Yakındoğu’nun İmhası, 1915 Ermeni
Soykırımı ve Hrant Dink’in Katledilmesi
İsmail Beşikçi
19 Ocak 2007’de, Hrant Dink,
İstanbul’da, yöneticisi olduğu Agos gazetesinin önünde katledilmiştir. Bu
cinayet, 1915 Ermeni Soykırımı ile yakından ilgilidir. Ermeni Soykırımının
devamı olarak algılanabilir.
Aslında bu süreci daha geniş bir
çerçevede değerlendirmek gerekir. Yakındoğu bu bakımdan önemli bir kavramdır.
Yakındoğu kavramının irdelenmesi sürece açıklık getirecektir.
Yakındoğu, Bizans’tan beri
kullanılan bir kavramdır. Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Batılı
araştırmacılar, seyyahlar, yazılarında, konuşmalarında bu kavramı sık sık
kullanmışlardır. Lozan Antlaşması’nın gerçek adı, “Yakındoğu İşleri İle İlgili
Lozan Antlaşması’dır. Bu kavramın son olarak kullanıldığı alanlardan biridir.
Bizans Yönetimi, İstanbul’dan
itibaren Doğu’ya doğru coğrafyayı şu şekilde bölümlemişti: Yakındoğu, Ortadoğu,
Uzakdoğu.
Yakındoğu’da şu ülkeler yer
alıyordu: Kızılırmak’ın, Sakarya nehrinin batısına, Ege’nin bir bölümüne
Anatolia deniyordu. Buralarda daha çok Rumlar yaşıyordu. Karadeniz havalisine
Pontus deniyordu. Burada Rum Pontuslar yaşıyordu. Pontus’un doğusuna Lazistan
deniyordu. Lazistan’ın doğusunda Gürcistan yer alıyordu.
Pontus’un ve Lazistan’ın güneyi
Ermenistan ve Kürdistan’dı. Kırsal kesimlerde daha çok Kürdler, şehirlerde daha
çok Ermeniler yaşıyordu. Van Gölü’nü merkez kabul edersek kuzeye ve doğuya
doğru Ermeni nüfus, güneye doğru Kürt nüfus artıyordu. Kuzey Mezopotamya’da
Kürtler, Ermeniler, Süryaniler, Keldaniler beraber yaşıyorlardı. Tur-Abdin,
daha çok Süryanlerin yurduydu. Bugünkü Çukurova’ya Klikya deniyordu. Klikya’da
Ermeniler çoğunluktaydı.
Kızılırmak kavsinde daha çok
Rumlar yaşıyordu, Kapadokya.
Ortadoğu, Mısır’dan Hindistan’a,
Kuzey Buz Denizi’nden Hint Okyanusu’na kadar olan ülkeleri kapsıyordu. İran,
Ortadoğu ve Yakındoğu arasında bir yerdeydi. Uzakdoğu, Orta Asya içleri, Çin,
Mançurya, Japonya, Filipinler, Vietnam gibi ülkeleri içine alıyordu.
Coğrafyadaki bu bölünmenin üzerinde durmanın önemi şuradadır: Yakındoğu imha
edilmiştir. Yakındoğu’nun kadim halkları Rumlar, Rum Pontuslar, Ermeniler, Süryaniler, Kürdler, Ezidi
Kürdler, Lazlar vs. ve onların ülkeleri imha edilmiştir. Bu imhanın nasıl gerçekleştiği konusu üzerine
durmak önemlidir.
Bunun için İttihat ve Terakki’nin
düşüncelerinin, tasarımlarının irdelenmesi gerekir. İttihat ve Terakki’nin
Osmanlı İmparatorluğu’nu Türk esasına dayalı olarak yeniden organize etmeye
çalışan devlet ve toplum tasarımı vardı. Adriyatik Denizi’nden Orta Asya
içlerine kadar hatta Büyük Okyanus’a kadar bir imparatorluk olacak ama bu
imparatorlukta sadece Türkler yaşayacaktı. İçinde sadece Türklerin yaşayacağı
bir imparatorluk… İttihat ve Terakki’nin
buna paralel olarak geliştirdiği ikinci bir projesi daha vardı. Osmanlı ekonomisini
millileştirmek, örneğin 1915’te Osmanlı Sanayi Sayımı yapılmıştı. İstanbul
çevresinde, Ege’de, Karadeniz, Akdeniz yörelerinde fabrikalar, atölyeler, iş
merkezlerinin % 95-96 oranında
azınlıklara yani Rumlara, Ermenilere ait olduğu saptanmıştı. Bunları Müslüman
Türk tüccarın denetimine vermek, Osmanlı ekonomisini bu şekilde millileştirmek
önemliydi. Bu konu, İttihat ve
Terakki’nin gizli toplantılarında etraflı bir şekilde üzerinde durulan, tartışılan bir konudur.ı
Bu projeler gündeme geldiği zaman
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Hıristiyan halklara, örneğin
Rumlara, Ermenilere, Süryanilere ne gibi politika uygulanacağı çok önemli bir
sorun olarak ortaya çıkıyordu.
Müslüman olan ama Türk olmayan
Kürdlere nasıl bir politika uygulanacaktı?
Türk veya Kürd olan ama Müslüman
olmayan, kendilerini Reya Heq olarak tanımlayan Alevilere (Kızılbaşlara) ne
gibi bir politika uygulanacaktı?
Bunlar İkinci Meşrutiyet
döneminde İttihat ve Terakki’yi en çok meşgul eden konulardı. İttihat ve
Terakki yönetiminin gerek gizli gerek açık toplantılarında en çok konuşulan
konular buydu. İttihat ve Terakki’nin Merkez-i Umumi’sinin hiç değişmeyen üç
üyesi bu konularla başlıbaşına ilgileniyordu. Doktor Bahattin Şakir’in, Doktor
Nazım’ın, Ziya Gökalp’in sürekli olarak
çok üzerinde durduğu, çok ayrıntılı planlar, projeler hazırladığı esas konu
buydu.
Bu konularla ilgili olarak
İttihat ve Terakki’nin çok kapsamlı, ayrıntılı planları, projeleri var. Bu
projelerin vardığı sonuç kısaca şöyledir: Karadeniz havalisindeki Rumlar, Rum
Pontuslar, Kapadokya’daki Rumlar, Ege’deki Rumlar sürgün edilecekti. Bunlardan
kalan taşınmaz mallara el konulacaktı.
Ermeni nüfus tehcirle
çürütülecekti. Bunlardan kalan taşınmaz mallara el konulacaktı. Hıristiyan
halklar olan Süryanilere, Keldanilere, Nasturilere de benzer politikalar
uygulanacaktı.
Ezidi Kürdlerin nüfusu da
tehcirle çürütülecekti.
Kürdler Müslüman’dır, Müslüman
Kürdleri Türklüğe asimile etmek kolaydır. Kürdler Türklüğe asimile edilecekti.
Kendilerin Reya Heq olarak
adlandıran Aleviler (Kızılbaşlar) Müslümanlığa asimile edilecekti.
Böylece İmparatorluğun sınırları
içinde yaşayan herkes Türk olmuş olacaktı, sermaye de Türkleştirilmiş olacaktı.
Türk olmak, Müslüman olmak demekti. Bütün Müslümanlar Türk olmayabilir, ama
Türk olan muhakkak Müslüman olacaktı. Örneğin Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan
Gagavuzlar, aslen Türk olmalarına rağmen Müslüman olmadıkları için Türk kabul
edilmiyorlardı.
Bu projelerin yaşama geçirilmesi
için elverişli bir zaman beklenmektedir.
Bu Birinci Dünya Savaşıdır. Rum, Pontus Rum sürgünleri ise çok daha
önceleri yaşama geçirilmiştir.
Rum sürgünlerinin, aslında
1911-1912 yıllarından itibaren başladığını görüyoruz. Bu süreçte Balkan
yenilgisinin önemli olduğu söylenebilir. Bu konuda iki kitaptan söz etmek
gerekir. Birinci kitap, Alexander Papadopoulus’un, Resmi Belgelerde Avrupa
Savaşından Önce Türkiye’de Rumlar Üzerindeki Zulüm, Pontus Trajedisi 1914-1922
Kara Kitap. Pencere Yayınları tarafından yayımlanan bu kitap Ocak 2013’de
basılmış. Kitapta Sait Çetinoğlu’nun
Önsözü var.
İkinci kitap, Takibat, Tehcir,
İmha, Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1912-1922 Yılları Arasında Hıristiyanlara
Yönelik Yaptırımlar adını taşıyor. Bu kitap Tessa Hofmann tarafından derlenmiş.
Ocak 2013’de Belge Yayınları tarafında yayımlanmış. Sait Çetinoğlu’nun bu
kitapta da bir önsözü var. Bu iki kitap o dönemde Hıristiyanlara yönelik
katliamları, bu süreçte gelişen, tırmandırılan devlet terörünü bütün
açıklığıyla ortaya koyuyor. Her iki kitapta da Sait Çetinoğlu’nun önsözleri
önemli yazılardır.
Bu dönemde, Karadeniz
havalisinden, Kapadokya’dan, Ege’den yüzbinlerce Rum sürgün edilmiş, taşınmaz
mallarına el konulmuş, yağmalanmasının önü açılmıştır. Bu konularda devlet
terörü çok yoğun bir şekilde yaşama geçirilmiştir. Evlerin köylerin yakılıp
yıkılması, ailelerin sürgün edilmesi, mücevherlerine, paralarına el konulması
devlet terörü eşliğinde yürütülmüştür.
Valiler, kaymakamlar, emniyet müdürleri, jandarma komutanları devlet terörünü
uygulayanlar olarak ortaya çıkmışlardır. Artık, terörü durdurması için şikayet
edilecek bir makam bulunmamaktadır. Balkan yenilgisinin, iç düşman olarak
algılanan Rumların dış düşmanlarla işbirliği sonucu gerçekleştiğine dair güçlü
bir algı vardır.
1990’ları hatırlayalım. Örneğin,
Vedat Aydın cinayetinden, Musa Anter cinayetinden sonra basında yer alan
haberlere, yorumlara bakalım. Haberlere, yorumlara bir belirsizlik egemendir.
“Acaba bu cinayeti kim işledi?” CİA mı
işledi? Mossad mı işledi? Saddam
Hüseyin’in el Muhaberatı mı, Hafız
Esad’n el Muhaberatı mı? Yoksa PKK içindeki çatışan gruplardan birinin eseri
mi? Bugün bu cinayetlerin hep devletin güvenlik birimleri tarafından işlendiği
biliniyor. Ama 1990’larda bu kadar açık bilinmiyor. Devlet de bu cinayetlere
sahip çıkmıyor. Basın, “şu mu bu mu yaptı?”
diyerek ortaya belirsizlik koymaya, insanların kafalarını karıştırmaya
çalışıyor. 1910’lar böyle değil.
Güvenlik birimleri, jandarma, emniyet, valiler, kaymakamlar doğrudan doğruya bu
cinayetleri örgütlüyorlar, bu cinayetlere sahip çıkıyorlar. Rumların gözünü
korkutmaya çalışıyorlar. Rumlara gözdağı
vererek mallarını-mülklerinin bırakarak oradan uzaklaşmalarını, canlarını
kurtarmaya çalışmalarını sağlamaya gayret ediyorlar.
Bazı tarihler, farklı halklar
için çok farklı anlamlar içerir. 19 Mayıs 1919 Türkler içim milli mücadelenin
başlangıcıdır. Rum-Pontuslar için tarihten silinmenin noktalandığı bir andır.
24 Temmuz 1924 Lozan, Türkler için yeni devletin kurulması ve uluslararası
garantinin sağlanmasıdır. Kürdler için
köleleşmedir, yok olmanın adıdır. Bunlar gibi bazı tarihler, farklı
uluslar için çok farklı anlamlar içerir.
Bu anlamlar da genel olarak birbirine çok zıttır. Örneğin,
Türk Cumhurbaşkanlarından
Başbakanlardan, Süleyman Demirel, “Lozan Türkiye’nin tapusudur.”
demektedir. Kürdistan’ın, Rum
mallarının, Ermenin mallarının nasıl tapulandığının irdelenmesi önemlidir.
Burada önemli olan ifade özgürlüğü ortamında herkesin kendi düşüncelerini
özgürce ileri sürebilmesidir.
1915 Ermeni Soykırımı
Ermenilerle ilgili projeler,
Birinci Dünya Savaşı sürecinde yaşama geçirilmiştir. Bir buçuk milyon civarında
Ermeni tehcirle soykırıma uğratılmıştır. Ermenilerin taşınır ve taşınmaz
malları, zenginlikleri yağmalanmıştır.
Bu operasyonlarda Teşkilat-ı
Mahsusa etkin bir şekilde kullanılmıştır. Bu operasyonlarda kullanılan Teşkilat-ı
Mahsusa’da belli başlı üç kategori yer almaktadır. Bunların üçü de silahlı
unsurlar olarak örgütlendirilmişlerdir. Birinci kategoride; Balkan
yenilgisinden sonra Balkanlardan gelen Türk kökenliler yer almaktadır. Bunlar
14. yüzyılda Bulgaristan’ın, daha sonra Sırbistan’ın, Romanya’nın Makedonya’nın
fethinden sonra Anadolu’dan oraya gönderilen Türklerin “Evladı Fatihan”nın
torunlarıdır. Bu göçmen kitleler çok öfkeli bir şekilde gelmektedirler. Çünkü
onlar da evlerini, barklarını mülklerini kaybetmişlerdi. İttihat ve Terakki
göçmenlerin bu öfkesini Rumlara ve Ermenilere yönlendirmektedir. “Rumlara,
Ermenilere karşı mücadele ederseniz, onları bulundukları yerlerden
kaçırtırsanız veya onları şu veya bu şekilde yok ederseniz onlardan kalan
taşınmaz mallar sizin olacak”
Rumlara, özellikle Ermenilere
karşı kullanılan ikinci kategori, ağır suçlar işlediklerinden dolayı firar
halinde olanlar veya cezaevlerinde tutulanlardır. Devlet, Teşkilat-ı Mahsusa bu
kişilerle pazarlık yapmıştır. Rumlara, Ermenilere karşı mücadele ederlerse
onlar hakkında soruşturmalar, takibat durdurulacak, dosyaları kapatılacaktır.
Üstelik maddi ve manevi ödüllerin de sahibi olacaklardır. Rumlardan,
Ermenilerden kalan taşınmaz mallar kendilerine verilecektir.
1985 yılını hatırlayalım. Türkiye’de
gerilla mücadelesi başladıktan sonra bazı aşiretlerin koruculuğu kabul etmeleri
için kendilerine ne gibi olanaklar sunulduğunun irdelenmesi önemlidir.
1910’larda ve 1980’lerde benzer bir sürecin yaşandığı gözlenmektedir.
Üçüncü kategori bazı Kürd aşiretleridir.
Bu süreçte sermaye dönüşümü, sermayenin Türkleştirilmesi üç aşamada
gerçekleştirilmiştir. Birinci olarak tehcir kafilelerinin güvenliğini sağlayan
unsurların yaptıklarıdır. Kadınların para ve mücevher taşıdıkları
bilinmektedir. Tehcir sırasında arazinin, yolun uygun bir yerinde kadınların
paralarına, mücevherlerine el konulmuş, kadınlar öldürülmüş, cesetleri Fırat
nehrine atılmıştır. İkinci aşamada Rumların, Ermenilerin evlerindeki eşyalar
yağmalanmıştır. Üçüncü aşamadaysa Rumlardan ve Ermenilerden kalan taşınmaz
mallar yağmalanmıştır.
Bugün Türkiye’de büyük
burjuvazinin zenginliğinin kaynağı Rum mallarıdır, Ermeni mallarıdır.
Kürdistan’da Kürd aşiretlerinin, Kürd şeyhlerinin, Kürd toprak sahiplerinin
zenginliklerinin kaynağı Ermeni mallarıdır, Süryani, Keldani, Nasturi
mallarıdır. Ama bu, konuşulan, tartışılan bir konu değildir. Türk İktisat
tarihi, Türkiye ekonomi tarihi konusundaki kitaplarda, yazılarda “Rumlardan,
Ermenilerden kalan taşınmaz mallar ne oldu“ sorusu sorulmaz. Örneğin Osmanlı ekonomisi
inceleniyor, ondan sonra yeni bir başlıkla Cumhuriyet ekonomisinden söz
ediliyor. İzmir İktisat Kongresi’ne (1923) vurgu yapılıyor ama Rumlardan ve
Ermenilerden kalan taşınmaz mallar konusuna hiç değinilmiyor. Fakat son altı
yedi yıldır üniversite dışında bu konuyla ilgili incelemeler gelişiyor. Nevzat
Onaran’ın Emval-i Metruke Olayı, Osmanlı ve Cumhuriyette Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi (Belge Yayınları, Mayıs 2010), bunlardan biridir.
Nevzat Onaran’ın bu konuyla
ilgili iki cilt olan bir incelemesi daha var. Osmanlı’da Ermeni ve Rum
Mallarının Türkleştirilmesi 1914-1919, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi I
(Evrensel Basım Yayın, Ekim 2013). Cumhuriyette Ermeni ve Rum Mallarının
Türkleştirilmesi 1920-1930, Emval-i Metruke’nin Tasfiyesi II (Evrensel Basım
Yayın, 2013).
Bu sürecin Kürd Kürdistan
sorunuyla şüphesiz çok yakın ilişkisi var. Ermeni mallarının bazı Kürdler,
aileler, aşiretler, şeyhler tarafından yağmalandığını devlet bilmektedir.
Devlet bu Kürdlere durumu şu şekilde bildirebilir: Tasarruf ettiğin bu mal, bu
tarla, dükkan, ev vs. Ermenilerden kalmadır. Bu malı kullanmayı sürdürmek
istiyorsan devletin görüşlerine göre hareket etmek, tavır ve davranış
sergilemek durumundasın. Devlet ne diyor? Devlet Kürd diye bir halk olmadığını,
Kürdçe diye bir dil olmadığını söylüyor. Kürdlerin Orta Asya’dan gelen bir Türk
boyu olduğunu vurguluyor. Sen de böyle söylersen, bu söyleme uygun tavır ve
davranış sergilersen bu malları tasarruf edebilirsin. İleride bu mallar senin
üzerine tapulanabilir de. Fakat benim dinim, kültürüm dersen, Kürdlük ileri
sürersen bu malları kullanmana izin vermem…
Bu sürecin nasıl geliştiği biliniyor. Kürdlük hiçbir şekilde
savunulmuyor. Malatya, Elazığ, Maraş, Adıyaman gibi yörelerde Kürdlüğü
aşındıran, bazı yerlerde de bitirmeye yüz tutan önemli bir ilişki kanımca
budur.
Kürdlerin bu süreçte iki aşamalı
durumlarına da dikkat çekmek gerekir. Birinci aşama devlete yardımcılıktır.
Osmanlı döneminde, İttihat ve Terakki döneminde, Kuvayı Milliye döneminde bu
yardımcılığı görmek mümkündür. Rum sorununun, Ermeni sorununun çözülmesinde
devlete yardımcılık söz konusudur. Bazı yerlerde de tetikçilik yapılmıştır.
Türk milli mücadelesi döneminde (1919-1921) gerek Mustafa Kemal, gerek Kazım
Karabekir “Kuvayı Milliye ile birlikte olmasanız, Kürdistan Ermenistan olacak”
diye Kürdleri kendi taraflarına çekmeye, bu yönde örgütlemeye çalışmışlardır.
Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi döneminde, Kürd şeyhlerine, Kürd aşiret
reislerine yazdığı mektupları bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Osmanlı
hükümeti ile yapılan Amasya protokollerini de bu çerçevede değerlendirmek
gerekir.
Kürdlere ilişkin esas program
şüphesiz Kürdlerin Türklüğe asimilasyonudur. Bu da devlet Kürdleri kazanınca
Yakındoğu İşleri İle İlgili Lozan Antlaşması imzalanınca yaşama geçecek olan
bir programdır. Bu yıllardan sonra devlet terörü de kullanılarak Kürdlerin
Türklüğe asimilasyonu için çok yoğun bir çaba sarf edilmiştir.
Kuvayı Milliye
Ege’de, Çukurova’da, Gaziantep,
Urfa gibi yörelerde Kuvayı Milliye örgütlenmesinin temelinde hangi olgular
vardır? 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla birlikte Osmanlı
devleti de savaştan yenik çıktı. Bunun üzerine Rumlar ve Ermeniler bulundukları
yerlerden tekrar dönerek kendi evlerine, mallarına, mülklerine kavuşmak istediler.
Ama bu malları mülkleri de çevredeki Kürd veya Türk eşraf tarafından
yağmalanmıştı. İşte Kuvayı Milliye, Rumların ve Ermenilerin kendi mallarına
sahip çıkmalarını engellemek için kuruldu. Neden Antep’te Urfa’da, Çukurova’da
kuruldu? Çünkü örneğin Ermeniler Halep’ten, Antep’e, Urfa’ya daha kolay
gelebiliyorlardı. Ne kadar Ermeni Halep’e ulaşabilmişse, onlardan bir kısmı
Antep’te, Urfa’da, Çukurova’da kendi mallarına mülklerine kavuşma beklentisi
içindeydi. Ege’den Yunanistan’a Ege adalarına sürülen Rumlar için de durum
aynıydı. Resmi tarih Kuvayı Milliye’yi destan olarak anlatır. Ama Ermenilerden
ve Rumlardan kalan taşınmaz mallarla ilişkilendirildiği zaman, Rum ve Ermeni
malları üzerinde yağma yapanlar oldukları görülür. Kuvayı Milliye, sürgün
edilen bu kitlelerin tekrar gelişlerini engellemek için kurulmuştur.
Türkiye bir ülkenin adı değildir.
Türkiye bir devletin adıdır. Yakındoğu’nun kadim halkları ve onların ülkeleri
imha edilmiş, bu topraklar üzerinde yeni bir devlet kurulmuştur. Bizans
döneminde, sadece Ege’in bir parçası için kullanılan Anatolia,
yeni devletin toprakların tamamına verilen bir isim olmuştur. Anadolu.
Alman Desteği
İttihat ve Terakki’nin bu projesi
Almanlar tarafından yoğun bir şekilde destekleniyordu. Bu projenin yaşama
geçmesiyle İngiliz sömürgesi Hindistan üzerinde sürekli bir Alman tehdidi
oluşacaktı. Ama bu, Yakındoğu’yu tamamen imha eden bir süreçti. Belge Yayınları’nın,
Ocak 2012’de yayımladığı, Alman
Belgeleri, Ermeni Soykırımı, 1915-1916,
bu konuda çok önemli bir kaynaktır. Wolfgang Gust tarafından hazırlanan
belgeler, Alman Dışişleri Bakanlığı siyasi arşiv belgelerini içermektedir. Wolfgang Gust (d.1935) haftalık Der Spiegel
Dergisi’nin, Dış Haberler Servis şefi ve muhabiridir.
Yves Ternon’un, Mardin 1915 Bir
Yıkımın Anatomisi, kitabı da önemlidir.
Bu kitap da Ekim 2013’de Belge Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Bu kitapta
da Sait Çetinoğlu’nun uzun bir önsözü vardır. Bu önemli bir değerlendirme
yazısıdır.
Bu arada, David Gaunt’un
kitabından da söz etmek gerekir. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu Anadolu’da
Müslüman-Hıristiyan İlişkileri,
Katliamlar, Direniş, Koruyucular,
Çev. Ali Çakıroğlu, Belge Yayınları, Ekim 2007.
Vergine Sivazliyan’ın, Ermeni
Soykırımı, Hayatta kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Ermenice’den tercüme
edenler, Tigran Teovagomiyaciyan-Petros
Çavikyan, Belge Yayınları, Kasım 2013.
Büyük Britanya, Fransa ve
Rusya’nın da Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili hesapları vardı. İmparatorluğun,
Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki toprakları paylaşılıyordu. Bu çerçevede 1915
sonlarında başlayan Sykes-Picot görüşmeleri 1916’da sonuçlandı. Son görüşmelere
Ruslar da katılmıştı.
Birinci Dünya Savaşı sonunda,
Almanlar ve müttefiki Osmanlılar yenildi. İngiltere ve Fransa tarafı galip
geldi. Ama İngiltere ve Fransa tarafı Sykes-Picot Andlaşmasını diledikleri gibi
yaşama geçiremediler. . Rusya’da meydana gelen Bolşevik devrimi bunu önledi.
İngiltere ve Fransa, Bolşevik devriminin Rusya sınırları dışına taşmaması için
Sykes-Picot planlarında bazı değişiklikler yaptılar. Yakındoğu’da, Türk
Devleti’nin, Ortadoğu’da Afganistan’ın kurulması, İngiliz, Fransız ve Sovyetler Birliği’nin
yardımlarıyla gerçekleşti. Yakındoğu bu ilişkiler sürecinde imha edildi. Hem
ülkeler, hem de bu ülkelerde yaşayan kadim halklar, Ermeniler, Rumlar,
Pontuslar, Süryaniler, Ezidi Kürdler… bu süreçte soykırıma uğratıldılar.
Yakındoğu’nun otokton halkları,
allochtoonlar (dışarıdan gelenler) tarafından soykırıma uğratıldı.
Peri Yayınları sahibi Ahmet
Önal, “Yakındoğu soykırımlarla yok
edildi. Neden?” başlıklı bir yazı yayımladı. Bu yazıda, “Uzakdoğu var, Ortadoğu
var, Yakındoğu soykırımla yok edildi Neden?” deniyor. Bu yazı 15 Ocak 2012 tarihinden
itibaren kurdistan-post.eu sitesinde aslı duruyor. Yazı, Kızılbaş Dergisi’nin,
Şubat 2012 tarihli 11. sayısında da yer alıyor (s.45-47).
Bu konuda, Gürdal Aksoy’un
kitabını hatırlatmak da gerekir. Halklar Hapishanesi Anadolu, Kürtlerde Anadolu
Merkezci Yabancılaşma, Komal Yayınevi,
İstanbul, Haziran 2002
1915 ve Hrant Dink’in
Katledilmesi
Taner Akçam hoca, Muammer Güler, ve Dr. Reşit ya da, Erdoğan ve
Talat başlıklı yazısında, (Taraf, 18 Ocak 2014) Hrant Dink’in Talat Paşa’ya
karşı katledildiğini yazar. Bu söylenebilir.
Ama, tabulara dokunulması da bu cinayetleri tetikleyebilmektedir. Vadat
Aydın’ın katledilmesiyle, Hrant Dink’in katledilmesi arasında çok önemli
benzerlikler vardır. 5 Temmuz 1991 de Vadat Aydın’ın katledilmesi, 30 Ekim
1990da, Ankara’da İnsan Hakları Kongresi’nde yaptığı Kürdçe konuşmadan
dolayıdır. Bunun yanında daha birçok neden daha sayılabilir. Bu, çok önemli bir
tabuya dokunmak anlamına gelir. Hrant Dink’de
Agos Gazetesi’nde, Sabiha Gökçen’in esas kimliğiyle ilgili bir
yayın yapmıştır. Önemli bir tabuya dokunmuştur. Bu yayından sonra, Hrant
Dink’in İstanbul Valiliği’ne çağrılması, valilikte MİT görevlileri tarafından
tehditle karşılanması, bu nedenledir.
Aslında bu olgular birbirini tetiklemektedir.
Lobiler söylemi
Ermenilerin, Rumların, ABD’de,
İngiltere’de, Fransa’da vs. lobiler aracılığıyla kendi tarihsel haklarını
savunmaları örneğin, soykırımın
tanınması için çaba sarfedilmesi ,
gasbedilen mallarını-mülklerini gündeme
getirmeleri normal bir
gelişmedir. Bunu emperyalizmin kışkırtması olarak algılamak doğru
değildir. Emperyalizmi, örneğin
Kürdistan sorununda, 1920 li yıllarda, Miletler Cemiyeti döneminde, Kürdlerin
ve Kürdistan’ın bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması sürecinde aramak
gerekir. Ama bu konularda da Kürdlerde
ciddi bir bilinç eksikliği, yanlış bir bilinç vardır. Bunu da dikkatlerden uzak
tutmamak gerekir.
Bir ulusun, bir ülkenin
bölünmesi,parçalanması ve paylaşılması o ulus için çok önemli bir sorundur.
Ermenilerin de böyle bir sorunu vardır. Osmanlı Ermenistanı, Rus Ermenistanı.
Bu bölünme, parçalanma ve paylaşılma pek çok sorunun ana nedenidir.
Temel Sorun
Türkiye Cumhuriyeti, 29 Ekim
1923’de Kürdlerin yokluğu üzerine kurulmuştur.
Sadece Kürdlerin değil, Rumların, Ermenilerin, Asurilerin, Süryanilerin, Yahudilerin, Ezidi Kürdlerin, Rum-Pontusların, kendilerini
Reya Heq olarak adlandıran, Alevilerin
(Kızılbaşların) da yokluğu üzerine kurulmuştur. Bunun yolu da asimilasyondur.
Kürdlerin Türklüğe, Alevilerin
Müslümanlığa asimilasyonu. Asimilasyonu kabul
etmeyenler imha edilecektir.
Yukarıda sayılan altı olguda, imhanın nasıl gerçekleştirildiği belli
olmaktadır. Örneğin çeşitli katliamlarda çok adı geçen “Yeşil” bir türlü
yakalanıp yargı önüne çıkarılamamıştır.
Hıristiyan olan Rumların,
Ermenilerin, Süryanilerin
Rum-Pontusların vs. asimile edilmeleri mümkün değildir. Onların yokluğu
da ancak, sayılarının azaltılması suretiyle sağlanabilir. Yirminci yüzyılın
başlarında, sadece İstanbul ve çevresinde, 300 bin civarında Rum yaşıyordu. O
zaman, bugünkü sınırlar içindeki topraklarda 10-12 milyon insan yaşıyordu.
Bugün İstanbul’da yaşayan Rumların sayısı 1500 dür (Hayko Bağdat, Bese
Hozat’a, Taraf, 11 Ocak 2014).
Hayko Bağdat, bugün Türkiye’de
yaşayan Ermenilerin sayısının 60 bin, Yahudilerin sayısının 20 bin olduğunu
belirtmektedir. Halbuki yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda, yani, Batı
Ermenistan’da, Kilikya’da, Kuzey Mezopotamya’da, İstanbul çevresinde,
Ankara-Eskişehir çevresinde… 2 milyona
yakın Ermeni yaşıyordu. Asuri-Süryanilerin sayısı ise ancak, yüzlerle ifade edilmektedir.
1934 de, Trakya’da Yahudilere
uygulanan kırım, 1941943 Varlık vergisi, 1955 6-7 Eylül olayları, 1964 sürgünü…
hep azınlıkların nüfusunun azaltmayı hedefleyen operasyonlar olmuşlardır.
1921 Anayasası, 29 Ekim 1923 günü yani Cumhuriyet’in ilan
edildiği gün, 29 Ekim 1923 tarihli ve
364 sayılı kanun ile
değiştirilmiştir. Bu kanun, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerini Açıklayarak Yürürlükten Kaldırılmasına Dair
Kanun” adını taşımaktadır (Prof. Dr. Suna Kili -Prof. Dr. A.Şeref
Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri,
Senedi İttifaktan Günümüze,Türkiye İş Bankası
Kültür yayınları, 1985 Ankara, s.
91-93, s. 103).
Bu değişiklikle, 1921 Anayasası
yürürlükten kaldırılmaktadır. Zira 1921 Anayasası’na temel özelliğini veren
adem-i merkeziyet prensibidir. Bu da 11.ve 12. Maddelerde yer almaktadır. Bu
değişiklikle bu maddeler yürürlükten kaldırılmıştır. Henüz 1924’e varmadan
yapılan bu değişiklik, yönetimin niyetini, gelecekte nasıl bir devlet ve toplum
tasavvur ettiğini göstermektedir. 29 Ekim 1923 günü sessizce yapılan bu
değişiklik aslında hukuka karşı bir darbedir. Çünkü bu değişiklikle ilgili
olarak Meclis’te hiçbir tartışma yapılmamıştır. Bu değişiklikle ilgili olarak
hiçbir milletvekilinin de haberi yoktur. Sadece Mustafa Kemal’in ve birkaç
arkadaşının bildiği bir konudur.
1 Nisan 1923’de Meclis
yenilenmiştir. Yeni Meclis’e Mustafa Kemal’e muhalefet eden kişilerin alınmamasına yani ikinci gruptan
kişilerin alınmamasına özen
gösterilmiştir. Yeni Meclis 1921 Anayasasını yapan meclis değildir. 1921
Anayasası 2 yıl 9 ay gibi bir süre yürürlükte kalmıştır. Adem-i Merkeziyeti
yaşama geçirecek bir tasarrufu da olmamıştır.
Bu değişiklik, ileride gelişecek
asimilasyon, inkar ve imha süreci için elverişli bir ortam yaratmaktadır. O
günlerden beri Türk hukuku resmi ideolojinin emrindedir. 1950’ler, 60’ları, 70’leri, 80’leri
hatırlayalım, yargı organları,
Kürdlerden, Kürdçe’den söz edenleri
çok ağır idari ve cezai yaptırımlarla karşılıyordu. Bu, yargı
organlarının resmi ideoloji doğrultusunda karar vermesinden başka bir şey
değildir. Yargı organları, Kürdler
konusunda hala, resmi ideolojinin gereklerine göre çalışmaktadır. Bunun için,
Ergenekon soruşturmaları Fırat’ın öte yakasına geçememektedir. Buysa,
hukukun adalet anlayışının çürümesi anlamına gelmektedir.
-----------
Kaynak: Zazaki.Net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder