28 Mayıs 2014 Çarşamba

GEZİ DİRENİŞİNİN - HAZİRAN AYAKLANMASININ YILDÖNÜMÜ...


Adil Okay

 Tam bir yıl önce "Haziran direnişinin ilk sonuçları" adlı makalemde şunları yazmıştım:

"Gezi parkı, bardağı taşıran son kıvılcım oldu. 10 yıla yaklaşan AKP iktidarının adım adım ördüğü, alıştırarak, kanıksatarak uygulamaya soktuğu ve muhafazakârlıkla kardığı neo-liberal politikalar nihayet ters tepti. Kendinden olmayanlara karşı kurmaya çalıştığı "korku imparatorluğu" çatırdadı. Homojen olmayan, tek bir siyasal grubun önderliğinde olmayan halk kitlesi, özellikle gençler, Gezi parkında “3 ağacı korumak” için ayaklandı. Elbette buradaki 3 ağaç, 30 yıldır adı konulmayan iç savaşta devletin yaktığı ormanlarda ağlayan ağaçların kardeşleriydi, AKP’nin iktidarda olduğu 10 yıl boyunca İslamcı sermayeye peşkeş çektiği ormanlardı, barajlarla kirletilen nehirlerdi.

Buradaki 3 ağaç, 2B, 3. Boğaz köprüsü ve Yeni havaalanı projeleriyle “katli vaciptir” denilen milyonlarca ağacın sözcüsüydü. Gezi parkında başlayan ayaklanma, AKP hükümetinin, yandaşlarını zengin etmek için yaptığı, saymakla bitiremeyeceğim hırsızlıklara tepkiydi.

Halk ayaklandı. Ben de ayaklananlar arasındayım. Zira biz artık ceberut başbakanın ne içeceğimize, ne yiyeceğimize, kiminle ve nasıl sevişeceğimize, kaç çocuk yapacağımıza, hangi ibadethaneyi kullanacağımıza bizim adımıza karar verme cüretine isyan ettik.

Zira biz sermayenin fütursuzca, hükümetten aldığı destekle iş cinayetleri işlemeye devam etmesine isyan ettik. Zira biz, var olan laikliği beğenmezken, (Sünni) diyanet işleri bakanlığının olduğu, imamların devlet memuru yapıldığı bir ülkede laiklik zaten yarımdı, sorunluydu derken, onun da kuşa çevrilmesine isyan ettik. Zira biz hapishanelerin dolup taşmasına, gazetecilerin, avukatların, öğrencilerin, seçilmiş vekillerin, belediye başkanlarının, meclis üyelerinin olmayan suçlarla hapse tıkılmasına, hasta mahpusların birer birer tahliye edilmeden ölmesine isyan ettik...."

Diye devam ediyordu makalem. Aradan 1 yıl geçti. AKP hükümeti doğayı ve insanları katletmeye devam etti. En son Soma katliamı, devlet - patron suç ortaklığını, AKP- Sermaye suç ortaklığını gözler önüne serdi.

Son bir yılda bir kez daha gördük ki: Gezi’nin Soma ile Soma’nın Roboski’yle, Roboski’nin Cumartesi Anneleriyle ilişkisi var. Bu katliamların tümünün merkezi aynı adrestir: Devlet-Patron suç ortaklığıdır. Zulüm imparatorluğudur. Sermayenin dini, imanı, ırkı, rengi olmaz. İslamcı sermaye kötüdür, Hıristiyan ya da ateist sermayedar iyidir demek saflık ya da konuyu bilmemekten kaynaklanır. Doğayı kirleten de, diktatörlere destek veren de bu sermaye sınıfıdır. Özellikle son 30 yılda iş cinayetlerinin, kirletilen nehirlerin, denizlerin, yağmalanan sahillerin, yok edilen ormanların ve göllerin sorumlusu-suçlusu emekçiler-çapulcular, mülksüzler değildir. Büyük mülk sahipleridir. “Ulusal” ve uluslararası tekellerdir. Bunlardan birisinin kişi olarak “iyi görünmesi” sizi yanıltmasın. Hafızanızı tazeleyin, Kenan Evren’in darbe yaparken, Tayyip Erdoğan’ın ilk iktidara gelirken, bu sermaye sınıfı tarafından desteklendiğini anımsayın. Bu patronların ellerinde, pazar-paylaşım için çıkartılan savaşlarda öldürülen, yerlerinden yurtlarından göç ettirilen insanların kanı vardır. Küresel sermaye sözcülerinin, ‘Küreselleşme iyidir’ safsatalarının arkasında, küresel suç ortaklığı yatmaktadır. Artık dünyanın tüm büyük patronları aynı örgüt içinde yer almakta, aynı suç makinesini elbirliği ile çalıştırmaktadır.

Fikret Başkaya’nın ifadesiyle: “”kapitalist patronu iş güvenliği konusunda zorlayacak olan yegane güç devlettir. Lâkin kapitalist devlet, şimdilerde “neoliberal devlet”, kapitalistlere sınırlama getirmeye asla yanaşmaz. Ama sınırlıyormuş gibi yapar ve insanlar da ona inanır veya inanmış görünür… Siz hem kârı, özel kazancı, bireysel zenginleşmeyi kutsayacaksınız ve hem de onu sınırlayamaya yelteneceksiniz, bu mümkün değildir. Zaten neoliberal küreselleşme çağında devletin yegane varlık nedeni, zenginlerin zenginliğini artırmaktır, her yolu deneyerek, tüm imkânları seferber ederek onların önünü açmaktır. Onun için kiminle çuvala girdiğini bilmek önemlidir… Dolayısıyla bu katliamın birinci sorumlusu, sadece işveren değildir, onun bu hoyratlığa teşvik eden, yangına körükle giden devlet ve onun temsilcisi hükümettir. Çalışma bakanıdır, İktidar partisidir, iktidar partisini uyarmakta başarısız olan muhalefet partileridir ve bir bütün olarak “milli iradenin” timsâli olarak sunulan TBMM’dir, yani parlamentodur. Özelleştirmeleri marifet sayanların, taşeron işçi çalıştırmaya yol açanların ve itiraz etmeyenlerin tamamıdır. “Taşeron işçi” kavramının bizzat kendisi bir utanç unsuru değil mi? Tabii utanmak için önce utanabilir durumda olmak gerekir… Ve maalesef “iş bitiricilik” ahlâksızlığının geçerli olduğu bir toplumda artık utanmaya/arlanmaya da yer yoktur…”

O halde Praksis grubunun meşhur şarkısının sözleri hâlâ geçerli:

"Gel sen de haykır... İsyana gerek var..."

"Yık duvarları" adlı şiirimle tamamlıyorum diyeceklerimi ve Gezi direnişini-Haziran ayaklanmasını selamlıyorum. ve bu ayaklanmada hayatını kaybeden gençleri saygıyla anıyorum:

"yık duvarları çocuk
yazılı yazısız kuralları
yasalar bozulmak için yapılır
yap boz
boz yap
yık parçala dağıt
kendi doğrunu bulana değin

mihenk taşı kalbinde gizli
göklerde arama çocuk..."
"yık duvarları çocuk
yazılı yazısız kuralları
yasalar bozulmak için yapılır
yap boz
boz yap
yık parçala dağıt
kendi doğrunu bulana değin

mihenk taşı kalbinde gizli
göklerde arama çocuk..."


26 Mayıs 2014 Pazartesi

Aleviliğin Sünni diktatörlüğe karşı direnişi…






Hasan Bildirici


”Kürtler nasıl parçalıysa, Aleviler de çok parçalı. Sünni Türk diktatörlüğünün baskıcı ve hileci yönetimi altında tek parça kalmak zaten mümkün değil. Bırakın toplumları, bireyler bile paramparça. Çok parçalı olmalarına ve kafa karışıklığına bakarak Alevileri suçlamak kolay. Bu kolaycılığa kaçanların bin yıldır bu topraklardan neler olup bittiğinden galiba pek haberleri yok…”

Kürtlerin direniş hızını kesen ve kısmi uzlaşmaya zorlayan Sünni Türk diktatörlüğü, Alevilere yönelmiş bulunuyor. Devrim yapamamış ve getirdiği devrim mücadelesini son anda Sünni Türk diktatörlüğünden ufak tefek paylar koparmaya indirgemiş mücadelelerin bitmeyen çilesidir bu. Her defasında yeniden başa dönmek ve vurulmak gerekiyor.  Bin yıldır hakkında ölüm fermanları çıkartılmış ve hakkında çıkartılan fermanların hükmüne maruz kalarak bugünlere gelmiş çeşitli etnik kimlikten Alevilerin, Sünni Türk diktatörlüğü altında hala yasal bir yerleri yok. Sadece Türk islam faşistlerinin ağzında, iktidarlarını sürdürmek için “Alevi kardeşlerimiz” sözü var. Aynı söz, “Kürt kardeşlerimiz” olarak Kürtlere deli gömleği olarak giydirilmiş.

Kürtler nasıl parçalıysa, Aleviler de çok parçalı. Sünni Türk diktatörlüğünün baskıcı ve hileci yönetimi altında tek parça kalmak zaten mümkün değil. Bırakın toplumları, bireyler bile paramparça. Çok parçalı olmalarına ve kafa karışıklığına bakarak Alevileri suçlamak kolay. Bu kolaycılığa kaçanların bin yıldır bu topraklardan neler olup bittiğinden galiba pek haberleri yok. Etnik kimliğini ve inancını, çaldığı bir mal gibi gizli taşımak zorunda kalanların hikayesidir bu. Kendi evlerinde, çekili perdelerin gerisinde dahi inancını yaşayamamış toplumları anlatırken dikkatli olmak gerekiyor. Suyu içilmeyen, ekmeği yenmeyen, kestiği kurbanı alınmayan, yalan ve iftiralarla bugüne getirilmiş bir toplum. Yazılı belgeleri yeni... Kulaktan kulağa değişerek gelen sözlü bir yaşamın mağdurları... Alevi kültür ve inancına mensup olanların bitişik köylerinin bile farklı olması, Sünni Türk diktatörlüğüne katliam delili vermemek için inanca ve kültüre ait bütün kanıtların hızla yok edilmesinden kaynaklanmıyor mu?

Onun için bizim topraklar, uyduruk uzlaşmalar değil, devrim ve arınma istiyor. Alevi toplumunun gençleri, atalarının kafa karışıklığını ve ürkekliğini üzerlerinden atmış görünüyorlar. Sünni Türk diktatörlüğünün altında hiç bir hakları olmadığı ve hala imamlar ve İslamcı diktatörler tarafından yönetilmek zorunda bırakıldıkları için direnmek ve çatışmak onların hakkı. Haksız olan, onlardan kafalarını diktatörlüğün postalının altına uzatmalarını beklemektir.

Alevi kimliğinin ve kişiliğinin çok parça oluşuna bakarak, bundan tutarlı bir mücadelenin çıkmayacağını söylemek gerçekçi bir tespit değil. Direniş ve mücadele, parçalar arasındaki kopuk iletişimi yeniden sağlar, anlayış farklılıklarını aza indirir, onlara kendi gücünü ve haklılığını keşfetmenin yollarını öğretir. Türkiye topraklarının, İslamcı-Sünni güçlerce yönetilemeyeceğini hatırlatır. Eğer olabilirse, Alevi toplumunun bir fedarasyon altında toplanmasının fikrini tartışmaya açar. Çorba yönetimlerle işlerin yürümeyeceğini, Sünni diktatörlerin Alevileri yönetmeye haklarının olmadığını hatırlatır. Türkler nasıl Kürtleri yönetme hakkına sahip değilse, Türk İslamcılığının da Kürt ve Türk Aleviliği yönetme hakkına sahip değil.

Irak bu nedenle Şii, Sünni ve Kürt olarak üçe bölündü. Aynı prova şimdi Suriye’de yapılıyor. Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde durmalı ki, toplumlar arasında bir denge oluşsun. Yoksa bu toprakların Kürt, Sünni, Alevi ve Türk gerilimi hiç bitmez.

Gezi Parkı ile başlayan Alevi direnişi beni çok umutlandırıyor. Aleviliği ben, Türkiye ve Kürdistan’ın geleceğinin çağdaş yüzü olarak görüyorum. Çünkü Alevilik, bir barış ve demokrasi kültürüdür. Aşırılıklar ve çok parçalı duruş, Aleviliğin kendi hatası değil, Sünni Türk diktatörlüğünün acımasız yönetim tarzının bir sonucudur.

Türkiye yapı itibarıyla Sünni Türk yönetim tarzını kaldıramayacaktır artık. İsterlerse oyların yüzde yetmişini alsınlar, huzur içinde bir yönetim biçimi sergileyemeyeceklerdir. Sunni diktatörlüğün altında Türkiye hızla Kürt, Türk, Sünni ve Alevi kamplaşmasına gidiyor. Alevilikle onun can düşmanı Siyasal İslamı bir arada tutmak gittikçe güçleşiyor... Aleviler, bu kez Türkiye’nin gelecek yazgısına ağırlıklarını koymuş bulunuyorlar. Bu ağırlık artık düzen içi partilerden ziyade sokaklarda hissediliyor. 

 Not: Avrupa'da kitaplarımın satıldığı ve dağıtıldığı herhangi bir adres yoktur.  Kitaplarıma ilgi duyan arkadaşla, mail veya facebook adresime mesaj bırakarak aşağıdaki kitapları benden isteyebilirler.

1-Dönüşü Olmayan yol(I)

2-Dönüşü Olmayan Yol(II)

3-Dönüşü Olmayan Yol(III)-Uçurum Atlıları

4-Dönüşü olmayan yol(IV)-Geri Çekilme

5-Geçmişin Gölgeleri

6-Son Mektup

7-Ülkeye Dönüş

8-Bekaa-Yaratılan Toprak

9-Pusu

10-Şervan

11-Van Gölü'nde Yılanlı Bir Günün Esrarı

12-Yasak Ülkenin günlüğü

 13-Kürdistan Kazanacak

------------
Kaynak: Rojeva Kürdistan




24 Mayıs 2014 Cumartesi

SOMA OMA MA!..


SOMA OMA MA
Müslüm Kabadayı

Yeraltında milyonlarca ışıldaklı Soma
Kazma vuruyor yeryüzündekiler ısınsın diye
Soma’larda yanıyor yürekler, çatırdıyor yüzlerce oma
Şimdi yeryüzü daha kömür yeraltından, bu katliam niye?
Sermaye devleti hırsız ve katilleri beslenin diye!
Direndiğinde milyarlarca soma, ayağa kalktığında çelikleşmiş oma.
Vebalı sermaye sıçanları geberir tek yumurta ikizlerinin altında
Hayat ver, direnç der yeraltındaki ışıldaklı somalara sen ey ma!

21 Mayıs 2014 Çarşamba

H. Bildirici: “Rêya Bêveger.”


Salih Agir Qoserî

Demeke bûye ku min romana Hasan Bildirici ya bi navê Dönüşü Olmayan Yol wergerandiye Kurdî. Divê ji zû de derketiba, lê ji ber hin sedemên teknîkî, heta nuha ma. Nuha bi kêvxweşî radigihînim ku ev roman bi navê Rêya Bêveger ji aliyê Weşanxaneya Lîsê ve derket. Kesên ku bixwazin, dikarin li Amedê li Pêşangeha Pirtûkên, ji Weşanxaneya Lîsê temîn bikin. Helbet piştî Pêşangeha Pirtûkan jî, hertim mirov dikare li Amedê ji Weşanxaneya Lîsê vê pirtûkê temîm bike.

Dema Tirkîya vê romanê, Dönüşü Olmayan Yol hat nivîsandin, di nav Kurdên Bakur de têra xwe deng da, gelek nirxandin û nîqaş li ser hatin kirin.

Li gel nirxandinên wêjeyî, pirsa ”gelo divê ev roman ji wêjeya Kurdî were hesibandin, an ji wêjeya Tirkî” hate nîqaş kirin. Hin kes di pirsên wanî de ziman tenê weke xaleke dîyarde dibînin û dibêjin berhem bi kîjan zimanî were nivîsandin, divê ew berhem ji wê wêjeyê were hesibandin. Li gorî vê rêbazê divê berhemên Hasan Bildirici di wêjeya Tirkî de werin hesibandin. Lê min bi xwe nedîtîye derûdorên wêjeya Tirkî berhemên Hasan Bildirici di wêjeya Tirkî de hesibandine.

Lê ji bo ku mirov cîyê berhemekê dîyar bike, gelo mirov dikare zimên tenê weke pîvan bigire? Bi raya min herêm, xwezayî, leheng, bûyer û hestên nasnameyî jî xalên girîng in, lewma divê di vê mijarê de rolê van xalan jî hebe.

Her çiqas zimanê vê romanê Tirkî ye jî, navenda bûyeran Kurdistan e û leheng Kurd in. Ya herî girîng di naverokê de hestên Kurdewar û nasnameya Kurdî heye, bûyer bi perspektîfa Kurdan a netewî têne vegotin. Li gel ku hin tiştên di jîyana gerîla de têne rexnekirin, hin caran şêweya tekoşînê, têkilîyên gerîla yên bi gel re, têkilîyên evînî yên di navbêra gerîlayên jin û mêr de têne nîqaş kirin jî, di navenda van rexneyan de pîvana ku nayê guhertin, nasname û hestên Kurdî, yên netewî ne.

Di vê babetê de nerîna nivîskarê berhemê bi xwe jî girîng e. Gelo nivîskar bi xwe, xwe ayidî kîderê dibîne û berhemên xwe ayidî kîjan wêjeyê dihesibîne?

Hasan Bildirici xwe weke nivîskarekî Kurdistanê dibîne û berhemên xwe di nav wêjeya Kurdistanê dihesibîne. Lew Bildirici hêza xwe ji civaka Kurdistanê distîne, berhemên xwe bi hêza civaka Kurdistanê xwedî dike. Di berhemên wî de herêm Kurdistan e, leheng Kurd in û hemû tişt bi perspektîfeke Kurdewar tê nirxandin.

Di vê mijarê de Bildirici bi xwe dibje ”Xwezî min bi Kurdî zanîba û ji bo ku berhemên min ji wêjeya Kurdistanê werin hesibandin, ez mejbûr nebama, neketama helwesteke taybet da ku berhemên min ji wêjeya Kurdistanê werin hesibandin.”

Nuha, êdî ji bo wî fêrbûna Kurdî û nivîsandina bi Kurdî zahmet e; hetta mirov dikare bêje êdî ne mumkun e jî. Lê em dikarin berhemên wî wergerînin Kurdî û bibin wesîle ku li temama Kurdistanê belav bibin û hemû Kurd bikaribin bixwînin. Lewma me Dönüşü Olmayan Yol wergerand Kurdî.

Hasan Bildirici zimanê Tirkî baş bikar tîne, rista romanên xwe bi pisporî ava dike. Pêvajoya bûyeran bi awayekî herikbar û heyecan dimeşîne, lehengên xwe, li gorî paşeroja wan î civakî û asta wan î ronakbîrî baş diafirîne.

Weke ku em dizanin, ji redaktorî, heta çapkirin û belavkirinê, Hasan Bildirici bi tena serê xwe hemû karên berhemên xwe dike. Li gel hemû van derfetên kêm, dîsa jî berhemên giranbuha diafirîne.

Helbet wergera berhemên wanî, ne karekî hêsan e. Di navbêra nivîsandin û wergerandina romanekê de cûdahîyên girîng hene. Di nivîsandina romanê de, nivîskar di avakirina hevokên xwe de, di afrirandina lehengan, pêvajoya bûyeran û hwd. de azad e. Çi binivîse, ya rast ew e. Lê mirov di wergerê de hewqas nerehet e, ne azad e, mirov çi binivîse ya rast ne ew e, mirov nikare li gorî dilê xwe binivîse. Divê mirov di hundurê sînorên ku hatine danîn de, fikir û peyamên ku hatine dayin karê xwe bike. Ne mirov dikare tiştekî jê kêm bike û ne jî lê zêde bike; divê mirov wateya hevokê neguhere, peyama ku tê dayin dijwar an jî qels neke. Mirov mejbûr e di hundur labîrenta pergala ku hatîye danîn de tevbigere. Hin caran mirov bi saetan li gotinekê, bi rojan li hevokekê disekine. Dema ku mirov gotina li gorî dilê xwe nabîne, hevoka li gorî dilê xwe ava nake, mirov aciz dibe, ditengije û hêrs jî dibe. Mirov xwe his dike, weke ku mirov di hundurê cilên teng de beşdarî pêşbazîyekê bibe.

Lêbelê girîngîya karê mirov, barê mirov sibik dike. Cidîyet, têgihîştin û pisporîya mirov, kalîteyê karê mirov dîyar dike. Her wiha biserkeftina karên mirov jî, mirov bextewar dike.

Dema ku min cara yekemîn Tirkîya vê romanê xwend, yekser fikra wergera wê ya Kurdî kete bala min. Lew bi xwendina wan hevokan, ez bi xwe çûm derûdora Bahra Wanê, ew berf û bahozên serê çîyayên Kurdistanê di dilê min de li hevdû ketin, ez bi xwe bûm hevparê êş, azar û tekoşîna ciwanên Kurdan. Wê gavê tiştê ku min weke deyn li ser xwe ferz dît, wergera wê ya Kurdî bû. Bi wergera wê ya Kurdî û bi vî awayî belavkirina wê li Kurdistanê, min ê deynê xwe bida.

Di wergerê de karê min giran bû. Min ê evîn û hisretên dilê Haydar û Sarya bi Kurdî vegota, min ê êş û azara wan a li serê çîyayên Kurdistanê bi Kurdî ragihanda gelê Kurd. Min di her gotin û hevokê de, evîna Haydar û Sarya û tekoşîna ciwanên Kurd li ser milên xwe weke barekî dît, bi hesasîyet û cidîyet min hewl da ku evîna dilê wan a paqij neêşînim û tekoşîna wan a pîroz ji wateya wê bi dûr nexim.

Min xwest qîrîn û hawara tekoşerên can feda, yên bi salan li ser çîyayên Kurdistanê, bigihînim we xwendekaran û vê qîrîn û hawarê di rûpelên dîroka wêjeya Kurdî de bi cî bikim. Heger ku min gazî û hawara wan gîhandibe we û hinekî jî dilê we hejandibe, ez di vî warî de gîhaştime armanca xwe.

Kaynak: Rojeva Kurdistan


20 Mayıs 2014 Salı

İslam, Resmi İdeoloji ve Kader Kurnazlığı ...




Mustafa Elveren*

Günümüzde “İslam Siyasallaştı” söyleminden çokça bahsedilmeye başlandı. Bu söylem doğru değildir. Çünkü İslam zaten siyasi bir sistemin adıdır. Diğer bir deyişle İslam’ın doğuşu siyasaldır.

Dünya’da İslami sistemle yönetilen ülkelerin siyasi ve hukuki uygulamalarını görmezlikten gelemeyiz. Bu uygulamalar ülkeden ülkeye farklılıklar göstermektedir.

Bunun için İslam uzmanı olmaya gerek yoktur. İnternet üzerinden biraz araştırma yapmak, biraz da mantık yürütmek suretiyle bir fikre varmak mümkündür. Ben de öyle yaptım.

Cuma namazları ve hac olayı İslam’ın siyasal bir sistem olduğunun en belirgin kanıtıdır. İslam’ın kurucusu Muhammed; ekonomik ve siyasal konularda sorunları çözmek, bu çerçevede kararlar almak için her hafta Cuma günü Müslümanları toplantıya çağırıyordu. Hatta bu konuda bir de ayet oluşmuştur. Aynı şekilde Hac meselesi de Müslüman topluluklarının ileri gelenleri ile devlet yöneticilerinin buluşup kararların alındığı toplantılardır. Muhammed’in ölümünden sonra halifeler de genel olarak bu çerçevede hareket etmişlerdir…

Bu gün de İslam ülkelerinde ilgili ayetin hükmü gereğince ibadet yapmak için her hafta Cuma günü camilerde toplanıp ve egemen güçlerin belirlediği konularda vaazlar verilmektedir. Buna Türkiye de dahildir. Hac ibadeti ise Mekke’nin hem siyasi ve hem de turizm açısından önemli bir konumda olduğunu söylemek abartılı olmaz.

“Yüzde doksan dokuzu Müslüman” safsatasıyla Türkiye’de halkları uyutma ve asimile etme aracı olarak İslam dini hep kullanılmaktadır. Gerek postalcı ve gerekse takunyacı prof. unvanlı sözüm onlara bazı din uzmanları; “Yüce dinimiz bağışlayıcı ve hoşgörü dinidir… Muazzez Peygamberimiz şöyle demokrattı, böyle insancıldı…” deyip, “Devlet-i âli Menfaatleri”ni gözetip, “Türk Milleti’nin milli çıkarları” için İslam’ı öve öve bitiremiyorlar. Yani halkları din-iman-kader masalları ile uyutmaya devam ediyorlar.

Birçok araştırmadan öğreniyoruz ki; Türkiye Cumhuriyeti Devleti Osmanlı’nın mirası üzerine kuruldu. İmparatorluk ismi Cumhuriyet olarak değiştirildi. İstanbul’daki Meclis-i Mebusanı savaş şartları nedeniyle Ankara’ya taşıyıp, adını Milet Meclisi olarak değiştirip, bu günkü TBMM olarak devam etmektedir. Osmanlı’nın fetvacı din kurumunun ismi Diyanet işleri olarak değiştirip, kendi dışındaki dinleri asimile etmek için daha da etkili bir hale getirildi.

Eskiden olduğu gibi bu gün de fazla bir şey değişmedi. Ülkemizin her alanında dinsel faaliyet gösteren vakıflar, yayınlar, dernekler, radyolar, televizyonlar ile Kur’an kursları, İmam-Hatip okulları ve sayıları yüz bine yaklaşan camiler devletin temel politikası olmaya devam ediyor.

Dolayısıyla, geçmişte de bu gün de iktidar güçleri, yaşanan her türlü felakete kurnazca “KADER” deyip, halkları kandırdılar ve kandırmaya da devam ediyorlar.

“İkitelli'de kapalı arabayla işe götürülürken ölen 8 kadın, Afşin-Elbistan'da cesetleri toprak olan madenciler, Van'dan İstanbul'a getirilirken yanan mahkûmlar, gelir dağılımında en alttaki kesimler, Türkiye'de bölgesel adaletsizlik, kadın-erkek eşitsizliği. (M. Altan) ve Roboski katliamı, bu gün de Soma maden ocağında katledilen yüzlerce emekçi…

Tüm bunları günümüz Türkiye’sinde ne yazık ki, “KADER” diye insanlara yutturuyorlar. 

1400 yıldır halklara dayatılan bu KADER kurnazlığına ya razı olacağız, ya da evrensel insan hakları ve hukuku çerçevesinde yeni bir demokratik sistem inşa edip, halkların eşit ve özgürce yaşamalarını sağlayacağız!

Em. Öğrt.*




19 Mayıs 2014 Pazartesi

PKK'nin adalet ve hukuk anlayışı(*)


Hasan Bildirici

Ulus denince benim aklıma hukuk gelir. Kendi içinde ve çevresiyle ilişkilerde kararlaştırılmış bir hukuku olmayan ulusların uygar dünyada pek bir yaşam şansları yok. 30 yıldan fazladır çok ciddi bir direniş örneği sergiyene PKK, kendi içinde ve ulusuyla bir hukuk oluşturamadığı gibi, sömürgeci ülkerle savaşını bir hukuka oturtamadı. PKK mücadelesinin en büyük açmazı da bu. PKK’yi destekleyen kitle ile PKK’nin herhangi bir hukuku bulunmuyor. Tek taraflı hukuku da PKK belirliyor. Diyelim 30 yıldır PKK’ye yardım eden bir yurtsever, bir yıl olanaksızlıktan dolayı az destek sunarsa, her türlü yaptırımla karşılaşabilir. Bu yaptırım bazen derneğe sokmamak, yürüyüşlere almamak, newroz gecelerinden atmaya kadar varabilir. Kürt halkı TC’ye sömürgeci bir hukukla bağlıdır, Kürt halkı ise PKK’ye tek taraflı parti huku ile bağlıdır. Üstelik bu hukuk bireylere göre değişebilen bir hukuktur. Diyelim 2010 yılında alanınıza gelmiş PKK sorumlusu sizi sevmişse o yıl sorun yaşamazsınız, 2011 yılında gelen sizi sevmiyorsa her şeye hazırlıklı olmak zorundasınız. Bunu bir çok kez yaşamış biri olarak, sıradan insan kaç kez yaşamış bilemiyorum.

Basit bir örnek vermek istiyorum, Avrupa’da bulunduğum 20 yıl boyunca Kürt hareketine çeşitli etkinliklerle ve destek kampanyaları aracılığıyla verdiğim para 20 bin €urodan az değildir. Öyle büyük destekler sunanlar var ki, benimki onlarınınkinin yanında bir damla olarak kalır. Geçen yıl dört aidat, yani 100 Frank ödeyemediğim için, haber vermeden bölge meclisindeki kültür komisyonu üyeliğimi dondurmuşlar. Kürtlerin çoğu sosyal kurumların yardımıyla geçiniyor. Avrupa’da hiç bir kurum, önceden haber vermeden ne yardımları keser ne de oturdukları evden çıkarırlar. Ama PKK ve ona bağlı dernek, haber vermeden rahatlıkla dört aidat için 20 bin Euroluk yurtsever müşterisini gözden çıkarabilir. Üstelik siz hiç bir şey yapamazsınız. Çok zorlarsanız, gel özeleştirini ver, aidatını yatır, durumu değerlendiririz derler. Halbuki hukuku çiğneyen kendileridir. Savunmanı almadan, ödeme için uyarı yapmadan peşinen hüküm vermiş ve verdikleri hükümle sizi aşağılamışlardır.

PKK’nin Kürt toplumunda yarattığı hukuk budur. Tanrı hukuku gibi bir şeydir bu. Toplumla ilişkide PKK, Tanrı’dan daha yetkildir. Tanrı’nın dinlerinde farklı mezhepler olabilir, tölerans olabilir, fakat PKK hukukunda partinin çıkarı neyi gerektiriyorsa, ağırlaştırılmış olarak o yapılır. Bu kadar ağırlaştırılmış tek yanlı hukuk altında, siyasal kararlar da topluma danışılmadan alınır. Can istediğinde partiler kapatılır, sürgün parlamentosu feshedilir, bir sorumlu istemezse sizin kitaplarınızı alır yere çarpar, PKK olmadan önce de var olan Newroz kutlamalarından onurunuz çiğnenerek atılırsınız.

Hukuk yoksa, elbette adalet de olmaz. Fransız yazar Victor Hügo’nun sözüdür galiba: “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır.”

PKK’lilerin hepsi iyidir, fedakardır, ama adalet ve hukuk diye bir anlayışları yoktur. Toplumla ve bireyle ilişkide geçerli olan partinin ve sorumlu kişinin tek yanlı hukukudur. Bu da bir hukuk değil, adaletsizliğin ve hukuksuzluğun kendisidir.

Gelişmiş bütün ulusların iç hukuku çok güçlüdür. Ulusu güçlü yapan, hukukun gücüdür. ABD’yi veya Almanya’yı güçlü yapan da ulusal hukuklarıdır.

PKK’nin otuz yıllık mücadelesinin Kürt ulusuna kazandırdığı tek bir ulusal hukuk maddesi yoktur. Ulusal hukuku olmayanın, sömürgeciliğe karşı mücadelede de bir hukuku olmuyor. Hukuk olmayınca, bağımsızlık için yola çıkmış bir hareket bir bakıyorsunuz, hukuku ve yasallığı bile olmayan bir kaç görüşmeyle kendinin ve ulusun düzenini alt üst edebiliyor.

Ulusal hukukun olmamasından tek başına PKK’yi sorumlu tutmuyorum. Kürt ulusunun eskiden gelen bir hukuksuzluğu var. Ancak bu kadar güçlendiği halde, örgütlenmesini ve halkla ilişkilerini bir hukuka oturtamayan PKK, eleştirinin en büyüğünü hak ediyor.

Kürt partisi BDP’nin bir günde tabela partisi haline getirilmesindeki işleyişe bakarsanız, PKK ve önderliğinin Kürt ulusuyla ilişkide herhangi bir hukuka sahip olmadığını kolaylıkla anlayabilirsiniz. Bu hukuksuzluk, PKK mücadelesini gerileten çok önemli bir olgudur. Diyarbakır’ı yakından izleyen dostlarımın yorumları beni bir ölçüde bu yazıyı yazmaya itti. Kürt halkı, BDP’nin bir günde tabela partisi haline getirilmesine öfkeli. Bir Kürt partisi elimizden alınıyor ve ses çıkaramıyorsunuz. Eleştirdiğinizde, PKK sorumluları “HDP projesine karşı çıkanlar düşmandır,” diyerek kestirip atıyorlar. Diyelim HDP projesinin ilk seçimde başarısız olması PKK sorumlularını pek ilgilendirimiyor. Onları ilgilendiren önlerine konan projeye itirazsız uyulmasıdır.

Kısacası PKK’nin, toplumla, toplumun bireyleriyle, aydınlarıyla, çeşitli meslek gruplarıyla, karşıdakinin de çıkarlarını gözeten bir hukuku yoktur. Sadece PKK’nin parti çıkarlarını gözeten tek yanlı bir hukuk söz konusudur, PKK mücadelesinin tıkanmasının ana nedeni de budur.

Hukuk yoksa gelişme, hukuk yoksa ulusun canlı bir yaşam dinamizmi olmaz.

Kürdistan halkı ve aydınları PKK’yi adil olmaya ve ulusal hukukun oluşturulmasına katkı sunmaya davet etmelidirler. Hukuksuz bir mücadele ve ilişki, binlerce metre derinliğinde bir çukuru ulus olarak açıp yeniden kapatmaya benziyor... 

bildiricihasan@hotmail.com
***

Not: Avrupa'da kitaplarımın satıldığı ve dağıtıldığı herhangi bir adres yoktur.  Kitaplarıma ilgi duyan arkadaşla, mail veya facebook adresime mesaj bırakarak aşağıdaki kitapları benden isteyebilirler.

 1-Dönüşü Olmayan yol(I)

2-Dönüşü Olmayan Yol(II)

3-Dönüşü Olmayan Yol(III)-Uçurum Atlıları

4-Dönüşü olmayan yol(IV)-Geri Çekilme

5-Geçmişin Gölgeleri

6-Son Mektup

7-Ülkeye Dönüş

8-Bekaa-Yaratılan Toprak

9-Pusu

10-Şervan

11-Van Gölü'nde Yılanlı Bir Günün Esrarı

12-Yasak Ülkenin günlüğü

13-Kürdistan Kazanacak
----------
Kaynak: Rojeva Kurdistan


17 Mayıs 2014 Cumartesi

Bir tekme, bir yumruk!




Faiz Cebiroğlu

Türkiye’yi yönetenlerin düştüğü hallere bir bakın: Artık, tek başına, küfür ve hakaret yetmiyor; şimdi de, menevi şiddet yanında, açıkça, fiziki şiddete yöneldiler. Tüm gözler önünde, insanlar coplanıyor, tüm gözler önünde, insanlara tekme ve yumruk atılıyor...Bunu yapanlar, böylesi fiziksel şiddete başvuranlar, sıradan  insanlar değil, Türkiye’yi yönetenler oluyor. Başbakan oluyor. Başbakan Müşaviri oluyor.

Hem başbakan,  hem küfürbaz Tayyip; “Bana, yuh çekersen, tokadı yersin“ deyip, tüm gözler önünde bir vatandaşı yumrukluyor! Başbakan Müşaviri Yusuf Yerkel’de, iki Özel Hareket Polisi ile yerde yatan bir vatandaşa, gözü dönmüş bir şekilde tekmeliyor!

Hem başbakan, hem küfürbaz hem de saldırgan Recep Tayyip; Danıştay’ın 146. Kuruluş yıldönümünde, Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun konuşmasını beğenmediği için, Feyzioğluna, hiç utanmadan ve sıkılmadan; “ Edepsizlik yapıyorsun“ diyerek, üzerine yürümüş ve hasta ruh halli başbakan, binbir zorlukla, salonu terketmiştir. O’nu bıraksalardı, açık ki, yine, Metin Feyzioğlu’nu da  yumruklayacaktı!

Türkiye’yi yönetenlerin düştükleri “ruh halleri“ ne yazık ki, budur. Bu, bir.

İki: T.C’nin kuruluşundan bu yana, devleti yönetenlerin, devletin tüm kademelerinde: ordu’da, karakollarda, polis merkezlerinde ve eğitim kurumlarında, hem manevi, hem de fiziksel şiddet hiç eksilmedi. Eksilmez de. Zira, böylesi insan yapılanmasını doğuran nedenler vardır: Faşist Türk otoriter eğitim sistemi vardır!

Üç: Faşist Türk eğitim sisteminden, ne yazık ki, halihazırda,  Türkiye’nin başbakanı olan Recep Tayyip gibi, hasta ruhlu insan tipleri çıkar. Çıkıyor. 

Dört: Faşist otoriter Türk eğitim sistemini ortadan kaldırmadan, böylesi saldırgan insanların önüne geçmek ya da ortadan kaldırmak mümkün değildir. Zira bu eğitimin özü: Türk insanını “şiddetle terbiye etme“ sistemidir. Manevi ve fiziksel şiddet buradan kaynaklanıyor. Türk toplumunun tüm yönlerinde, böylesi bir eğitim sistemi uygulanıyor: Şiddetle terbiye etme!

Bu temel noktalara ekleyeceklerim var. Şudur: Faşist otoriter eğitimin yarattığı, manevi ve fiziksel şiddet ve bunları uygulayanlar ailede, ilkokullarda ve devletin tüm korumlarında mevcuttur. Hepimiz biliyoruz; ailede: Baba dayağı.  İlkokullarda: Öğretmen dayağı.Karakollarda: Falaka. Askerde: Sopa... tüm bunların kaynağı, açık ki, “faşist otoriter Türk eğitimi“ sisteminde yatıyor. Böylesi bir sistemi kaldırmadan, manevi ve fiziksel saldırılara her taraftan ve gruplardan başbaşa kalacağız, demek oluyor. Budur.

İster Türkiye’de, isterse dünyanın herhangi bir ülkesinde olsun, ne yazık ki,  “faşist otoriter eğitim sisteminden“ ancak böylesi, hasta ruh halli insan tipleri  çıkıyor. Recep çıkıyor, Recep misali, “bir tekme, bir yumruk“ insan örnekleri çıkıyor. Türkiye’de durum budur...

Evet...Türkiye’yi yönetenlerin düştükleri ruh halleri, ne yazık ki, budur. 

Bir düşünün, bir ülkenin başbakanı, hoşuna gitmediği protesto ya da aykırı görüşe,  karşısındakine, fiilen, manevi ve fiziksel saldırıda bulunuyor! Yaşadığımız çağda, böylesi örneklerin olması, insan gelişimi adına, gerçekten, utanç vericidir! 

“Okumuş ve öğrenmiş bir insanın“ ya da bir “başbakanın“ manevi / fiziki şiddete başvuracak duruma gelmesi, insan eğitimi ve gelişimi açısından utanç vericidir!

Sıradan insanlar bir yana, eğer, ülkeyi yönetenler de fiziksel şiddete başvuruyorlarsa, O ülkede, ortada bir hastalık ve çürüme durumu, var demektir.

Şiddet, hastalıklı bir duruma gelmek demektir. Şiddet ile, şiddeti yaratan duruma karşı duran direnişi, mukavemeti birbirine karıştırmayalım. Benim burada bahsettiğim, faşist otoriter sistemin şiddetidir. “Faşist otoriter rejimden“ başbakan Recep gibi insanlar çıkıyorsa, durum vahimdir. TC, vahim durumdadır. TC insanları, vahim durumdadır. Bunları sürekli yazmak gerekiyor. 

Şiddet; pedagojide, psikolojide açıktır: Bir insanın başka insanı, öldürmek, sakatlamak ile yapığı fiziki saldırı oluyor; Vurma, tekmeleme, itme gibi eylemler oluyor.

Manevi şiddet te, açıktır: küfür, hakaret, korkutma gibi ve benzeri tüm örnekler, hepsi manevi şiddet, oluyor. 

Türkiye’yi yönetenlerin hepsinde bu özellikler vardır. Türkiye’yi yönetmek, böylesi  hasta ruhlu insanlar için: Şiddetle terbiye etmek oluyor!

Bu şu demektir: Ben ne yaptığımı bilmiyorum. Ben kendimi, kontrol edecek durumda değilim.

Bu da şu demektir: TC’yi yönetenler ve TC’nin yönetilmesine oy verenler ne yaptığını ve kimlere oy verdiğini bilmiyor, demektir. Bilmezler. TC’nin faşist otoriter sisteminden, insan değil, insancık çıkar; insancıklardan, Recep misali yumrukçu ve tekmeci insanlar çıkar!

Türkiye’de durum budur. Bu da tesadüfi değildir.

Hem Türkiye’de, hem de tüm dünyada, otoriter faşist eğitimin yarattığı insan tipi, ne yazık ki, budur. Bu oluyor.

Bizleri tekmeleyen ve yumruklayan bu sistemi kaldımadan, ne manevi ne de fiziksel şiddet kalkar!

Çare mi, şudur: Faşist otoriter eğitimin yarattığı, “ bir tekme, bir yumruk“ sistemini ortadan kaldırmaktır! 

Başka, çaremiz yoktur!

14 Mayıs 2014 Çarşamba

SOMA: DEVLET - PATRON SUÇ ORTAKLIĞI...



 
Adil Okay 


 “Fotoğraflardan gördüm/ yüzleri kömür karası adamlar/  bismillahirrahmanirahim yazan
ocak kapısından geçerler/ inerler yeraltına, tamam, itirazım yok/ inkar edemem hâşâ/ şüphesiz Allah rahman ve rahim olandır da/ neden o ocak kapısında / “dünyanın bütün işçileri, birleşiniz” yazmaz... / Neden ölür madenciler onar onar, yüzer yüzer / Rahman ve rahim olana gitmez mi duaları / yoksa sadece patronlar için midir o yazı / ki onlar ne ölürler, ne hesap verirler mahkemede. / neden dua edenler ölür hep...”
Abidin yağmur
 
Ne desem ne yazsam. Öfkemi nasıl anlatsam. Ki defalarca yazdım bu konuda. Ancak bu kez iş cinayeti sözcüğü bile yetersiz kalıyor dramı anlatmaya. 21.yüzyılın en büyük “iş cinayeti” daha doğrusu katliamı ile uyandık güne. Bu gün, bu yazıyı yazdığım saatte açıklanan sayı 232. Soma’da Tam 232 Madencinin cansız bedeni çıkmış toprağın altından. Soma. İtiraf edeyim bu ilçe coğrafyanın hangi köşesindedir haberim yoktu. Adını bile duymamıştım. Oysa Soma'da 101 yıldır Kömür yani 1913'ten beri kömür çıkartılıyormuş. İlçedeki Ege Linyit İşletmeleri'nde 1950'lerden bu yana en az 79 maden çalışanı hayatını kaybetmiş. Sadece geçen yıl 2013'te sekiz işçi iş cinayetinde hayatını kaybetmiş. 
 
103 yılda iş yasaları değişti. Emekçiler bedeller ödeyerek yeni haklar elde ettiler. Ama Türkiye bir türlü  Uluslararası Çalışma Örgütü'nün(ILO) 176 numaralı "
Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi"ni imzalamadı. Tüm hükümetler bu konuda duyarsız davrandı ama AKP hükümeti çok daha fütursuzca “taşeron” sistemini besledi. Soma katliamında hayatını kaybeden 15 yaşındaki çocuk Kemal Yıldız’ın cansız bedeni bu gerçeği bir kez daha gösterdi.
 
Yıllar önce “Devlet – patron işbirliği ve katil kim” adlı bir yazı yazmış ve Metin yeğin’in bu gün yayınlanan “katil kim” adlı yazısında sorduğu şu soruyu dolaylı olarak ben de sormuştum: “Neden hiç zenginler toplu halde ölmüyor? Siz hiç, mesela ‘tahvilleri altında hayatını kaybeden 7 dolar milyarderi’ haberi okudunuz mu? Ya da ‘borsanın hızla yükselmesi sonucu kalp krizi geçirerek hayata veda eden 4 borsa zengini’ filan. Yok onlar sadece uzun süreli hastalık tedavileri sonucunda ‘hayata veda’ ederler…”
 
Soma’da ölenleri anarken, sorumluları da işaret etmek gerekiyor. Bu iş cinayetlerinde Soma holding’in ve AKP hükümetinin yanı sıra dolaylı ya da dolaysız Koç da suçludur, Sabancı da, Koza’da, Ülker de, Boyner de… Sermayenin dini, imanı, ırkı, rengi olmaz. İslamcı sermaye kötüdür, Hıristiyan ya da ateist sermayedar iyidir demek saflık ya da konuyu bilmemekten kaynaklanır. Doğayı kirleten de, diktatörlere destek veren de bu sermaye sınıfıdır. Özellikle son 30 yılda iş cinayetlerinin, kirletilen nehirlerin, denizlerin, yağmalanan sahillerin, yok edilen ormanların ve göllerin sorumlusu-suçlusu emekçiler-çapulcular, mülksüzler değildir. Büyük mülk sahipleridir. “Ulusal” ve uluslararası tekellerdir. Bunlardan birisinin kişi olarak “iyi görünmesi” sizi yanıltmasın. Hafızanızı tazeleyin, Kenan Evren’in darbe yaparken, Tayyip Erdoğan’ın ilk iktidara gelirken, bu sermaye sınıfı tarafından desteklendiğini anımsayın.
 
Bu patronların ellerinde, pazar-paylaşım için çıkartılan savaşlarda öldürülen, yerlerinden yurtlarından göç ettirilen insanların kanı vardır. Küresel sermaye sözcülerinin, ‘Küreselleşme iyidir’ safsatalarının arkasında, küresel suç ortaklığı yatmaktadır. Artık dünyanın tüm büyük patronları aynı örgüt içinde yer almakta, aynı suç makinesini elbirliği ile çalıştırmaktadır. 
 
Şair Berdan İldan, olayı duyduğunda yaptığı doğaçlamada; “Uzun sessizliklerin ardından yine gözyaşları bitmeyecek maden ocaklarında, yağmur damlaları içinde akacaklar pınarlara. İzleri kalacak yüzlerimizde. Yarın burjuvazi erken kalkacak, toplantı yapacaklar kendi ekranlarında. Sayım yapacaklar. Sonra bir kaç gün timsah gözyaşı dökecekler, sonra sarı sendikacılar gelecek. Hesap vermeden unutulacak. Roboski, Gezi, Sivas, Solingen veTersaneler gibi. Sonra yine...” demiş. Haklı İldan, ne yazık ki haklı. 
 
Soma, bizi bir kez daha bu gerçeklerle yüzleştirdi. 
 
Metin Altıok yıllar önce ifade etmiş bu gün Soma’lı madencilerin yaşadığı öfkeli, acılı, karmaşık ruh halini:

“Bağırsam neye yarar, nasılsa duymazlar.
Ben bir kömür ocağının onulmaz göçüğüyüm;
içimde cesetler ve daha ölmemişler var…”

 
Onların sesini duyalım. Duyuralım. Yeni kazaları, katliamları beklemeden.
 
----------


13 Mayıs 2014 Salı

Özgür Gündem Gazetesi ve Yaşar Kaya...



Hasan Bildirici

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye dönen Yaşar Kaya, çeşitli konularda T24 internet gazetesinin sorularını yanıtladı. Muhtemelen bir çok arkadaş bu röportajı okumuştur. Röportajda Özgür Gündem gazetesinin kuruluşuna ilişkin Yaşar Kaya’nın açıklamaları var. Bu açıklamada benim de ismim geçiyor. Ayrıca Özgür Gündem gazetesinin kuruluşunda yer aldığım için, yeri gelmişken gazetenin kuruluş sürecine ilişkin bazı bilgileri vermem gerekiyor. Önce Hazal Özvarış’ın konuyla ilgili sorduğu sorulara ve Yaşar Kaya’nın verdiği cevaplara bakalım.

Hazal Özvarış: Kürt hareketinin en kalıcı ve etkili oluşumlarından Özgür Gündem nasıl kuruldu, siz nasıl başına geldiniz?

Yaşar Kaya: Nuriye Akman’ın gazetenin çıkışının haftasında benimle yaptığı bir röportaj var Hürriyet’te. Birinci soru şu: “Yaşar Bey sizin ticarette veya siyasette hiçbir başarınız yok. Siz gazetenin başına nasıl geldiniz?” Ben de dedim ki: “Hanımefendi ben okuduğum bütün okulları iyi derecelerle bitirdim. Siemens’te 11 yıl çalıştım, imparatorluk gibi bir şirket idare ettim. Başarı daha nasıl olur?”

Bundan 14 yıl sonra öğreniyorum ki Abdullah Öcalan Beyrut’ta 5-6 kişi arkadaşlarıyla toplantı yapıyor. Haftalık gazetenin sahibi Serhat Bucak, günlük gazetenin sahibi kim olacak? Öcalan konuşunca kimse onunla konuşamıyor. Hasan Bildirici diyor ki “Yaşar Kaya olmalı.” Öcalan niye diye sorunca “Arkadaşımız 40 yıldır İstanbul’da oturuyor. Bab-ı Ali’yi biliyor. Bir de temsil kabiliyeti var.” İyi diyor, o olsun. 14 yıl sonra anlıyorum neden gazetenin sahibi olduğumu. PKK beni yararlı bulmasa o gazetenin başına getirmez.

‘18 ayda 24 cenaze’

Benim sahipliğini yaptığım gazete Kürt tarihinde efsane bir gazetedir. 18 ayda 24 cenaze vermiştir. Yılmamıştır, büyük bir iş yapmıştır. Bunun Kürdistan’daki silahlı mücadelenin terör olmadığını, Kürtlerin ulusal demokratik hakları için ayaklanan bir silahlı örgüt olduğunu hem Türkiye’ye, hem dünyaya göstermiştir. Kurşunlar uçuşuyordu, biz çalışıyorduk. Kim ölecekti bilmiyorduk. Ben bunu, Yaşar Kaya olarak değil, bir Kürt olarak başarı olarak görüyorum.

- Gazetenin sermayesi nasıl organize edildi?

Gazetenin yüzde 25 hissesi bana aitti. Behçet Cantürk’ün yüzde 5 hissesi vardı, ilgilenmedi, bana devretti. PKK’nin de burada yatırımı vardı.

***

Sorular ve Yaşar Kaya’nın verdiği cevaplar böyle. Yaşar Kaya’nın Özgür Gündem, DEP ve Sürgünde Kürdistan Parlamentosu’ndayken verdiği dirençli mücadeleyi yakından biliyorum. Ayrıca 25 şehidi olan gazeteyi birlikte kurup yönettik. Görüş ayrılıklarının olması Yaşar Kaya’nın o yıllarda verdiği mücadeleyi gölgelemez. İkimiz de Türk devleti tarafından hazırlanmış “Öldürülecek Kürtler” listesindeydik. Öldürülmek için dışarıda ne kadar takip edildik bilmiyorum, ama öldürmek için tetikçinin gazeteye kadar girdiğini biliyorum. Tetikçi, arkadaşlar tarafından sorgulanırken, benle Yaşar Kaya ahşap bölmeli diğer odadan tetikçinin anlattıklarını dinliyorduk.

Özgür Gündem gazetesinin kuruluş aşamasında iki kez Şam'da, bir çok kez de telefonla Öcalan ile görüştüm. Yaşar Kaya’nın röportajda söylediği gibi, Beyrut’ta, beş-altı kişinin katıldığı toplantılar yapmadık. Görüşmeleri Şam’da yapıyorduk ve ikimiz yalnızdık. Öcalan, daha çıkışından itibaren gazeteye damgasını vurmak istiyor, gazetecilik yapmak isteyen veya PKK’ye mesafeli olan bir kısım personel ise gazetenin PKK ve Öcalan’a mesafeli olmasını istiyordu. Ben gazetenin PKK ile bir şekilde bağlantı halinde olmasını savunuyor, ancak gerçek anlamda da gazetecilik yapılmasını istiyordum. Parayı PKK verecek, ama gazete üzerinde PKK’nin hiç söz hakkı olmayacaktı, bu mümkün değildi.

Kuruluş aşamasında bu nedenle personal değişikliğine gidildi. Bu personel değişikliğinden dolayı Öcalan ile gerilimlerimiz ve tartışmalarımız oldu. Bir de bunun için Şam’a gitmek zorunda kaldım.

Günlük gazetenin kuruluş ilanı haftalık Yeni Ülke gazetesinde Serhat Bucak üzerinden yapıldı. Serhat Bucak, Yeni Ülke’nin sahibi ve sözcüsü idi. Hakkında bir çok dava açılmıştı. Her an tutuklanabilirdi. Yayına yeni başlayacak Özgür Gündem için yeni bir isime ihtiyaç vardı. Bu isim, Yaşar Kaya’nın da belirttiği gibi, toplam hissenin % 25’ine sahip olmakla gazetenin yasal sahibi ve sözcüsü olacaktı. İlk gidişimde Öcalan ile bu konuyu görüştük. Henüz netleşmemiştik. Serhat Bucak’a güveniyor, ancak Yeni Ülke gazetesinden getireceği davalarla tutuklanabileceğini düşünüyorduk. Gazete zaten onlarca Kürt işadamının isminin geçtiği bir şirket ortaklığı olarak görünüyordu. Behcet Cantürk ve Yaşar Kaya da bu isimler içerisindeydi. Daha sonra devlet tarafından kullanılacağını bildiğimiz için ortakların hiç birinden bir kuruş para almadık. Behcet Cantürk’ün bizi finanse ettiği büyük bir yalandı. Avrupa’daki Kürt örgütlenmesi ilk elden 630 bin mark para aktarmıştı. Bu yetmeyince 300 bin mark civarında bir para daha geldi. Özgür Gündem gazetesi bu parayla kuruldu, bu para Avrupa Kürt yurtseverliğinin alın teriydi.

Yaşar Kaya’nın hissesinin % 25’e çıkarılarak, gazenin imtiyaz sahibi olması düşüncesi, bana ve Halkla İlişkiler Müdürü Ramazan Ülek’e aittir. Şişe altı kalınlığında gözlük kullanan Ramazan’la prensip anlaşmasına vardıktan sonra, ben o ara yeniden Şam’a gittim. Gitmeden once Yaşar Kaya ile gazetenin sahipliği konusunda anlaştık. Kendisinden Öcalan’a kaçak sınır geçeceğim için taşınması kolay bir mektup yazmasını rica ettim. El yazısı ile yazdı mektubu, oku dedi, okumadım, Öcalan ile birlikte okuyacağımızı belirttim. Mektubu pantolonumu sökerek kemer kısmına yerleştirdim.

Mektubu Şam’da Öcalan ile birlikte okuduk. Yaşar Kaya mektubunda, Öcalan ve PKK’yi saygıyla selamlayarak iredesine tabii olduğunu belirtiyordu. Mektubu okuduktan sonra Öcalan’ın yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi:

“Yaşar Kaya sizce uygun mudur?” diye sordu.

“Uygundur, biz böyle kararlaştırdık,” dedim.

Bir gün sonra Suriye ordusundan Kürt bir binbaşının cipiyle Şam’dan Suruç sınırına geldim ve bir gün sonra da İstanbul’daydım.

Gündem Gazetesinin kuruluş hikayesi benim cephemden bundan ibarettir. 

----------

Kaynak: Rojeva Kurdistan

10 Mayıs 2014 Cumartesi

Rölantideyiz…

Hasan Bildirici

"Devletsizliği savunmanın acı hikayesidir bu. Hepimizin hikayesidir."

Bu aralar site için az yazıyorum; Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesi gibi hepimiz biraz rölantideyiz. Kürdistan ulusal mücadelesi Türkiyelileşirken, kendine yük Türkiyeliliğin ne olacağı belli değil. Bir binanın kalitesini, kullanılan malzemeyle ustalığın niteliği belirler. Türkiyelilik, kalitesiz ve zorba bir bileşimdir. Kürtlerin Türkiyelileşmesi ise bu kalitesizliğe başka bir kalitesizlik olarak eklenecek.

Ne yapalım, Türkiyelilik malzemesi bu, bundan iyi bir şey çıkaralım derseniz, siz ondan değil, o sizden başka bir şey çıkarır. Ve biz ezilenler, sıradan vatandaşlar, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinin sıra neferleri, başka bir biçimde çatılmış Türk sisteminin mağdurları olmayı sürdürürüz. Türkiye’de siyaset ve siyasetçilik, Ortadoğu’da her gün onbinlerce camide iyilik ve sevap üzerine vaaz verenlerin daha sonra iyilik ve güzelliği bizzat kendilerinin çiğnemesi gibidir.

Ezilen ulusların ve sınıfların sömürgeciliğe ve sınıf zorbalığına karşı ellerindeki tek silah devrimdir. Devrim ve kurtuluş, sömürgeciliğin ve sınıf zorbalığının kabusudur. Bu silahtan vazgeçen uluslar ve sınıflar “atı alan Üsküdar’ı geçmiş” egemenliğin alt veya yan öğesi olarak kalmaktan kurtulamazlar.
Toprakları işgal edilen Kanada yerlilerin nasıl bir yaşam sürdürdüklerini sormuştum bir arkadaşa. Turistik köylerde, devlet yardımına muhtaç seyirlik ve aç gözlü bir yaşam sürdüklerini söylemişti. Egemen olana teslim olmanın trajik bir hikayesidir bu.

Kanada yerlilerinin devletten sosyal yardım beklemesi gibi, biz Kürtler de Türk devletinden şefkat ve merhamet bekliyoruz. Türkiyelileşme projesi içinde buna mecburuz. Devlet denen çark, iktidardaki yandaşlar tarafından oluşturulmuş çeteci bir yapıdır. İdeolojik ve ırkçıdır. Polis teşkilatı, askeri kurumlar, valilik, kaymakamlık, gizli istihbarat teşkilatı, maliye, adliye ve diğer bürokrasi bunların elamanları tarafından paylaşılmıştır. Ezilelenlere ve Türkiyelileşen Kürdistan ulusal kurtuluş neferliğine ise bütün alanları tutulmuş devletin alt işleri ya kalır kalmaz. 

Muhalifler, ödedikleri bedellerin karşılığını alamadıkları gibi, uzlaşmak istedikleri noktada devletin geçmiş zorunlu hizmetlerine tabii olurlar. Diyelim yirmi yıl dağda gerilla olarak yaşamış biri dönmek istediğinde, 20 yıl karşı savaş yürüttüğü askeri birliğin eri olmak durumundadır.

Devletsizliği savunmanın acı hikayesidir bu. Hepimizin hikayesidir.

Diyelim yargılanmışsın, yirmi yıl içeride boşuna tutulmuşsun, fark etmez, tahliye olduğun gün devletin zorunlu görevlerine dahil olmak zorundasın. Türk devletinin bu işlerde özürü ve üzüntüsü olmaz. Yası tutulmaz muhaliflerin çektiği acılar ve verdiği kayıpların. Ama devlet görevlilerinin ve onların ailelerinin bu yoldaki kayıpları en üst düzeyde karşılanır.

Askerlik ve devlet oluşumu ideolojik ve ırkçı öğelerden arındırılmadığı için, muhalif olarak sen hiç bir şey olamazsın. Beli bükük bir muhalif ve ulusal kurtuluşçu olarak, askerlik için bedel biriktirmek zorunda olduğun gibi, bir de karnını doyurma işine, bütün meslek ve yetenek özelliklerini yitirmiş olarak, sıfırdan başlamak zorundasın. Sömürgecilikle bağları kesip atmamış, düzenle uzlaşma yolunu seçmişlerin hikayesidir. 
Avrupa’nın yüzlerce yıl süren savaşları, ulusal ve sınıfsaldı. Devrim içinde onlarca devrim gerçekleştirdiler. Onlarca devlet yıkıp, onlarca yeni devlet kurdular. Silahı ve sözü çok etkin kullandılar. Ama biz tevekküle yattık. Kendi devletimizi küçük görüp, zalimlerin devletini kutsadık.

Çok mu karamsar şeyler yazıyorum? 12 Eylül muhalifliğinden geriye ne kaldı? Türk devleti, 12 Eylül’ün Avrupa’daki simge muhaliflerini tek tek Türkiye’ye çekti. Adları ve sanları unutuldu. Devrim çığlıklarının yerini, düzenden pay kapma yarışı aldı.

Kürt ulusal hareketi Türkiyelileştiğinde, bir kaç yüz siyasetçisinin dışında, bedel ödemiş milyonlara düşecek olan nedir? İdeolojik ve ırkçı devlet çarkı içinde ben Kürdüm diyen bireyin yeri ne olacak? Devlet tarafından açılmış bir kaç Kürt kurumuna memur olarak girebilmek için kuyruklar oluşturmayacak mıyız?
Dinin yerini siyaset aldı. Bir süre sonra siyaset çoğumuza, daha çok gelecek nesillere tarihsel bir komedi gibi gelecek. Bir zamanlar din nasıl kutsanmıştıysa şimdilerde bir süre sonra vezgeçilecek olan siyaset kavramının her türlüsü kutsanıyor.

Ben onun için bir yazımda Kürdistan halkını siyasetsizliğe davet etmiştim. Siyaset duygu ve düşüncelerimizi esir aldı. Doğuştan gelen hakları kullanabilmek için hiç de bu kadar siyaset yapmamız gerekmiyor. Kürtlük dinlerden ve siyasetten önce de vardı.

Kaynak: Rojeva Kurdistan