18 Şubat 2014 Salı

Türkiye’de Siyaset Ve “Yeni CHP”...





Mustafa Elveren*

Türkiye’nin mevcut sistemi her zaman siyaseti kendi kontrolünde tutmaktadır. M. Kemal’in ölümünden sonra yaratılan sahte Kemalizm bazen sağ siyaset, bazen de sol siyaset olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimi zaman da merkez sağ ve merkez sol şeklinde siyaseti dengede tutuyor.

Bu siyasi sistemde sağ ve sol siyaset çizgileri birbirleriyle yarışıyormuş gibi yapıyorlar. Gerektiğinde tarikat ve cemaat biçiminde de siyaseti dengeleyebiliyor. Diyanet İşleri Kurumu ile birlikte “Hoca Efendi” ve “Cüppeli Hoca” gibi kişilikler yaratıp, din-iman-ezan, vatan-millet-bayrak söylemiyle halklar uyutulmaktadır.

Buradan hareketle; resmi ideolojinin temel felsefesini oluşturan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) “SOL”, Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) “SAĞ”, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKParti) ise “MERKEZ” olarak halklara yutturulmaktadır.
Türkiye’nin en önemli temel sorunlarından Kürt ve Alevi konusunda Tuncelili iki Kemal’in (Kılıçdaroğlu-Burkay) sahneye çıkması tesadüfü olduğunu düşünmüyorum. Zaten Kemal Kılıçdaroğlu’nun Dersim’de yaptığı tek icraatı Dersimli Ferhat Tunç’a karşı Tuncelili Kamer Genc’i tekrar Meclis’e göndermek oldu.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen; CHP'nin başında bulunan Dersimli Kemal Kılıçdaroğlu gibi bir lider bu partinin değişimini ve dönüşümünü sağlayabilir mi? Parti içindeki ırkçı çıkışlara rağmen gücü ve iradesi var mı?
Van’da düzenlediği mitingde ’Mustafa Muğlalı Kışlası’nın adını iktidara gelince kaldıracağız" diyen CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, aynı şekilde başta Muğla’daki Mustafa Muğlalı caddeleri olmak üzere tüm Türkiye’de Mustafa Muğlalı ismini kaldırılacağını söyleyebilecek mi?

Çok zor görünse de biraz cesaret gösterip, risk almasına bağlıdır. Sayın Kılıçdaroğlu’nun iyi niyetli ve dürüst biri olduğunu herkes söylüyor. Bir zamanlar rahmetli Erdal İnönü ve Bülent Ecevit için de söyledikleri gibi. Önümüzdeki süreçte hep birlikte izleyip göreceğiz.

Artık “yeni CHP” Kemalizm’e fazla takılmadan, evrensel insan hakları çerçevesinde politikalar üretmeyi başarabilmelidir.
Şimdi bazı okuyucularım, arkadaşlarım ve dostlarım bana; “yahu senin CHP’den hala umudun mu var?” diye sorabilirler.

Benimki umut değil, kendimce doğru olduğuna inandığım tespitlerdir. Dolayısıyla CHP’yi analiz etmek ülkemiz ve halklarımız açısından bence yararlı olur.

Türkiye’de sistem, siyaseti her zaman kontrolünde tutsa da, bu antidemokratik seçim yöntemini zorlayıp, demokratik kanallar açmak için uğraş verilmelidir.
Kişiler ya da örgütler kendi çıkarları için “Şeytanla bile iş birliği yapabilirler”. Öyle ise, birçok uygar ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ilkeli siyasi ittifaklar yapılabilir.

Halkların Demokratik Partisi (HDP) bunu büyük ölçüde başarmış durumdadır. HDP örneği ülkemiz için çok önemli ve yararlı bir model olduğunu düşünüyorum.

Bu günkü Dünya siyaset konjonktürünü göz önüne alarak, bence sol-sosyalist hatta liberal özgürlükçü çevrelerin de içinde olduğu halkların demokratik bloğu yaratılmalı ve esas alınmalıdır.

17.02.2014


*Emekli Öğretmen

15 Şubat 2014 Cumartesi

Kürt devleti istememek ve insan aklı…



Faiz Cebiroğlu

Çoğu zaman hayret ediyorum. İnsan aklının  ”durmasına” hayret ediyorum. Duran akıllarda hayret ettiğim insan tipleri çoktur. Ama en hayret ettiğim;  ”sınıflar, devletler ve uluslar”  dünyasında, ”devlet / ulus istemiyorum”  diyen insan aklıdır. Böylesi aklın, düşünce mekanizması duran bu aklın, ”ezen ulus ve devletlere hizmet ettiğini düşünemeyecek  durumda” olmasıdır. Hayretlik ve şaşkınlık burada yatar. Hayretlik ve şaşkınlık, duran insan akıllarında yatıyor.

Ezilen ve Orta-doğu’nun iç-sömürgesi olan Kürtlerin neden devleti / ulusları olmasın?

Kürt devletine / ulusuna karşıyım diyen, politik önderler nasıl bu duruma geldi ve getirildi?

Bu sorular üzerinde, ”ezen – ezilen” psikolojik çerçevede bakmak gerekiyor. Bu,  ezen / ezilen çerçevede, geçici de olsa, insan aklı duruyor. Duran akılda,  mantık ta olmuyor, olur mu?  Duran bir akılda, ancak ve ancak “ezen ulus ve devletlerin” aklı gibi düşünmek oluyor. Bu da, akılsız olmak demektir.

Sınıf, kapitalist devlet ve uluslar dünyasında, ”Kürt devleti” ve ”Kürt ulusu” istemiyorum demek, akılsızlıktır. Akılsızlık, çirklinliktir. Dünyada toplumsal olarak en büyük çirkinlik, kendi ulusunu sevmemek demektir!

Herkes ulusunu sevmelidir.

Herkes ulusunu ama ezmeyen ulusunu; herkes devletini ama ezmeyen devletini sevmelidir.

Uluslaşma sürecine en geç kalan Kürtler olmuştur. Bu yüzden, Kürtler, ulusunu sevmelidir! Yalnız Kürtler değil, herkes ulusunu sevmelidir;  zira uluslaşmak, ulus olmak, bir doğum gibi güzeldir. Ulus, tüm değerleri ile güzeldir. Kürtler bir ulustur. Kürt ulusu ve devleti doğmalıdır. Güzeldir.

Ulus, özünde, doğum demektir. ”Nation,” Latince’den, ”nascire”den geliyor. Doğumdur.

Uluslar, belirli tarihlerde, feodalizmin çözülüp, yerini kapitalizme bıraktığı bir çağda doğuyorlar. Yükselen kapitalist çağının doğumunda; dil, toprak, ekonomi, kültür ve psikolojik ortaklıklık gibi değerler ortaya çıkıyor. Bu doğumun birliğine ulus deniyor. Ulus, budur. Tarihsel bir doğumdur.

Köylü tabanından ve bağrından bir burjuva oluşumu çıkıyor: Bu, ulustur.

Feodalizmin çözülüp, yerini kapitalizme terketmesiyle, üç politik kavram da bütünleşiyor:  Devlet, demokrasi ve ulus.

Devlet, demokrasi ve ulus. Hem kaiptalist toplumlarda, hem de sosyalist toplumlarda varlıklarını sürdüreceklerdir. Yönetim biçimleri ne kadar farklı olursa olsun, her iki sistemde, bu üç kategori ( devlet, demokrasi ve ulus) vardır. Zira, komünizme kadar, sınıf devlet / ulus devlet vardır. Böylesi objektif koşullarda, ”devlete karşıyım” ya da ”ulusa karşıyım” demek, ne kadar gerçekçi olur?

Böylesi objektif koşullarda, daha dilini özgürleştirmeyen bir halka, bizler devlete ve ulusa karşıyız demek, ne kadar  ”mantiki” olur? Olur mu?

Devam eden insan evrim tarihini tümden yadsıyıp, ”ütopist” mantıkla, ”devlete” ve ulusa” karşıyım demek, ne kadar, ”ulus sevgisi” olur? Olur mu?

Bu konular üzerinde duruyoruz. Bu konuları yadsıyan ve duran insan aklına ”çareler” bulmaya çalışıyoruz.

Kolay değildir.

Kolay olmayan, duran insan aklını tekrar çalıştırmaktır.

Kolay olmayan, ezen, sömürgeci ülkelerde rehin alınan ve durdurulan insan aklını tekrar harekete geçirmektir.

Akıl durmaz. Doğum durmaz.

Yeni akıl, yeni doğumda olacaktır.   Her doğum zordur, ama en son doğum güzel olacaktır: Ulus olacaktır. Kürt ulusu olacaktır!

14 Şubat 2014 Cuma

Yerel Seçim Sisteminde barajdan haberiniz var mı?..



Adil Okay
okayadil@hotmail.com

 Biz, “doğrudan demokrasi” talep ederken, egemenler “temsili demokrasi”yi bile bu halka fazla görüyorlar. Birkaç örnek vereyim: Eğer halkın temsili gerçek olsaydı, “parlamentolarda “gizli oturum” olmazdı. Örtülü ödenek olmazdı.  Kanun hükmünde kararnameler olmazdı. Torba yasalar olmazdı. Kamu İhale Kanunu 57 kez değişmezdi. Geride kalan 11 yıllık AKP iktidarında Kamu İhale yasası tam 57 kez değiştirildi.” Neden? Nedeni açık: Yandaş-yeni zengin yaratmak.  Halkın vergileriyle oluşan zenginliği cemaatlere peşkeş çekmek. Oğullara-akrabalara peşkeş çekmek…”

  

 Yerel Seçim Sisteminde barajdan haberiniz var mı?


Bir gürültü var memlekette. Afişlerle çirkinleşen arabalar bangır bangır seçim propagandası yapıyor. Sözler anlaşılmıyor. Sesler, isimler, parti adları, logoları, suretler birbirine karışıyor. Gürültü ve görüntü kirliliği had safhada. Özellikle işe gidiş geliş saatlerinde eksoz dumanlarından, anlamsız – gereksiz kornalardan rahatsız olurken, şimdi de falanca – filanca partinin gürültülü, ucube seçim propagandaları içimizi daraltıyor.
‘Hizmet yarışına’ giren aday adayları dönemini geride bıraktık. Aday adayları yerlerini adaylara bıraktı. Ortalık durulur diye beklerken, bir de baktık ki gürültü ve görüntü kirliliği artmaya başladı. Gökyüzünde aday ve parti isimlerinin bulunduğu dev balonlar çarpışıyor. Arabalardan, balkonlardan aşağıya kocaman belediye başkan adayı resimleri sarkıyor. Reklamcılar ve matbaacılar ellerini ovuşturuyor. Televizyon ve radyolar, reyting değil ama kazanç rekoru kırıyor. Basında danışıklı dövüşü çağrıştıran röportajlar, söyleşiler, sığ tartışmalar bıkkınlık veriyor. Sözde hepsi hizmet yarışında! Hepsi en en en iyisi! Ama ufuk açıcı, ikna edici, cesur program yok.
Hemen hemen tamamı erkek olan adayların maşallah suratlarından nur yağıyor! Sanki onların büyük çoğunluğu değil, (istisnalar olsa bile) kadın ve çocuk haklarını yok sayan, baskılara, insan hakları ihlallerine, yolsuzluklara, mahpuslara yapılan zulme, kentlerinde, ülkede ve dünyada doğanın katledilmesine seyirci kalan. Bu seçimde de Kadın aday yok sayılır. Mecliste yer alan partilerden Sadece BDP ve HDP bu konuda duyarlı. .
Bu görüntü ve ses kirliliği yanı sıra asıl değinmek istediğim konuya gelmek istiyorum.  Seçmenlerin, hatta adayların “temsili demokrasi” ile açıklanamayacak “YEREL SEÇİMLER BARAJINDAN” yani “ONDA BİRLİK SİSTEM”den haberleri yok. Biz, “doğrudan demokrasi” talep ederken, onlar “temsili demokrasi”yi bile bu halka fazla görüyorlar. Birkaç örnek vereyim: Eğer halkın temsili gerçek olsaydı, “parlamentolarda “gizli oturum” olmazdı. Örtülü ödenek olmazdı.  Kanun hükmünde kararnameler olmazdı. Torba yasalara olmazdı. Kamu İhale Kanunu 57 kez değişmezdi. Geride kalan 11 yıllık AKP iktidarında Kamu İhale yasası tam 57 kez değiştirildi.” Neden? Nedeni açık: Yandaş-yeni zengin yaratmak.  Halkın vergileriyle oluşan zenginliği cemaatlere peşkeş çekmek. Oğullara-akrabalara peşkeş çekmek
Şimdi, 12 Eylül diktatörlük yasalarına dayanan, “Onda birlik sistemi”, Örsan Ö. Akbulut’tan yapacağım bir alıntıyla açıklamaya çalışayım: “Bu oluşum biçimi, yerel meclislerin seçim sistemini düzenleyen, 1984 yılında Özal iktidarı döneminde çıkarılan 2972 sayılı Yerel Seçim Yasası'nın öngördüğü seçim sistemine dayanmaktadır. Bu sistem, büyük partilerin lehine işleyen bir mantığa sahiptir. (…) 1984 yılına gelinceye kadar, d'Hondt usulü nispi temsil sistemi uygulanmaktaydı. 1984 yılında çıkarılan yasa, bu sisteme bir de, onda birlik baraj uygulaması getirmiştir. Böylelikle, klasik d'Hondt usulünün bile küçük partiler aleyhine olan yapısı daha da güçlendirilmiştir. Çünkü, onda birlik sisteme göre bir seçim çevresindeki geçerli oyların onda biri, tüm partilerin ve bağımsızların aldıkları oylardan ayrı ayrı çıkarılmaktadır. Böylece, partilerin ve bağımsız adayların temsil güçlerinde bir azalmaya gidilerek oy dağılımı gerçekleştirilmektedir.
Bu durumu bir örnek ile açıklamaya çalışalım. 1. 800.000 nüfusu olan ve 18 il genel meclisi üyesi çıkaracak bir ilçede, il genel meclisi üye seçimine 6 siyasi partinin katıldığını varsayalım. 700.000 geçerli oyun partiler arasındaki dağılımı ve kazandıkları üye sayısının şöyle olduğunu düşünelim:
Onda Bir İndirimi Uygulanmadan;

(YANİ SEÇİM BARAJI OLMADAN)

A Partisi 250.000 %35.71 ---  7 üye   (%38.88)
B Partisi 150.000 %21.42  --- 4 üye   (%22.22)
C Partisi 82.000 %11.21   ---  2 üye   (%11.11)
Ç Partisi 75.000 %10.71   ---  2 üye   (%11.11)
D Partisi 72.000 %10.28   -----2 üye   (%11.11)
E Partisi 71.000 %10.14  ------1 üye   (5.55)

Görüldüğü gibi oy oranları ile üye oranları arasında genelde adalet ve tutarlılık vardır.

SEÇİM BARAJI İLE SONUÇ
Ancak, 700.000 geçerli oyun onda biri olan 70.000 indirim oranını uyguladığımızda ise şu sonuç ortaya çıkmaktadır:

A Partisi 180.000 ---13 üye
B Partisi 80.000 ----5 üye
C Partisi 12.000 ---üye yok
Ç Partisi 5.000 ----üye yok
D Partisi 2.000 ---üye yok
E Partisi 1.000 ---üye yok

ONDA BİR İNDİRİMİ UYGULANMADAN, İL GENEL MECLİSİ SEÇİMİNE KATILAN 6 PARTİ DE ÜYE GÖNDEREBİLMESİNE RAĞMEN, ONDA BİR İNDİRİMİ UYGULANDIĞINDA SADECE 2 PARTİ ÜYELİK KAZANABİLMEKTEDİR.

Yukarıdaki örneğin de açıkça ortaya koyduğu gibi bu sistem, temsilde adalet ilkesinin gerçekleşmesine engel olduğundan, nispi temsil sisteminin yerel seçimlerde uygulanabilirliğini zorlaştırmaktadır.”

Şimdi Örsan Ö. Akbulut’tan aktardığım bu şemayı MERSİN YENİŞEHİR’e uyarlayalım: 2004 seçimlerinde 31 meclis üyeliği olan bu bölgede geçerli oy sayısı 101.000 imiş.. Ve bunun onda biri olan “10 bin oy” bütün partilerden silinmiş.
Sonuç: 12. 000 geçerli oy alan DTP’nin geriye 2 bin oyu kalmış.
6741 oy alan DSP’nin sıfır oyu kalmış. Ve geriye kalan oylar ile meclis üyeleri belirlenmiş. DTP sadece 1 meclis üyesi kazanabilmiş. DSP ise sıfır.
Oysa bu baraj olmasa DTP bu oyla belediye meclisine 4 üye, DSP ise 2 üye yollayabilecekti. Ve tabi “büyük” partilerin meclis üye sayısı azalacaktı.

Sadece kendimiz için demokrasi istemek olmaz değil mi?

Sonsöz:
Adaylardan çevre için, emek için, kimlik için“ kelam etmelerini bekliyoruz. Zira hem dünyanın hem ülkemizin yakıcı sorunları bu üç başlıkta toplanmaktadır.  Bu başlıklar yanısıra,  “yerel seçim barajı“na karşı da tavır açıklamalarını bekliyoruz.
Madem “temsili demokrasi“den söz ediliyor, bari onun gereklerini yerine getirilsin.
Ama tekrar vurgulayayım, “demokrasi“ doğrudan olmalıdır. Ancak bu takdirde halkın iradesinden söz edebiliriz.

kaynakça:
Yerel Seçim Sistemi Değişmeli, Örsan Ö. AKBULUT, 19.11.2003-cumhuriyet gazetesi.

Fikret Başkaya, “Milli irade” diye bir şey var mı?, www.ozguruniversite.org

10 Şubat 2014 Pazartesi

ÖZGÜR VE LORİN BEBEK....





ÖZGÜR VE LORİN BEBEĞİN HAPİSHANEDE İŞİ NE… YA EKİN ŞİNAR…

Adil Okay
okayadil@hotmail.fr

Görülmüştür ekibinin web sitesinde ve sosyal paylaşım ağlarında yeni bir imza kampanyası var.  Kampanya metni şöyle başlıyor: “Mülkiye Demir Kılınç ismi size bir şey anımsatıyor mu bilmiyorum ama son zamanlarda ‘ikiz bebekleriyle hapse girecek bir anne’den bahsedildiğini duymuş olabilirsiniz…”
“Mülkiye, iki aylık ikiz kardeşler Özgür ve Lorin’in annesi. Mülkiye’nin bebekleriyle beraber hapse girecek olmasına yol açan hikaye bir kitabevinde başlıyor. Mülkiye, satış temsilcisi olarak çalıştığı Mezopotamya Kültür Merkezi’nde bir müşteriye Nâzım Hikmet’in, Michel Foucault’nun, Noam Chomsky’nin, Abdulbaki Gölpınarlı’nın, Elif Şafak’ın, Turgenyev’in, Kazım Karabekir’in kitaplarını satıyor. Her gün olduğu gibi işini yapan Mülkiye, başına gelecekleri tahmin bile etmiyor. Kabus, kitapları sattığı kişinin polis tarafından yakalanıp ‘’kaçakçılık ve terör örgütüne üyelikle’’ suçlanmasıyla başlıyor. Mülkiye de sırf bu kişiye kitap satışı yaptığı için kaçakçılıkla suçlanıyor. Mülkiye nikahından bir gün önce gözaltına alınıyor. Bir yandan dava süreci sürerken, bir yandan Mülkiye hayatını kurmaya çalışıyor. Geç de olsa evleniyor ve hakkında 2 sene 1 ay ceza kararı çıktığında karnında iki bebeğiyle kalakalıyor. Ceza, İstanbul 16. Ceza Mahkemesi tarafından verildi ve Yargıtay’da onandı. Eğer şimdi harekete geçip bu aileye sahip çıkamazsak Mülkiye 19 Mayıs 2014 günü cezaevine girecek. Üstelik yanında minicik Özgür ve Lorin’le!  Mülkiye, ‘’Dışarıda ikisine bakacak kimsem yok. O yüzden yanımda götürmem gerekecek. Nereye konacağımız belli değil; Bakırköy mü, Gebze Cezaevi mi? Bakırköy olsa daha iyi olacak. Kendimi o şekilde avutuyorum. Bebeklerin gelişim dönemi cezaevinde geçecek. Emekleyecek yerleri bile yok. İhtiyaçları olan mamayı bulabilir miyim, bulamaz mıyım, onun kaygısı içindeyim,” diyor. Düşüncelere dalmış, iki yavrusuyla cezaevinde ne yapacağını düşünüyor…”
                                                                                                             ***
Tabi hapishanede ve/veya hapishane kapılarında “büyümeye mahkum edilen çocuklar” sadece Özgür ve Lorin değil. Ben çıkana kadar büyüme e mi… adlı son kitabımda, bu yakıcı sorun mahpusların ve çocukların anlatımıyla kamuoyuna duyurulmaya çalışıldı. Ne yazık ki bu konuda hâlâ ciddi bir “iyileştirilme” yapılmadı. Çocukları olan tutsakların görüş günleri çilesi devam ediyor. Çocuklar ve eşler bazen 24 saat yolculuk yaparak 1 saatlik görüşe gidebiliyorlar. Mahpusların ailelerinin olduğu kentteki hapishanelere gönderilmeleri bile sağlanmıyor. Ziyaretçiler kışın soğuğunda yazın kavurucu sıcaklarda saatlerce “korumasız” alanda açıkta bekletiliyorlar.
Yasalar yorumlanır. Bu bir hukuk ilkesidir. Ama bu ülkede yasalar politik tutsakların aleyhine yorumlanıyor. En son haksızlık Özgür ve Lorin bebeklerin annelerine yapılan. 2 sene 1 ay ceza kararı ertelenemez mi… elbette ertelenebilir. Ama egemenlerin adaleti, anneyi ikiz bebeklerle birlikte hapishaneye yolluyor.
Hapishanede çocuklar nasıl büyüyor. Bu soruma yanıtı çocuğunu hapishanede büyütmeye çalışan Gazal Dülek vermişti. Trajediyi içeriden bir tutsağın anlatması daha önemli diyerek, kitabımda yer alan o mektubun bir bölümünü aktarıyorum:
 “Sevgili Adil Okay, ilk tutuklandığımda (10 yıl önceye ait bir dosyadan dolayı aniden tutuklanmıştım.) kızım Ekin Şinar henüz 10 aylıktı. (…) Bu durumda “bu çocuk cezaevi koşullarında büyümesin diye ne yaptıysak, ne talepte bulunduysak kabul edilmedi. Sonuçta kalan cezamı, 4 yıl kadar süreyi, yatmam gerektiği söylendi. Bir bebek için çok uzun sayılacak bu süreyi savcı yüzüme okuduktan sonra bebeğimle birlikte cezaevine getirildik ve bizim için zorlu süreç başlamış oldu.

Ekin Şinar henüz 10 aylık olduğundan anne sütü yanı sıra mama da veriyordum. Ve inanır mısınız dışarıdan mama almama izin verilmedi. Ona kendi sütümün yanı sıra normal süt vermek zorunda kaldım. Zaten cezaevindeki koşullar bir bebek için uygun değildi. 25 kişinin kaldığı kalabalık koğuşta ve onun için alternatif bir besini pişireceğim bir ısıtıcının dahi olmadığı, yasak olduğu koşullarda yaşamak zorunda kaldık. Sütü de sıcak su içinde ılıtıp verebiliyordum. Uzun süren mücadele sonucu ısıtıcı talebimiz karşılandı.

Hastalandığında benim çocuğuma refakat etmeme izin vermediler. Gardiyanlar tarafından alınıp hastaneye götürüldü. Kabul etmezdim ama çocuk ateşler içinde yanıyordu, çaresiz kaldım bebeğimi, biricik çocuğumu bilmediğim bebek konusunda acemi ellere teslim ettim.

Ekin Şinar hapishanede 1 yaşına geldiğinde
Ekin Şinar 1 yaşına geldiğinde (o sırada babası henüz tutuklanmamıştı.) dışarıda zaman geçirsin ve babasına alışsın diye onu ara sıra dışarıya yollamaya başladım. İlk gittiğinde bir hafta dışarıda kaldı. Dönüşünde sütümü bir daha emmedi. Zaten sütüm de bu sürede kurumuştu. Bu durumda çektiğim fiziki ve psikolojik acıyı anne olanlar bilir. Sonraki süreçte idarenin verdiği normal süt ve yemeklerle beslemeye çalıştım. Yine dışarıdan süt ve ek gıdalar almamıza izin verilmiyordu. Cezaevinin yemekleri de çok yağlı ve salçalı olduğu için çocuk çoğu zaman yiyemiyordu. Yediği zamanlarda da bağırsak sorunları yaşıyordu. Cezaevi kantininde de bebekler için bir şey yoktu.

Yine küçük yaşta ara sıra benden ayrıldığı için çocukta her an anneden koparılacağı, yalnız kalacağı korkusu, paniği yerleşti. Öyle ki onu hep görüşlerde dışarı yolladığımdan “görüşe çıkıyoruz” dediğimde korkuyor, çıkmayı reddediyordu. Elbette çocuğumun çektiği sıkıntı, panik, korku beni de kahrediyor, acılarımı katlıyordu. Onu dışarıya yollamak bebeğimden ayrılmak benim için de kolay değildi. Sonuçta bende de sürekli merak ve endişe hali oluştu. Ama ne yapabilirdim. Mecburdum. Onu dışarıya yollamasam babasını ve dış dünyayı nasıl tanıyacaktı. Ayrıca hapishaneden de sıkılmaya başlamıştı. Onu oyalayacak hiçbir aktivite yoktu. Psikolojik sorunlardan sık sık yüksek sesle bağırmaya başladı. Bazen de kendi saçını çekip, kendini dövdüğü oluyordu.

Bakırköy cezaevinden Gebze cezaevine sürgün edildik. Ayrıca aynı dönemde babası da tutuklandı. Sürgün sürecini yaşamasın diye onu dışarıya göndermiştim. Yanıma döndüğünde yeni bir cezaevinin yabancı ortamı, hem de dışarıda babasını göremeyişi onda büyük bir umut kırılmasına yol açtı. Yeni cezaevine yanıma ilk getirildiğinde yaklaşık bir saate yakın dili tutuldu. Ne benimle ne de ilgilenmeye çalışan arkadaşlarla tek kelime konuşmadı. Öylece boş gözlerle bize baktı durdu. Tabi ben de büyük panik yaşadım. Düşünebiliyor musunuz çocuğum konuşmuyor, konuşamıyordu. Sonra büyük çabalarla onun konuşmasını sağladık.

Ve çocuk Ekin Şinar hapishanede 3. yılına giriyor
Bu şekilde üç yılı doldurmak üzereyiz. Oysa 0-6 yaş çocuğu olan annelere, çocuklarını hapishanede yanlarında barındırma hakkı yanı sıra (bizim gibi az cezası kalanlara) “denetimli serbestlik”, “koşullu salıverme” hakkı da verilmişti. Tabi birçok anne bu haktan “iyi halli değil” gerekçesiyle yaralandırılmadı. Ben de politik olduğum için yararlanamadım. Başvuruma “pişmanım, kimliğimi inkar ediyorum, bir daha böyle bir arayış içinde olmayacağım” gibi onursuz bir metni imzalamam koşulu getirildi. Tabi ki bunu kabul etmemiz mümkün değildi. Etmedik de. Bu süre zarfında çocuğuma karşı ödevlerimi yerine getiremediğim için kendimi hep suçlu hissettim. Onun yaşadığı travma, benim bitmeyen travmam oldu. Karabasanlarım oldu. Vicdan azabım oldu.

Ekin Şinar’ı ayda bir, genelde de açık görüşlerde, dışarı yolluyorum, babasının yanına (babasının kaldığı hapishaneye) götürülsün diye. Bu durumun da onun psikolojisine olumlu etki yaptığını söyleyemiyorum. Zira benimle babasını hiç beraber göremedi.

Ben buradan çıktığımda çocuğum 4,5 yaşında olacak. Yani özcesi, bir çocuğun kişiliğinin, yeteneklerinin, dengesinin şekillendiği yaşlarda, kâh dışarıda bizden ayrı, kâh içeride en zor koşullarda yaşamakta.  Benim en büyük endişem burada yaşadıklarının ileride onun üzerinde ne gibi olumsuz etkiler bırakacağıdır.  Evet, belki ileride anne ve babasından onur duyacak. Özgürlük için bedel ödediğimizi düşünecek ama yaşanamayan yıllar geri gelmeyecek. Bizden çalınan ama özellikle ondan çalınan yıllar. Nedeni ne olursa olsun ve ne yaparsak yapalım gerçek olan bir çocuğa bunların yaşatılmasıdır…   Gazal Dülek, Gebze cezaevi. 01.11.2012…”

Ve şimdi Özgür ve Lorin bebek bu sancılı süreci yaşamaya mahkum edildiler.
Ne yapmalı… mutlaka ses çıkarmalı. Daha çok ses çıkarmalı. İtiraz etmeli. İmza kampanyasının dışına sokaklara taşmalı.

Not: Ceza, İstanbul 16. Ceza Mahkemesi tarafından verildi ve Yargıtay’da onandı. Eğer şimdi harekete geçip bu aileye sahip çıkamazsak Mülkiye 19 Mayıs 2014 günü cezaevine girecek. Üstelik yanında minicik Özgür ve Lorin’le! Kampanyayı imzaladıktan sonra Facebook, Twitter gibi sosyal medya hesaplarınızdan paylaşrak daha çok kişinin duymasını sağlayabilirsiniz. Kampanyanın hızlı paylaşım linki: www.change.org/ozgurvelorin 
09.02.2014


6 Şubat 2014 Perşembe

Şiddet ve tehdit üzerine bir kaç not…




Faiz Cebiroğlu

Roman ve makale yazarı Hasan Bildirici’nin, ”Yazarını tehdit eden toplum”(*) yazısını okuduktan sonra, şiddet ve tehdit üzerine bir kaç not yazma gereği duydum. Pedagoji ve de psikoloji branşın da yer alan birisi olarak; şiddet nedir? tehdit nedir? Şiddet ve tehdite  neden olan olgular nedir? gibi  sorulardan başlayarak, fikirlerimi,  notlar halinde sıralamak istiyorum.

Şiddet nedir? Şiddet, bir insanın bir başka insana karşı giriştiyi sakatlamak ya da öldürmek maksadı ile yaptığı fiziksel saldırıdır. Fiziksel saldırılar: vurma, tekmeleme, itme, boğmaya çalışma, her hangi bir cisimle vurma, bıçaklama,  gibi.

Tehdit nedir? Tehdit, yazıyla, sözle,  ya da el hareketleri ile  yapılan psikolojik şiddettir. Psikolojik tehdit: tehdit etme, küfür etme, tehditkâr bir davranışa sahip olma, bağırma, azarlama, değişik yöntemler ile rahatsız etme, dalga geçme gibi.

Şiddeti ve tehditi doğuran nedenler nedir?

Şiddete ve tehditkâra başvuranlar; başkalarının yazdıklarına katılmayanlar, başkalarının yazdıklarından memnun olmayanlar; ya da başka yazarın politik olgular karşısındaki tahlil ve sonuçlarına katılmamak gibi sebeplerden kaynaklanıyor. Bu tipler, yazılanları okumak, tahlil etmek ve doğru sonuçlar çıkarmak yerine, şiddete ve tehdite başvururlar. Bu tipler, genellikle, çok düşük değere sahip olan tipler oluyor. Bu tiplerin ruh haletleri açıktır:

Bir: Kişi, politik olarak karmakarışıktır.

İki: Kişi bunaklama devresinde ve politik kimliği belirsizdir.

Üç: Kişi, ne yaptığını bilemez bir merhalede ve kendini kootrol edecek düzeyde değildir.

Dört: Bu özelliklere sahip olan kişi, aklı sıra, savunduğu hareketi, şiddetle ve tehditle, koruyor!

Parentez açıyorum: Konuyu, politik ve yazın alanında sınırlı tuttum. Bu alanda, Türkiye, sol / Kürt tarihi, kara sayfalarla doludur.

Devam ediyorum.

Bizler, pedagoglar, sosyologlar ya da bu alanda uğraşan tüm profesyonel kişiler, şiddetsiz ve tehditsiz bir ortam yaratmak için daha da öncel ve güncel olmalıyız. Hiç bir insan, böylesi şiddet ve tehdidi kabûl edemez ve etmemesi gerekiyor. Böylesi yöntemlere başvuran bu ”hastalıklı” kişilere, psikolojik, terapi v.b yardımı yapmalı ve bu insanları tekrar kazanmalıyız.

Yöntemimiz, iletişimizdir. İletişim, branşımız ipuçları:  ”dikkatli olma”, ”kim, nedir, bilme”, ”başkalarının söylediklerini sonuna kadar dinleme”, ”somut olma” gibi, merkezi sözcüklerden başlayarak, şiddet ve tehdit ortamını yatıştırma imkanı vardır ve yaratılır. Bunun tersi bir iletişim, saldırgan, tehditkâr ve suçlayıcı dil, şiddet ve tehditin devamına vesile olur.
Şiddet ve tehdit, ne yazık ki,  var. Bunun önünü kesmek gerekiyor

Bizler. bu konu üzerinde durarak, en azından, politik yaşamda, şiddeti ve tehditi en asgari düzeye indirmek için uğraşmalıyız.

Şiddete ve tehdide hayır diyoruz.

Şiddet ve tehditin önüne geçmek için, tüm yöntemlerimizi kullanalım.

-----------

(*)Yazarını tehdit eden toplum: Rojeva Kurdistan


……….


3 Şubat 2014 Pazartesi

Yazarını tehdit eden toplum…



Hasan Bildirici

Bir arkadaş tanıyorum, yılda bir karşılaşırız. Hüzünlü, mutsuz ve gergindir. PKK taraftarıdır. Bana şöyle der:
"Aslında içimden geçenleri yazıyorsun, soramadığım soruları soruyorsun, bu yanıyla takdir ediyorum, ama yazıların huzurumu bozuyor, içimden seni boğmak geçiyor."
Bu söz ortalama Kürt insanının psikolojisini anlatmaya yetiyor. Karşılaştığımda, yalnız kalmamaya dikkat ettiğim bu arkadaşa olası bir cinayet fırsatı vermemek için aynı evde kalmam.
Bu sıralar yazdığım ve paylaştığım yazılar karşılığında, kendisine PKK taraftarı veya çalışanı sıfatını uygun gören insanlardan bolca hakaret görüyor ve tehdit alıyorum.
Alışılmış tehdit biçimleri:
"Bu ne ayak! Eceline mi susadın oğlum!"
"Yanına geleyim mi? Adresini biliyorum ha!"
"Böyle yazıyorsun, ama bu hareketin içinde bir sürü şehidi olan var. Caddede kafana bir taş geçirilse..."
"Hassasiyetlerimizle oynuyorsun. İçimizden biri kafana sıksa elimizden bir şey gelmez."
"Bizim çevrede güvenliğini sağlayamayız artık!"
Tehdit eden bu şahıslar yanlış yapıyorlar. Tehditler bilgisayarımda. Tehditlerin geldiği bilgisayar adresini çıkarmak çok basit. Bir gün bir saldırıya maruz kaldığımda, cinayet zanlısı olarak polisin kapılarını çalacağını her halde bilmiyorlar. Cinayet işlemek istiyorlarsa, buyrsunlar, çaktırmadan yapsınlar işlerini...
İşin bu kısmı çok önemli değil. Ben yeterince ölüm sınavı vermiş biriyim. Yaşadığın sürece yaşıyorsun, öldüğünde ölümünden haberin olmuyor zaten.
Bu tehditleri okuduğumda Paris Derneğinde alternatif yönetim çıkaracak kadar güç toplamış olan Ömer Güney ve cinayetleri aklıma geliyor. Ne yapayım ki, tehdit ve hakaret edenleri birer Ömer Güney olarak görmekten kendimi alamıyorum.
Bir toplum yazarlarını tehdit eder mi? Ne yazık ki, Kürt ve Türk toplumu böyle. Bana gelen tehditlerin onda biriyle BDP yöneticileri devletten güvenliklerinin sıkı alınmasını talep ediyorlar. Hatırlıyorsunuz herhalde, sosyal medyada bir grup ırkçı BDP binasına doğru yürüyüşe geçeceğini söyleyince, BDP basın toplantısı yaptı ve güvenlik önlemlerinin artırılmasını istedi. İçişleri bakanı gerekli önemlerin alındığını açıkladı. Türkiye'de herhangi bir düşünür ve yazar bir tehdit e-maili aldığında basın açıklaması yapıyor ve devlet ona koruma veriyor.
Ama bizler hep tehdit ediliyoruz, hem Türk cinayet şebekeleri tarafından hem de kendine Kürt yurtseveri diyenler tarafından.
Sosyal medya biliyorsunuz kontrolsüz bir alan. Bir yazı paylaştığınızda yazının altına düşülen yorumları engelleyemiyorsunuz. Ancak çok sonraları farkketiğinizde kaldırıyorsunuz, ama okuyan okumuş oluyor. Ben yorumlardan çok korkmuyorum. Rojevakurdistan'ın yorumlarını yayınlayan arkadaşa, benimle ilgili her türlü yorumu, için de küfür de olsa serbest bırakmasını söylemişim. Bazen facebookta yazılarımın altına PKK ve Öcalan'a eleştiriyi aşan hakeret notları düşülüyor, farkettiğimde onları kaldırıyorum. PKK taraftarlarının da hakeret yorumlarını siliyorum.
Hakaret, zayıf insanların işidir. Bir fikri, bir insanı, bir durumu eleştirmek için hakarete lüzum yoktur. Eleştirmek için yeterince kelime ve cümle var. Kelimelere, düşüncelere ve eleştirilere güç yetiremeyenler için en kolay yoldur tehdit ve hakaret:
"Sen ajansın galiba! Ya da PKK düşmanısın."
BDP ve PKK yöneticilerinin, kendi elleriyle yarattıkları tahammülsüz bu kitle içinde gelecekte can güvenliklerinin olacağını sanmıyorum. Türkler 90 yıl boyunca yarattıkları, "herkes bizim düşmanımız" nesillerinden yakalarını kurtaramıyor. Cinayetleri engelleyemiyorlar. Ermeni Hrant Dink cinayeti böyle gerçekleşmişti. Sakine Cansız'lar cinayeti de böyledir. Bir gün olur ya, PKK yöneticileri, yarattıkları bu topluma normal vatandaş olarak dönerlerse çok acı çekeceklerdir. Düne kadar kitaplarımı okuyan ve ismimi saygıyla anan biri bir gecede bana " kafana sıkabilirim" diyorsa, ortada çok biçimsiz ve tatsız bir durum vardır.
Hayatımın gizli kapaklı bir yanı yok. Özel yaşamımı yazacak kadar kendime güveniyorum. 20 yaşında girdiğim hapishaneden 32 yaşında saçlarım ağarmış olarak, direnen PKK koğuşundan tahliye oldum. Tahliye olduğum koğuştaki PKK sorumlusu Mustafa Karasu idi. Tahliye olduktan sonra Melsa Yayınevi ve Özgür Gündem'in kuruluşunda yer aldım. 25 yazar, muhabir ve çalışanı öldürülen Özgür Gündem'in ilk yayın sorumlularından biriyim. 1993 yılında, cinayet şebekelerinin takibi altında yaşamanın zorluğundan ve aldığım cezalardan dolayı Avrupa'ya kendi imkanlarımla çıktım. O gün bugündür yazar dururum. Binlerce Kürt ailesinin evinde de kitaplarım var. Hayat hikayem bundan ibarettir. Bu satırları yazarken dahi, memleketim olan Bitlis, Ahlat ve diğer ilçelerde BDP'nin seçimleri kazanması için uğraşıyorum. İlk kez böyle bir istek geldi ve bu doğrultuda elimden geleni yapıyorum. Bitlis ve çevresinde BDP'nin başarılı bir sonuç alacağına inanıyorum.
Bunu, KCK ve BDP poltikalarını çok benimsediğim için değil; siyasal partilerin geçici, birleşik ulus değerlerinin kalıcı olduğuna inandığım için yapıyorum.
25 yıldır yazı yazıyorum, PKK de dahil, dost bildiğim çevrelere yönelik hakaret içerikli bir yazım varsa, gösterilsin, özür dilemeye hazırım.
Elinde silah bulunduran bir örgüte sırt dayayarak veya onun değerlerini ve üslubunu kullanarak sivil insanları ve yazarları tehdit etmenin, PKK'ye prestij kaybettirmekten başka bir getirisi olmaz.
Bugün PKK ve taraftarlarının kullandığı üslup ve tehdit dili; Tanrılarda dahi yok. Dinler bile bir sürü farklı görüş ve mezhebe sahiptir.
Ben küçük iken annesizlikten dolayı ailemin yetimiydim, yetim evlat olmayı 13 yaşında reddettim. Türkiye cumhuriyeti devletinin yetim vatandaş kimliğini reddetmeye başladığımda 15 yaşında idim. Şimdi de tehdit altında bir PKK yetimi olmayı reddediyorum.
Eğer PKK'ni özgür ve bağımsız bir Kürdistan kurma fikri ve eylemi olsaydı, bu tehditlerin çoğunu içime atar, susar, PKK otoritesine zarar gelmesin diye, acımı köşe bucak ağlayarak geçiştirirdim.
PKK'nin şimdi Türk devleti ile birlikte kurmak istediği sistemin adı, birlikte yaşam, demokratik ulus ve demokratik cumhuriyettir... Bütün yurttaşların hayatını çok yakından ilgilendiren bir proje bu. İnsanlar Kemalist diktatörlüğün 90 yıllık baskı, inkar ve tekleştirici poltikasına karşı ölümüne bir direniş gösterdi. Kemalist diktatörlüğün kalın ve kanlı duvarlarını yıkmak için yıllarca canhıraş bir şekilde mücadele edenlerin bu kez başka bir tekleştirici ve tehdit edici sistemi kabul etmeleri mümkün değildir. O ndenle bir çok yazımda dile getirdim. PKK, talepleriyle demokratik, ancak üslup ve örgütlenmesiyle demokrasinin çok uzağında bir harekettir dedim. Bunun kanıtlarından biri, tekleştirici üslubuyla yarattığı yukarıdaki tehdit dilidir.
Tehdit ve baskı dilinin olduğu yerde vicdanıyla ve kafasıyla özgür insanlar değil, daha çok Ömer Güney olmaya aday kişilikler etkinlik sağlar.
Yazarlar bir toplumun dilidir, vicdanıdır, kafasından geçirip de söyleyemediğini söyleyen ve ışıksız kaldığında gidip satırlarına sığındığı kişilerdir. Dünyanın en berbat işi, kaleminden başka elinde tutunacak bir şeyi olmayan muhalif yazarı tehdit etmektir. Onu tehdit etmek kendini, ulusunu ve çocuklarının geleceğini tehdit etmekle eş anlamlıdır.
Tehdit ederek benden demokrasi bekleyen şahıslara diyeceğim şey şudur. Bizim sayfalarımızda istediğiniz tehditi ve hakareti yapabiliyorsunuz. Ama değerlerine bağlı olduğunuz yapıların gazetelerinde ve basın organlarında biz yokuz. Demokrasiyi biraz da onlardan bekleseniz ve görüşlerinizin onlar tarafından yayınlanmasını isteseniz nasıl olur acaba?
Her biri birere koruma ordusuyla gezen KCK yöneticilerine tehdit altında olan bir yazar olarak seslenmek istiyorum. Sert üsluplarınız ve tahammülsüzlüklerinizle oluşumuna katkıda bulunduğunuz toplumsal yapının elemanları gecemizi, gündüzümüzü, sokaktaki yaşamımızı tehdit ediyor. Bir gün sıradan birer vatandaş olarak topluma karıştığınızda, her hayal kırıklığında sizlerinde tehdit altında bir yaşam sürdürmek zorunda kalacağınızı bildirmek istiyor, sağı solu tehdit eden unsurlarla hiç bir bağınızın olmayacağını, hatta tespit edilenlerin yurtsever çevreden uzaklaştırılacağını açıklamanızı bekliyorum.
Eğer bunları yapmazsanız, bizler hepimiz, sizler de dahil, aktif taraftar görünümlü birer Ömer Güney'li cinayetin kurbanı olabiliriz. 
-----------
Kaynak: Rojeva Kurdistan

2 Şubat 2014 Pazar

Yakındoğu’nun İmhası…




Yakındoğu’nun İmhası, 1915 Ermeni Soykırımı ve Hrant Dink’in Katledilmesi

İsmail Beşikçi

19 Ocak 2007’de, Hrant Dink, İstanbul’da, yöneticisi olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmiştir. Bu cinayet, 1915 Ermeni Soykırımı ile yakından ilgilidir. Ermeni Soykırımının devamı olarak algılanabilir.
Aslında bu süreci daha geniş bir çerçevede değerlendirmek gerekir. Yakındoğu bu bakımdan önemli bir kavramdır. Yakındoğu kavramının irdelenmesi sürece açıklık getirecektir.

Yakındoğu, Bizans’tan beri kullanılan bir kavramdır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Batılı araştırmacılar, seyyahlar, yazılarında, konuşmalarında bu kavramı sık sık kullanmışlardır. Lozan Antlaşması’nın gerçek adı, “Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması’dır. Bu kavramın son olarak kullanıldığı alanlardan biridir.

Bizans Yönetimi, İstanbul’dan itibaren Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde bölümlemişti: Yakındoğu, Ortadoğu, Uzakdoğu.

Yakındoğu’da şu ülkeler yer alıyordu: Kızılırmak’ın, Sakarya nehrinin batısına, Ege’nin bir bölümüne Anatolia deniyordu. Buralarda daha çok Rumlar yaşıyordu. Karadeniz havalisine Pontus deniyordu. Burada Rum Pontuslar yaşıyordu. Pontus’un doğusuna Lazistan deniyordu. Lazistan’ın doğusunda Gürcistan yer alıyordu.
Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi Ermenistan ve Kürdistan’dı. Kırsal kesimlerde daha çok Kürdler, şehirlerde daha çok Ermeniler yaşıyordu. Van Gölü’nü merkez kabul edersek kuzeye ve doğuya doğru Ermeni nüfus, güneye doğru Kürt nüfus artıyordu. Kuzey Mezopotamya’da Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler beraber yaşıyorlardı. Tur-Abdin, daha çok Süryanlerin yurduydu. Bugünkü Çukurova’ya Klikya deniyordu. Klikya’da Ermeniler çoğunluktaydı.

Kızılırmak kavsinde daha çok Rumlar yaşıyordu, Kapadokya.

Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a, Kuzey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar olan ülkeleri kapsıyordu. İran, Ortadoğu ve Yakındoğu arasında bir yerdeydi. Uzakdoğu, Orta Asya içleri, Çin, Mançurya, Japonya, Filipinler, Vietnam gibi ülkeleri içine alıyordu. Coğrafyadaki bu bölünmenin üzerinde durmanın önemi şuradadır: Yakındoğu imha edilmiştir. Yakındoğu’nun kadim halkları Rumlar, Rum Pontuslar,  Ermeniler, Süryaniler, Kürdler, Ezidi Kürdler, Lazlar vs. ve onların ülkeleri imha edilmiştir.  Bu imhanın nasıl gerçekleştiği konusu üzerine durmak önemlidir.

Bunun için İttihat ve Terakki’nin düşüncelerinin, tasarımlarının irdelenmesi gerekir. İttihat ve Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına dayalı olarak yeniden organize etmeye çalışan devlet ve toplum tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden Orta Asya içlerine kadar hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak ama bu imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. İçinde sadece Türklerin yaşayacağı bir imparatorluk…  İttihat ve Terakki’nin buna paralel olarak geliştirdiği ikinci bir projesi daha vardı. Osmanlı ekonomisini millileştirmek, örneğin 1915’te Osmanlı Sanayi Sayımı yapılmıştı. İstanbul çevresinde, Ege’de, Karadeniz, Akdeniz yörelerinde fabrikalar, atölyeler, iş merkezlerinin  % 95-96 oranında azınlıklara yani Rumlara, Ermenilere ait olduğu saptanmıştı. Bunları Müslüman Türk tüccarın denetimine vermek, Osmanlı ekonomisini bu şekilde millileştirmek önemliydi.  Bu konu, İttihat ve Terakki’nin gizli  toplantılarında  etraflı bir şekilde  üzerinde durulan, tartışılan bir konudur.ı

Bu projeler gündeme geldiği zaman Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Hıristiyan halklara, örneğin Rumlara, Ermenilere, Süryanilere ne gibi politika uygulanacağı çok önemli bir sorun olarak ortaya çıkıyordu.
Müslüman olan ama Türk olmayan Kürdlere nasıl bir politika uygulanacaktı?

Türk veya Kürd olan ama Müslüman olmayan, kendilerini Reya Heq olarak tanımlayan Alevilere (Kızılbaşlara) ne gibi bir politika uygulanacaktı?

Bunlar İkinci Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki’yi en çok meşgul eden konulardı. İttihat ve Terakki yönetiminin gerek gizli gerek açık toplantılarında en çok konuşulan konular buydu. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumi’sinin hiç değişmeyen üç üyesi bu konularla başlıbaşına ilgileniyordu. Doktor Bahattin Şakir’in, Doktor Nazım’ın,  Ziya Gökalp’in sürekli olarak çok üzerinde durduğu, çok ayrıntılı planlar, projeler hazırladığı esas konu buydu.

Bu konularla ilgili olarak İttihat ve Terakki’nin çok kapsamlı, ayrıntılı planları, projeleri var. Bu projelerin vardığı sonuç kısaca şöyledir: Karadeniz havalisindeki Rumlar, Rum Pontuslar, Kapadokya’daki Rumlar, Ege’deki Rumlar sürgün edilecekti. Bunlardan kalan taşınmaz mallara el konulacaktı.

Ermeni nüfus tehcirle çürütülecekti. Bunlardan kalan taşınmaz mallara el konulacaktı. Hıristiyan halklar olan Süryanilere, Keldanilere, Nasturilere de benzer politikalar uygulanacaktı.

Ezidi Kürdlerin nüfusu da tehcirle çürütülecekti.

Kürdler Müslüman’dır, Müslüman Kürdleri Türklüğe asimile etmek kolaydır. Kürdler Türklüğe asimile edilecekti.

Kendilerin Reya Heq olarak adlandıran Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecekti.

Böylece İmparatorluğun sınırları içinde yaşayan herkes Türk olmuş olacaktı, sermaye de Türkleştirilmiş olacaktı. Türk olmak, Müslüman olmak demekti. Bütün Müslümanlar Türk olmayabilir, ama Türk olan muhakkak Müslüman olacaktı. Örneğin Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Gagavuzlar, aslen Türk olmalarına rağmen Müslüman olmadıkları için Türk kabul edilmiyorlardı.

Bu projelerin yaşama geçirilmesi için elverişli bir zaman beklenmektedir.  Bu Birinci Dünya Savaşıdır. Rum, Pontus Rum sürgünleri ise çok daha önceleri yaşama geçirilmiştir.

Rum sürgünlerinin, aslında 1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçte Balkan yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek gerekir. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922 Kara Kitap. Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013’de basılmış.  Kitapta Sait Çetinoğlu’nun Önsözü var.

İkinci kitap, Takibat, Tehcir, İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1912-1922 Yılları Arasında Hıristiyanlara Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş. Ocak 2013’de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu kitapta da bir önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hıristiyanlara yönelik katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapta da Sait Çetinoğlu’nun önsözleri önemli yazılardır.

Bu dönemde, Karadeniz havalisinden, Kapadokya’dan, Ege’den yüzbinlerce Rum sürgün edilmiş, taşınmaz mallarına el konulmuş, yağmalanmasının önü açılmıştır. Bu konularda devlet terörü çok yoğun bir şekilde yaşama geçirilmiştir. Evlerin köylerin yakılıp yıkılması, ailelerin sürgün edilmesi, mücevherlerine, paralarına el konulması devlet  terörü eşliğinde yürütülmüştür. Valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, jandarma komutanları devlet terörünü uygulayanlar olarak ortaya çıkmışlardır. Artık, terörü durdurması için şikayet edilecek bir makam bulunmamaktadır. Balkan yenilgisinin, iç düşman olarak algılanan Rumların dış düşmanlarla işbirliği sonucu gerçekleştiğine dair güçlü bir algı vardır.

1990’ları hatırlayalım. Örneğin, Vedat Aydın cinayetinden, Musa Anter cinayetinden sonra basında yer alan haberlere, yorumlara bakalım. Haberlere, yorumlara bir belirsizlik egemendir. “Acaba bu cinayeti kim işledi?”  CİA mı işledi? Mossad mı işledi?  Saddam Hüseyin’in el Muhaberatı mı,  Hafız Esad’n el Muhaberatı mı? Yoksa PKK içindeki çatışan gruplardan birinin eseri mi? Bugün bu cinayetlerin hep devletin güvenlik birimleri tarafından işlendiği biliniyor. Ama 1990’larda bu kadar açık bilinmiyor. Devlet de bu cinayetlere sahip çıkmıyor. Basın, “şu mu bu mu yaptı?”  diyerek ortaya belirsizlik koymaya, insanların kafalarını karıştırmaya çalışıyor.  1910’lar böyle değil. Güvenlik birimleri, jandarma, emniyet, valiler, kaymakamlar doğrudan doğruya bu cinayetleri örgütlüyorlar, bu cinayetlere sahip çıkıyorlar. Rumların gözünü korkutmaya çalışıyorlar.  Rumlara gözdağı vererek mallarını-mülklerinin bırakarak oradan uzaklaşmalarını, canlarını kurtarmaya çalışmalarını sağlamaya gayret ediyorlar.

Bazı tarihler, farklı halklar için çok farklı anlamlar içerir. 19 Mayıs 1919 Türkler içim milli mücadelenin başlangıcıdır. Rum-Pontuslar için tarihten silinmenin noktalandığı bir andır. 24 Temmuz 1924 Lozan, Türkler için yeni devletin kurulması ve uluslararası garantinin sağlanmasıdır. Kürdler için  köleleşmedir, yok olmanın adıdır. Bunlar gibi bazı tarihler, farklı uluslar için çok farklı anlamlar  içerir. Bu anlamlar da genel olarak birbirine çok zıttır.  Örneğin,  Türk Cumhurbaşkanlarından  Başbakanlardan, Süleyman Demirel, “Lozan Türkiye’nin tapusudur.” demektedir.  Kürdistan’ın, Rum mallarının, Ermenin mallarının nasıl tapulandığının irdelenmesi önemlidir. Burada önemli olan ifade özgürlüğü ortamında herkesin kendi düşüncelerini özgürce ileri sürebilmesidir.

1915 Ermeni Soykırımı

Ermenilerle ilgili projeler, Birinci Dünya Savaşı sürecinde yaşama geçirilmiştir. Bir buçuk milyon civarında Ermeni tehcirle soykırıma uğratılmıştır. Ermenilerin taşınır ve taşınmaz malları, zenginlikleri yağmalanmıştır.
Bu operasyonlarda Teşkilat-ı Mahsusa etkin bir şekilde kullanılmıştır. Bu operasyonlarda kullanılan Teşkilat-ı Mahsusa’da belli başlı üç kategori yer almaktadır. Bunların üçü de silahlı unsurlar olarak örgütlendirilmişlerdir. Birinci kategoride; Balkan yenilgisinden sonra Balkanlardan gelen Türk kökenliler yer almaktadır. Bunlar 14. yüzyılda Bulgaristan’ın, daha sonra Sırbistan’ın, Romanya’nın Makedonya’nın fethinden sonra Anadolu’dan oraya gönderilen Türklerin “Evladı Fatihan”nın torunlarıdır. Bu göçmen kitleler çok öfkeli bir şekilde gelmektedirler. Çünkü onlar da evlerini, barklarını mülklerini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki göçmenlerin bu öfkesini Rumlara ve Ermenilere yönlendirmektedir. “Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederseniz, onları bulundukları yerlerden kaçırtırsanız veya onları şu veya bu şekilde yok ederseniz onlardan kalan taşınmaz mallar sizin olacak”

Rumlara, özellikle Ermenilere karşı kullanılan ikinci kategori, ağır suçlar işlediklerinden dolayı firar halinde olanlar veya cezaevlerinde tutulanlardır. Devlet, Teşkilat-ı Mahsusa bu kişilerle pazarlık yapmıştır. Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederlerse onlar hakkında soruşturmalar, takibat durdurulacak, dosyaları kapatılacaktır. Üstelik maddi ve manevi ödüllerin de sahibi olacaklardır. Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar kendilerine verilecektir.

1985 yılını hatırlayalım. Türkiye’de gerilla mücadelesi başladıktan sonra bazı aşiretlerin koruculuğu kabul etmeleri için kendilerine ne gibi olanaklar sunulduğunun irdelenmesi önemlidir. 1910’larda ve 1980’lerde benzer bir sürecin yaşandığı gözlenmektedir.

Üçüncü kategori bazı Kürd aşiretleridir. Bu süreçte sermaye dönüşümü, sermayenin Türkleştirilmesi üç aşamada gerçekleştirilmiştir. Birinci olarak tehcir kafilelerinin güvenliğini sağlayan unsurların yaptıklarıdır. Kadınların para ve mücevher taşıdıkları bilinmektedir. Tehcir sırasında arazinin, yolun uygun bir yerinde kadınların paralarına, mücevherlerine el konulmuş, kadınlar öldürülmüş, cesetleri Fırat nehrine atılmıştır. İkinci aşamada Rumların, Ermenilerin evlerindeki eşyalar yağmalanmıştır. Üçüncü aşamadaysa Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar yağmalanmıştır.

Bugün Türkiye’de büyük burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Rum mallarıdır, Ermeni mallarıdır. Kürdistan’da Kürd aşiretlerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak sahiplerinin zenginliklerinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani, Keldani, Nasturi mallarıdır. Ama bu, konuşulan, tartışılan bir konu değildir. Türk İktisat tarihi, Türkiye ekonomi tarihi konusundaki kitaplarda, yazılarda “Rumlardan, Ermenilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu“ sorusu sorulmaz. Örneğin Osmanlı ekonomisi inceleniyor, ondan sonra yeni bir başlıkla Cumhuriyet ekonomisinden söz ediliyor. İzmir İktisat Kongresi’ne (1923) vurgu yapılıyor ama Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz mallar konusuna hiç değinilmiyor. Fakat son altı yedi yıldır üniversite dışında bu konuyla ilgili incelemeler gelişiyor. Nevzat Onaran’ın Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (Belge Yayınları, Mayıs 2010), bunlardan biridir.

Nevzat Onaran’ın bu konuyla ilgili iki cilt olan bir incelemesi daha var. Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1914-1919, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi I (Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013). Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi 1920-1930, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi II (Evrensel Basım Yayın, 2013).

Bu sürecin Kürd Kürdistan sorunuyla şüphesiz çok yakın ilişkisi var. Ermeni mallarının bazı Kürdler, aileler, aşiretler, şeyhler tarafından yağmalandığını devlet bilmektedir. Devlet bu Kürdlere durumu şu şekilde bildirebilir: Tasarruf ettiğin bu mal, bu tarla, dükkan, ev vs. Ermenilerden kalmadır. Bu malı kullanmayı sürdürmek istiyorsan devletin görüşlerine göre hareket etmek, tavır ve davranış sergilemek durumundasın. Devlet ne diyor? Devlet Kürd diye bir halk olmadığını, Kürdçe diye bir dil olmadığını söylüyor. Kürdlerin Orta Asya’dan gelen bir Türk boyu olduğunu vurguluyor. Sen de böyle söylersen, bu söyleme uygun tavır ve davranış sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. İleride bu mallar senin üzerine tapulanabilir de. Fakat benim dinim, kültürüm dersen, Kürdlük ileri sürersen bu malları kullanmana izin vermem…  Bu sürecin nasıl geliştiği biliniyor. Kürdlük hiçbir şekilde savunulmuyor. Malatya, Elazığ, Maraş, Adıyaman gibi yörelerde Kürdlüğü aşındıran, bazı yerlerde de bitirmeye yüz tutan önemli bir ilişki kanımca budur.

Kürdlerin bu süreçte iki aşamalı durumlarına da dikkat çekmek gerekir. Birinci aşama devlete yardımcılıktır. Osmanlı döneminde, İttihat ve Terakki döneminde, Kuvayı Milliye döneminde bu yardımcılığı görmek mümkündür. Rum sorununun, Ermeni sorununun çözülmesinde devlete yardımcılık söz konusudur. Bazı yerlerde de tetikçilik yapılmıştır. Türk milli mücadelesi döneminde (1919-1921) gerek Mustafa Kemal, gerek Kazım Karabekir “Kuvayı Milliye ile birlikte olmasanız, Kürdistan Ermenistan olacak” diye Kürdleri kendi taraflarına çekmeye, bu yönde örgütlemeye çalışmışlardır. Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi döneminde, Kürd şeyhlerine, Kürd aşiret reislerine yazdığı mektupları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Osmanlı hükümeti ile yapılan Amasya protokollerini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir.

Kürdlere ilişkin esas program şüphesiz Kürdlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu da devlet Kürdleri kazanınca Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması imzalanınca yaşama geçecek olan bir programdır. Bu yıllardan sonra devlet terörü de kullanılarak Kürdlerin Türklüğe asimilasyonu için çok yoğun bir çaba sarf edilmiştir.

Kuvayı Milliye

Ege’de, Çukurova’da, Gaziantep, Urfa gibi yörelerde Kuvayı Milliye örgütlenmesinin temelinde hangi olgular vardır? 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı devleti de savaştan yenik çıktı. Bunun üzerine Rumlar ve Ermeniler bulundukları yerlerden tekrar dönerek kendi evlerine, mallarına, mülklerine kavuşmak istediler. Ama bu malları mülkleri de çevredeki Kürd veya Türk eşraf tarafından yağmalanmıştı. İşte Kuvayı Milliye, Rumların ve Ermenilerin kendi mallarına sahip çıkmalarını engellemek için kuruldu. Neden Antep’te Urfa’da, Çukurova’da kuruldu? Çünkü örneğin Ermeniler Halep’ten, Antep’e, Urfa’ya daha kolay gelebiliyorlardı. Ne kadar Ermeni Halep’e ulaşabilmişse, onlardan bir kısmı Antep’te, Urfa’da, Çukurova’da kendi mallarına mülklerine kavuşma beklentisi içindeydi. Ege’den Yunanistan’a Ege adalarına sürülen Rumlar için de durum aynıydı. Resmi tarih Kuvayı Milliye’yi destan olarak anlatır. Ama Ermenilerden ve Rumlardan kalan taşınmaz mallarla ilişkilendirildiği zaman, Rum ve Ermeni malları üzerinde yağma yapanlar oldukları görülür. Kuvayı Milliye, sürgün edilen bu kitlelerin tekrar gelişlerini engellemek için kurulmuştur.

Türkiye bir ülkenin adı değildir. Türkiye bir devletin adıdır. Yakındoğu’nun kadim halkları ve onların ülkeleri imha edilmiş, bu topraklar üzerinde yeni bir devlet kurulmuştur. Bizans döneminde, sadece Ege’in bir parçası için kullanılan  Anatolia,  yeni devletin toprakların tamamına verilen bir isim olmuştur.  Anadolu.

Alman Desteği

İttihat ve Terakki’nin bu projesi Almanlar tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Bu projenin yaşama geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi oluşacaktı. Ama bu, Yakındoğu’yu tamamen imha eden bir süreçti. Belge Yayınları’nın, Ocak 2012’de yayımladığı,  Alman Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916,  bu konuda çok önemli bir kaynaktır. Wolfgang Gust tarafından hazırlanan belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgelerini içermektedir.  Wolfgang Gust (d.1935) haftalık Der Spiegel Dergisi’nin, Dış Haberler Servis şefi ve muhabiridir.

Yves Ternon’un, Mardin 1915 Bir Yıkımın Anatomisi,  kitabı da önemlidir. Bu kitap da Ekim 2013’de Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitapta da Sait Çetinoğlu’nun uzun bir önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme yazısıdır.

Bu arada, David Gaunt’un kitabından da söz etmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da Müslüman-Hıristiyan İlişkileri,  Katliamlar, Direniş, Koruyucular,  Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Ekim 2007.

Vergine Sivazliyan’ın, Ermeni Soykırımı, Hayatta kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Ermenice’den tercüme edenler,  Tigran Teovagomiyaciyan-Petros Çavikyan, Belge Yayınları, Kasım  2013.

Büyük Britanya, Fransa ve Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı. İmparatorluğun, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki toprakları paylaşılıyordu. Bu çerçevede 1915 sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere Ruslar da katılmıştı.

Birinci Dünya Savaşı sonunda, Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa tarafı galip geldi. Ama İngiltere ve Fransa tarafı Sykes-Picot Andlaşmasını diledikleri gibi yaşama geçiremediler. . Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimi bunu önledi. İngiltere ve Fransa, Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için Sykes-Picot planlarında bazı değişiklikler yaptılar. Yakındoğu’da, Türk Devleti’nin, Ortadoğu’da Afganistan’ın kurulması,  İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin yardımlarıyla gerçekleşti. Yakındoğu bu ilişkiler sürecinde imha edildi. Hem ülkeler, hem de bu ülkelerde yaşayan kadim halklar, Ermeniler, Rumlar, Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler… bu süreçte soykırıma uğratıldılar. Yakındoğu’nun otokton halkları,  allochtoonlar (dışarıdan gelenler) tarafından soykırıma uğratıldı.

Peri Yayınları sahibi Ahmet Önal,  “Yakındoğu soykırımlarla yok edildi. Neden?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Ortadoğu var, Yakındoğu soykırımla yok edildi Neden?” deniyor. Bu yazı 15 Ocak 2012 tarihinden itibaren kurdistan-post.eu sitesinde aslı duruyor. Yazı, Kızılbaş Dergisi’nin, Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer alıyor (s.45-47).

Bu konuda, Gürdal Aksoy’un kitabını hatırlatmak da gerekir. Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolu Merkezci Yabancılaşma, Komal Yayınevi,  İstanbul, Haziran 2002

1915 ve Hrant Dink’in Katledilmesi

Taner Akçam hoca,  Muammer Güler, ve Dr. Reşit ya da, Erdoğan ve Talat başlıklı yazısında, (Taraf, 18 Ocak 2014) Hrant Dink’in Talat Paşa’ya karşı katledildiğini yazar. Bu söylenebilir.  Ama, tabulara dokunulması da bu cinayetleri tetikleyebilmektedir. Vadat Aydın’ın katledilmesiyle, Hrant Dink’in katledilmesi arasında çok önemli benzerlikler vardır. 5 Temmuz 1991 de Vadat Aydın’ın katledilmesi, 30 Ekim 1990da, Ankara’da İnsan Hakları Kongresi’nde yaptığı Kürdçe konuşmadan dolayıdır. Bunun yanında daha birçok neden daha sayılabilir. Bu, çok önemli bir tabuya dokunmak anlamına gelir. Hrant Dink’de  Agos  Gazetesi’nde,  Sabiha Gökçen’in esas kimliğiyle ilgili bir yayın yapmıştır. Önemli bir tabuya dokunmuştur. Bu yayından sonra, Hrant Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılması, valilikte MİT görevlileri tarafından tehditle karşılanması,  bu nedenledir. Aslında bu olgular birbirini tetiklemektedir.

Lobiler söylemi

Ermenilerin, Rumların, ABD’de, İngiltere’de, Fransa’da vs. lobiler aracılığıyla kendi tarihsel haklarını savunmaları  örneğin, soykırımın tanınması için  çaba sarfedilmesi , gasbedilen mallarını-mülklerini gündeme  getirmeleri  normal bir gelişmedir. Bunu emperyalizmin kışkırtması olarak algılamak doğru değildir.  Emperyalizmi, örneğin Kürdistan sorununda, 1920 li yıllarda, Miletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecinde aramak gerekir.  Ama bu konularda da Kürdlerde ciddi bir bilinç eksikliği, yanlış bir bilinç vardır. Bunu da dikkatlerden uzak tutmamak gerekir.
Bir ulusun, bir ülkenin bölünmesi,parçalanması ve paylaşılması o ulus için çok önemli bir sorundur. Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. Osmanlı Ermenistanı, Rus Ermenistanı. Bu bölünme, parçalanma ve paylaşılma pek çok sorunun ana nedenidir.

Temel Sorun

Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim 1923’de Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur.  Sadece Kürdlerin değil, Rumların, Ermenilerin, Asurilerin,  Süryanilerin, Yahudilerin,  Ezidi Kürdlerin, Rum-Pontusların, kendilerini Reya Heq olarak adlandıran, Alevilerin  (Kızılbaşların) da yokluğu üzerine kurulmuştur. Bunun yolu da asimilasyondur. Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin  Müslümanlığa asimilasyonu. Asimilasyonu  kabul  etmeyenler imha  edilecektir. Yukarıda sayılan altı olguda, imhanın nasıl gerçekleştirildiği belli olmaktadır. Örneğin çeşitli katliamlarda çok adı geçen “Yeşil” bir türlü yakalanıp yargı önüne çıkarılamamıştır.

Hıristiyan olan Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin  Rum-Pontusların vs. asimile edilmeleri mümkün değildir. Onların yokluğu da ancak, sayılarının azaltılması suretiyle sağlanabilir. Yirminci yüzyılın başlarında, sadece İstanbul ve çevresinde, 300 bin civarında Rum yaşıyordu. O zaman, bugünkü sınırlar içindeki topraklarda 10-12 milyon insan yaşıyordu. Bugün İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı 1500 dür (Hayko Bağdat, Bese Hozat’a,  Taraf, 11 Ocak 2014).

Hayko Bağdat, bugün Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısının 60 bin, Yahudilerin sayısının 20 bin olduğunu belirtmektedir. Halbuki yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda, yani, Batı Ermenistan’da, Kilikya’da, Kuzey Mezopotamya’da, İstanbul çevresinde, Ankara-Eskişehir çevresinde…  2 milyona yakın Ermeni yaşıyordu. Asuri-Süryanilerin sayısı ise  ancak, yüzlerle ifade edilmektedir.

1934 de, Trakya’da Yahudilere uygulanan kırım, 1941943 Varlık vergisi, 1955 6-7 Eylül olayları, 1964 sürgünü… hep azınlıkların nüfusunun azaltmayı hedefleyen operasyonlar olmuşlardır.

1921 Anayasası,  29 Ekim 1923 günü yani Cumhuriyet’in ilan edildiği gün, 29 Ekim 1923 tarihli ve  364 sayılı kanun  ile değiştirilmiştir. Bu kanun, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerini  Açıklayarak Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun” adını taşımaktadır (Prof. Dr. Suna Kili -Prof. Dr. A.Şeref Gözübüyük,  Türk Anayasa Metinleri, Senedi İttifaktan Günümüze,Türkiye İş Bankası  Kültür yayınları,  1985 Ankara, s. 91-93, s. 103).

Bu değişiklikle, 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılmaktadır. Zira 1921 Anayasası’na temel özelliğini veren adem-i merkeziyet prensibidir. Bu da 11.ve 12. Maddelerde yer almaktadır. Bu değişiklikle bu maddeler yürürlükten kaldırılmıştır. Henüz 1924’e varmadan yapılan bu değişiklik, yönetimin niyetini, gelecekte nasıl bir devlet ve toplum tasavvur ettiğini göstermektedir. 29 Ekim 1923 günü sessizce yapılan bu değişiklik aslında hukuka karşı bir darbedir. Çünkü bu değişiklikle ilgili olarak Meclis’te hiçbir tartışma yapılmamıştır. Bu değişiklikle ilgili olarak hiçbir milletvekilinin de haberi yoktur. Sadece Mustafa Kemal’in ve birkaç arkadaşının bildiği bir konudur.

1 Nisan 1923’de Meclis yenilenmiştir. Yeni Meclis’e Mustafa Kemal’e muhalefet eden  kişilerin alınmamasına yani ikinci gruptan kişilerin alınmamasına  özen gösterilmiştir. Yeni Meclis 1921 Anayasasını yapan meclis değildir. 1921 Anayasası 2 yıl 9 ay gibi bir süre yürürlükte kalmıştır. Adem-i Merkeziyeti yaşama geçirecek bir tasarrufu da olmamıştır.

Bu değişiklik, ileride gelişecek asimilasyon, inkar ve imha süreci için elverişli bir ortam yaratmaktadır. O günlerden beri Türk hukuku resmi ideolojinin emrindedir.  1950’ler, 60’ları, 70’leri, 80’leri hatırlayalım, yargı organları,  Kürdlerden,  Kürdçe’den söz  edenleri  çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Bu, yargı organlarının resmi ideoloji doğrultusunda karar vermesinden başka bir şey değildir.  Yargı organları, Kürdler konusunda hala, resmi ideolojinin gereklerine göre çalışmaktadır.  Bunun için,  Ergenekon soruşturmaları Fırat’ın öte yakasına geçememektedir. Buysa, hukukun adalet anlayışının çürümesi anlamına gelmektedir.
-----------
Kaynak: Zazaki.Net