştırmaya çalışan görüşe karşı şair Celal Soycan’ın bir sanat söyleşisinde, “O halde neden konuşuyoruz. Hadi evimize gidelim” diye ortaya koyduğu haklı tepkiyi açabiliriz. ‘Kitle kültürü’, ‘popüler kültür’ ve ‘burjuva kültürü’ arasındaki ayrım ve bunların hangisinin “sol kültürde” baskın olduğu hakkında kafa yorabiliriz. Diğer yandan varlık nedenlerini “kapitalizmi yıkmak, sermaye sınıfına karşı savaşmak” olarak açıklayan ve “devrimci sanat- proletarya sanatı” söylemlerini sık kullanan kimi sol grupların da bir etkinlik için “patronların” kapılarını çalmalarını sorgulayabiliriz. Aldıkları yardım karşılığı onların reklamlarını yapmaları, afiş ve broşürlerinde bu (orta veya büyük) burjuvaları yüceltmeleri, onların adlarını tanıtım broşürlerinde sanatçıların adlarından daha büyük yazmalarını eleştirebiliriz.

Ama bütün bunları eleştirirken - sorgularken, elinde “akıl metre ya da sanat metre” olduğunu sanan “sanat zabıtaları” gibi davranmamak, sanata ve sanatçıya “burjuva - küçük burjuva – devrimci - proleter”  adlarını öyle kolayca takmamak gerekiyor.

Bu bölümü Erzurum Üniversitesinde hunharca katledilen sosyalist bilim insanı, şair ve düşünür Bedrettin Cömert’ten bir alıntıyla tamamlamak istiyorum:
Devrimci sanat nitelemesine katılmıyorum. Nedeni şu: Devrimci sözcüğü, benzer birçok nitelemeler gibi kapsamı kolaylıkla belirlenemeyen, bu yüzden de her yana çekilebilen bir etiket oldu. Ayrıca bu sözcük, devrimci eylemin gerçek içeriğini, bu eylemin kaçınılmaz tabanı sınıfsallıktan uzaklaştırıyor gibime geliyor. Devrimci sözcüğünün, sanat tartışmalarını, salt ideolojik bir alana sürüklediğini, giderek sanatın kendisinin unutulmasına yol açtığını ileri sürüyorum. Ayrıca, devrimci adıyla piyasaya sürülen sanat ve edebiyat ürünleri de, bu ayrımsız etiketin gizleyici etkisiyle, sanatsal hiç bir işçilik ve emek içermedikleri halde, sanat gibi yutturulmak isteniyor…”

“Burjuva heykel – Devrimci heykel” ve Postmodernizm
 Postmodernizmin kafa karıştıran söylemlerine tepki olarak içe kapanmak, sanatı sadece sloganla sınırlamak da baştan zayıf düşmek demektir. Postmodernizmi eleştirmek için Michael Albert, Noam Chomsky, Edward S. Herman ve/veya çağdaş Marksist filozoflardan Eagleton ve Badiou okumazsak argümanlarımız zayıf kalır. Zira 1934’te sosyalist gerçekçilik manifestosu ilan edildiğinde ne neoliberalizm vardı ne de postmodernizm. Ne sürrealizm akımı başlamıştı, ne büyülü gerçekçilik ne de kübizm. Dolayısıyla sadece Gorki, Jdanov veya Lunaçarski okursak, o dönemde kalırsak önümüzü göremez ve gelişmelerin analizini yapamayız. Diyalektik ve Tarihsel materyalizmi içselleştirmeyen insanlar, şeyleri, olay ve olguları yaşandığı tarihsel süreçten koparıp yorum yaparlar. 1934’te, sosyalizmin inşası dönemindeki uygulamalarda takılı kalırlar. Aynı geri yorumlar; sloganların ilelebet geçerli olduğunu sanır ve kökenlerini araştırmazlar. Örneğin Yılmaz Güney’in sözlerini sloganlaştıran arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu, şu doğru saptamalarının kökeninin onun Lukacs okumalarına dayandığını bilmezler:

Hayatın her alanında iyi sanatçılar, başarılı sanatçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz. Kaldı ki bu cümleler de Yılmaz Güney’in ajitasyon - propaganda merkezli konuşma metinlerinden alınmıştır. Güney, devrimcilerin sanatlarını iyi yapmalarını salık verir.

Bir not düşeyim: Yılmaz Güney’i sinema tarihine büyük harfle yazdıran onun komünist olması değildir sadece. Güney, Brezilyalı Rocha ile birlikte “modern politik sinema akımının” kurucusu sayılmaktadır. Yani sinema tarihine “sanatıyla” girmiştir. Yılmaz Güney, “Yılmaz Güney” olana kadar çeşitli denemeler (Arada acemi – kötü – ticari filmler de) yapmış ve yıllar süren çalışma ve okumalar sonucunda kendi üslubunu-biçemini yaratmıştır.

Sanat sadece edebiyat değildir
Sorgulamaya çalıştığım “sanat”ı açarsak, edebiyatın yanı sıra, plastik sanatları (resim, heykel), sinemayı, tiyatroyu, müziği bile indirgemek zorunda kalırız. Eğer bir sanat disiplininde bir tanım-kavram kullanıyorsanız, bilmelisiniz ki aynı tanım-kavram tüm sanat disiplinleri için de kullanılabilir. Örneğin “mimaride kiç’i savunuyorum, yakışıyor ama edebiyatta savunmuyorum, yakışmıyor” diyemezsiniz. Siz sanatın tüm disiplinlerinde kiç’i savunmuş olursunuz. “Devrimci şiir– burjuva şiir” diye yazarsanız (propaganda konuşmalarından değil yazmaktan söz ediyorum) aynı mantıkla devam etmek zorundasınız: “Devrimci resim, burjuva resim, devrimci heykel, burjuva heykel…” Komik geliyor değil mi?

Ama “Epik tiyatro, romantik sanat akımı, klasik sanat, modern sanat, kiç sanat, gerçekçi sanat, toplumcu - sosyalist gerçekçi sanat…” diyebiliriz. Bunun yanı sıra sanat akımlarının doğuş döneminde devrimci olduklarını söyleyebiliriz. (Toplumsal devrim değil anlatılmak istenen) Onun da nedeni bir önceki akımdan doğarak yeni bir akım yaratıldığı içindir. “Hece vezni”, “Aruz vezni”nin bukağısını kırdığı için devrimdir. “Serbest Nazım” da hece veznini aştığı için devrimdir. “Gerçekçi” akımın 19. Yüzyılda devrim olduğunu söyleyebiliriz. Dada’cılık, Sembolizm, Eleştirel Gerçekçilik ve sosyalizmin inşa döneminde doğan ‘Sosyalist Gerçekçilik’, döneminde devrimdir. Daha sonra başlayan “Sürrealizm” yeni bir akım olduğu için devrimdir. Brecht’in başlattığı “Epik Tiyatro” akımı devrimdir. Resimle başlayan “Kübizm” sanat tarihinde devrimdir. Sinemada “Modern politik sinema” akımı devrimdir, “Yeni Dalga” akımı devrimdir… diye devam edebiliriz.

Sanatçıların “toplumsal görevleri” ve “Sosyalist Sanat kurulu” var mı?
“Sanat sanat için mi, sanat toplum için mi?” sorusunun modası geçmiştir. Sanatın, “sanat olarak” önce sanat olmak, “biricik” olmak, “özgün” olmak amacı vardır. Ancak “sanatçıların toplumsal amaçları olabilir”. Zira onların duyargaları her daim açıktır. Dolayısıyla sanatçı hakikatlere gözlerini yummamalı, estetiğin - güzelliğin peşinden giderken eleştiri oklarını köreltmemelidir. Bu konuyu Michael Foucault’nun değerlendirmesiyle açıklamaya çalışayım: Dürüstlüğün kanıtı, hakikât anlatıcılığıdır. Bu anlatım günümüzde ses, söz, yazı, yontu, fırça, nota, sinema ve tiyatro ile de yapılmaktadır. Yani “Yunan felsefesindeki ifadesiyle bir parrhesiastes olmak, özgür düşünce ve ifadeyi vazgeçilemez ilan eder. Sanatçı, özgürlüğü kullanırken: Kandırma yerine dürüstlüğü… Sahtelik ya da sessizlik yerine hakikâti… Yaltaklanma yerine eleştiriyi… Kendi çıkarlarını koruma ve kayıtsızlık yerine itirazı tercih eder.”

Ama bu itirazın da mutlaka, (günümüzde) “Sosyalist (toplumcu) gerçekçi akımla” yapılmasını da beklememek gerekir. Kanımca bu yargı -dün görece doğru olsa bile- bu gün itibariyle yetersizdir. Sürrealist ya da kübist bir ressamın - şairin itirazını yok mu sayacağız. Toplumsal içerikli sözleriyle bilinen bir Rep grubunu ya da kendilerini anti-kapitalist olarak adlandıran anarşist sanatçıları nereye koyacağız.

Tartışmayı edebiyatın dışına, diğer sanat disiplinlerine taşırsak: “Burjuva sanat - burjuva sanatçı- proleter sanat- proleter sanatçı ” ikilemi bu grupları tanımlamaya yetersiz kalıyor değil mi? Peki bu önermeyi kabul etsek bile, onların “devrimci-proleter ya da burjuva sanatçı” olup olmadığına kim karar verme yetkisine sahip. Ya da tersinden sorayım var mı böyle bir yetkimiz, “Sosyalist etik” ya da “sosyalist sanat kurul”umuz. Ki unvan dağıtsın. Kanımca bu konuda yapılacak tüm değerlendirmeler sübjektif olacaktır. Elbette kendini “devrimci - komünist sanatçı” olarak tanıtanlara, bu kimliği benimseyenlere -eğer söylemlerine çok aykırı bir yaşam tarzları yoksa ve eserleri sanat ise- itirazım olamaz. Ama Hürriyet gazetesinde yıllarca “makale” yazan ve milliyetçi güruhtan alkış alan bir şair “ben sosyalist gerçekçiyim” dese de anlamı-karşılığı olmaz. Yani sürrealist bir yazar sözünü ettiğim bu şairden çok daha fazla sosyalizm davasına hizmet edebilir.

Komünist ama kübist ya da sürrealist sanatçı
Bu konuyla ilgili daha somut örnekler verip sorgulamaya devam edeyim: Ortaçağdan bu yana sanatta değişim, dönüşüm ve yeni biçem arayışları yaşanmıştır. Bundan sonra da yaşanacaktır. Akımların tümü, (Evet, Divan şiiri dahil) DÜNYA KÜLTÜR HAZİNESİNE KATKIDIR. Örnek vereyim: Bütün devrimcilerin baş tacı ettiği Picasso’nun ünlü ‘Guvernika’ çalışması, sosyalist (toplumcu) gerçekçi değil, kübist bir eserdir. Ölene kadar Komünist parti üyesi olarak yaşayan Luis Aragon’un, Türkiye’de devrimcilerin severek okuduğu “Elsa’ya mektuplar” adlı eseri “sosyalist gerçekçi” akıma girmez. Luis Aragon, sürrealist bir şairdir. Komünist parti üyesi olan Fransız ressam Andre Fougeron ise sosyalist gerçekçidir. Ve sürrealist Aragon, sosyalist gerçekçi Fougeron’un kitabına önsöz yazmıştır. Yani birbirlerine “akım” dayatmamışlardır. İkisi de komünisttir, yoldaştır, biri “sosyalist gerçekçilik” diğeri “sürrealizm” akımını benimsemiştir.

Frida kahlo ve Rivera Diego komünist ressamlar olabilir. Ama resimlerine “proleter-komünist-devrimci resim” denmez. Sosyalist Gerçekçi de değillerdir. Onların sanatına: Soyut, figüratif dışa vurumcu ve/veya fovist denilebilir. Veya resimlerinin iki hatta üç akımdan izler taşıdığını belirtiriz. Sonuçta bilinmelidir ki: Bir resme bakarken, “devrimci mi, burjuva mı, proleter mi” diye bakılmaz. Klasik mi, modern mi, izlenimci mi, soyut mu, kübist mi v.d. diye bakılabilir.

Bu konu üzerine tersinden bir eleştiri sunayım: Günümüzde hâlâ “Sosyalist gerçekçi” akımla eser üreten başarılı sanatçılar vardır. Onları neden “çağın gerisindesiniz” diye küçümsemek de elitist bir yaklaşımdır. Dünya sanat tarihinde (ve ülkemizde) “burjuva eleştirmenlerin” bile kabul ettiği çok güçlü “sosyalist gerçekçi- toplumcu gerçekçi” eserler olduğunu bilmeyen yoktur.

Sosyalist Geçekçi Lukacs da, her dönemin uğraşmak zorunda olduğu sorunların farklı olduğunu yazmıştır: “Sorunların başkalığı, doğal olarak, teknikte de farklılaşmayı beraberinde getirir. Eski tekniklerle eski sorunların yansıtıldığı 19. Yüzyıl gerçekçiliği kendi zamanında “doğru” ve ‘geçerli’ydi. Ancak 20. Yüzyılda ortaya çıkan yeni toplumsal gerçeklik karşısında, edebiyat ve sanat da, yeni anlatım teknikleri geliştirmeliydi.” Derken, belki de bu günlere gönderme yapıyordu. Yani Marksist kuramcı Lukacs’tan yola çıkarsak da yine aynı sonuca varırız. 21. Yüzyılda farklı biçim - biçemlerle, farklı akımlarla de sanat yapabiliriz. Bu yönelim de “sosyalistliğimize - devrimciliğimize” halel getirmez.

İşçi sınıfına hizmet etmeyen sanat, sanat sayılmaz mı?
Yazının düzeyini düşürmek amacında değilim. Ancak, çeşitli panellerde, sohbetlerde karşıma çıkan bir yargıyı sorgulamak istiyorum. O da şu: “İşçi sınıfına (sosyalizm davasına) hizmet etmeyen sanat, sanat değildir”.

Ne yazık ki bu geri ve özürlü saptamayı yapanlar da bizim arkadaşlarımız arasından çıkıyor. “Victor Hugo, Mozart, Da Vinci, Matisse… bunlar sanatçı değil mi”, karşı sorusuyla bu konuyu kolaylıkla açıklayıp geçebiliriz. Ama yine de Türkiye’den birkaç örnek daha verip bu savı ortaya atanları düşünmeye sevk edelim: Muhsin Ertuğrul’u, Münir Nurettin Selçuk’u, Karacaoğlan’ı, Fuzuli’yi, İhsan Oktay Anar’ı, Orhan Pamuk’u değerlendirirken, öncelikle onların “sanat”çı olduklarını kabul edip söze başlamamız gerekir.

“Fuzuli sarayın adamıdır, Pamuk veya Anar ise postmoderndir, bu yüzden yazdıkları okunmuyor…” diye başlayınca ciddiye alınmayız. “Gülün Adı” nın yazarı Umberto Eco da postmodern bir yazardır. Gabriel Garcia Marquez’in eserleri “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırılır. Şimdi Eco’yu, Marquez’i nereye koyacağız? Keza İdil Biret, Şıvan Perwer, Arif Sağ ve Fazıl Say bildiğim kadarıyla sosyalist değiller (keşke olsalardı). Ee bu isimlerini saydığım insanlar sanatçı değiller mi? Kurulacak sosyalist dünyada yerleri olmayacak mı? Yoksa enstrümanlarını ellerinden alıp onları taş kırmaya mı yollayacağız.

Keza, T. S. Eliot “gericidir” ama dönemindeki edebi biçimlerden daha ötede kimi “ilerici” deneysel teknikleri seçmiştir ve Eliot, 20. Yüzyılın önde gelen yazarları arasında sayılır. Keza Eliot gibi gerici saflarda yer alan Condrad’ın “Notsromo”sunun edebi-estetik başarısı yok sayılamaz

Görüldüğü gibi, “İşçi sınıfına (davasına) hizmet etmeyen sanat, sanat değildir” saptaması sorunludur.

Diğer yandan, evet, Lenin sosyalizmin inşası döneminde sanatçıların partili olmasını önermiş, sanatın sosyalizm davasına hizmet etmesi gerektiğini söylemiştir. Ama “Diğerleri sanatçı değildir, ürettikleri sanat değildir, tez zamanda kelleleri vurula” dememiştir. Bu o koşullarda parti politikasıdır. Sosyalist kültür de geleceğin tasavvurudur. Gelecekte, sınıfsız toplumda proletarya da kalmayacaktır. Dolayısıyla “Proleterya kültürünün” değil, geleceğin “Sosyalist Kültürünü” oluşturmak için bu günden harcanan çabalardan söz edilebilir. Lenin, “Proletarya kültürü savunulamaz, tüccarların (burjuva b.n.) kültürünü öğrenmemiz bile daha önemlidir.” demiştir. Bunun nedeni açıktır. Proleterlerin, işten arta kalan zamanlarında “sanata zaman ayıracak mecalleri” (İstisnalar olsa bile) kalmamaktadır. Bu bir gerçekliktir. İşte sosyalistlerin amacı bu gerçekliği değiştirmek olmalıdır. “Başka bir dünya mümkün” şiarını, “Herkesin sanat yapabileceği ya da sanattan yararlanabileceği bir dünya”  olarak da okuyabiliriz.
  
Marksist estetik var mı ve sanat “üst yapı” öğesi mi?
 “Sanat nedir” sorusuna yanıt ararken, Marks’ın yanı sıra sanat felsefesine katkı sunan Marksist ya da Marksizan filozoflara - araştırmacılara da başvurmak gerekir. Zira Marksizm, sanıldığının aksine sanat ve estetik üzerine kapsamlı eğilen bir felsefi düşünce değildir. Ama tabi Marks ve Engels de sanat meselesi hakkında kafa yormuşlar ve değinilerde bulunmuşlardır.

Öncelikle altını çizeyim: Marksizm için sanat, toplumun “üstyapısının” bir parçasıdır. Ama sanatın özerkliği de söz konusudur. Engels, “Feurbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu’na düştüğü notta, sanatın, çok daha az ideolojik olmasından dolayı siyasal ve ekonomik kuramdan çok daha zengin ve çok daha “opak” olduğunu ifade eder. Sanatın ideolojiyle bağının, egemen sınıfın çıkarlarını çok daha açık biçimde somutlaştıran hukuk ve siyasal kuramdan çok daha karmaşık olduğunu öne sürer. 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektupta konuyu şöyle açıklamıştır: “ Materyalist tarih anlayışına göre tarihteki belirleyici etmen son kertede gerçek yaşamdaki üretim ve yeniden üretimdir. (…) Ekonomik durum (alt yapı) temeldir. Ancak üst yapının çeşitli öğeleri (…) tarihsel mücadeleler üzerinde kendi etkilerini gösterir.”

Sanat - Edebiyat, üst yapının parçası olabilir; gelgelelim yalnızca ekonomik altyapının edilgin bir yansıması değildir. Marks da Engels gibi, alt yapının üst yapıyı doğrudan dönüştürdüğü mekanik algıyı reddeder. Grundrisse’de, alt yapı ile üst yapı ilişkisinin simetrik olmadığını belirtmiştir. Üst yapı öğelerinden olan sanat, kendi iç evrimine sahiptir. Bu evrim sınıf mücadelesinin ya da ekonomik durumun salt (basit) bir ifadesi – tekrarı – birebir yansıması değildir. Üst yapının öğeleri sürekli olarak geriye (bazen de çok ileriye) doğru tepki verip ekonomik alt yapıya da etki eder. Tarihe ilişkin materyalist kuram, sanatın kendi başına tarihin akışını değiştireceği tezini reddeder. Ancak sanatın bu değişimde etkin bir öğe olduğunda da ısrar eder. Marks, alt yapı- üst yapı ilişkisinin mekanik - birebir eşitleneceği yanlış algısına karşı Yunan sanatını örnek vermiştir. “En büyük sanatsal gelişmelerin üretici güçlerin en yüksek gelişimine bağlı olmadığı, sanatın gelişmiş olduğu ancak ekonomik açıdan gelişmemiş bir toplum olan Yunanlılar örneğinde kanıtlarıyla açıktır.” diye Marks’tan aktaran Eagleton’a göre “ideoloji”, asla egemen sınıfın düşüncelerinin basit bir yansıması değildir. Aksine dünyaya ilişkin çatışmalı, hatta çelişkili görüşleri kapsayan, daima karmaşık bir fenomendir. “Bilimsel bir (Marksist) eleştiri; ideolojiyi, sanata hem bağlayan hem de aralarına mesafe koyan ilkeyi bulmaya çalışır…”

Fransız Marksist filozof Althusser, sanatın “etik” gibi doğrudan ideolojiye indirgenemeyeceğini iddia eder. Onun için “bilgi”, katı anlamda ‘bilimsel bilgi’dir. Yani bir romanın sunduğu değil. Bilim ile sanat arasındaki fark: Aynı nesnelerle ayrı yolları kullanarak uğraşmalarıdır.

Konuyu uzatabiliriz. Ancak ana temadan uzaklaşma tehlikesi olduğundan burada “virgül” koymayı tercih ediyorum.

Sonsöz
Bu yazıyı, sorular ve alt başlıklarla sanat hakkında kelam etmeye çalışan, “ev halkından” bir yazarın bitmemiş çalışması var sayın. Yazım katkı ve eleştiriye açıktır. Sosyalizmin öncelikle insan sevgisiyle örülmüş bir öğreti olduğunu, bu öğretinin insan yaşamına, renklerine verdiği değer ve saygıyı unutmadan “ahlâk, sanat ve hayat” üzerine kelam etmek gerekiyor diye düşündüğümü belirtmeliyim. Yönetici olmanın imtiyaz değil, fazladan yük, angarya sayılacağı, Yesenin’lerin, Mayakovski’lerin intihar etmeyeceği, Edma Goldman’ların dilediği gibi dans edebileceği, kadınların makyaj yaptığı için toplama kamplarına yollanmadığı, sanatçıların devlet, piyasa ve mahalle baskısı olmadan diledikleri gibi sanat icra edebileceği bir sosyalist toplum modelidir sözünü ettiğim.

Sevginin, aşkın, özgürlük ve eşitliğin hâkim olacağı dünya diyorum ben buna…


Not: Bu yazının bir bölümü Güney Dergisi Ocak-Şubat-Mart 2014 sayısında yayınlanmıştır.

Kaynakça:
Terry Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, İletişim yayınları, İstanbul, 2012.
F. Engels, K. Marx, Sanat ve Edebiyat üzerine, Birikim yayınları, İstanbul, 2011.
Celal Soycan ile sanat Söyleşileri notları. 2014.
Metin Çolak, “Georg Lukacs’ı yeniden düşünmek”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2011 Güz, sayı: 12
Ünsal Oskay, “Kahraman ve ‘Tragedya Açısından Lukacs, Brecht ve Benjamin”, http://www.halksahnesi.org/incelemeler/kahraman_tragedya/kahraman_tragedya.htm,  (2 Şubat 2011).
Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999)
Benjamın, Walter, “Brecht’le söyleşiler”, çev: Bülent Aksoy, Birikim, cilt 2, sayı 7, (1975).
Horkheımer, Max & Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği I-II, Çev: Oğuz Özügül, (İstanbul: Kabalcı, 1995)


29 Mart 2014 Cumartesi

Muzaffer Tansu’dan yeni Mektup...





Adil Okay


“Muzaffer Tansu. 
L Tipi hapishane. Ferizli- Sakarya
        
 Sevgili ADİL HOCAM Merhaba,
                      Gönderdiğin kartı ve yazını aldım. Teşekkür ederim. Nasılsınız? Söylemlerine bakarak iyi olduğunu, yoğun bir dönem geçirdiğini gözlemliyorum. Yine şehirlerden şehirlere yoğun bir trafik içerisindesin.

                       Sevgili Hocam “Hapishanelerin Evrimi” üzerine yazıp gönderdiğiniz yazınız elime ulaştı. Siz de takdir edersiniz ki; biz mahpuslar gönderdiğimiz mektup ve resimlerin, yerlerine ulaşması konusunda yılların getirdiği bir tecrübe ve ürkeklik nedeniyle aşırı bir hassasiyetimiz oluyor. Ama biliyorum ki içerisi ile dışarısı arasında çok büyük bir algı farkı var. Eğer yoğun çalışmalarınız arasında bu konuyla zamanınızı aldıysam bundan üzüntü duyacağımı bilmenizi isterim.

                      Sevgili Hocam son on gün içerisinde sizinle alakalı iki güzel sürprizle karşılaştım.
1-Hasan Mantıcı’nın “Filistin Güncesi” adlı yeni kitabı elime ulaştı. Sizin arka kapaktaki yazınızı da okudum. Hatırlar mısınız? Ben sizin “12 Eylül ve Filistin” kitabınızı okuduğumda, bu kitabınızın ve cesaretinizin diğer yoldaşlarınıza örnek olacağını ve açtığınız bu yoldan onlarında yürüyeceğini söylemiştim. Hasan Mantıcı’nın da bu yönde bir adım atmış olmasına çok sevindim. Kitabıyla ilgili ayrıntılı düşüncelerimi kendisine yazacağım. Onunla tanışmak beni çok mutlu edecek.

                        Kitabın dilini, içeriğini beğendim. Ancak; konuyla ilgili, Sizin kitabınız gibi geniş kapsamlı bir örnek varken özellikle resim, mektup, belge konusunda Hasan Ağabeyin kitabını; “Görsel boyutuyla” biraz yetersiz buldum. Anı-hatıra türü yazılarda, anlatılanların zihinde canlandırılması boyutunda resim ve belgeleri şahsen ben önemsiyorum. Bu eleştirimi ve diğer güzel eleştirilerimi bu hafta içerisinde yazıp kendisine ulaştıracağım.

2-“Önsöz” Dergisinin yeni sayısı elime ulaştı. “İçindekiler” bölümüne göz atarken isminizi görünce, gerçekten büyük bir sürpriz yaşadım. Parmakların kendiliğinden 15. sayfaya gitti. Bu yazınız (röpörtajınızla) ilgili düşüncelerimi şimdi size aktaracağım. Sanırım bu da sizin için sürpriz olacak. J

Öncelikle röpörtajı, şahsıma yazılmış bir mektup tadında ilgiyle okudum. Resminizde de sizi oldukça sağlıklı ve dinç gördüm.

Eylem kelimesini kısa; ama güzel bir şekilde tanımlamışsınız. Bence de “Yazmak” başlı başına bir eylemdir.
                   Ayrıca sizi kitaplarınızdan tanımayan okurlar için çok akıcı ve güzel bir özgeçmiş yansıtmışsınız.

                   Babanızın bir şair olmasıyla, Stephane Mallarme’nin o meşhur sözünü çok doğru bir örnekte birleştirmişsiniz.

                      “Adanmış Yaşamlar” söylemi de çok realist bir tanımlamaydı. Bu kadar zengin bir hatıratın tek bir hayata sığmasının getirileri ve götürüleri de iyi aktarılmış. Bedel ödemeden olmuyor.

                       “Hocam bu nasıl bir enerji, nasıl üretim” diyenlerden birisi de bendim!. Cevabımı almış oldum. Bu kitaplar Sürgünde zihinsel anlamda üretilmiş, bitmiş. Türkiye’de sadece ambalajlama; yani okura sunulması için yazımı kalmış.

                      Toplumsal yazarlardaki en önemli eksikliği de çok net şekilde ortaya koymuşsunuz. Bizim fraksiyonun yazarlarında gerçekten de sokak ve slogan dilinden edebi dile geçiş süreci sancılı olmaktadır.

                      Siz; dünya görüşünüzü ve edebi niteliği en mükemmeliyetçi düzeyde birleştirip yansıtmayı başarabilenlerden oldunuz. Sizin kuşaktan sonra bu formülü tutturabilen kalemlerin sayısı çok azaldı. Son dönem yazarlar çok ayrıştırmacı. Siyasi bir dil kullanıyorlar. Bu bana biraz kolaycılık gibi geliyor. Egemen anlayışı, gücü eleştirerek de iyi bir yazar-saygın bir edebiyatçı/aydın olunabilmeli. Can Yücel gibi küfürü bile estetik şekilde yazıya döken şairlerimiz vardı bizim J

                      “Slogan Şiiri” söyleminize bazı genç, heyecanlı, keskin kalemler alınganlık gösterebilirler! Zaman içinde aşılacaktır bu. Birçok gencimizin (ben dahil) edebiyatla ilk tanışması slogan şiiriyle oluyor genellikle J

                      Her şeye evden, aileden başlamak gerektiğine sonuna kadar inanıyorum. Özgürlük, eşitlik, paylaşmak gibi değerlerimizi aile içerisinde göremedikten sonra topluma bunu nasıl anlatabiliriz ki? Sizin ve sizden önceki kuşakların en eleştirilebilir tarafı budur kanımca. İsteyerek ya da istemeyerek Ataerkil toplum yapısının yarattığı tahribatı meşru görmek, tüm sınıfsal farklılıklara karşı duran aile büyüklerimizde bile erkek ve kız çocuk arasındaki farkı; sözleriyle olmasa bile davranışlarıyla ortaya koymadı mı?

                      Sergi çalışmalarınızın da yoğun şekilde devam ettiğini bu röpörtajda öğrenmiş oldum. Kitaplar daha ulaşılabilir materyaller olarak kolaylıkla okunuyor ve akılda kalıyor. Sizce sergi çalışmalarının daha görünür olabilmesi için neler yapılabilir? Bunun çok kapsamlı ve üzerinde tartışılması gereken bir konu olduğunu düşünüyorum.

                      Adil Hocam bu arada yeni kitap çalışmanızın haberini de almış oldum J “ Tuhaf Buluşmalar Metrosu”nu okumak için sabırsızlanıyorum.

   Bende size ekstra bir meşguliyet çıkarmayacaksa, interneti etkin kullanmanızdan cesaret alarak bir ihtiyacımı belirtecektim. Hocam “Lisans Düzeyinde K.P.S.S’ye hazırlanıyorum. Kaynak anlamında çalışma olanaklarım kısıtlı. Geçmiş yıllarda “Lisans düzeyinde çıkan soruları internetten soru bankası şeklinde indirerek bana gönderme imkanınız olabilir mi?

                      Şimdilik cümlelerimi sonlandırıyorum. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum. Size ve değerli ailenize sağlık, huzur, başarı dolu günler dileklerimle. Esen kalın.”
                                                                                              Sevgi ve Saygıyla
                                                                                               Muzaffer Tansu     

22 Mart 2014 Cumartesi

Newroz Mektubu ve bir not…






Faiz Cebiroğlu

Newroz mektubunu, Nuçe Tv’den ”zindi” olarak dinledim; canlı Newroz yayınında, Apo’nun mesajını, Sırrı Süreyya Önder okudu. Okudu ama Kürd halkı adına üzüldüm. Apo, nerede? Recep, nerede?

Toprağı kayan, Recep,  yani ”Başçalan” nerede?

Başçalan, kayıyor; kayan Erdoğan’ın, tek tutanağı APO oluyor!

AKP’nin en güçlü olduğu yerler, Kürd illeridir.

Peki, Kürd illerinde, Kürd ve Kürdçe olarak, sosyal ve eğitimsel olarak bir ”şeyler” var m? Yoktur!

En azından Kürdçe eğitim ya da Kürdçe kreş yerleri mi var? Yoktur!

Ama Recep, Türkiye’nin son zayıf halkasında, Kürtlere tutunarak 12 yıldır iktidardadır.

Peki, APO nerede?

APO; 2013 Newroz mektubunda; ”misaki-milli” çerçevesinde, karıştır, barıştır…” mesajını vermişti. Her kesimden tepki duymuş ve  mesaj unutulmuştu(!).

Sene 2014, Newroz ve  yine APO mektubu var. Mektupta ne var?

Mektup, ”Misaki-Milli” ile gizlenmiş ve Kürd / Kürdçe olarak hiç bir şey yoktur! Ama Receb’e ve  dünya halklarına ”selamları” var.

Şair ne diyor: ”Selam verdim, Türkçe diye, kimse almadı.” Bizler de almıyoruz.

Peki, Apo’nun 2014 Newroz mektubunda, Kürd sözcüğü  geçiyor mu? Yok.

Nedendir?..

Paradoks mu, evet! Başçalan Recep, kendi saltanatını korumak için, 22 Kasım 2013’te, Diyari-Bekir’de, Barzani ve Şivan Perweri davet ederek “Yaşasın Kurdistan” diye bağırıyordu.  Bunları unuttuk mu, hayır!

Ama APO, Receb’ten de geri, Kürdistan bir yana, Kürd kelimesini dahi telaffüz edemez hale gelmiştir. Nedendir?

Bu soruların cevapları vardır ve ilerde yazılır…

Ama şimdilik yazacağım şudur: Toprağı kayan Recep, bitmiştir.

Receb’in kayan toprağında yer alanlar da kayıyor. Onlar da bitmiştir!

Kimse, islami faşist  bir hırsıza destek mesajları göndererek ”Kürd Ulusal Davası”nı çözemez.
  
İlkel islami faşisti Tayyip; ”Kürdleri koltuk değneği yaptım ve elimde APO var” diyor.

APO’da ben de,  Türkleri kandırıyorum(!) diyor.

Kim kimi kandırıyor, bilmiyorum!

Ama Receb, 22 Kasım 2013’te, Diyari-Bekir’de, hem M.Barzani’yi, hem de Şivan Perweri kandırıyordu!..

Ama bu, hep böyle sürmez, süremez, zira Kurdistan toprağı aynı toprak değildir.

Evet,  Kürdistan toprağı çok kaydı. Ama Kürdistan topraklarında mutlaka gülistanlar yeşermiştir!

Kimsenin kuşkusu olmasın, Kürdistan topraklarında, er ya da geç, mutlaka Kurdistan ulusu yeşerecektir.


21 Mart 2014 Cuma

Newroz Kutlu Olsun!



Faiz Cebiroğlu

Newroz 2014,  kutlu olsun! Newroz piroz be!

Newroz, özelde, dili, kimliği, kültürü…ulusu ve devleti yasaklanan ve Orta-doğu’nun ortasında hâlâ iç-sömürge olan Kürt halkına; genelde, ezilen tüm Orta-doğu halklarına kutlu olsun!

Newroz, tarihsel olarak, zulme başkaldırmanın bayramıdır. Newroz, bir direniş bayramıdır.

Newroz, baskıya, zulme ve iç-sömürgeciliğe isyan eden, ”Direnmek Yaşamaktır” diyerek ölümsüzleşen, Mazlum Doğan şahsında ve yolunda, Kürt devleti ve ulusu kurmak demektir. Bu anlamda, Newroz’u kutlamak, haklı olarak, adını ”çağdaş Kawa” alan Mazlum Doğan’a sahip çıkmak ancak ve ancak böylesi bir politik perspektifle anlam kazanır. Bu bağlamda da, Kürt devleti ve ulusunu reddederek, ne newroz’a ne de Mazlum Doğan’a sahip çıkılır.

1982’de Mazlum Doğan için yazmış olduğum 2.şiirimdir. Paylaşıyorum:

Direnmek Yaşamaktır!

1982 Diyarbekir zindanında
Üç kibrit çöpü yanıyor
Mazlum Doğan’ın elinde

Hücrede Mazlum parlıyor
Biji Newroz haykırıyor!
Hücrede Mazlum Parlıyor
Biji partim haykırıyor!

21 Mart Newroz’unda
Demirci Kawa izinde.

Direnmek yaşamaktır
Haykırıyor, Mazlum Doğan
Tükürün ihanete
Bağırıyor, Mazlum Doğan!

21 Mart Newroz’unda
Demirci Kawa izinde.

Bu politik içerik ile;


Newroz piroz be! Newroz kutlu olsun!

19 Mart 2014 Çarşamba

Çağdaş Kawa Mazlum Doğan Ve Newroz...






Mustafa Elveren*

“Her yıl 21 Mart yaklaştığında karnaval havasında heyecan kuşatır Kürtlerin ve Mazlum’un ruhunu. Demirci Kawa direniş geleneğinin Amed zindanında bedenini ateşe teslim ederek özgürlük abidesi oldu. Zulmün kör karanlığında aydınlığa açılan penceredir MAZLUM... (H.Yaşar Yılmaz / Gomanlı)”

Resmi ideoloji tarafından asimile edilip, yok edilmek üzere olan Kürtlüğümü Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’dan Öğrendim, ben. O nedenle Mazlum Doğan’ın benim için özel bir önemi vardır. Mazlum’u daha iyi anlamak, anısını yaşatmak ve O’na borçlu kalmamak için GOMANWEB adıyla bir siteyi amatörce yönetmeye çalışıyorum.

Şu ana kadar 100'den fazla yazar dostlarımızın ve amatörce yazan tanıdıklarımızın yazıları sitede yayınlanmaktadır. Sitenin en önemli özeliklerinden ve amaçlarından biri de profesyonel, amatör ve ilk defa kendini ifade etmek isteyen yazarları bir arada tutmaktır. Bunu büyük ölçüde başardığımı düşünüyorum.

Benim herhangi bir illegal örgütle ilişkim yoktur. Diğer taraftan demokrat, sol ve sosyalist tüm örgütlere eşit mesafede olmaya çalışıyorum.

Ancak; MAZLUM DOĞAN’ın köylüm, ilkokul arkadaşım olması ve devrimci kişiliği beni etkilediğini belirtmek durumundayım. Mazlum’un; özelde Dersim, genelde ise Kürdistan ve Ortadoğu’da Çağdaş Kawa rolünü üstlendiğini halklar arasında bilinen bir gerçektir.

Eğer bir gün ülkemizde gerçek demokrasi inşa edilirse, Mazlum'un heykelini Pirim Seyit Rıza'nın yanına dikmek ve Goman'ın Teman Mezrası'nda bir Anıt mezar yapmak için ömrüm boyunca uğraş vereceğim. Bu Mazlum'a karşı benim borcumdur. Eğer bu anıtı yapmayı başarabilirsek Delil, Rahime, Baki, Sedat, Nurhak da (ailelerinin izniyle) bu projede yerini almaları için ayrıca çaba harcayacağım. Bir vakıf veya dernek üzerinden bunu başarabiliriz.

Tüm zorluklara rağmen bu işleri MAZLUM'un anısına yapmaya çalışacağım. Şayet ömrüm yetmezse bile, en azından vicdanım rahat eder.

Son günlerde Kürtlerin, Alevilerin, Müslümanların ileri gelenleri, bazı siyasi parti liderleri ve köşe yazarları tarafından “Mazlumun yanında olmak” söylemi sıkça dile getirilmektedirler. Bu söylem Sevgili Mazlum Doğan’ı çağrıştırdığı için benim de hoşuma gidiyor ve önemsiyorum.

Çünkü Mazlum Doğan; gâh güvercin olup dağlarda barış bildirisini hazırlar, gâh kartal olur mazlumlara zülüm eden zalimlere karşı mücadele eder. İşte Mazlum’un çizgisi budur.

Mazlum Doğan’dan sonra Mehmet Artan Hoca’dan da politik mücadele kültüründen çok şey öğrenmiştim. Tabii ki arkadaşım Şair Adnan Yücel’in katkılarını da unutmam mümkün değildir.

Elazığ-Karşıyaka Lisesi Almanca Öğretmeniyken sendika çalışmalarından dolayı birlikte sürgün kaderini paylaştığım Arkadaşım Mehmet Artan “bölücü terör örgütüne yardım ve yataklık..“ suçlamasıyla ceza almıştı. Tutsak bulunduğu Elazığ Ceza evinde kitap okuduğu bir sırada geçirdiği kalp krizi sonucunda hayatını kaybettiğini bazı makalelerimde dile getirmiştim. Bu acıları unutmak mümkün mü?

 “Evet O; Deniz Gezmiş’in, Mazlum Doğan’ın, Mehmet Fatih Öktülmüş’ün ‘yine çiçekteyiz işte, yine meyvedeyiz...’ diyen ozan yoldaşıdır… (T.Demirer)”  “Ey herşey bitti diyenler/ korkunun sofrasında yılgınlık yiyenler./ ne kırlarda direnen çiçekler/ ne kentlerde devleşen öfkeler/ henüz elveda demediler./ bitmedi daha sürüyor o kavga/ ve sürecek/ yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek! (A.Yücel)

Bu vesileyle demokrasi mücadelesinde hayatını kaybeden arkadaşlarımdan Sevgili Mehmet Artan’ı ve Adnan Yücel’i saygıyla anıyorum.

Pir Sultan ve Seyit Rıza direniş geleneğini sürdüren Mazlum Doğan’ın mücadelesini yükseltmek ve devam ettirmek için Dersim ve Ortadoğu’nun mazlum halklarının aydınları Çağdaş Kawa’ya sahip çıkmalıdırlar.

Çünkü; artık Mazlum gençler (asker-gerilla) bu kirli savaşta ölmesinler. Kürd halkına dayatılan bu kirli savaşa karşı direnip, halkların barışı mutlaka sağlanmalıdır.

Bu konuda yaşanmış çok acıklı bir olayı burada paylaşmak istiyorum;

“20 yıl önce dağa çıkmış gerilla olmuş evli bir köylü evine gider, evinde kalır ve eşi hamile kalır. Bunu duyan askerler köye gider kadını gözaltına alırlar. Kocasını sorarlar, bilmiyorum der. Bu karnındaki nerden peydahladın? derler ve köyü yakarlar. Aile Adana’ya yerleşir, kadın doğum yapar, erkek bir çocuk dünyaya getirir, babası devlet tarafından öldürülür. Ve o çocuk büyür, taş atma suçundan 26 yıla yargılanır, tahliye olur. Şimdi babasının yolunda ve dağlarda. Bir süre önce Dersim’de çatışma esnasında yakalanmamak için el bombasını bedeninde patlatan taş atan çocuklardan mazlum erenciyi hatırlarsınız…” (Arif Akkaya / ÇİAT mail grubu)

Yerel seçim çalışmaları nedeniyle birçok yerde HDP-BDP’ye yapılan saldırıları göz önüne aldığımızda; Facebook’ta paylaşılan şu mesajın anlamını çok iyi anlamak gerekir.

"ELLERİNDE ÇİÇEKLERLE AYAĞINIZA GELİP 'ÇOCUKLARIMIZ ÖLMESİN' DİYENLERİ TAŞLARSINIZ, 'OĞLUNUZ ÖLDÜ' HABERİNİ VERMEK İÇİN KAPINIZA GELEN ASTSUBAYLARI KUCAKLARSINIZ..." (S.Önder)

Geçmişte Newroz kutlamaları etkinliklerinde yaşadığımız devletin o kahredici saldırılarıyla bu gün de zaman zaman karşılaşmaktayız.

Örneğin; “Diyarbakır’da devlet 500 bin Kürd’e Newroz’u yasaklarken sokağa dökülenlere “siz de bir gün sonra kutlasaydınız” diyenlere; Kürdler “siz de 29 Ekim’i bir gün sonra kutlasaydınız” demediler… hiçbir gerekçe göstermeden yasakladılar, yetmiyor copladılar, gazladılar, tutukladılar…  Geçmişte laik Kemalistler Kürdleri eziyordu; bugün AKP, ne farkı var? Dün “hayata dönüş” katliam yapıldı. Bugün aynı planın tekrarı ya da yüzlerce ölümden endişe ediliyorsa ne değişti?  (M. Latif Yıldız / gomanweb)

Tüm baskılara ve yasaklamalara rağmen eğer bu gün ülkemizdeki halklar Newroz bayramını coşku içinde kutlayabiliyorlarsa, bu coşkuda Mazlum Doğan’ın mücadelesi görmemezlikten gelinemez. O nedenle, her Newroz’da Çağdaş Kawa Mazlum Doğan’ı daha iyi anlamak gerekir.

Başta Sevgili Mazlum Doğan olmak üzere inandığı değerler uğruna hayatını kaybeden tüm devrimcileri, sosyalistleri ve demokratları saygıyla anıyor, halkların NEWROZ’unu kutluyorum.

-----------
*Emekli Öğretmen


10 Mart 2014 Pazartesi

JET Fadıl artık BDP'li…



Hasan Bildirici

Siirt Belediyesi tarafından Öğretmen Evi'nde düzenlenen plaket törenine davetli olarak katılan JET Fadıl, Fadıl Akgündüz, 30 Mart yerel seçimlerinde BDP'ye oy vereceğini ve artık BDP'li olduğunu söyledi. Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak da, belediyeye yeni itfaiye ve yeni belediye hizmet binası yapan Fadıl 

Akgündüz'ü kutladı ve bir de plaket verdi.

Mutlaka biliyorsunuzdur, JET Fadıl, JET-PA adında otomobil pazarlama şirketine sahipti. Memleketi Siirt'te % 100 yerli olan bir otomobil fabrikası kurmak için çoğu yurt dışında olan 14 bin kişiden 230 milyon €uro civarındabir para topladığı belirtiliyor.  Ancak sözünü ettiği otomobil hiç üretilmedi. Geride kaba inşaatı dahi bitmemiş bir yapı bırakan JET Fadıl tutuklandı. Bir buçuk yıl hapis yattı falan... Sonra serbest bırakıldı. Hakkında yeniden tututlama kararı çıkartılınca kaçtı, 2002'de bağımsız milletvekili seçilince Siirt'e geldi. Yüksek Seçim Kurulu Siirt seçimlerini iptal edince milletvekiliği düştü ve cezaevine girdi. Türk başbakanı Erdoğan yenilenen Siirt seçimlerinde milletvekili seçildi. JET Fadıl 15 ay tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldı.

Fadıl Akgündüz'ün hikayesi böyle diyeceğim, ama bir şey anlatmadım. JET Fadıl bir kaç cümle ile anlatılacak biri değil. Siirtli bu Arap yurttaşımız gerçekten JET bir adam. Şirketinin isminin JET olması ve kendisine JET Fadıl denilmesinden hoşlanmasından da anlaşılacağı gibi JET'lik, Fadıl Akgündüz'ün mayasında var.
BDP'ye gelişi de JET gibi oldu zaten.

JET Fadıl'a kimse sen niye BDP'li oluyorsun diyemez. İnsanları dolandırarak zengin olmak bir yurttaşlık hakkı olmayabilir, ancak istediği partiye oy vermek bir yurttaşlık hakkıdır.

Ayrıca Türkiye ve Kürdistan'da zaten dolandırıcılık yapmadıkça iş adamı olma şansın yoktur. Ya devleti dolandıracaksın ya da insanları ki, bir sermaye toplayasın ve onunla da işadamı veya iş kadını ünvanını elde edesin.

Ama gerçekten JET Fadıl'ın BDP'liliği çok JET oldu. Karşımızda olağanüstü JET davranan biri olduğu için, yani öyle hemen bu konuda yüksek değerlendirmeler beklemeyin bizden.
Sadece JET Fadıl değil, savaş ve direniş döneminde Kürt ulusal mücadelesinin karşısında olan kimi aşiretler ve aileler BDP'yi desteklediğini açıkladılar. Ortada çok belirgin suçlar yoksa bu insanlardaki tavır değişikliğini olumlu bulmak gerekiyor.

Türk devletinde, Osmanlı'nın yıkılış dönemini andıran bir kargaşa yaşandığı ve devletin normalleşeceğine yönelik umutlar azaldığı için insanların, yaşadıkları Kürdistan'da, Kürdistan ulusal hareketinin dinamikleriyle iyi geçinmeye çalışmalarını normal karşılamak lazım. Ama tabii unutulmamalı ki; yaşamını, işini, gelirini ve ilişkilerini Kürdistan uluslaşmasının demokratik ve şeffaf yasalarına uydurmayanlar, belirli bir ulusal arınma yaşamamış toplumu her zaman kendilerine uydurma olanağına sahiptirler.

Kürtlerin sürekli sömürgecilik tarafından teslim alınıp yönetilmesinin hikayesi zaten bu idi.
Kürdistan'da yaşayan ve bir zamanlar Kürdistan uluslaşmasının hak ve özgürlükler talebinin karşısında olanların ulusal mücadelenin dinamikleriyle yüzleşmesini teşvik etmek ve desteklemek gerekiyor. Herhalde başkaları gelip bu sorunu çözmeyecek. Sorun çözülürken kan davası mantığıyla yaklaşmak da doğru değil.

Rojava bu yolda önemli bir çizgi tutturdu.

Yani "sen düşmandın", "sen alçaktın", "sen haindin, "sen beni eleştiryordun" diyerek bir toplumu ve farklılıklarını yönetmek gittikçe daha da zorlaşacak... Doğu kültürünün saygın özelliklerini Batı değerleriyle buluşturup adil olanlar kazanacak.

JET Fadıl gerçekten JET bir adam.
-----
Kaynak: Rojeva Kurdistan


HDP VE LİNÇ ORDUSU...



Adil Okay


 HDP binalarına saldırılar başladı. BDP’den sonra şimdi de HDP’liler linç tehditiyle karşı karşıya. Gencecik sol görüşlü çocukları sadece bildiri dağıttıkları için, bunlar ‘Kürt’tür’ diye linç etmeye kalkan sapıklar yeniden sahnede. Bu konuda 2005 Yılında yayınlanan “Kurtlar inlerinden çıkıyor…” başlıklı bir makale yazmıştım. Aşağıda olduğu gibi aktardığım bu yazı ne yazık ki hâlâ güncel.

Dünyada en çok çocuk pornosunun izlendiği ülkelerden birinin neden Türkiye olduğu sorusunun cevabı: HDP’lileri, linç etmek için sıraya giren bu sapık-faşistlerin giderek çoğalmasında ve bunların kimi ‘devlet adamlarından – güvenlik güçlerinden’ destek görmelerinde aranmalıdır.

“1976 ya da 1977 yılıydı. Bedri Koraman’ın Milliyet gazetesinde ilginç bir karikatürü yayınlandı. Kimliği belirsiz birileri tarafından ipi çözülmüş azgın bir köpek kulübesinden dışarı fırlıyordu. O yıllar üniversitelerde, fabrikalarda ve sokaklarda MHP’lilerin devlet destekli saldırılarına rağmen yükselen devrimci bir kabarış vardı. Taş ve sopalarla bu sol gelişmenin önünü alamayan güçler silaha sarıldılar. Önce öğrenci ve işçi liderlerini, sonra aydınları hedef aldılar. Cahit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, DİSK Genel Sekreteri Kemal Türker, kaçırılıp işkence ile öldürülen 7 TİP’li öğrenci ve İstanbul Üniversitesinde güpegündüz üzerlerine bomba atılarak katledilen onlarca öğrenci, o dönemden ilk aklıma gelenler. İşte Bedri Koraman’ın karikatürü tam o dönemde yayınlandı. O güne kadar bağlı tutulan yedek güçler sokağa salınmıştı. Bu katliamları sağcıların yaptığı apaçık kanıtlarıyla ortaya çıktığı halde, 12 Eylül 1980 darbesi solun üzerine balyoz gibi indi. Sivil faşist çetelerin yarım bıraktığı kirli işi, Kenan Evren ve şürekası üstlendi. Sonuç: 17 bin fail-i meçhul. Boşaltılan – yakılan köyler.
                      Bugün kimi “aydın”lar bellek kaybına uğramış görünüyor. MHP’nin değiştiğinden, AKP’nin demokratlığından söz ediliyor. Mersin ve Trabzon’daki olaylardan sonra 200 aydının yumuşak bir dille kaleme aldıkları bildiriye bile tahammül edemeyen ve onları “Evlerinizde oturun, bu işlere karışmayın” diye tehdit eden Susurluk sanığı Mehmet Ağar’ın beyanatları alkışlanıyor.
                     
                      Trabzon bir dönüm noktası mı?
                     
                      12 Eylül 1980 darbesinden sonra iktidar ortaklığı, bakanlık ve milletvekilliğiyle ödüllendirilen ‘ülkücülere’, derin devlet 25 yıl sonra yeniden ihtiyaç duyuyor. Ve Bedri Koraman’ın otuz yıl önce çizdiği karikatürdeki gibi kurtların ipleri çözülüyor. Mersin’deki bayrak olayını abartıp krize dönüştüren bu güçler, Trabzon’da yasal haklarını kullanıp bildiri dağıtan dört delikanlıyı parçalayıp öldürmeye kalkıyor. Arkasından Sakarya’da basın açıklaması yapmak isteyen bir gruba linç girişimi ve diğer saldırılar.
                      Trabzon turnusol kağıdı işlevi görüyor. At izinin it izine karıştığı ülkemizde, Trabzon’daki linç girişimine bakış ve ilk tepki foyaları meydana çıkarıyor. Öyle ya, Felluce ve Filistin direnişini selamlamak kolay; derin devlet rahatsız olmaz. Gelin, demokratlığınızı Trabzon’da, Mersin’de, Diyarbakır’da gösterin. Aradan bunca zaman geçmesine karşın hala hayasızca Mersin’de, Trabzon’da bayrak yakıldığı yalanını söylüyor satılık kalemler. Halkı göreve, yani linçe davet ediyorlar. Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir, kurt işareti yapıp örgütlü linç girişiminde bulunan ‘ülkücülerden’ sözetmek yerine, F Tipi cezaevlerini protesto etmek amacıyla bildiri dağıtan beş delikanlının Türk milletinin huzurunu bozduğundan, bunun üzerine halkın milli tepkisini ortaya koyduğundan sözediyor.
                      Gerçek ortaya çıktığı halde kimse özür dilemiyor, asıl suçlular yakalanmıyor, hükümet kendi koyduğu ve savunduğu yasalarını uygulamaya yanaşmıyor.
                     

Biz bu filmi ve bu karikatürü daha önce görmüştük


Oysa herkes biliyor ki, bu “milli refleksler” daha önce Çorum’da, Maraş’ta ve Sivas’ta yaşanmış ve yüzlerce insan katledilmişti.
                      Oysa herkes biliyor ki, daha birkaç gün önce Konya Ülkü Ocaklarında yapılan aramada on kadar tabanca, üç bıçak, sopa ve işkence aletleri ele geçirildi. Yani “ülkücüler” yeniden silahlanmaya başlamıştır.
                      Oysa herkes biliyor ki, halktan, halkın tepkilerinden dem vuranlar bir gün olsun işçiden, memurdan, köylüden, yani emekçiden yana olmadılar. Sermayenin çıkarlarına hizmet ettiler.
                      Oysa herkes biliyor ki, bütün bunlar, ırkçı saldırılara zemin hazırlayan komplolardır. Pabuçlarının dama atıldığını düşünen güçlerin siyaset sahnesine yeniden çıkmak için yaptıkları gövde gösterisidir.
                      Oysa herkes biliyor ki, bu saldırıların amacı vatanı, milleti korumak değildir. İncirlik üssü ülkemizde kurulurken, 6. Filo’nun askerleri denize dökülürken bu sahte vatanseverler ortada yoktular.  
Bilenlerin çoğu konuşmuyor. Konuşanların çoğu yalan söylüyor. ‘Demokrat’ geçinen gazeteciler, politikacılar, ‘aydınlar’, savcıları göreve çağırmak yerine, kurt işareti yapıp, kan istiyoruz diye bağıran gözü dönmüş linç girişimcilerini dolaylı olarak destekliyor.
                      Gerçekleri konuşup yazanlar, ülkemizin yeniden karanlık, bulanık bir mecraya girmesini istemeyenler hala azınlık. Ve bu azınlık önce hükümeti sağduyulu olmaya çağırıyor. Taşlar bağlanıp kurtlar ininden çıktıktan, aba altından sopalar gösterildikten sonra, gecikmeli olarak devletin zirvesi sağduyu çağrısı yapıyor.
                      Biz bu filmi ve bu karikatürü daha önce görmüştük...”
                     
Demiştim eski makalemde.

Sonsöz: Peki, bu gün ne yapmalı. Öncelikle nasıl “hepimiz Filistinliyiz, hepimiz Ermeniyiz, hepimiz Aleviyiz, hepimiz Roboskiliyiz” diye geçmişte safımızı belli ettiysek, ezenlere karşı, faşizme karşı ezilenlerin safında yer aldıysak, bu gün de HDP’li olalım, olmayalım, eğer özgürlük ve eşitlik istiyorsak, “Hepimiz HDP’liyiz” diyerek sokaklara çıkmalıyız.