Adil Okay
Burjuva Sanat - Proleter Sanat – Devrimci Sanat Ayrımı Var mı
Ya da Sanat hakkında sorular...
Yazımın
başlığı iddialı oldu değil mi? Evet, “Burjuva sanat - Proleter sanat - Devrimci
sanat” kategorileri tartışmaya açıktır. Devrimci sanatçı, burjuva sanatçı” diyebiliriz
elbette. Ya da bir sanatçının devrimci mücadeleye katkısı sorgulanabilir. O
takdirde de sanat değil “etik” tartışırız. Çünkü sanatın biricikliği ilkesi
esastır. Yani bir esere öncelikle “sanat mı - değil mi” diye bakmak gerekir
kanısındayım. “Proleter sanat mı, devrimci sanat mı, burjuva sanat mı” diye
değil. Soru, sanat felsefesi açısından yanlış. Neo-liberal dönemde “sanat”ın
içi boşaltıldı. “Kiç” yenilik adı altında tekrar moda oldu. “Her şey sanattır”
söylemi piyasanın “sloganı” haline geldi. Bienaller de “tüccarların” elinde
ucubeleşti. Diğer yandan da bu gelişmelere karşı çıkma - direnme adı altında soldan
bir kesim “statükocu” olarak kalmayı tercih etti.
Sözünü
ettiğim statükocu mantıktan yola çıkarsak; “romanın çıkışı burjuvadır” diye
roman yazmayı bırakmak, “klasik müzik burjuvadır” diye de dinlememek gerekir. Bir
ressam işçileri grevde ya da çalışırken “klasik - mimetik” resmetmiyorsa, örneğin
kübist veya nü resimler yapıyorsa onu “devrimci değil, devrimci sanat yapmıyor”
diye dışlamak da en hafif değimle kültürel geriliğin göstergesi değil midir?
Gezi
olaylarında enstrümanlarıyla en ön sırada kavgaya katılan Praksis grubundan
Serdar Türkmen şunları söylüyor: “Sanattan,
hele de devrim ile ilgili olan sanattan bahsederken, genelde ‘öncü çalışma’nın
niteliği ile ilgili konuşuyoruz. ‘Devrimci sanatın ilkeleri’ni ortaya koymaya
çalışanları hayretle izliyoruz. Sanatçıya görevler icat etmenin yanı sıra,
bugünün sanatsal düzeyini görmezden gelip, ‘tu kaka’ ilan ederek geçmiş sanat
değerlerine tutunmanın (onlarca ‘korumak’) bizi ilerletmediği de ortada. Sanat
çevreleri devrimden ve devrimcilerden oldukça kopuk! Devrimci sanat diye
sunulan bir sürü niteliksiz eser var...”
“Sanatmetre
ya da sanat zabıtaları”
Türkmen’e ek yapayım: Şairleri
artık aşılan “hece veznine” çağıran veya slogan şiir yazmaya zorlayan
“devrimcilerin” solculuğu da tartışmaya açıktır. Statükoculuk ile devrimcilik
arasında ayrım olmalıdır. “Bağlama devrimcidir, gitar burjuvadır”, “Davul
devrimcidir, piyano burjuvadır”a kadar gider bu yanlış okumaların sonuçları. Ama
eğer, sanatı ve sanatçıyı karikatürize etmek değil de ciddi ve kapsamlı sorgulamak-eleştirmek
ise amacımız, alan geniştir: Sanatın “Pazar”da tüketim nesnesi
olarak değerlendirilmesini, ‘Kültür - Sanat Endüstrisi’nin (Endüstri sözcüğünün
arz – talep – sipariş, kâr ve çıkar’ı çağrıştırdığını düşünerek) sanata saldırı
olup olmadığını tartışabiliriz. Sanatçıların ‘aydın’lığını, toplumsal alt üst
oluş dönemlerinde aldıkları tavrı sorgulayabiliriz. H. B. Kahraman’ın,
“Türkiye’de ‘Çağdaş sanat’ kavramını
kullanan burjuvazi hayal kırıklığı yaşıyor” saptamasının nedenini
irdeleyebiliriz. Alain
Badiou’nun, “Devlet gücünün koruması
altındaki sanatla, tamamen militan olan sanatı ayırmayı öneriyorum… Sonuca
değil de sürece katılması militan sanatı ontolojik ve biçimsel manada resmî - ideolojik
sanattan ayırır…” belirlemesini ve bunların yanı sıra “Sponsorlar”
meselesini sorunsallaştırabiliriz.
Devletten ya da tekellerden nemalanmak için ruhlarını şeytana satan
“sanatçıları”, Bienallerde sanat adına yapılan ticareti, toplumsal konuların
“meze” yapılmasını eleştirebiliriz. Özcan Yaman’ın “Sanat,
bir yatırım aracı hâline geldi” cümlesinde ifadesini bulan eleştirisini tartışabiliriz. “Her
şey sanattır” diye, sanatı ve sanatçıyı metalaştırmaya çalışan görüşe karşı
şair Celal Soycan’ın bir sanat söyleşisinde, “O halde neden konuşuyoruz. Hadi evimize gidelim” diye ortaya
koyduğu haklı tepkiyi açabiliriz. ‘Kitle kültürü’, ‘popüler kültür’ ve
‘burjuva kültürü’ arasındaki ayrım ve bunların hangisinin “sol kültürde” baskın
olduğu hakkında kafa yorabiliriz. Diğer
yandan varlık nedenlerini “kapitalizmi yıkmak, sermaye sınıfına karşı savaşmak”
olarak açıklayan ve “devrimci sanat- proletarya sanatı” söylemlerini sık
kullanan kimi sol grupların da bir etkinlik için “patronların” kapılarını
çalmalarını sorgulayabiliriz. Aldıkları yardım karşılığı onların reklamlarını
yapmaları, afiş ve broşürlerinde bu (orta veya büyük) burjuvaları yüceltmeleri,
onların adlarını tanıtım broşürlerinde sanatçıların adlarından daha büyük yazmalarını
eleştirebiliriz.
Ama bütün bunları eleştirirken
- sorgularken, elinde “akıl metre ya da sanat metre” olduğunu sanan “sanat zabıtaları”
gibi davranmamak, sanata ve sanatçıya “burjuva - küçük burjuva – devrimci -
proleter” adlarını öyle kolayca takmamak
gerekiyor.
Bu bölümü Erzurum
Üniversitesinde hunharca katledilen sosyalist bilim insanı, şair ve düşünür
Bedrettin Cömert’ten bir alıntıyla tamamlamak istiyorum:
“Devrimci
sanat nitelemesine katılmıyorum. Nedeni şu: Devrimci sözcüğü, benzer
birçok nitelemeler gibi kapsamı kolaylıkla belirlenemeyen, bu yüzden de her
yana çekilebilen bir etiket oldu. Ayrıca bu sözcük, devrimci eylemin gerçek
içeriğini, bu eylemin kaçınılmaz tabanı sınıfsallıktan uzaklaştırıyor gibime
geliyor. Devrimci
sözcüğünün, sanat tartışmalarını, salt ideolojik bir alana sürüklediğini,
giderek sanatın kendisinin unutulmasına yol açtığını ileri sürüyorum. Ayrıca,
devrimci adıyla piyasaya sürülen sanat ve edebiyat ürünleri de, bu ayrımsız
etiketin gizleyici etkisiyle, sanatsal hiç bir işçilik ve emek içermedikleri
halde, sanat gibi yutturulmak isteniyor…”
“Burjuva
heykel – Devrimci heykel” ve Postmodernizm
Postmodernizmin
kafa karıştıran söylemlerine tepki olarak içe kapanmak, sanatı sadece sloganla
sınırlamak da baştan zayıf düşmek demektir. Postmodernizmi eleştirmek için Michael
Albert, Noam Chomsky, Edward S. Herman ve/veya çağdaş Marksist filozoflardan Eagleton
ve Badiou okumazsak argümanlarımız zayıf kalır. Zira 1934’te sosyalist
gerçekçilik manifestosu ilan edildiğinde ne neoliberalizm vardı ne de
postmodernizm. Ne sürrealizm akımı başlamıştı, ne büyülü gerçekçilik ne de
kübizm. Dolayısıyla sadece Gorki, Jdanov veya Lunaçarski okursak, o dönemde
kalırsak önümüzü göremez ve gelişmelerin analizini yapamayız. Diyalektik ve Tarihsel
materyalizmi içselleştirmeyen insanlar, şeyleri, olay ve olguları yaşandığı
tarihsel süreçten koparıp yorum yaparlar. 1934’te, sosyalizmin inşası dönemindeki
uygulamalarda takılı kalırlar. Aynı geri yorumlar; sloganların ilelebet geçerli
olduğunu sanır ve kökenlerini araştırmazlar. Örneğin Yılmaz Güney’in sözlerini
sloganlaştıran arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu, şu doğru saptamalarının
kökeninin onun Lukacs okumalarına dayandığını bilmezler:
“Hayatın her alanında
iyi sanatçılar, başarılı sanatçılar olmak ve yetiştirmek zorundayız. Biz
sazımızı çok iyi, çok iyi çalmalıyız. Biz, iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz.“ Kaldı ki bu cümleler de Yılmaz Güney’in ajitasyon - propaganda
merkezli konuşma metinlerinden alınmıştır. Güney, devrimcilerin sanatlarını iyi
yapmalarını salık verir.
Bir not
düşeyim: Yılmaz Güney’i sinema tarihine büyük harfle yazdıran onun komünist
olması değildir sadece. Güney, Brezilyalı Rocha ile birlikte “modern politik
sinema akımının” kurucusu sayılmaktadır. Yani sinema tarihine “sanatıyla”
girmiştir. Yılmaz Güney, “Yılmaz Güney” olana kadar çeşitli denemeler (Arada
acemi – kötü – ticari filmler de) yapmış ve yıllar süren çalışma ve okumalar
sonucunda kendi üslubunu-biçemini yaratmıştır.
Sanat sadece edebiyat değildir
Sorgulamaya
çalıştığım “sanat”ı açarsak, edebiyatın yanı sıra, plastik sanatları (resim,
heykel), sinemayı, tiyatroyu, müziği bile indirgemek zorunda kalırız. Eğer bir
sanat disiplininde bir tanım-kavram kullanıyorsanız, bilmelisiniz ki aynı tanım-kavram
tüm sanat disiplinleri için de kullanılabilir. Örneğin “mimaride kiç’i
savunuyorum, yakışıyor ama edebiyatta savunmuyorum, yakışmıyor” diyemezsiniz. Siz
sanatın tüm disiplinlerinde kiç’i savunmuş olursunuz. “Devrimci şiir– burjuva
şiir” diye yazarsanız (propaganda konuşmalarından değil yazmaktan söz ediyorum)
aynı mantıkla devam etmek zorundasınız: “Devrimci resim, burjuva resim, devrimci
heykel, burjuva heykel…” Komik geliyor değil mi?
Ama “Epik
tiyatro, romantik sanat akımı, klasik sanat, modern sanat, kiç sanat, gerçekçi
sanat, toplumcu - sosyalist gerçekçi sanat…” diyebiliriz. Bunun yanı sıra sanat
akımlarının doğuş döneminde devrimci olduklarını söyleyebiliriz. (Toplumsal
devrim değil anlatılmak istenen) Onun da nedeni bir önceki akımdan doğarak yeni
bir akım yaratıldığı içindir. “Hece vezni”, “Aruz vezni”nin bukağısını kırdığı
için devrimdir. “Serbest Nazım” da hece veznini aştığı için devrimdir. “Gerçekçi”
akımın 19. Yüzyılda devrim olduğunu söyleyebiliriz. Dada’cılık, Sembolizm, Eleştirel
Gerçekçilik ve sosyalizmin inşa döneminde doğan ‘Sosyalist Gerçekçilik’,
döneminde devrimdir. Daha sonra başlayan “Sürrealizm” yeni bir akım olduğu için
devrimdir. Brecht’in başlattığı “Epik Tiyatro” akımı devrimdir. Resimle
başlayan “Kübizm” sanat tarihinde devrimdir. Sinemada “Modern politik sinema”
akımı devrimdir, “Yeni Dalga” akımı devrimdir… diye devam edebiliriz.
Sanatçıların “toplumsal görevleri” ve “Sosyalist Sanat kurulu” var
mı?
“Sanat
sanat için mi, sanat toplum için mi?” sorusunun modası geçmiştir. Sanatın, “sanat
olarak” önce sanat olmak, “biricik” olmak, “özgün” olmak amacı vardır. Ancak “sanatçıların
toplumsal amaçları olabilir”. Zira onların duyargaları her daim açıktır. Dolayısıyla
sanatçı hakikatlere gözlerini yummamalı, estetiğin - güzelliğin peşinden
giderken eleştiri oklarını köreltmemelidir. Bu konuyu Michael Foucault’nun
değerlendirmesiyle açıklamaya çalışayım: Dürüstlüğün kanıtı, hakikât
anlatıcılığıdır. Bu anlatım günümüzde ses, söz, yazı, yontu, fırça, nota,
sinema ve tiyatro ile de yapılmaktadır. Yani “Yunan felsefesindeki ifadesiyle
bir parrhesiastes olmak, özgür düşünce ve ifadeyi vazgeçilemez ilan eder.
Sanatçı, özgürlüğü kullanırken: Kandırma yerine dürüstlüğü… Sahtelik ya da
sessizlik yerine hakikâti… Yaltaklanma yerine eleştiriyi… Kendi çıkarlarını
koruma ve kayıtsızlık yerine itirazı tercih eder.”
Ama bu itirazın da mutlaka, (günümüzde)
“Sosyalist (toplumcu) gerçekçi akımla” yapılmasını da beklememek gerekir. Kanımca
bu yargı -dün görece doğru olsa bile- bu gün itibariyle yetersizdir. Sürrealist
ya da kübist bir ressamın - şairin itirazını yok mu sayacağız. Toplumsal
içerikli sözleriyle bilinen bir Rep grubunu ya da kendilerini anti-kapitalist
olarak adlandıran anarşist sanatçıları nereye koyacağız.
Tartışmayı edebiyatın dışına,
diğer sanat disiplinlerine taşırsak: “Burjuva sanat - burjuva sanatçı- proleter
sanat- proleter sanatçı ” ikilemi bu grupları tanımlamaya yetersiz kalıyor
değil mi? Peki bu önermeyi kabul etsek bile, onların “devrimci-proleter ya da
burjuva sanatçı” olup olmadığına kim karar verme yetkisine sahip. Ya da
tersinden sorayım var mı böyle bir yetkimiz, “Sosyalist etik” ya da “sosyalist
sanat kurul”umuz. Ki unvan dağıtsın. Kanımca bu konuda yapılacak tüm
değerlendirmeler sübjektif olacaktır. Elbette kendini “devrimci - komünist
sanatçı” olarak tanıtanlara, bu kimliği benimseyenlere -eğer söylemlerine çok aykırı
bir yaşam tarzları yoksa ve eserleri sanat ise- itirazım olamaz. Ama Hürriyet
gazetesinde yıllarca “makale” yazan ve milliyetçi güruhtan alkış alan bir şair
“ben sosyalist gerçekçiyim” dese de anlamı-karşılığı olmaz. Yani sürrealist bir
yazar sözünü ettiğim bu şairden çok daha fazla sosyalizm davasına hizmet
edebilir.
Komünist
ama kübist ya da sürrealist sanatçı
Bu konuyla ilgili daha somut
örnekler verip sorgulamaya devam edeyim: Ortaçağdan bu yana sanatta değişim,
dönüşüm ve yeni biçem arayışları yaşanmıştır. Bundan sonra da yaşanacaktır. Akımların
tümü, (Evet, Divan şiiri dahil) DÜNYA KÜLTÜR HAZİNESİNE KATKIDIR. Örnek
vereyim: Bütün devrimcilerin baş tacı ettiği Picasso’nun ünlü ‘Guvernika’
çalışması, sosyalist (toplumcu) gerçekçi değil, kübist bir eserdir. Ölene kadar
Komünist parti üyesi olarak yaşayan Luis Aragon’un, Türkiye’de devrimcilerin
severek okuduğu “Elsa’ya mektuplar” adlı eseri “sosyalist gerçekçi” akıma
girmez. Luis Aragon, sürrealist bir şairdir. Komünist parti üyesi olan Fransız
ressam Andre Fougeron ise sosyalist gerçekçidir. Ve sürrealist Aragon,
sosyalist gerçekçi Fougeron’un kitabına önsöz yazmıştır. Yani birbirlerine
“akım” dayatmamışlardır. İkisi de komünisttir, yoldaştır, biri “sosyalist
gerçekçilik” diğeri “sürrealizm” akımını benimsemiştir.
Frida kahlo ve Rivera Diego
komünist ressamlar olabilir. Ama resimlerine “proleter-komünist-devrimci resim”
denmez. Sosyalist Gerçekçi de değillerdir. Onların sanatına: Soyut, figüratif
dışa vurumcu ve/veya fovist denilebilir. Veya resimlerinin iki hatta üç akımdan
izler taşıdığını belirtiriz. Sonuçta bilinmelidir ki: Bir resme bakarken, “devrimci
mi, burjuva mı, proleter mi” diye bakılmaz. Klasik mi, modern mi, izlenimci mi,
soyut mu, kübist mi v.d. diye bakılabilir.
Bu konu üzerine tersinden bir
eleştiri sunayım: Günümüzde hâlâ “Sosyalist gerçekçi” akımla eser üreten başarılı
sanatçılar vardır. Onları neden “çağın gerisindesiniz” diye küçümsemek de
elitist bir yaklaşımdır. Dünya sanat tarihinde (ve ülkemizde) “burjuva
eleştirmenlerin” bile kabul ettiği çok güçlü “sosyalist gerçekçi- toplumcu
gerçekçi” eserler olduğunu bilmeyen yoktur.
Sosyalist
Geçekçi Lukacs da, her dönemin uğraşmak zorunda olduğu sorunların farklı olduğunu
yazmıştır: “Sorunların başkalığı, doğal olarak, teknikte de farklılaşmayı
beraberinde getirir. Eski tekniklerle eski sorunların yansıtıldığı 19. Yüzyıl
gerçekçiliği kendi zamanında “doğru” ve ‘geçerli’ydi. Ancak 20. Yüzyılda ortaya
çıkan yeni toplumsal gerçeklik karşısında, edebiyat ve sanat da, yeni anlatım
teknikleri geliştirmeliydi.” Derken, belki de bu günlere gönderme yapıyordu.
Yani Marksist kuramcı Lukacs’tan yola çıkarsak da yine aynı sonuca varırız. 21.
Yüzyılda farklı biçim - biçemlerle, farklı akımlarla de sanat yapabiliriz. Bu
yönelim de “sosyalistliğimize - devrimciliğimize” halel getirmez.
İşçi
sınıfına hizmet etmeyen sanat, sanat sayılmaz mı?
Yazının düzeyini düşürmek
amacında değilim. Ancak, çeşitli panellerde, sohbetlerde karşıma çıkan bir
yargıyı sorgulamak istiyorum. O da şu: “İşçi sınıfına (sosyalizm davasına) hizmet
etmeyen sanat, sanat değildir”.
Ne yazık ki bu geri ve özürlü saptamayı
yapanlar da bizim arkadaşlarımız arasından çıkıyor. “Victor Hugo, Mozart, Da
Vinci, Matisse… bunlar sanatçı değil mi”, karşı sorusuyla bu konuyu kolaylıkla
açıklayıp geçebiliriz. Ama yine de Türkiye’den birkaç örnek daha verip bu savı
ortaya atanları düşünmeye sevk edelim: Muhsin Ertuğrul’u, Münir Nurettin
Selçuk’u, Karacaoğlan’ı, Fuzuli’yi, İhsan Oktay Anar’ı, Orhan Pamuk’u
değerlendirirken, öncelikle onların “sanat”çı olduklarını kabul edip söze
başlamamız gerekir.
“Fuzuli sarayın adamıdır, Pamuk
veya Anar ise postmoderndir, bu yüzden yazdıkları okunmuyor…” diye başlayınca ciddiye
alınmayız. “Gülün Adı” nın yazarı Umberto Eco da postmodern bir yazardır.
Gabriel Garcia Marquez’in eserleri “büyülü gerçekçilik” olarak adlandırılır.
Şimdi Eco’yu, Marquez’i nereye koyacağız? Keza İdil Biret, Şıvan Perwer, Arif
Sağ ve Fazıl Say bildiğim kadarıyla sosyalist değiller (keşke olsalardı). Ee bu
isimlerini saydığım insanlar sanatçı değiller mi? Kurulacak sosyalist dünyada
yerleri olmayacak mı? Yoksa enstrümanlarını ellerinden alıp onları taş kırmaya
mı yollayacağız.
Keza, T.
S. Eliot “gericidir” ama dönemindeki edebi biçimlerden daha ötede kimi
“ilerici” deneysel teknikleri seçmiştir ve Eliot, 20. Yüzyılın önde gelen
yazarları arasında sayılır. Keza Eliot gibi gerici saflarda yer alan Condrad’ın
“Notsromo”sunun edebi-estetik başarısı yok sayılamaz
Görüldüğü gibi, “İşçi sınıfına (davasına)
hizmet etmeyen sanat, sanat değildir” saptaması sorunludur.
Diğer yandan, evet, Lenin sosyalizmin inşası
döneminde sanatçıların partili olmasını önermiş, sanatın sosyalizm davasına
hizmet etmesi gerektiğini söylemiştir. Ama “Diğerleri sanatçı değildir,
ürettikleri sanat değildir, tez zamanda kelleleri vurula” dememiştir. Bu o
koşullarda parti politikasıdır. Sosyalist kültür de geleceğin tasavvurudur.
Gelecekte, sınıfsız toplumda proletarya da kalmayacaktır. Dolayısıyla “Proleterya
kültürünün” değil, geleceğin “Sosyalist Kültürünü” oluşturmak için bu günden
harcanan çabalardan söz edilebilir. Lenin, “Proletarya kültürü savunulamaz,
tüccarların (burjuva b.n.) kültürünü öğrenmemiz bile daha önemlidir.” demiştir.
Bunun nedeni açıktır. Proleterlerin, işten arta kalan zamanlarında “sanata
zaman ayıracak mecalleri” (İstisnalar olsa bile) kalmamaktadır. Bu bir
gerçekliktir. İşte sosyalistlerin amacı bu gerçekliği değiştirmek olmalıdır.
“Başka bir dünya mümkün” şiarını, “Herkesin sanat yapabileceği ya da sanattan
yararlanabileceği bir dünya” olarak da
okuyabiliriz.
Marksist estetik var mı ve sanat “üst yapı” öğesi mi?
“Sanat
nedir” sorusuna yanıt ararken, Marks’ın yanı sıra sanat felsefesine katkı sunan
Marksist ya da Marksizan filozoflara - araştırmacılara da başvurmak gerekir. Zira
Marksizm, sanıldığının aksine sanat ve estetik üzerine kapsamlı eğilen bir
felsefi düşünce değildir. Ama tabi Marks ve Engels de sanat meselesi hakkında
kafa yormuşlar ve değinilerde bulunmuşlardır.
Öncelikle altını çizeyim: Marksizm için
sanat, toplumun “üstyapısının” bir parçasıdır. Ama sanatın özerkliği de söz
konusudur. Engels, “Feurbach ve Klasik Alman
Felsefesinin Sonu’na düştüğü notta, sanatın, çok daha az ideolojik olmasından
dolayı siyasal ve ekonomik kuramdan çok daha zengin ve çok daha “opak” olduğunu
ifade eder. Sanatın ideolojiyle bağının, egemen sınıfın çıkarlarını çok daha
açık biçimde somutlaştıran hukuk ve siyasal kuramdan çok daha karmaşık olduğunu
öne sürer. 1890’da Joseph Bloch’a yazdığı mektupta konuyu şöyle açıklamıştır: “
Materyalist tarih anlayışına göre tarihteki belirleyici etmen son kertede
gerçek yaşamdaki üretim ve yeniden üretimdir. (…) Ekonomik durum (alt yapı)
temeldir. Ancak üst yapının çeşitli öğeleri (…) tarihsel mücadeleler üzerinde
kendi etkilerini gösterir.”
Sanat -
Edebiyat, üst yapının parçası olabilir; gelgelelim yalnızca ekonomik altyapının
edilgin bir yansıması değildir. Marks da Engels gibi, alt yapının üst yapıyı
doğrudan dönüştürdüğü mekanik algıyı reddeder. Grundrisse’de, alt yapı ile üst
yapı ilişkisinin simetrik olmadığını belirtmiştir. Üst yapı öğelerinden olan sanat,
kendi iç evrimine sahiptir. Bu evrim sınıf mücadelesinin ya da ekonomik durumun
salt (basit) bir ifadesi – tekrarı – birebir yansıması değildir. Üst yapının
öğeleri sürekli olarak geriye (bazen de çok ileriye) doğru tepki verip ekonomik
alt yapıya da etki eder. Tarihe ilişkin materyalist kuram, sanatın kendi başına
tarihin akışını değiştireceği tezini reddeder. Ancak sanatın bu değişimde etkin
bir öğe olduğunda da ısrar eder. Marks, alt yapı- üst yapı ilişkisinin mekanik -
birebir eşitleneceği yanlış algısına karşı Yunan sanatını örnek vermiştir. “En
büyük sanatsal gelişmelerin üretici güçlerin en yüksek gelişimine bağlı
olmadığı, sanatın gelişmiş olduğu ancak ekonomik açıdan gelişmemiş bir toplum
olan Yunanlılar örneğinde kanıtlarıyla açıktır.” diye Marks’tan aktaran Eagleton’a
göre “ideoloji”, asla egemen sınıfın düşüncelerinin basit bir yansıması
değildir. Aksine dünyaya ilişkin çatışmalı, hatta çelişkili görüşleri kapsayan,
daima karmaşık bir fenomendir. “Bilimsel bir (Marksist) eleştiri; ideolojiyi,
sanata hem bağlayan hem de aralarına mesafe koyan ilkeyi bulmaya çalışır…”
Fransız
Marksist filozof Althusser, sanatın “etik” gibi doğrudan ideolojiye
indirgenemeyeceğini iddia eder. Onun için “bilgi”, katı anlamda ‘bilimsel
bilgi’dir. Yani bir romanın sunduğu değil. Bilim ile sanat arasındaki fark:
Aynı nesnelerle ayrı yolları kullanarak uğraşmalarıdır.
Konuyu uzatabiliriz. Ancak ana temadan uzaklaşma
tehlikesi olduğundan burada “virgül” koymayı tercih ediyorum.
Sonsöz
Bu yazıyı, sorular ve alt başlıklarla sanat
hakkında kelam etmeye çalışan, “ev halkından” bir yazarın bitmemiş çalışması
var sayın. Yazım katkı ve eleştiriye açıktır. Sosyalizmin öncelikle insan
sevgisiyle örülmüş bir öğreti olduğunu, bu öğretinin insan yaşamına, renklerine
verdiği değer ve saygıyı unutmadan “ahlâk, sanat ve hayat” üzerine kelam etmek
gerekiyor diye düşündüğümü belirtmeliyim. Yönetici olmanın imtiyaz değil,
fazladan yük, angarya sayılacağı, Yesenin’lerin, Mayakovski’lerin intihar
etmeyeceği, Edma Goldman’ların dilediği gibi dans edebileceği, kadınların
makyaj yaptığı için toplama kamplarına yollanmadığı, sanatçıların devlet,
piyasa ve mahalle baskısı olmadan diledikleri gibi sanat icra edebileceği bir
sosyalist toplum modelidir sözünü ettiğim.
Sevginin, aşkın, özgürlük ve eşitliğin hâkim
olacağı dünya diyorum ben buna…
Not: Bu yazının bir bölümü Güney Dergisi
Ocak-Şubat-Mart 2014 sayısında yayınlanmıştır.
Kaynakça:
Terry
Eagleton, Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, İletişim yayınları, İstanbul, 2012.
F.
Engels, K. Marx, Sanat ve Edebiyat üzerine, Birikim yayınları, İstanbul, 2011.
Celal
Soycan ile sanat Söyleşileri notları. 2014.
Metin
Çolak, “Georg
Lukacs’ı yeniden düşünmek”, FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2011
Güz, sayı: 12
Ünsal Oskay, “Kahraman
ve ‘Tragedya Açısından Lukacs, Brecht ve Benjamin”,
http://www.halksahnesi.org/incelemeler/kahraman_tragedya/kahraman_tragedya.htm, (2 Şubat 2011).
Berna Moran, Edebiyat
Kuramları ve Eleştiri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1999)
Benjamın, Walter,
“Brecht’le söyleşiler”, çev: Bülent Aksoy, Birikim, cilt 2, sayı 7,
(1975).
Horkheımer, Max &
Theodor W. Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği I-II, Çev: Oğuz Özügül,
(İstanbul: Kabalcı, 1995)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder